SÖZLER / Risale-i Nur'dan 26. Söz
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
Yirmialtinci Söz
Kader Risalesi
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ وَ كُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِى اِمَامٍ مُبِينٍ
[Kader ile cüz'-i ihtiyârî, iki mes'ele-i mühimmedir. Ona dair dört mebhas içinde birkaç sirlarini açmaga çalisacagiz.]
BIRINCI MEBHAS: Kader ve cüz'-i ihtiyârî, Islâmiyetin ve îmânin nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir îmânin cüz'lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî degillerdir. Yâni mü'min herseyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-i Hakk'a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için "Cüz'-i ihtiyârî" önüne çikiyor. Ona "Mes'ul ve mükellefsin" der. Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve Kemâlât ile magrur olmamak için, "Kader" karsisina geliyor. Der: "Haddini bil, yapan sen degilsin." Evet kader, cüz'-i ihtiyârî; îmân ve Islâmiyetin nihayet merâtibinde... Kader, nefsi gururdan ve cüz'-i ihtiyârî, adem-i mes'uliyetten kurtarmak içindir ki, mesâil-i îmâniyeye girmisler. Yoksa mütemerrid nüfus-u emmârenin isledikleri seyyiatinin mes'uliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapismak ve onlara in'am olunan mehâsinle iftihar etmek, gururlanmak, cüz'-i ihtiyariye istinad etmek; bütün bütün sirr-i kadere
sh: » (S: 489)
ve hikmet-i cüz'-i ihtiyariyeye zid bir harekete sebebiyet veren ilmî mes'eleler degildir. Evet, mânen terakki etmeyen avâm içinde kaderin cây-i istimâli var. Fakat o da mâziyat ve mesâibdedir ki, ye'sin ve hüznün ilâcidir. Yoksa maâsi ve istikbaliyatta degildir ki, sefahete ve atâlete sebeb olsun. Demek kader mes'elesi, teklif ve mes'uliyetten kurtarmak için degil, belki fahr ve gururdan kurtarmak içindir ki, imânâ girmis. Cüz'-i ihtiyârî, seyyiata merci' olmak içindir ki, akideye dâhil olmus. Yoksa mehâsine masdar olarak tefer'un etmek için degildir.
Evet Kur'anin dedigi gibi, insan seyyiatindan tamamen mes'uldür. Çünki seyyiati isteyen odur. Seyyiat tahribat nev'inden oldugu için, insan bir seyyie ile çok tahribat yapabilir. Müdhis bir cezaya kesb-i istihkak eder. Bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat hasenatta iftihara hakki yoktur. Onda onun hakki pek azdir. Çünki hasenati isteyen, iktiza eden rahmet-i Ilahiye ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir. Sual ve cevab, dâî ve sebeb, ikisi de Hak'tandir. Insan yalniz dua ile, îmân ile, suur ile, riza ile onlara sahib olur. Fakat seyyiati isteyen, nefs-i insâniyedir (ya istidad ile, ya ihtiyar ile). Nasilki beyaz, güzel günesin ziyasindan Bâzi maddeler siyahlik ve taaffün alir. O siyahlik, onun istidadina aittir. Fakat o seyyiati, çok mesâlihi tâzammun eden bir kanun-u Ilahî ile icad eden yine Hak'tir. Demek sebebiyet ve sual nefistendir ki, mes'uliyeti o çeker. Hakk'a ait olan halk ve icad ise, daha baska güzel netice ve meyveleri oldugu için güzeldir, hayirdir. Iste su sirdandir ki: Kesb-i ser, serdir; halk-i ser, ser degildir. Nasilki pekçok mesâlihi tâzammun eden bir yagmurdan zarar gören tenbel bir adam diyemez: "Yagmur rahmet degil." Evet halk ve icadda bir serr-i cüz'î ile beraber hayr-i kesîr vardir. Bir serr-i cüz'î için hayr-i kesîri terketmek serr-i kesîr olur. Onun için o serr-i cüz'î, hayir hükmüne geçer. Icad-i Ilahîde ser ve çirkinlik yoktur. Belki, abdin kesbine ve istidadina aittir. Hem nasil kader-i Ilahî, netice ve meyveler itibariyle serden ve çirkinlikten münezzehtir. Öyle de: Illet ve sebeb itibariyle dahi, zulümden ve kubuhtan mukaddestir. Çünki kader, hakikî illetlere bakar, adâlet eder. Insanlar zâhirî gördükleri illetlere, hükümlerini bina eder; kaderin ayni adâlet inde zulme düserler. Meselâ: Hâkim seni sirkatle mahkûm edip hapsetti. Halbuki sen sârik degilsin. Fakat kimse bilmez gizli bir katlin var. Iste kader-i Ilahî dahi seni o hapisle mahkûm etmis. Fakat kader, o gizli katlin için mahkûm edip adâlet etmis. Hâkim ise, sen ondan mâsum oldugun sirkate binaen mah-
sh: » (S: 490)
kûm ettigi için zulmetmistir. Iste sey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-i Ilahînin adâleti ve insan kesbinin zulmü göründügü gibi, baska seyleri buna kiyas et. Demek kader ve icad-i Ilahî; mebde' ve münteha, asil ve fer', illet ve neticeler itibariyle serden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir.
Eger denilse: "Mâdem cüz'-i ihtiyârînin icada kabiliyeti yok. Bir emr-i itibarî hükmünde olan kesbden baska insanin elinde birsey bulunmuyor. Nasil oluyor ki, Kur'an-i Mu'ciz-ül Beyân'da, Hâlik-i Semâvat ve Arz'a karsi, insana âsi ve düsman vaziyeti verilmis. Hâlik-i Arz ve Semâvat, ondan azîm sikâyetler ediyor. O âsi insana karsi abd-i mü'mine yardim için kendini ve Melâikesini tahsid ediyor. Ona azîm bir ehemmiyet veriyor."
Elcevab: Çünki küfür ve isyan ve seyyie, tahribdir, ademdir. Halbuki azîm tahribat ve hadsiz ademler, birtek emr-i itibarîye ve ademîye terettüb edebilir. Nasilki bir azîm sefinenin dümencisi, vazifesinin adem-i îfsiyla, sefine gark olup bütün hademelerin netice-i sa'yleri ibtal olur. Bütün o tahribat, bir ademe terettüb ediyor. Öyle de: Küfür ve mâsiyet, adem ve tahrib nev'inden oldugu için, cüz'-i ihtiyârî bir emr-i itibarî ile onlari tahrik edip müdhis netâice sebebiyet verebilir. Zira küfür, çendan bir seyyiedir. Fakat, bütün kâinati kiymetsizlikle ve abesiyetle tahkir ve delâil-i vahdâniyeti gösteren bütün mevcûdâti tekzib ve bütün tecelliyat-i Esmâyi tezyif oldugundan, bütün kâinat ve mevcûdât ve Esmâ-i Ilahiye namina Cenâb-i Hak kâfirden sedid sikâyet ve dehsetli tehdidat etmek; ayn-i hikmettir ve ebedî azab vermek, ayn-i adâlet tir. Mâdem insan, küfür ve isyanla tahribat tarafina gidiyor. Az bir hizmetle pek çok isleri yapar. Onun için ehl-i îmân, onlara karsi Cenâb-i Hakk'in inâyet-i azîmine muhtaçtir. Çünki on kuvvetli adam, bir evin muhafazasini ve tamiratini deruhde etse, haylaz bir çocugun o hâneye ates vermege çalismasina karsi, o çocugun velisine, belki padisahina müracaata, yalvarmaga mecbur olmasi gibi; mü'minlerin de, böyle edebsiz ehl-i isyana karsi dayanmak için Cenâb-i Hakk'in çok inâyâtina muhtaçtirlar.
Elhasil: Eger kader ve cüz'-i ihtiyârîden bahseden adam, ehl-i huzur ve Kemâl-i îmân sahibi ise, kâinati ve nefsini Cenâb-i Hakk'a verir, onun tasarrufunda bilir. O vakit hakki var, kaderden ve cüz'-i ihtiyârîden bahsetsin. Çünki mâdem nefsini ve herseyi Ce-
sh: » (S: 491)
nab-i Hak'tan bilir, o vakit cüz'-i ihtiyârîye istinad ederek mes'uliyeti deruhde eder. Seyyiata merciiyeti kabûl edip, Rabbini takdis eder. Daire-i ubûdiyette kalip, teklif-i Ilahiyeyi zimmetine alir. Hem kendinden sudûr eden Kemâlât ve hasenat ile gururlanmamak için kadere bakar, fahr yerine sükreder. Basina gelen musibetlerde kaderi görür, sabreder. Eger kader ve cüz'-i ihtiyârîden bahseden adam, ehl-i gaflet ise; o vakit kaderden ve cüz'-i ihtiyârîden bahse hakki yoktur. Çünki nefs-i emmâresi, gaflet veya dalâlet saikasiyla kâinati esbaba verip, Allah'in malini onlara taksim eder, kendini de kendine temlik eder. Fiilini kendine ve esbaba verir. Mes'uliyeti ve kusuru kadere havale eder. O vakit, nihayette Cenâb-i Hakk'a verilecek olan cüz'-i ihtiyârî ve en nihayette medâr-i nazar olacak olan kader bahsi mânâsizdir. Yalniz, bütün bütün onlarin hikmetine zid ve mes'uliyetten kurtulmak için bir desise-i nefsiyedir.
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 26. Söz
IKINCI MEBHAS: Ehl-i ilme mahsus (Hasiye), ince bir tedkik-i ilmîdir.
Eger desen: "Kader ile cüz'-i ihtiyârî, nasil tevfik edilebilir?"
Elcevab: Yedi vecihle...
Birincisi: Elbette kâinatin intizâm ve mizan lisaniyla hikmet ve adâlet ine sehadet ettigi bir Âdil-i Hakîm, insan için medâr-i sevab ve ikab olacak, mahiyeti meçhul bir cüz'-i ihtiyârî vermistir. O Âdil-i Hakîm'in pek çok hikmetini bilmedigimiz gibi, su cüz'-i ihtiyârînin kaderle nasil tevfik edildigini bilmedigimiz, olmamasina delâlet etmez.
Ikincisi: Bizzarure herkes kendisinde bir ihtiyar hisseder. O ihtiyarin vücudunu vicdanen bilir. Mevcûdâtin mahiyetini bilmek ayridir, vücudunu bilmek ayridir. Çok seyler var: Vücudu bizce bedihî oldugu halde, mahiyeti bizce meçhul... Iste su cüz'-i ihtiyârî, öyleler sirasina girebilir. Hersey, mâlûmatimiza münhasir degildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delâlet etmez.
Üçüncüsü: Cüz'-i ihtiyârî, kadere münafî degil. Belki kader, ihtiyari teyid eder. Çünki kader, ilm-i Ilahînin bir nev'idir. Ilm-i
_______________________
(Hasiye): Bu ikinci mebhas, en derin ve en müskil bir sirr-i kader mes'elesidir. Bütün ülemâ-i muhakkikînce en ehemmiyetli ve münazarali bir mes'ele-i akaid-i Kelâmiyedir. Risale-i Nur tam halletmis.
sh: » (S: 492)
Ilahî, ihtiyarimiza taallûk etmis. Öyle ise, ihtiyari teyid ediyor, ibtal etmiyor.
Dördüncüsü: Kader, ilim nev'indendir. Ilim, mâlûma tâbidir. Yâni nasil olacak, öyle taallûk ediyor. Yoksa mâlûm, ilme tâbi degil. Yâni ilim desâtiri; mâlûmu, haricî vücud noktasinda idare etmek için esâs degil. Çünki mâlûmun zâti ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder. Hem ezel; mâzi silsilesinin bir ucu degil ki, esyanin vücudunda esâs tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel; mâzi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misâldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanip giden zamanin mâzi tarafinda bir uç tahayyül edip, ona ezel deyip, o ezel ilmine, esyanin tertib ile girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat degildir. Su sirrin kesfi için su misâle bak: Senin elinde bir âyine bulunsa, sag tarafindaki mesâfe mâzi, sol tarafindaki mesâfe müstakbel farzedilse; o âyine yalniz mukabilini tutar. Sonra o iki tarafi bir tertib ile tutar, çogunu tutamaz. O âyine ne kadar asagi ise, o kadar az görür. Fakat o âyine ile yüksege çiktikça, o âyinenin
mukabil dairesi genislenir. Gitgide, bütün iki taraf mesâfeyi birden bir anda tutar. Iste su âyine su vaziyette onun irtisaminda, o mesâfelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafik, muhalif denilmez. Iste kader, ilm-i ezelîden oldugu için; ilm-i ezelî, hadîsin tâbiriyle "Manzar-i â'lâdan, ezelden ebede kadar hersey, olmus ve olacak, birden tutar, ihâta eder bir makam-i â'lâdadir." Biz ve muhakematimiz, onun haricinde olamaz ki, mâzi mesâfesinde bir âyine tarzinda olsun.
Besincisi: Kader, sebeble müsebbebe bir taallûku var. Yâni, su müsebbeb, su sebeble vukua gelecek. Öyle ise denilmesin ki: "Mâdem filân adamin ölmesi, filân vakitte mukadderdir. Cüz'-i ihtiyariyla tüfek atan adamin ne kabahati var, atmasaydi yine ölecekti?"
Sual: Niçin denilmesin?
Elcevab: Çünki: Kader, onun ölmesini onun tüfegiyle tâyin etmistir. Eger onun tüfek atmamasini farzetsen, o vakit kaderin adem-i taallûkunu farzediyorsun. O vakit ölmesini ne ile hükmedeceksin? Ya Cebrî gibi sebebe ayri, müsebbebe ayri birer kader tasavvur etsen veyahut Mu'tezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sün-
sh: » (S: 493)
net ve Cemâati birakip firka-i dâlleye girersin. Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki: "Tüfek atmasaydi, ölmesi bizce meçhul." Cebrî der: "Atmasaydi yine ölecekti." Mu'tezile der: "Atmasaydi ölmeyecekti."
Altincisi: (Hasiye) Cüz'-i ihtiyârînin üss-ül esâsi olan meyelân, Matüridîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Es'arî, ona mevcûd nazariyla baktigi için abde vermemis. Fakat o meyelândaki tasarruf, Es'ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelân, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki; illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyari ref'etsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüchaniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyle ise o anda onu terkedebilir. Kur'an ona o anda diyebilir ki: "Su serdir, yapma." Evet eger abd hâlik-i ef'âli bulunsaydi ve icada iktidari olsaydi, o vakit ihtiyari ref' olurdu. Çünki ilm-i usûl ve hikmette مَا لَمْ يَجِبْ لَمْ يُوجَدْ kaidesince mukarrerdir ki: "Bir sey vâcib olmazsa, vücuda gelmez." Yâni, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. Illet-i tâmme ise; ma'lulü, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz.
Eger desen: Tercih bilâ müreccih muhaldir. (Hasiye) Halbuki, o emr-i itibarî dedigimiz kesb-i insanî; bâzan yapmak ve bâzan yapmamak; eger mûcib bir müreccih bulunmazsa tercih bilâ müreccih lâzim gelir. Su ise, usûl-ü kelâmiyenin en mühim bir esâsini hedmeder?
Elcevab: Tereccuh bilâ müreccih muhaldir. Yâni: Müreccihsiz, sebebsiz rüchaniyet muhaldir. Yoksa, tercih bilâ müreccih caizdir ve vâkidir. Irade bir sifattir. Onun se'ni, böyle bir isi görmektir.
Eger desen: "Mâdem katli halkeden Hak'tir. Niçin bana katil denilir?
Elcevab: Çünki Ilm-i Sarf kaidesince ism-i fâil, bir emr-i nisbî olan masdardan müstaktir. Yoksa bir emr-i sâbit olan hasil-i bilmasdardan insikak etmez. Masdar kesbimizdir, katil ünvanini da biz aliriz. Hasil-i bilmasdar, Hakk'in mahlukudur. Mes'uliyeti ismam eden birsey, hasil-i bilmasdardan müstak kilinmaz.
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 26. Söz
(Hasiye): Gâyet müdakkik âlimlere mahsus bir hakikattir.
(Hasiye): Tereccuh ayridir, tercih ayridir, çok fark var.
sh: » (S: 494)
Yedincisi: Irade-i cüz'iye-i insâniye ve cüz'-i ihtiyariyesi çendan zaîftir, bir emr-i itibarîdir, fakat Cenâb-i Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaîf cüz'î iradeyi, irade-i külliyesinin taallûkuna bir sart-i âdi yapmistir. Yâni mânen der: "Ey abdim! Ihtiyarinla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes'uliyet sana aittir!" Tesbihte hatâ olmasin, sen bir iktidarsiz çocugu omuzuna alsan, onu muhayyer birakip "Nereyi istersen seni oraya götürecegim" desen, o çocuk yüksek bir dagi istedi, götürdün. Çocuk üsüdü yahut düstü. Elbette "Sen istedin" diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksin. Iste Cenâb-i Hak, Ahkem-ül Hâkimîn, nihayet za'fta olan abdin iradesini bir sart-i âdi yapip, irade-i külliyesi ona nazar eder.
Elhasil: Ey insan! Senin elinde gâyet zaîf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gâyet uzun ve hasenatta eli gâyet kisa, cüz'-i ihtiyârî naminda bir iraden var. O iradenin bir eline duayi ver ki, silsile-i hasenatin bir meyvesi olan Cennet'e eli yetissin ve bir çiçegi olan saadet-i ebediyeye eli uzansin. Diger eline istigfari ver ki, onun eli seyyiattan kisalsin ve o secere-i mel'unenin bir meyvesi olan Zakkum-u Cehennem'e yetismesin. Demek dua ve tevekkül, meyelân-i hayra büyük bir kuvvet verdigi gibi; istigfar ve tevbe dahi, meyelân-i serri keser, tecavüzatini kirar.
ÜÇÜNCÜ MEBHAS: Kadere îmân, îmânin erkânindandir. Yâni: "Hersey, Cenâb-i Hakk'in takdiriyledir." Kadere delâil-i kat'iye o kadar çoktur ki, hadd ü hesaba gelmez. Biz, basit ve zâhir bir tarz ile su rükn-ü îmânîyi, ne derece kuvvetli ve genis oldugunu, bir mukaddeme ile gösterecegiz.
Mukaddeme: Hersey vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazildigini وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍٍ gibi, pekçok âyât-i Kur'aniye tasrih ediyor ve su kâinat denilen, kudretin Kur'an-i kebirinin âyâti dahi su hükm-ü Kur'anîyi, nizâm ve mizan ve intizâm ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-i tekviniyesiyle tasdik ediyor. Evet su kâinat kitabinin manzum mektûbâti ve mevzun âyâti sehadet eder ki, hersey yazilidir. Amma vücudundan evvel hersey mukadder ve yazili olduguna delil, bütün mebâdi ve çekirdekler ve mekadîr ve Sûretler, birer sahiddir. Zira herbir tohum ve çekirdekler, "Kâf-Nun" tezgâhindan çikan birer lâtif sandukça
sh: » (S: 495)
dir ki, kaderle tersim edilen bir fihristecik, ona tevdi edilmistir ki; kudret, o kaderin hendesesine göre zerrati istihdam edip, o tohumcuklar üstünde koca mu'cizât-i kudreti bina ediyor. Demek bütün agacin basina gelecek bütün vâkiati ile çekirdeginde yazili hükmündedir. Zira tohumlar maddeten basittir, birbirinin aynidir, maddeten birsey yoktur.
Hem herseyin miktar-i muntâzamasi, kaderi vâzihan gösterir. Evet hangi zîhayata bakilsa görünüyor ki, gâyet hikmetli ve san'atli bir kalibdan çikmis gibi, bir mikdar, bir sekil var ki; o mikdari, o sûreti, o sekli almak ya hârika ve nihayet derecede egri bügrü maddî bir kalip bulunmali veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalib-i mânevî ile kudret-i ezeliye o Sûreti, o sekli biçip giydiriyor. Meselâ: Sen su agaca, su hayvana dikkat ile bak ki; câmid, sagir, kör, suursuz, birbirinin misli olan zerreler, onun nesv ü nemasinda hareket eder. Bâzi egri bügrü hududlarda meyve ve faidelerin yerini tanir görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder. Sonra baska bir yerde, büyük bir gayeyi tâkib eder gibi yolunu degistirir. Demek kaderden gelen mikdar-i mânevînin ve o mikdarin emr-i mânevîsiyle zerreler hareket ederler. Mâdem maddî ve görünecek esyada bu derece kaderin tecelliyati var. Elbette esyanin mürur-u zamanla giydikleri Sûretler ve ettikleri harekât ile hasil olan vaziyetler dahi, bir intizâm-i kadere tâbidir.
Evet bir çekirdekte, hem bedihî olarak, irade ve evâmir-i tekviniyenin ünvani olan "Kitab-i Mübîn"den haber veren ve isaret eden, hem nazarî olarak emir ve ilm-i Ilâhînin bir ünvani olan "Imam-i Mübîn"den haber veren ve remzeden iki kader tecellisi var: Bedihî kader ise, o çekirdegin tâzammun ettigi agacin, maddî keyfiyat ve vaziyetleri ve heyetleridir ki, sonra göz ile görünecek. Nazarî ise, o çekirdekte, ondan halkolunacak agacin müddet-i hayatindaki geçirecegi tavirlar, vaziyetler, sekiller, hareketler, tesbihatlardir ki, tarihçe-i hayat namiyla tâbir edilen vakit-bevakit degisen tavirlar, vaziyetler, sekiller, fiiller; o agacin dallari, yapraklari gibi intizâmli birer kaderî mikdari vardir. Mâdem en âdi ve basit esyada böyle kaderin tecellisi var. Elbette umum esyanin vücudundan evvel yazili oldugunu ifade eder ve az bir dikkatle anlasilir.
Simdi, vücudundan sonra herseyin sergüzest-i hayati yazildigina delil ise; âlemde "Kitab-i Mübin" ve "Imam-i Mübin"den haber veren bütün meyveler ve "Levh-i Mahfuz"dan haber veren ve isaret eden insandaki bütün kuvve-i hâfizalar birer sahiddir, birer emâredir. Evet herbir meyve, bütün agacin mukadderat-i hayati onun kalbi hük-
sh: » (S: 496)
münde olan çekirdeginde yaziliyor. Insanin sergüzest-i hayatiyla beraber kismen âlemin hâdisat-i mâziyesi, kuvve-i hâfizasinda öyle bir Sûrette yaziliyor ki; güya hardal küçüklügünde bu kuvvecikte dest-i kudret, kalem-i kaderiyle insanin sahife-i a'mâlinden küçük bir sened istinsah ederek, insanin eline verip, dimaginin cebine koymus. Tâ, muhasebe vaktinde onunla hatirlatsin. Hem tâ mutmain olsun ki; bu fena ve zeval herc ü mercinde beka için pek çok âyineler var ki, Kadîr-i Hakîm zâillerin hüviyetlerini onlarda tersim edip ibka ediyor. Hem beka için pek çok levhalar var ki, Hafîz-i Alîm fânilerin mânâlarini onlarda yaziyor.
Elhasil: Mâdem en basit ve en asagi derece-i hayat olan nebâtat hayati, bu derece kaderin nizâmina tabidir. Elbette en yüksek derece-i hayat olan hayat-i insâniye, bütün teferruatiyla kaderin mikyasiyla çizilmistir ve kalemiyle yaziliyor. Evet nasil katreler, buluttan haber verir; reshalar, su menbaini gösterir; senedler, cüzdanlar, bir defter-i kebirin vücuduna isaret ederler. Öyle de: Su meshudumuz olan, zîhayatlardaki intizâm-i maddî olan bedihî kader ve intizâm-i mânevî ve hayati olan nazarî kaderin reshalari, katreleri, senedleri, cüzdanlari hükmünde olan meyveler, nutfeler, tohumlar, çekirdekler, Sûretler, sekiller; bilbedâhe "Kitab-i Mübin" denilen irade ve evâmir-i tekviniyenin defterini ve "Imam-i Mübin" denilen ilm-i Ilahînin bir divani olan Levh-i Mahfuz'u gösterir.
Netice-i meram: Mâdem bilmüsahede görüyoruz ki, herbir zîhayatin nesv ü nema zamaninda, zerreleri egribügrü hududlara gider, durur. Zerreler yolunu degistirir. O hududlarin nihayetlerinde birer hikmet, birer faide, birer maslahati semere verirler. Bilbedâhe o seyin mikdar-i sûrîsi, bir kader kalemiyle tersim edilmistir. Iste meshud, bedihî kader, o zîhayatin mânevî hâlâtinda dahi bir kader kalemiyle çizilmis muntâzam meyvedâr hududlari, nihayetleri var oldugunu gösterir. Kudret masdardir, kader mistardir. Kudret o maânî kitabini, o mistar üstünde yazar. Mâdem maddî ve mânevî kader kalemiyle tersim edilmis müsmir hududlar, hikmetli nihayetler oldugunu kat'iyen anliyoruz. Elbette herbir zîhayatin müddet-i hayatinda geçirecegi ahvâl ve etvâri, o kaderin kalemiyle tersim edilmis. Çünki: Sergüzest-i hayati, bir intizâm ve mizan ile cereyan ediyor. Sûretler degistiriyor, sekiller aliyor. Mâdem böyle umum zîhayatta kalem-i kader hükümrandir. Elbette âlemin en mükemmel meyvesi ve arzin halifesi ve emanet-i kübrânin hâ
sh: » (S: 497)
mili olan insanin sergüzest-i hayatiyesi, herseyden ziyade kaderin kanununa tâbidir.
Eger dese: "Kader bizi böyle baglamis. Hürriyetimizi selbetmistir. Inbisat ve cevelâna müstak olan kalb ve ruh için kadere îmân bir agirlik, bir sikinti vermiyor mu?"
Elcevab: Kat'â ve aslâ!.. Sikinti vermedigi gibi, nihayetsiz bir hiffet, bir rahatlik ve revh u reyhani veren ve emn ü emani temin eden bir sürur, bir nur veriyor. Çünki insan kadere îmân etmezse, küçük bir dairede cüz'î bir serbestiyet, muvakkat bir hürriyet içinde, dünya kadar agir bir yükü, bîçare ruhun omuzunda tasimaya mecburdur. Çünki insan bütün kâinatla alâkadardir. Nihayetsiz makasid ve metâlibi var. Kudreti, iradesi, hürriyeti milyondan birisine kâfi gelmedigi için, çektigi mânevî sikinti agirligi, ne kadar müdhis ve muvahhis oldugu anlasilir. Iste kadere îmân, bütün o agirligi kaderin sefinesine atar, Kemâl-i rahat ile, ruh ve kalbin Kemâl-i hürriyetiyle Kemâlâtinda serbest cevelanina meydan veriyor. Yalniz nefs-i emmârenin cüz'î hürriyetini selbeder ve firavuniyetini ve rubûbiyetini ve keyfemâyesâ hareketini kirar. Kadere îmân o kadar lezzetli, saadetlidir ki, târif edilmez. Yalniz su temsil ile o lezzete ve o saadete bir isaret edecegiz. Söyle ki:
Iki adam, bir padisahin payitahtina giderler. O padisahin mahall-i garâib olan has sarayina girerler. Biri, padisahi bilmez; o yerde gasibâne, sârikane tavattun etmek ister. Fakat o bahçe, o sarayin iktiza ettikleri idare ve tedbir ve varidat ve makinelerini islettirmek ve garib hayvanatin erzakini vermek gibi zahmetli külfetleri görür, mütemadiyen izdirab çeker. O cennet gibi bahçe, basina bir cehennem gibi oluyor. Herseye aciyor. Idare edemiyor. Teessüfle vaktini geçirir. Sonra da, o hirsiz edebsiz adam, te'dib Sûretiyle hapse atilir. Ikinci adam, padisahi tanir, padisaha kendini misafir bilir. Bütün o bahçede, o sarayda olan isler, bir nizâm-i kanunla cereyan ettigini, hersey bir programla, Kemâl-i sühuletle isledigini itikad eder. Zahmet ve külfetleri, padisahin kanununa birakip Kemâl-i safa ile o cennet-misâl bahçenin bütün lezzetlerinden istifade edip padisahin merhametine ve idare kanunlarinin güzelligine istinaden herseyi hos görür, Kemâl-i lezzet ve saadetle hayatini geçirir. Iste مَنْ آمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ sirrini anla.
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 26. Söz
sh: » (S: 498)
DÖRDÜNCÜ MEBHAS: Eger desen: "Birinci Mebhas'ta isbat ettin ki: Kaderin herseyi güzeldir, hayirdir. Ondan gelen ser de hayirdir. Çirkinlik de güzeldir. Halbuki su dâr-i dünyadaki musibetler, beliyyeler, o hükmü cerhediyor."
Elcevab: Ey siddet-i sefkatten sedid bir elemi hisseden nefsim ve arkadasim! Vücud, hayr-i mahz; adem, serr-i mahz olduguna; bütün mehâsin ve Kemâlâtin vücuda rücuu ve bütün maâsi ve mesâib ve nekaisin esâsi adem oldugu, delildir. Mâdem adem serr-i mahzdir. Ademe müncer olan veya ademi ismam eden hâlât dahi serri tâzammun eder. Onun için, vücudun en parlak nuru olan hayat, ahvâl-i muhtelife içinde yuvarlanip kuvvet buluyor. Mütebayin vaziyetlere girip tasaffi ediyor ve müteaddid keyfiyati alip, matlub semerati veriyor ve müteaddid tavirlara girip, Vâhib-i Hayat'in nukus-u Esmâsini güzelce gösterir. Iste su hakikattandir ki, zîhayatlara âlâm ve mesâib ve mesakkat ve beliyyat Sûretinde Bâzi hâlât âriz olur ki; o hâlât ile hayatlarina envar-i vücud teceddüd edip zulümat-i adem tebâud ederek hayatlari tasaffi ediyor. Zira tevakkuf, sükûnet, sükût, atâlet, istirahat, yeknesaklik; keyfiyatta ve ahvâlde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklik içinde hiçe iner.
Elhasil: Mâdem hayat, Esmâ-i hüsnânin nukusunu gösterir. Hayatin basina gelen hersey hasendir. Meselâ: Gâyet zengin, nihayet derecede san'atkâr ve çok san'atlarda mâhir bir zât; âsâr-i san'atini, hem kiymetdar servetini göstermek için âdi bir miskin adami, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil bir saatte murassa', Mûsanna' yaptigi gömlegi giydirir, onun üstünde isler ve vaziyetler verir, tebdil eder. Hem her nevi san'atini göstermek için keser, degistirir, uzaltir, kisaltir. Acaba su ücretli miskin adam o zâta dese: "Bana zahmet veriyorsun. Egilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzellestiren bu gömlegi kesip kisaltmakla güzelligimi bozuyorsun" demege hak kazanabilir mi? "Merhametsizlik, insafsizlik ettin" diyebilir mi? Iste onun gibi Sâni'-i Zülcelâl, Fâtir-i Bîmisâl; zîhayata göz, kulak, akil, kalb gibi havas ve letâif ile murassa olarak giydirdigi vücud gömlegini Esmâ-i hüsnânin nakislarini göstermek için çok hâlât içinde çevirir, çok vaziyetlerde degistirir. Elemler, musibetler nev'inde olan keyfiyat; Bâzi Esmâsinin ahkâmini göstermek için lemaât-i hikmet içinde bâzi suaat-i rahmet ve o suâât-i rahmet içinde lâtif güzellikler vardir.
sh: » (S: 499)
Hâtime
[Eski Said'in serkes, müftehir, magrur, ucublu, riyâkâr nefsini susturan, teslime mecbur eden bes fikradir.]
Birinci Fikra: Mâdem esya var ve san'atlidir. Elbette bir ustalari var. Yirmiikinci Söz'de gâyet kat'î isbat edildigi gibi: Eger hersey birinin olmazsa, o vakit herbir sey, bütün esya kadar müskil ve agir olur. Eger hersey birinin olsa, o zaman bütün esya, bir sey kadar âsân ve kolay olur. Mâdem zemin ve âsumâni birisi yapmis, yaratmis. Elbette o pek hikmetli ve çok san'atkâr zât, zemin ve âsumânin meyveleri ve neticeleri ve gayeleri olan zîhayatlari baskalara birakip isi bozmayacak. Baska ellere teslim edip bütün hikmetli islerini abes etmeyecek, hiçe indirmeyecek, sükür ve ibâdetlerini baskasina vermeyecektir.
Ikinci Fikra: Sen ey magrur nefsim! Üzüm agacina benzersin. Fahirlenme! Salkimlari o agaç kendi takmamis, baskasi onlari ona takmis.
Üçüncü Fikra: Sen ey riyâkâr nefsim! "Dine hizmet ettim" diye gururlanma. اِنَّ اللّهَ لَيُؤَيِّدُ هذَا الدِّينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِ sirrinca: Müzekkâ olmadigin için, belki sen kendini o recül-i fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubûdiyetini; geçen ni'metlerin sükrü ve vazife-i fitrat ve fariza-i hilkat ve netice-i san'at bil, ucb ve riyâ dan kurtul!.
Dördüncü Fikra: Hakikat ilmini, hakikî hikmeti istersen; Cenâb-i Hakk'in mârifetini kazan. Çünki bütün hakaik-i mevcûdât,
sh: » (S: 500)
Ism-i Hakk'in suaati ve Esmâsinin tezahürati ve sifâtinin tecelliyatidirlar. Maddî ve mânevî, cevherî, arazî herbir seyin, herbir insanin hakikati, birer ismin nuruna dayanir ve hakikatina istinad eder. Yoksa hakikatsiz, ehemmiyetsiz bir Sûrettir. Yirminci Söz'ün âhirinde, su sirra dair bir nebze bahsi geçmistir. Ey nefis! Eger su dünya hayatina müstaksan, mevtten kaçarsan kat'iyen bil ki: Hayat zannettigin hâlât, yalniz bulundugun dakikadir. O dakikadan evvel bütün zamanin ve o zaman içindeki esya-i dünyeviye, o dakikada meyyittir, ölmüstür. O dakikadan sonra bütün zamanin ve onun mazrûfu, o dakikada ademdir, hiçtir. Demek güvendigin hayat-i maddiye, yalniz bir dakikadir. Hattâ bir kisim ehl-i tedkik, "Bir âsiredir belki bir ân-i seyyaledir" demisler. Iste su sirdandir ki; Bâzi ehl-i velâyet, dünyanin dünya cihetiyle ademine hükmetmisler. Mâdem böyledir, hayat-i maddiye-i nefsiyeyi birak. Kalb ve ruh ve sirrin derece-i hayatlarina çik, bak; ne kadar genis bir daire-i hayatlari var. Senin için meyyit olan mâzi, müstakbel; onlar için « hayydir» , hayatdar ve mevcûddur. Ey nefsim! Mâdem öyledir, sen dahi kalbim gibi agla ve bagir ve de ki: "Fâniyim, fâni olani istemem. Âcizim, âciz olani istemem. Ruhumu Rahman'a teslim eyledim, gayr istemem. Isterim, fakat bir yâr-i bâki isterim. Zerreyim, fakat bir Sems-i Sermed isterim. Hiç-ender-hiçim, fakat bu mevcûdâti birden isterim."
Besinci Fikra: Su fikra, Arabî geldigi için Arabî yazildi. Hem su fikra-i Arabiye, "Allahü Ekber" zikrinde otuzüç mertebe-i tefekkürden bir mertebeye isarettir.
اَللَّهُ اَكْبَرُ اِذْ هُوَ الْقَدِيرُ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ الْكَرِيمُ اَلرَّحِيمُ الْجَمِيلُ النَّقَّاشُ اْلاَزَلِىُّ الَّذِى مَا حَقِيقَةُ هذِهِ الْكَائِنَاتُ كُلاًّ وَ جُزْءً وَ صَحَائِفَ وَ طَبَقَاتٍ وَ مَا هَقَائِقُ هذِهِ الْمَوْجُودَاتِ كُلِّيًَّا وَ جُزْئِيًّا وَ وُجُودًا وَ بَقَاءً اِلاَّ خُطُوطُ قَلَمِ قَضَائِهِ وَ قَدَرِهِ وَ تَنْظِيمِهِ وَ تَقْدِيرِهِ بِعِلْمٍ وَ حِكْمَةٍ وَ نُقُوشُ بَرْكَارِ عِلْمِهِ وَ حِكْمَتِهِ
sh: » (S: 501)
وَ تَصْوِيرِهِ وَ تَدْبيرِهِ بِصُنْعٍ وَ عِنَايَتٍ وَ تَزْيِنَاتُ يَدِ بَيْضَاءِ صُنْعِهِ وَ عِنَايَتِهِ وَ تَزْيِينِهِ وَ تَنْوِرِهِ بِلُطْفٍ وَ كَرَمٍ وَ اَزَاهِيرُ لَطَاءِفِ لُطْفِهِ وَ كَرَمِهِ وَ تَوَدُّدِهِ وَ تَعَرُّفِهِ بِرَحْمَةٍ وَ نِعْمَةٍ وَ ثَمَرَاتُ فَيَّاضِ رَحْمَتِهِ وَ نِعْمَتِهِ وَ تَرَحُّمِهِ وَ تَحَنُّنِهِ بِجَمَالِ وَ كَمَالِ وَ لَمَعَاتِ تَجَلِّيَاتِ جَمَالِهِ
وَ كَمَالِهِ بِشَهَادَةِ تَفَانِيَةِ الْمَرَايَا وَ سَيَّالِيَّةِ الْمَظَاهِرِ مَعَ بَقَاءِ الْجَمَالِ الْمُجَرَّدِ السَّرْمَدِىِّ الدَّاءِمِ التَّجَلّيوَ الظُّهُورِ عَلَى مَرِّالْفُصُولِ وَ الْعُصُورِ وَ الدُّهُورِ وَ الدَّاءِمِ اْلاَنْعَامِ عَلَى مَرِّاْلاَنَامِ وَ اْلاَيَّامِ وَ اْلاَعْوَامِ نَعَم فَالاَثَرُ الْمُكَمَّلُُ يَدُلُّ لِذِى عَقْلٍ عَلَى الْفِعْلِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الْفِعْلُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ لِذِى فَهْمٍ عَلَى اْلاِسْمِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ اْلاِسْمُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِالْبَدَاهَةِ عَلَى الْوَصْفِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الْوَصْفُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِااضَّرُورَةِ عَلَى الشَّاْنِِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الشَّاْنُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِالْيَقِينِ عَلَى كَمَالِ الذَّاتِ بِمَا يَلِيقُ بِالذَّاتِ وَ هُوَ الْحَقُّ الْيَقِينِ. نَعَمْ تَفَانِى الْمِرْآتِ: زَوَالُ الْمَوْجُودَاتِ مَعَ التَّجَلِّى الدَّاءِمِ مَعَ الْفَيْضِ الْمُلاَزِمِ مِنْ اَظْهَرِ الظَّوَاهِرِ اَنَّ الْجَمَالَ الظَّاهِرَ لَيْسَ مُلْكَ الْمَظَاهِرِ: مِنْ افْصَحِ تِبْيَانٍ مِنْ اَوْضَحِ.. بُرْهَانٍ لِلْجَمَالِ الْمُجَرَّدِ لِْلاِحْسَانِ الْمُجَدَّدِ.. لِلْوَاجِبِ الْوُجُودِ.. لِلْ بَاقِى الْوَدُدِ.. اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ عَدَدَ مَا فِى عِلْمِ اللّهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ
* * *
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 26. Söz
sh: » (S:502)
Zeyl
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
[Bu küçücük zeylin büyük bir ehemmiyeti var. Herkese menfaatlidir.]
Cenâb-i Hakk'a vasil olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur'andan alinmistir. Fakat tarîkatlarin bâzisi, bâzisindan daha kisa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kasir fehmimle Kur'andan istifade ettigim "Acz ve fakr ve sefkat ve tefekkür" tarîkidir. Evet acz dahi, ask gibi belki daha eslem bir tarîktir ki; ubûdiyet tarîkiyla mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi, Rahman ismine îsal eder. Hem sefkat dahi ask gibi, belki daha keskin ve daha genis bir tarîktir ki Rahîm ismine îsal eder. Hem tefekkür dahi ask gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha genis bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsal eder. Su tarîk, hafî tarîkler misillü, "Letâif-i Asere" gibi on hatve degil ve tarîk-i cehriye gibi "Nüfus-u Seb'a" yedi mertebeye atilan adimlar degil, belki "Dört Hatve"den ibarettir. Tarîkattan ziyade hakikattir, seriattir. Yanlis anlasilmasin: Acz ve fakr ve kusurunu, Cenâb-i Hakk'a karsi görmek demektir. Yoksa onlari yapmak veya halka göstermek demek degildir. Su kisa tarîkin evrâdi: Ittiba-i sünnettir, feraizi islemek, kebâiri terketmektir. Ve bilhassa namazi ta'dil-i erkân ile kilmak, namazin arkasindaki tesbihati yapmaktir.
Birinci Hatveye: فَلاَ تُزَكّوُا اَنْفُسَكُمْ âyeti isaret ediyor.
sh: » (S: 503)
Ikinci Hatveye: وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّهَ فَاََنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ âyeti isaret ediyor.
Üçüncü Hatveye: مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ âyeti isaret ediyor.
Dördüncü Hatveye: كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ âyeti isaret ediyor. Su dört hatvenin kisa bir izahi sudur ki:
Birinci Hatvede: فَلاَ تُزَكّوُا اَنْفُسَكُمْ âyeti isaret ettigi gibi: Tezkiye-i nefs etmemek. Zira insan, cibilliyeti ve fitrati hasebiyle nefsini sever. Belki evvelâ ve bizzât yalniz zâtini sever, baska herseyi nefsine fedâ eder. Mâbud'a lâyik bir tarzda nefsini medheder. Mâbud'a lâyik bir tenzih ile nefsini meâyibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldigi kadar kusurlari kendine lâyik görmez ve kabûl etmez. Nefsine perestis eder tarzinda siddetle müdafaa eder. Hattâ fitratinda tevdi edilen ve Mâbud-u Hakikî'nin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazat ve istidadi, kendi nefsine sarfederek مَنِ اتَّخَذَ اِلَهَهُ هَوَيهُ sirrina mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini begenir. Iste su mertebede, su hatvede tezkiyesi, tathiri: Onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir.
Ikinci Hatvede: وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّهَ فَاََنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ dersini verdigi gibi: Kendini unutmus, kendinden haberi yok. Mevti düsünse, baskasina verir. Fena ve zevali görse, kendine almaz ve külfet ve hizmet makaminda nefsini unutmak, fakat ahz-i ücret ve
sh: » (S: 504)
istifade-i huzuzat makaminda nefsini düsünmek, siddetle iltizâm etmek, nefs-i emmârenin muktezasidir. Su makamda tezkiyesi, tathiri, terbiyesi; su hâletin aksidir. Yâni nisyan-i nefs içinde nisyan etmemek. Yâni huzuzat ve ihtirasatta unutmak ve mevtte ve hizmette düsünmek...
Üçüncü Hatvede: مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ dersini verdigi gibi: Nefsin muktezasi, daima iyiligi kendinden bilip fahr ve ucbe girer. Bu hatvede: Nefsinde yalniz kusuru ve naksi ve aczi ve fakri görüp; bütün mehâsin ve Kemâlâtini, Fâtir-i Zülcelâl tarafindan ona ihsan edilmis nimetler oldugunu anlayip, fahr yerinde sükür ve temeddüh yerinde hamdetmektir. Su mertebede tezkiyesi, قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّيَهَا sirriyla sudur ki: Kemâlini Kemâlsizlikte, kudretini aczde, ginasini fakrda bilmektir.
Dördüncü Hatvede: كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ dersini verdigi gibi: Nefs, kendini serbest ve müstakil ve bizzât mevcûd bilir. Ondan bir nevi rubûbiyet dâva eder. Mâbuduna karsi adavetkârane bir isyani tasir. Iste gelecek su hakikati derketmekle ondan kurtulur. Hakikat söyledir ki: Hersey nefsinde mânâ-yi ismiyle fânidir, mefkuddur, hâdistir, madumdur. Fakat mânâ-yi harfiyle ve Sâni'-i Zülcelâl'in Esmâsina âyinedârlik cihetiyle ve vazifedârlik itibariyle sâhiddir, meshuddur, vâciddir, mevcûddur. Su makamda tezkiyesi ve tathiri sudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardir. Yâni kendini bilse, vücud verse; kâinat kadar bir zulümat-i adem içindedir. Yâni vücud-u sahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikî'den gaflet etse; yildiz böcegi gibi bir sahsî ziya-yi vücudu, nihayetsiz zulümat-i adem ve firaklar içinde bulunur, bogulur. Fakat enaniyeti birakip, bizzât nefsi hiç oldugunu ve Mûcid-i Hakikî'nin bir âyine-i tecellisi bulundugunu gördügü vakit, bütün mevcûdâti ve nihayetsiz bir vücudu kazanir. Zira bütün mevcûdât, Esmâsinin cilvelerine mazhar olan Zât-i Vâcib-ül Vücud'u bulan, herseyi bulur.
sh: » (S:505)
Hâtime
Su acz, fakr, sefkat, tefekkür tarîkindaki dört hatvenin izahati; hakikatin ilmine, seriatin hakikatina, Kur'anin hikmetine dair olan yirmialti aded Sözler'de geçmistir. Yalniz surada bir-iki noktaya kisa bir isaret edecegiz. Söyle ki:
Evet su tarîk daha kisadir. Çünki dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, dogrudan dogruya Kadîr-i Zülcelâl'e verir. Halbuki en keskin tarîk olan ask, nefisten elini çeker, fakat mâsuk-u mecâzîye yapisir. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbub-u Hakikî'ye gider. Hem su tarîk daha eslemdir. Çünki nefsin satahat ve bâlâ-pervazane dâvalari bulunmaz. Çünki acz ve fakr ve kusurdan baska nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin. Hem, bu tarîk daha umumî ve cadde-i kübrâdir. Çünki kâinati ehl-i vahdet-ül vücud gibi, huzur-u daimî kazanmak için idama mahkûm zannedip, "Lâ mevcûde illâ Hû" hükmetmeye veyahut ehl-i vahdet-üs suhud gibi, huzur-u daimî için kâinati nisyan-i mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip, "Lâ meshude illâ Hû" demeye mecbur olmuyor. Belki idamdan ve hapisten gâyet zâhir olarak Kur'an afvettiginden, o da sarf-i nazar edip ve mevcûdâti kendileri hesabina hizmetten azlederek Fâtir-i Zülcelâl hesabina istihdam edip, Esmâ-i hüsnâsinin mazhariyet ve âyinedârlik vazifesinde istimal ederek mânâ-yi harfî nazariyla onlara bakip, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herseyde Cenâb-i Hakk'a bir yol bulmaktir.
Elhasil: Mevcûdâti mevcûdât hesabina hizmetten azlederek, mânâ-yi ismiyle bakmamaktir...
* * *