SÖZLER / Risale-i Nur'dan 30. Söz
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
Tilsim-i kâinati kesfeden, Kur'an-i Hakîm'in mühim bir tilsimini halleden
Otuzuncu Söz
«Ene» ve «zerre»den ibaret bir «elif» bir «nokta»dir.
Su Söz iki maksaddir. Birinci Maksad, «Ene»nin mahiyet ve neticesinden; Ikinci Maksad, «zerre»nin hareket ve vazifesinden bahseder.
Birinci Maksad
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
اِنَّا عَرَضْنَا اْلاَمَانَةَ عَلَى السَموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاْلجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا اْلاِنْسَانُ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً
Su âyetin büyük hazinesinden tek bir cevherine isaret edecegiz. Söyle ki:
Gök, zemin, dag tahammülünden çekindigi ve korktugu emanetin müteaddid vücuhundan bir ferdi, bir vechi, «Ene»dir. Evet «Ene», zaman-i Âdemden simdiye kadar âlem-i insâniyetin etrafina dal budak salan nuranî bir secere-i tûba ile, müthis bir secere-i zakkumun çekirdegidir. Su azîm hakikata girismeden evvel, o hakikatin fehmini teshil edecek bir mukaddime Beyân ederiz. Söyle ki:
Ene, künûz-u mahfiye olan Esmâ-i Ilahiyyenin anahtari oldugu gibi, kâinatin tilsim-i muglakinin dahi anahtari olarak bir
sh: » (S:568)
muamma-yi müskilküsadir, bir tilsim-i hayretfezâdir. O ene mahiyetinin bilinmesiyle, o garib muamma, o acib tilsim olan ene açilir ve kâinat tilsimini ve âlem-i vücûbun künûzunu dahi açar. Su mes'eleye dair «Semme» isminde bir risale-i arabiyemde söyle bahsetmisiz ki: Âlemin miftahi insanin elindedir ve nefsine takilmistir. Kâinat kapilari zâhiren açik görünürken, hakikaten kapalidir. Cenâb-i Hak, emanet cihetiyle insana ene naminda öyle bir miftah vermis ki; âlemin bütün kapilarini açar ve öyle tilsimli bir enaniyet vermis ki; Hallâk-i Kâinat'in künûz-u mahfiyesini onun ile kesfeder. Fakat ene, kendisi de gâyet muglâk bir muamma ve açilmasi müskil bir tilsimdir. Eger onun hakikî mahiyeti ve sirr-i hilkati bilinse; kendisi açildigi gibi kâinat dahi açilir. Söyle ki:
Sâni-i Hakîm, insanin eline emanet olarak, Rubûbiyyetinin sifât ve suûnatinin hakikatlarini gösterecek, tanittiracak, isârat ve nümuneleri câmi' bir ene vermistir. Tâ ki o ene, bir vâhid-i kiyâsî olup, evsaf-i Rubûbiyyet ve suûnat-i Ulûhiyyet bilinsin. Fakat vâhid-i kiyâsî, bir mevcûd-u hakikî olmak lâzim degil. Belki hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kiyasî teskil edilebilir. Ilim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzim degildir.
SUAL: Niçin Cenâb-i Hakk'in sifât ve esmâsinin mârifeti, enaniyete baglidir?
ELCEVAB: Çünki mutlak ve muhît bir seyin hududu ve nihayeti olmadigi için, ona bir sekil verilmez ve üstüne bir Sûret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne oldugu anlasilmaz. Meselâ: Zulmetsiz daimî bir ziya, bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlik ile bir hat çekilse, o vakit bilinir. Iste Cenâb-i Hakk'in ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sifât ve esmâsi; muhit, hududsuz, seriksiz oldugu için onlara hükmedilmez ve ne olduklari bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise hakikî nihayet ve hadleri olmadigindan, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzim geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rubûbiyyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder; bir had çizer. Onun ile mûhit sifatlara bir hadd-i mevhum vaz'eder. «Buraya kadar benim, ondan sonra onundur» diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücükler ile, onlarin mahiyetini yavas yavas anlar. Meselâ: Daire-i mülkünde mevhum rubûbiyyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlikinin rubûbiyyetini anlar ve zâhir mâlikiyyetiyle,
sh: » (S:569)
Hâlikinin hakikî mâlikiyetini fehmeder ve «Bu hâneye mâlik oldugum gibi, Hâlik da su kâinatin mâlikidir.» der ve cüz'î ilmiyle onun ilmini fehmeder ve kesbî san'atçigiyla o Sâni'-i Zülcelâl'in ibdâ-i san'atini anlar. Meselâ: «Ben su evi nasil yaptim ve tanzim ettim. Öyle de su dünya hânesini birisi yapmis ve tanzim etmis» der. Ve hâkezâ... Bütün sifât ve suûnat-i Ilâhiyyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarli ahvâl ve sifât ve hissiyat, ene'de münderiçtir. Demek ene, âyîne-misâl ve vâhid-i kiyâsî ve alet-i inkisaf ve mâna-yi harfî gibi; mânasi kendinde olmayan ve baskasinin mânasini gösteren, vücud-u insâniyyetin kalin ipinden suurlu bir tel ve mâhiyyet-i beseriyyenin hullesinden ince bir ip ve sahsiyet-i âdemiyetin kitabindan bir eliftir ki, o elif'in «iki yüzü» var. Biri, hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalniz feyze kabildir. Vereni kabûl eder, kendi îcad edemez. O yüzde fâil degil, îcaddan eli kisadir. Bir yüzü de serre bakar ve ademe gider. Su yüzde o fâildir, fiil sahibidir. Hem onun mahiyyeti, harfiyyedir; baskasinin mânasini gösterir. Rubûbiyyeti hayâliyyedir. Vücudu o kadar zaîf ve incedir ki; bizzât kendinde hiç bir seye tahammül edemez ve yüklenemez. Belki esyanin derecat ve miktarlarini bildiren mîzân-ül hararet ve mîzân-ül hava gibi mîzanlar nev'inden bir mîzandir ki; Vâcib-ül Vücûd'un mutlak ve muhit ve hududsuz sifâtini bildiren bir mîzandir.
Iste mahiyyetini su tarzda bilen ve iz'an eden ve ona göre hareket eden قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّيَهَا besaretinde dahil olur. Emaneti bihakkin edâ eder ve o enenin dürbünüyle, kâinat ne oldugunu ve ne vazife gördügünü görür ve âfâkî mâlûmat nefse geldigi vakit, ene'de bir Mûsaddik görür. O ulûm, nur ve hikmet olarak kalir. Zulmet ve abesiyyete inkilâb etmez. Vaktâki ene, vazifesini su Sûretle ifa etti; vâhid-i kiyâsî olan mevhum rubûbiyyetini ve farazî mâlikiyetini terkeder. لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ وَ لَهُ الْحُكْمُ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ der. Hakikî ubâdiyyetini takinir. Makam-i «ahsen-i takvîm»e çikar.
Eger o ene, hikmet-i hilkatini unutup, vazife-i fitriyesini terkederek kendine mâna-yi ismiyle baksa, kendini mâlik îtikad etse; o
sh: » (S:570)
vakit emanete hiyânet eder, وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسّيَهَا altinda dâhil olur. Iste bütün sirkleri ve serleri ve dalâletleri tevlid eden enaniyetin su cihetindendir ki; semâvat ve arz ve cibâl tedehhüs etmisler, farazî bir sirkten korkmuslar. Evet ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür topragi altinda nesvünema bulur; gittikçe kalinlasir. Vücûd-u insanin her tarafina yayilir. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insani bel' eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle âdeta ene olur. Sonra nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip; o ene, o enaniyet-i nev'iyeye istinad ederek, seytan gibi, Sâni'-i Zülcelâl'in evâmirine karsi mübâreze eder. Sonra kiyâs-i binnefs Sûretiyle herkesi, hattâ herseyi kendine kiyas edip, Cenâb-i Hakk'in mülkünü onlara ve esbaba taksim eder. Gâyet azîm bir sirke düser. اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ meâlini gösterir. Evet nasil mîrî malindan kirk parayi çalan bir adam, bütün hâzir arkadaslarina birer dirhem almasini kabûl ile hazmedebilir. Öyle de «Kendime mâlikim» diyen adam, «Hersey kendine mâliktir» demeye ve îtikad etmeye mecburdur.
Iste ene, su hâinâne vaziyetinde iken; cehl-i mutlaktadir. Binler fünûnu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünki duygulari, efkârlari kâinatin envâr-i mârifetini getirdigi vakit, nefsinde onu tasdik edecek, isiklandiracak ve idame edecek bir madde bulmadigi için sönerler. Gelen hersey, nefsindeki renkler ile boyalanir. Mahz-i hikmet gelse, nefsinde abesiyet-i mutlaka Sûretini alir. Çünki su haldeki ene'nin rengi, sirk ve ta'tildir, Allah'i inkârdir. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o ene'deki karanlikli bir nokta, onlari nazarda söndürür, göstermez. Onbirinci Söz'de mahiyet-i insâniyenin ve mahiyet-i insâniyedeki enaniyetin, -mâna-yi harfî cihetiyle- ne kadar hassas bir mizân ve dogru bir mikyas ve muhît bir fihriste ve mükemmel bir harita ve câmi' bir âyine ve kâinata güzel bir takvim, bir ruznâme oldugu gâyet kat'î bir Sûrette tafsil edilmistir. Ona müracaat edilsin. O Söz'deki tafsilâta iktifaen kisa keserek mukaddimeye nihayet verdik. Eger mukaddimeyi anladinsa gel, hakikata giriyoruz
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 30. Söz
sh: » (S:571)
Iste bak: Âlem-i insâniyette, zaman-i Âdem'den simdiye kadar iki cereyan-i azîm, iki silsile-i efkâr; her tarafta ve her tabaka-i insâniyyede dal budak salmis, iki secere-i azîme hükmünde... Biri, silsile-i Nübüvvet ve diyanet; digeri, silsile-i felsefe ve hikmet, gelmis gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmis ise, yâni: Silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehâlet edip itâat ederek hizmet etmisse; âlem-i insâniyyet, parlak bir Sûrette bir saadet, bir hayat-i içtimaiyye geçirmistir. Ne vakit ayri gitmisler ise, bütün hayir ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafina toplanmis ve serler ve dalâletler, felsefe silsilesinin etrafina cem'olmustur. Simdi su iki silsilenin mense'lerini, esâslarini bulmaliyiz.
Iste diyanet silsilesine itâat etmeyen silsile-i felsefe ki, bir secere-i zakkum Sûretini alip, sirk ve dalâlet zulümatini etrafina dagitir. Hattâ, kuvve-i akliye dalinda; Dehriyyûn, Maddiyyûn, Tabiiyyûn meyvelerini, beser aklinin eline vermis. Ve kuvve-i gadabiyye dalinda; Nemrudlari, Fir'avunlari, Seddadlari (Hâsiye) beserin basina atmis. Ve kuvve-i seheviye-i behîmiye dalinda; âliheleri, sanemleri ve ulûhiyyet dâva edenleri semere vermis, yetistirmis. O secere-i zakkumun mense'i ile silsile-i Nübüvvetin ki bir secere-i tûba-i ubûdiyyet hükmünde bulunan o silsilenin, küre-i zeminin baginda mübarek dallari: Kuvve-i akliye dalinda Enbiya ve Mürselîn ve Evliya ve Siddikîn meyvelerini yetistirdigi gibi.. kuvve-i dafia; dalinda âdil hâkimleri, melek gibi melikler meyvesini veren ve kuvve-i câzibe dalinda; hüsn-ü sîret ve ismetli cemâl-i Sûret ve sehavet ve keremnâmdarlar meyvesini yetistiren ve beser nasil su kâinatin en mükemmel bir meyvesi oldugunu gösteren o secerenin mense'i ile beraber ene'nin iki cihetindedir. O iki secereye mense' ve medâr, esâsli bir çekirdek olarak ene'nin iki vechini Beyân edecegiz. Söyle ki:
Ene'nin bir vechini Nübüvvet tutmus gidiyor; diger vechini felsefe tutmus geliyor.
Nübüvvetin vechi olan birinci vecih: Ubûdiyyet-i mahzanin
______________________________
(Hâsiye): Evet Nemrudlari, Firavunlari yetistiren ve dâyelik edip emziren; eski Misir ve Babil'in ya sihir derecesine çikmis veyahut hususî oldugu için etrafinda sihir telâkki edilen eski felsefeleri oldugu gibi.. âliheleri eski Yunan kafasinda yerlestiren ve esnâmi tevlid eden felsefe-i tabiiye batakligidir. Evet tabiatin perdesi ile Allah'in nurunu görmeyen insan, herseye bir ulûhiyyet verip kendi basina Mûsallat eder.
sh: » (S:572)
mense'idir. Yâni ene, kendini abd bilir. Baskasina hizmet eder, anlar. Mahiyyeti harfiyyedir. Yâni; baskasinin mânasini tasiyor, fehmeder. Vücudu, tebeîdir. Yâni; baska birisinin vücudu ile kaim ve îcadiyla sabittir, îtikad eder. Mâlikiyyeti, vehmiyyedir. Yâni kendi mâlikinin izni ile; sûrî, muvakkat bir mâlikiyyeti vardir, bilir. Hakikati, zilliyedir. Yâni, hak ve vâcib bir hakikatin cilvesini tasiyan mümkin ve miskin bir zilldir. Vazifesi ise, kendi Hâlikinin sifât ve suûnâtina mikyas ve mîzan olarak, suurkârane bir hizmettir. Iste enbiya ve enbiya silsilesindeki asfiya ve evliya ene'ye su vecihle bakmislar, böyle görmüsler, hakikati anlamislar. Bütün mülkü Mâlik-ül Mülk'e teslim etmisler ve hükmetmisler ki: O Mâlik-i Zülcelâl'in ne mülkünde, ne Rubûbiyyetinde, ne Ulûhiyyetinde serik ve nazîri yoktur; mûin ve vezire muhtaç degil; herseyin anahtari Onun elindedir; herseye Kadir-i Mutlaktir. Esbab, bir perde-i zâhiriyedir; tabiat, bir seriat-i fitriyyesidir ve kanunlarinin bir mecmuasidir ve kudretinin bir mistaridir. Iste su parlak nuranî güzel yüz, hayatdar ve mânidar bir çekirdek hükmüne geçmis ki; Hâlik-i Zülcelâl bir secere-i tûba-i ubûdiyyeti ondan halketmistir ki, onun mübârek dallari, âlem-i beseriyyetin her tarafini nuranî meyvelerle tezyin etmistir. Bütün zaman-i mâzideki zulümati dagitip, o uzun zaman-i mâzi; felsefenin gördügü gibi bir mezar-i ekber, bir ademistan olmadigini.. belki istikbale ve Saadet-i Ebediyyeye atlamak için, ervâh-i âfilîne bir medâr-i envar ve muhtelif basamakli bir mi'rac-i münevver ve agir yüklerini birakan ve serbest kalan ve dünyadan göçüp giden ruhlarin nuranî bir nuristani ve bir bostani oldugunu gösterir.
Ikinci vecih ise: Felsefe tutmustur. Felsefe ise, ene'ye mâna-yi ismiyle bakmis. Yâni, kendi kendine delâlet eder, der. Mânâsi kendindedir, kendi hesabina çalisir, hükmeder. Vücudu; aslî, zâtî oldugunu telakki eder. Yâni zâtinda bizzât bir vücudu vardir, der. Bir hakk-i hayati var, daire-i tasarrufunda hakikî mâliktir, zu'meder. Onu bir hakikat-i sabite zanneder. Vazifesini, hubb-u zâtindan nes'et eden bir tekemmül-ü zâtî oldugunu bilir ve hakeza.. çok esâsât-i fâsideye mesleklerini bina etmisler. O esâsât, ne kadar esâssiz ve çürük oldugunu sâir risalelerimde ve bilhassa Sözlerde hususan Onikinci ve Yirmibesinci Sözlerde kat'î isbat etmisiz. Hattâ silsile-i felsefenin en mükemmel ferdleri ve o silsilenin dâhîleri olan Eflatun ve Aristo, Ibn-i Sina ve Farabî gibi adamlar; «Insaniyyetin
sh: » (S:573)
gayet-ül gayâti, (tesebbüh-ü bil-vâcib)dir.. yâni Vâcib-ül Vücud'a benzemektir» deyip firavunane bir hüküm vermisler ve enaniyeti kamçilayip sirk derelerinde serbest kosturarak; esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok enva'-i sirk taifelerine meydan açmislar. Insaniyyetin esâsinda münderiç olan acz ve za'f, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapilarini kapayip, ubâdiyyetin yolunu seddetmisler. Tabiata saplanip, sirkten tamamen çikamayip, sükrün genis kapisini bulamamislar...
Nübüvvet ise: Gaye-i insâniyyet ve vazife-i beseriyyet, ahlâk-i Ilâhiyye ile ve secaya-yi hasene ile tahallûk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i Ilâhiyyeye iltica, za'fini görüp kuvvet-i Ilâhiyyeye istinad, fakrini görüp Rahmet-i Ilâhiyyeye îtimad, ihtiyacini görüp ginâ-yi Ilâhiyyeden istimdad, kusurunu görüp afv-i Ilâhîye istigfar, naksini görüp kemâl-i Ilâhîye tesbihhan olmaktir diye, ubûdiyyetkârane hükmetmisler.
Iste diyanete itâat etmeyen felsefenin böyle yolu sasirdigi içindir ki; ene kendi dizginini eline almis.. dalâletin herbir nev'ine kosmus. Iste su vecihteki ene'nin basi üstünde bir secere-i zakkum nesvünema bulup, âlem-i insâniyyetin yarisindan fazlasini kaplamis.
Iste o secerenin kuvve-i seheviye-i behîmiyye dalinda, beserin enzârina verdigi meyveler ise; esnamlar ve âlihelerdir. Çünki Felsefenin esâsinda; kuvvet müstahsendir. Hattâ «Elhükmü- lil-galib» bir düsturudur. «Galebe edende bir kuvvet var.» «Kuvvette hak vardir.» der.(Hâsiye-1) Zulmü mânen alkislamis; zâlimleri tesci' etmistir ve cebbarlari, ulûhiyyet dâvasina sevketmistir. Hem masnu'daki güzelligi ve nakistaki hüsnü, masnûa ve naksa mal edip, Sâni' ve Nakkas'in mücerred ve mukaddes cemâlinin cilvesine nisbet etmeyerek.. «Ne güzel yapilmis» yerine.. «Ne güzeldir» der. Perestise lâyik bir sanem hükmüne getirir. Hem herkese satilan müzahraf, hodfürus, gösterici, riyâkâr bir hüsnü istihsan ettigi için riyâkârlari alkislamis, sanem-misâlleri kendi âbidlerine âbide(Hâsiye-2) yapmistir. O secerenin kuvve-i gadabiye dalinda, bîçâre be
_________________________
(Hâsiye-1): Düstur-u Nübüvvet, «Kuvvet haktadir; hak kuvvette degildir» der, zulmü keser, adâleti te'min eder.
(Hâsiye-2): Yâni; o sanem-misâller perestiskârlarinin hevesâtlarina hos görünmek ve teveccühlerini kazanmak için riyâ kârane gösteris ile ibâdet gibi bir vaziyet gösteriyorlar
sh: » (S:574)
serin basinda küçük-büyük Nemrudlar, Firavunlar, Seddadlar meyvelerini yetistirmis. Kuvve-i akliye dalinda, âlem-i insâniyetin dimagina Dehriyyun, Maddiyyun, Tabiiyyun gibi meyveleri vermis; beserin beynini bin parça etmistir...
Simdi su hakikati tenvir için, felsefe mesleginin esâsât-i fâsidesinden nes'et eden neticeleriyle, silsile-i nübüvvetin esâsât-i sâdikasindan tevellüd eden neticelerinin binler müvazenesinden nümune olarak «üç-dört misâl» zikrediyoruz.
Meselâ: Nübüvvetin hayat-i sahsiyyedeki düsturî neticelerinden تَخَلَّقُوا بِاَخْلاَقِ اللّهِ kaidesiyle «Ahlâk-i Ilâhiyye ile muttasif olup Cenâb-i Hakk'a mütezellilane teveccüh edip; acz, fakr, kusurunuzu bilip dergâhina abd olunuz» düsturu nerede... Felsefenin «tesebbüh-ü bil-Vâcib» insâniyyetin gayet-i kemâlidir kaidesiyle «Vâcib-ül Vücud'a benzemege çalisiniz» hodfürûsâne düsturu nerede! Evet.. nihayetsiz acz, za'f, fakr, ihtiyaç ile yogrulmus olan mahiyyet-i insâniyye nerede! Nihayetsiz Kadir, kavî, ganî ve müstagnî olan Vâcib-ül Vücud'un mahiyyeti nerede!..
Ikinci Misâl: Nübüvvetin hayat-i içtimaiyyedeki düsturî neticelerinden ve sems ve kamerden tut, tâ nebâtat hayvanatin imdadina ve hayvanat insanin imdadina, hattâ zerrat-i taâmiyye hüceyrat-i bedenin imdadina ve muâvenetine kosturulan düstur-u teâvün, kanun-u kerem, nâmus-u ikram nerede! Felsefenin hayat-i içtimaiyyedeki düsturlarindan ve yalniz bir kisim zâlim ve canavar insanlarin ve vahsî hayvanlarin, fitratlarini sû'-i istimallerinden nes'et eden düstur-u cidal nerede! Evet düstur-u cidali o kadar esâsli ve küllî kabûl etmisler ki, «Hayat bir cidaldir» diye eblehâne hükmetmisler.
Üçüncü Misâl: Nübüvvetin Tevhid-i Ilâhî hakkindaki netâic-i âliyesinden ve düstur-u galiyesinden اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ اِلاَّ عَنِ الْوَاحِدِ yâni «Her birligi bulunan, yalniz birden sudûr edecektir.» «Mâdem her seyde ve bütün esyada bir birlik var; demek birtek zâtin îcâdidir» diye olan
tevhidkârâne düs
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 30. Söz
sh: » (S:575)
turu nerede? Eski felsefenin bir düstur-u îtikadiyyesinden olan اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ عَنْهُ اِلاَّ الْوَاحِدُ «Birden bir sudûr eder» yâni, «Bir zâttan, bizzât birtek sudûr edebilir. Sâir seyler, vasitalar vasitasiyla ondan sudûr eder» diye Ganiyy-i Ale-l-itlak ve Kadir-i Mutlak'i âciz vesâite muhtaç göstererek, bütün esbâba ve vesâite, Rubûbiyette bir nevi sirket verip Hâlik-i Zülcelâl'e, «akl-i evvel» naminda bir mahlûku verip, âdeta sâir mülkünü esbâba ve vesâite taksim ederek bir sirk-i azîme yol açan, sirk-âlûd ve dalalet-pise o felsefenin düsturu nerede?.. Hükemânin yüksek kismi olan Isrâkiyyun böyle haltetseler; Maddiyyun, Tabiiyyun gibi asagi kisimlari ne kadar haltedeceklerini kiyas edebilirsin.
Dördüncü Misâl: Nübüvvetin düstur-u hakîmanesinden وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ sirriyla: «Herseyin, her zîhayatin neticesi ve hikmeti kendine ait bir ise; Sâniine ait neticeleri, Fâtirina bakan hikmetleri binlerdir. Herbir seyin, hattâ bir meyvenin; bir agacin meyveleri kadar hikmetleri, neticeleri bulundugu» mahz-i hakikat olan düstur-u hikmet nerede.. Felsefenin: «Herbir zîhayatin neticesi kendine bakar veyahut insanin menafiine aittir» diye, koca bir dag gibi agaca, hardal gibi bir meyve, bir netice takmak gibi gâyet mânâsiz bir abesiyet içinde gördügü hikmetsiz hikmet-i müzahrafe düsturlari nerede... Su hakikat, Onuncu Söz'ün Onuncu Hakikatinda bir derece gösterildiginden kisa kestik. Iste bu dört misâle, binler misâli kiyas edebilirsin. «Lemaat» namindaki bir risalede bir kismina isaret etmisiz.
Iste felsefenin su esâsât-i fâsidesinden ve netâic-i vahîmesindendir ki: Islâm Hükemâsindan Ibn-i Sina ve Fârâbî gibi dâhîler, sa'saa-i sûriyesine meftun olup, o meslege aldanip, o meslege girdiklerinden; âdi bir mü'min derecesini ancak kazanabilmisler. Hattâ Imam-i Gazâlî gibi bir Hüccet-ül Islâm, onlara o dereceyi de vermemis.
Hem mütekellimînin mütebahhirîn ülemâsindan olan Mu'tezile imamlari, zînet-i sûrîsine meftun olup, o meslege ciddî temas ederek, akli hâkim ittihaz ettiklerinden, ancak fâsik, mübtedi bir mü'
sh: » (S:576)
min derecesine çikabilmisler. Hem üdebâ-yi Islâmiyenin meshurlarindan bedbinlikle mâruf Ebû-l Alâ-i Maarrî ve yetîmâne aglayisiyla mevsuf Ömer Hayyam gibilerin, o meslegin nefs-i emmâreyi oksayan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i hakikat ve kemâlden bir sille-i tahkir ve tekfir yiyip: «Edebsizlik ediyorsunuz, zindikaya giriyorsunuz, zindiklari yetistiriyorsunuz» diye zecirkârane tedib tokatlarini almislar.
Hem meslek-i felsefenin esâsât-i fâsidesindendir ki: Ene, kendi zâtinda hava gibi zaîf bir mahiyeti oldugu halde, felsefenin mes'um nazari ile mânâ-yi ismî cihetiyle baktigi için; güya buhar-misâl o ene temeyyu edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallûb ediyor. Sonra gaflet ve inkâr ile o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyan ile tekeddür eder, seffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalinlasip sahibini yutar. Nev'-i insanin efkâriyla siser. Sonra sâir insanlari, hattâ esbabi kendine ve nefsine kiyas edip, onlara -kabûl etmedikleri ve teberri ettikleri halde- birer firavunluk verir. Iste o vakit, Hâlik-i Zülcelâl'in evâmirine karsi mübareze vaziyetini alir. مَنْ يُحْيِى اْلعِظَامَ وَ هِىَ رَمِيمٌ der. Meydan okur gibi Kadîr-i Mutlak'i acz ile ittiham eder. Hattâ Hâlîk-i Zülcelâl'in evsafina müdahale eder. Isine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunlugunun hosuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder. Ezcümle:
Felâsifenin bir taifesi, Cenâb-i Hakk'a «Mûcib-i bizzât» demisler, ihtiyarini nefyetmisler; ihtiyarini isbat eden bütün kâinatin nihayetsiz sehadetlerini tekzib etmisler. Feyâ Sübhanallah! Su kâinatta zerreden semse kadar bütün mevcûdat taayyünatlariyla, intizâmatiyla, hikmetleriyle, mizanlariyla Sâniin ihtiyarini gösterdikleri halde, su kör olasi felsefenin gözü görmüyor. Hem bir kisim felâsife, «Cüz'iyata ilm-i Ilâhî taallûk etmiyor» diye ilm-i Ilâhînin âzametli ihâtasini nefyedip, bütün mevcûdâtin sehâdât-i sâdikalarini reddetmisler. Hem felsefe, esbaba tesir verip, tabiat eline îcad verir. Yirmiikinci Söz'de kat'î bir Sûrette isbat edildigi gibi; her seyde Hâlik-i Külli Sey'e has, parlak sikkeyi görmeyip âciz, câmid, suûrsuz, kör ve iki eli tesadüf ve kuvvet gibi iki körün elinde olan tabiata masdariyyet verip, binler hikmet-i âliyeyi ifade eden ve herbiri
sh: » (S:577)
birer mektûbât-i Samedâniyye hükmünde olan mevcûdâtin bir kismini ona mal eder.
Hem Onuncu Söz'de isbat edildigi gibi, Cenâb-i Hak bütün esmâsiyla ve kâinat bütün hakaikiyla ve silsile-i Nübüvvet bütün tahkikatiyla ve Kütüb-ü Semâviyye bütün âyâtiyla gösterdikleri hasir ve âhiret kapisini bulmayip, hasri nefyedip, ervahlara bir ezeliyet isnad etmisler. Iste bu hurafatlara sâir mes'elelerini kiyas edebilirsin. Evet seytanlar, güya ene'nin gaga ve pençesiyle dinsiz feylesoflarinin akillarini havaya kaldirip dalâlet derelerine atip dagitmistir. Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi tâgutlardandir.
فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللَّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى لاَ انْفِصَامَ لَهَا وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Geçen hakikati tenvir edecek bir seyahat-i hayâliyye Sûretinde nim-manzum olarak «Lemaat»ta yazdigim bir vâkia-i mîsâliyyenin meâlini surada zikretmege münasebet geldi. Söyle ki:
Bu risalenin te'lifinden sekiz sene evvel Istanbul'da, Ramazan-i Serifte, meslek-i felsefe ile münasebette bulunan Eski Sâid'in Yeni Sâid'e inkilâb edecegi bir hengâmdadir ki, Fâtiha-i Serife'nin âhirinde صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لاَ الضَّآلِّينَ ile isaret ettigi üç meslegi düsünürken söyle bir vâkia-i hayaliye, bir hâdise-i misâliye, rü'yâya benzer bir hâdise gördüm ki:
Kendimi, bir sahra-yi azîmede görüyorum. Bütün zeminin yüzünü; karanlikli, sikici ve bogucu bir bulut tabakasi kaplamis. Ne nesîm var, ne ziya, ne âb-i hayat.. hiçbirisi bulunmuyor. Her tarafi canavarlar, muzir ve muvahhis mahlûklarla dolu oldugunu tevehhüm ettim. Kalbime geldi ki: «Su zeminin öteki tarafinda ziya, nesîm, âb-i hayat var. Oraya geçmek lâzim.» Baktim ki, ihtiyarsiz sevk olunuyorum. Zeminin içinde, tünel-vârî bir magaraya sokuldum. Gitgide zeminin içinde seyahat ettim. Bakiyorum ki: Benden evvel
sh: » (S:578)
o taht-el arz yolda çok kimseler gitmisler. Her tarafta bogulup kalmislar. Onlarin ayak izlerini görüyordum. Bazilarinin bir zaman seslerini isitiyordum. Sonra sesleri kesiliyordu.
Ey, hayali ile benim seyahat-i hayâliyyeme istirâk eden arkadas! O zemin, tabiattir ve felsefe-i tabiiyyedir. Tünel ise, ehl-i felsefenin efkâri ile hakikata yol açmak için açtiklari meslektir. Gördügüm ayak izleri, Eflâtun ve Aristo(Hâsiye) gibi mesâhirlerindir. Isittigim sesler, Ibn-i Sina ve Fârâbî gibi dâhîlerindir. Evet Ibn-i Sina'nin bâzi sözlerini, kanunlarini bâzi yerlerde görüyordum. Sonra, bütün bütün kesiliyordu. Daha ileri gidememis. Demek bogulmus. Her ne ise, seni meraktan kurtarmak için hayalin altindaki hakikatin bir kösesini gösterdim. Simdi seyahatima dönüyorum.
Gitgide baktim ki benim elime iki sey verildi. Biri, bir elektrik; o taht-el arz tabiatin zulümatini dagitir. Digeri, bir âlet ile dahi azîm kayalar, dag-misâl taslar parçalanip bana yol açiliyor. Kulagima denildi ki: «Bu elektrik ile o âlet, Kur'anin hazinesinden size verilmistir.» Her ne ise, çok zaman öylece gittim. Baktim ki, öteki tarafa çiktim. Gâyet güzel bir bahar mevsiminde bulutsuz bir günes, ruh-efza bir nesîm, hayatdar bir âb-i leziz, her taraf senlik içinde bir âlem gördüm. Elhamdülillâh dedim.
Sonra baktim ki, ben kendi kendime mâlik degilim. Birisi beni tecrübe ediyor. Yine evvelki vaziyette o sahra-yi azîmede, bogucu bulut altinda yine ben kendimi gördüm. Daha baska bir yolda bir saik beni sevkediyordu. Bu defa taht-ez zemin degil, belki seyr ü seyahatla yeryüzünü kat'edip öteki yüze geçmek için gidiyordum. O seyahatimda öyle acâib ve garâibi görüyordum ki, târif edilmez. Deniz bana hiddet ediyor, firtina beni tehdid eder, hersey bana müskilât peyda eder. Fakat yine Kur'andan bana verilen bir vasita-i seyahatimla geçiyordum, galebe çaliyordum. Gitgide bakiyordum, Her tarafta seyyahlarin cena
______________________________ _
(Hâsiye): Eger desen: «Sen necisin, bu mesahire karsi meydana çikiyorsun? Sen bir sinek gibi olup da, kartallarin uçmalarina karisiyorsun?» Ben de derim ki: «Kur'an gibi bir üstâd-i ezeliyem varken, dalâlet-âlûd felsefenin ve evham-âlûd aklin sâkirdleri olan o kartallara, hakikat ve mârifet yolunda, sinek kanadi kadar da kiymet vermege mecbur degilim. Ben onlardan ne kadar asagi isem, onlarin üstadi dahi, benim üstadimdan bin defa daha asagidir. Üstadimin himmetiyle, onlari garkeden madde, ayagimi da islatamadi. Evet büyük bir padisahin, onun kanununu ve evâmirini hâmil küçük bir neferi, küçük bir sâhin büyük bir müsirinden daha büyük isler görebilir.»
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 30. Söz
sh: » (S:579)
zeleri bulunuyor. O seyahati bitirenler, binde ancak birdir. Her ne ise... O buluttan kurtulup, zeminin öteki yüzüne geçip güzel Günesle karsilastim. Ruh-efzâ nesîmi teneffüs ederek, Elhamdülillah dedim. O cennet gibi o âlemi seyre basladim.
Sonra baktim: Biri var ki, beni orada birakmiyor. Baska yolu bana gösterecek gibi, yine beni bir anda o müdhis sahraya getirdi. Baktim ki: Yukaridan inmis ayni asansörler gibi muhtelif tarzlarda; bâzi tayyare, bâzi otomobil, bâzi zenbil gibi seyler görünüyor. Kuvvet ve istidada göre onlara atilsa yukariya çekiliyor. Ben de birisine atladim. Baktim, bir dakika zarfinda bulutun fevkine beni çikardi. Gâyet güzel, müzeyyen, yesil daglarin üstüne çiktim. O bulut tabakasi, dagin yarisina kadar gelmemisti. En lâtif bir nesîm, en leziz bir âb, en sirin bir ziya her tarafta görünüyor. Baktim ki: O asansörler gibi nuranî menziller, her tarafta var. Hattâ iki seyahatimda ve zeminin öteki yüzünde onlari görmüstüm. anlamamistim. Simdi anliyorum ki sunlar, Kur'an-i Hakîm'in âyetlerinin cilveleridir.
Iste وَلاَ الضَّآلِّينَ ile isaret olunan evvelki yol, tabiata saplananlarin ve tabiiyyun fikrini tasiyanlarin meslegidir ki; onda, hakikata ve nura geçmek için ne kadar müskilât oldugunu hissettiniz. غَيْرِ الْمَغْضُوبِ ile isaret olunan ikinci yol, esbabperestlerin ve vesaite îcad ve tesir verenlerin, Mesâiyyun hükemâsi gibi; yalniz akil ile, fikir ile hakikat-ül hakaika ve Vâcib-ül Vücud'un mârifetine yol açanlarin meslegidir. اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ ile isaret olunan üçüncü yol ise: Sirat-i müstakim ehli olan ehl-i Kur'anin cadde-i nurâniyyesidir ki, en kisa, en rahat, en selâmet ve herkese açik, semâvî ve rahmanî ve nuranî bir meslektir.
* * *
sh: » (S: 580)
Ikinci Maksad
[Tahavvülât-i zerrâta dair]
Su âyetin hazinesinden bir zerreye isaret edecektir.
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لاَ تَاْتِينَا السَّاعَةُ قُلْ بَلَى وَ رَبِّى لَتَاْتِيَنَّكُمْ عَالِمِ الْغَيْبِ لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّموَاتِ وَلاَ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ اَصْغَرُ مِنْ ذلِكَ وَلآَ اَكْبَرُ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ
[Su âyetin pek büyük hazinesinden bir miskal zerre miktarinda, yâni zerre sandukçasinda olan cevheri gösterir ve zerrenin hareket ve vazifesinden bir nebze bahseder. Su maksad, bir «Mukaddime» ile «Üç Nokta»dan ibarettir.]
Mukaddime
Tahavvülât-i zerrat, Nakkas-i Ezelî'nin kalem-i kudreti, kitab-i kâinatta yazdigi âyât-i tekvîniyyenin hengâmindaki ihtizazati ve cevelânidir. Yoksa; Maddiyyun ve Tabiiyyunlarin tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncagi ve karisik, mânâsiz bir hareket degildir. Çünki: :Bütün mevcûdât gibi zerreler ve herbir zerre, mebde'-i hareketinde «Bismillâh» der. Çünki: Nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldirir ve bugday tanesi kadar bir çekirdegin koca bir çam agaci gibi bir yükü omuzuna almasi gibi... Hem vazifesinin hitaminda «Elhamdülillah» der. Çünki bütün ukulü hayrette birakan hikmetli bir cemâl-i san'at, faideli bir hüsn-ü naks göstererek Sâ
sh: » (S:581)
ni'-i Zülcelâl'in medâyihine bir kaside-i medhiye gibi bir eser gösterir; meselâ: Nar ve misira dikkat et.
Evet tahavvülât-i zerrat; (Hâsiye), Âlem-i gaybdan olan her
___________________________
(Hâsiye): Ikinci Maksad'in tahavvülât-i zerratin târifine dair olan uzun cümlenin hasiyesidir.
Kur'an-i Hakîm'de «Imam-i Mübin» ve «Kitab-i Mübin», mükerrer yerlerde zikredilmistir. Ehl-i tefsir, «ikisi birdir»; bir kismi, «Ayri ayridir» demisler. Hakikatlarina dair Beyânâtlari muhteliftir. Hülâsa: «Ilm-i Ilâhî'nin unvanlaridir» demisler. Fakat Kur'anin feyzi ile söyle kanaatim gelmis ki: «Imam-i Mübîn», Ilim ve emr-i Ilahînin bir nev'ine bir unvandir ki, âlem-i sehadetten ziyade âlem-i gayba bakiyor. Yâni zaman-i halden ziyade mâzi ve müstakbele nazar eder. Yâni, hersey'in vücud-u zâhirîsinden ziyade aslina, nesline ve köklerine ve tohumlarina bakar. Kader-i Ilâhînin bir defteridir. Su defterin vücudu, Yirmialtinci Söz'de, hem Onuncu Söz'ün hâsiyesinde isbat edilmistir. Evet su «Imam-i Mübîn», bir nevi ilim ve emr-i Ilahînin bir unvanidir. Yâni, esyanin mebâdileri ve kökleri ve asillari, kemâl-i intizâm ile esyanin vücudlarini gâyet san'atkârane intaç etmesi cihetiyle elbette desâtir-i ilm-i Ilâhînin bir defteri ile tanzim edildigini gösteriyor ve esyanin neticeleri, nesilleri, tohumlari; ileride gelecek mevcûdâtin programlarini, fihristelerini tâzammun ettiklerinden elbette evâmir-i Ilâhiyenin bir küçük mecmuasi oldugunu bildiriyorlar. Meselâ: Bir çekirdek bütün agacin teskilâtini tanzim edecek olan programlari ve fihristeleri ve o fihriste ve programlari tâyin eden o evâmir-i tekvîniyyenin küçücük bir mücessemi hükmünde denilebilir. Elhasil «Imam-i Mübîn», mâzi ve müstakbelin ve âlem-i gaybin etrafinda dal-budak salan secere-i hilkatin bir programi, bir fihristesi hükmündedir. Su mânâdaki «Imam-i Mübîn», kader-i Ilâhînin bir defteri, bir mecmua-i desâtiridir. O desâtirin imlâsi ile ve hükmü ile zerrat, vücud-u esyadaki hidematina ve harekâtina sevkedilir. Amma «Kitab-i Mübîn» ise, âlem-i gaybdan ziyade, âlem-i sehadete bakar. Yâni, mâzi ve müstakbelden ziyade, zaman-i hâzira nazar eder ve ilim ve emirden ziyade, kudret ve irade-i Ilâhiyenin bir unvani, bir defteri, bir kitabidir. «Imam-i Mübîn» Kader defteri ise, «Kitab-i Mübin» Kudret defteridir. Yâni hersey vücudunda, mahiyetinde ve sifât ve suunatinda kemâl-i san'at ve intizâmlari gösteriyor ki; bir kudret-i kâmilenin desâtiri ile ve bir irade-i nâfizenin kavânîni ile vücud giydiriliyor. Sûretleri tâyin, teshis edilip; birer mikdâr-i muayyen, birer sekl-i mahsus veriliyor. Demek o kudret ve iradenin küllî ve umumî bir mecmua-i kâvânini, bir defter-i ekberi vardir ki; herbir sey'in hususî vücudlari ve mahsus sûretleri ona göre biçilir, dikilir, giydirilir. Iste su defterin vücudu «Imam-i Mübin» gibi kader ve cüz'-i ihtiyârî mesâilinde isbat edilmistir. Ehl-i gaflet ve dalâlet ve felsefenin ahmakligina bak ki: Kudret-i Fâtira'nin o Levh-i Mahfûzunu ve hikmet ve irade-i Rabbâniyyenin o basîrâne kitabinin esyadaki cilvesini, aksini, misâlini hissetmisler. Hâsâ, «Tabiat» nâmiyla tesmiye etmisler, körletmisler. Iste «Imam-i Mübîn»in imlâsi ile, yâni kaderin hükmüyle ve düsturu ile kudret-i Ilâhiyye, îcad-i esyada herbiri birer âyet olan silsile-i mevcûdati, «Levh-i Mahv-Isbat» denilen zamanin sahife-i misâliyyesinde yaziyor, îcadediyor, zerrati tahrik ediyor.
Demek harekât-i zerrat; o kitabetten, o istinsahtan; mevcûdat âlem-i gaybdan âlem-i sehadete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdir, bir harekâttir. Amma «Levh-i Mahv-Isbat» ise, sâbit ve dâim olan Levh-i Mahfuz-u Âzam'in daire-i mümkinatta, yâni mevt ve hayata, vücud ve fenâya daima mazhar olan esyada mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasidir ki, hakikat-i zaman odur. Evet herseyin bir hakikati oldugu gibi, zaman dedigimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azîmin hakikati dahi «Levh-i Mahv-Isbat»taki kitabet-i kudretin sahifesi ve mürekkebi hükmündedir.
لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ
sh: » (S: 582)
sey'in geçmis aslinda ve gelecek neslindeki intizâmata medâr ve ilim ve emr-i Ilâhînin bir unvani olan «Imam-i Mübîn»in düsturlari ve imlâsi tahtinda ve zaman-i hâzir ve âlem-i sehadetten teskil ve icad-i esyada tasarrufa medâr ve kudret ve irade-i Ilâhiyyenin bir unvani olan «Kitab-i Mübîn»den istinsah ile ve seyyal zamanin hakikati ve sahife-i misâliyyesi olan «Levh-i Mahv-Isbat»ta kelimât-i kudreti yazmak ve çizmekten gelen harekâttir ve mânidar ihtizazattir.
BIRINCI NOKTA: Iki Mebhastir.
Birinci Mebhas: Her zerrede -hem harekâtinda, hem sükûnetinde- iki günes gibi iki nur-u Tevhid parliyor. Çünki: Onuncu Söz'ün Birinci Isaretinde icmâlen ve Yirmiikinci Söz'de tafsîlen isbat edildigi gibi; herbir zerre, eger memur-u Ilâhî olmazsa ve Onun izni ve tasarrufu ile hareket etmezse ve Ilim ve Kudretiyle tahavvül etmezse; o vakit herbir zerrenin nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, herseyi görür bir gözü, herseye bakar bir yüzü, herseye geçer bir sözü bulunmak lâzim gelir. Çünki: Anâsirin herbir zerresi, herbir cism-i zîhayatta muntâzaman isler veya isleyebilir. Esyanin intizâmati ve kavânîn-i tesekkülâti birbirine muhaliftir. Onlarin nizâmati bilinmezse, islenilmez; islenilse de yanlissiz yapilmaz. Halbuki: Yanlissiz yapiliyor. Öyle ise; o hizmet eden zerreler, ya bir ilm-i muhit sahibinin izin ve emriyle ve ilim ve iradesiyle isliyorlar veyahut kendilerinde öyle bir muhit ilim ve kudret bulunmak lâzim geliyor. Evet, havanin herbir zerresi, herbir zîha
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 30. Söz
sh: » (S:583)
yatin cismine, herbir çiçegin herbir meyvesine, herbir yapragin binasina girip isleyebilir. Halbuki onlarin teskilâtlari ayri ayri tarzdadir, baska baska nizâmati var. Bir incir meyvesinin fabrikasi, faraza çuha makinesi gibi olsa; bir nar meyvesinin fabrikasi da seker makinesi gibi olacaktir ve hâkezâ.. o binalarin, o cisimlerin programlari birbirinden baskadir. Simdi su zerre-i havâiye, bütün onlara girer veya girebilir ve gâyet hakîmane ve üstadane yanlissiz olarak isler, vaziyetler alir. Vazifesi bittikten sonra kalkar gider. Iste müteharrik havanin müteharrik zerresi, ya nebâtata ve hayvanata, hattâ meyvelerine ve çiçeklerine giydirilen Sûretlerin, mikdarlarin teskilâtini, biçimini bilmesi lâzimgeldigi veyahut onlar, bir bilenin emir ve iradesiyle memur olmasi lâzim geldigi gibi; sâkin toprak, sâkin olan herbir zerresi; bütün çiçekli nebâtatin ve meyvedâr agaçlarin tohumlarina medâr ve mense' olmak kabil oldugundan hangi tohum gelse o zerrede, yâni misliyet itibariyle bir zerre hükmünde olan bir avuç toprakta kendine mahsus bir fabrika ve bütün levâzimatina ve teskilâtina lâzim bütün cihazati bulundugundan; o zerrede ve o zerrenin kulübecigi olan o bir avuç toprakta; escar ve nebâtat ve çiçekler ve meyveler enva'i adedince muntâzam mânevî makine ve fabrikalari bulunmasi veyahut mu'cizekâr, herseyi hiçten îcad eder ve herseyin herseyini ve her cihetini bilir bir ilim ve kudret bulunmasi lâzimdir veyahut bir Kadîr-i Mutlak, bir Alîm-i Küll-i Sey'in emir ve izniyle, havl ve kuvveti ile o vazifeler gördürülür.
Evet nasilki bir acemi, ham, âmi, âdi, hem kör bir adam; Avrupa'ya gitse; bütün fabrikalara, tezgâhlara girse, üstâdâne kemâl-i intizâm ile herbir san'atta, herbir binada isler, öyle eserler yapar ki nihayet derecede hikmetli, san'atli, herkesi hayrette birakiyor. Zerre miktar suuru olan bilir ki: O adam, kendi basi ile islemiyor, belki bir üstad-i küll; ona ders verir, islettirir. Hem nasilki bir kör, âciz, yerinden kalkamiyor, basit bir kulübeciginde oturmus bir adam bulunuyor. Halbuki o kulübecige bir dirhem gibi küçük bir tas, kemik ve pamuk gibi birer madde veriliyor. Halbuki o kulübecikten batmanlarla seker, toplarla çuha, binlerle mücevherat, gâyet san'atli, murassaatli libaslar, lezzetli taamlar çikip gelse; zerre miktar akli olan demeyecek mi ki: «O adam, gâyet mu'cizekâr bir zâtin mense-i mu'cizâti olan fabrikasinin bir mandali veyahut miskin bir kapicisidir.» Aynen öyle de: Havanin zerreleri, herbiri birer Mek-
sh: » (S:584)
tûbât-i Samedâniyye, birer antika-i san'at-i Rabbâniyye, birer mu'cize-i kudret, birer hârika-i hikmet olan nebâtat ve escar, ezhar ve Esmârdaki harekât ve hidematlari; bir Sâni'-i Hakîm-i Zülcelâl'in, bir Fâtir-i Kerîm-i Zülcemâl'in emir ve iradesiyle hareket ettigini ve topragin zerreleri dahi herbiri birer ayri makine ve tezgâh, birer ayri matbaa, birer ayri hazine, birer ayri antika ve Sâni'-i Zülcelâl'in esmâsini ilân eden birer ayri ilânname ve Kemâlâtini söyleyen birer ayri kaside hükmünde olan o tohumcuklarinin, o çekirdeklerinin sünbüllerine, agaçlarina mense' ve medâr olmalari; Emr-i Kün Feyekûn'e mâlik, her sey emrine müsahhar bir Sâni'-i Zülcelâl'in emriyle, izniyle, iradesiyle, kuvvetiyle olmasi; iki kerre iki dört eder gibi kat'îdir. Âmenna.
Ikinci Mebhas: Zerratin harekâtindaki vazifelere, hikmetlere küçük bir isarettir.
Evet, akillari gözlerine sukut etmis Maddiyyunlarin hikmetsiz hikmetleri, abesiyyet esâsina istinad eden felsefeleri nazarinda tesadüfle bagli olan tahavvülât-i zerrati, bütün düsturlarina üss-ül esâs tutup, masnuat-i Ilâhiyyeye masdar göstermisler. Nihayetsiz hikmetlerle müzeyyen masnuati; hikmetsiz, mânasiz, karmakarisik bir seye isnad etmeleri, ne kadar hilâf-i akil oldugunu zerre miktar suuru bulunan bilir.
Simdi; Kur'an-i Hakîm'in hikmeti nokta-i nazarinda tahavvülât-i zerratin pekçok gayeleri, hikmetleri ve vazifeleri vardir. وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ gibi çok âyetlerle hikmetlerine ve vazifelerine isaret eder. Nümune olarak birkaçina isaret ediyoruz.
Birincisi: Cenâb-i Vâcib-ül Vücud'un tecelliyat-i îcâdiyyesini tecdid ve tazelendirmek için her birtek ruhu model gibi ederek, her sene mu'cizât-i kudretinden taze birer cesed giydirmek ve her birtek kitabdan ayri ayri bin muhtelif kitabi, hikmetiyle istinsah etmek ve birtek hakikati baska baska Sûrette göstermek ve kâinatlarin ve âlemlerin ve mevcûdâtlarin, taife taife arkasindan gelmelerine yer vermek ve zemin hâzirlamak için Fâtir-i Zülcelâl kudretiyle zerrati tahrik ve tavzif etmistir.
Ikincisi: Mâlik-ül Mülk-ü Zülcelâl; su dünyayi, bâhusus rûy-i zemin tarlasini bir mülk Sûretinde yaratmistir. Yâni; nesvünemaya,
sh: » (S:585)
taze taze mahsulât vermege kabil bir Sûrette müheyya etmistir. Tâ ki, nihayetsiz mu'cizât-i kudretini orada ekip biçsin. Iste su zemin yüzündeki tarlasinda, zerrati hikmetle tahrik ederek, intizâm dairesinde tavzif edip, her asirda, her fasilda, her ayda, belki her günde belki her saatte mu'cizât-i kudretinden yeni yeni birer kâinat gösterir, yeryüzü avlusuna baska baska mahsulât verdirir. Nihayetsiz hazine-i rahmetinin hedâyâsini, nihayetsiz kudretinin mu'cizâtinin nümunelerini harekât-i zerrat ile izhar eder.
Üçüncüsü: Nihayetsiz tecelliyat-i Esmâ-i Ilâhiyyenin nakislarini göstermekle, o esmânin cilvelerini ifade için mahdud bir zeminde hadsiz nukus göstermek, küçük bir sahifede nihayetsiz maânîleri ifade edecek olan hadsiz âyâtlari yazmak için Nakkas-i Ezelî zerrati, kemâl-i hikmetle tahrik edip kemâl-i intizâmla tavzif etmistir. Evet, geçen senenin mahsulâtiyla su senenin mahsulâtinin mahiyetleri bir hükmündedir. Fakat, maânîleri baska baskadir. Taayyünât-i itibariyyeyi degistirmekle, maânîleri degisir ve çogalir. Taayyünât-i itibariyye ve tesahhusat-i muvakkate, tebdil edildikleri ve zâhiren fâni olduklari halde; onlarin maânî-i cemileleri muhafaza olunup, sâbit ve bâki kalir. Su agacin geçen bahardaki yaprak ve çiçek ve meyvelerinin ruhlari olmadigindan, su bahardaki emsâlinin, hakikatça aynilaridir. Yalniz tesahhusat-i itibariyyede fark var. Fakat o itibarî tesahhuslar, her vakit tecelliyati tazelenmekte olan suunat-i Esmâ-i Ilahiyyenin maânîlerini ifade için, su bahardakiler ayri tesahhusatla onlarin yerine geldiler.
Dördüncüsü: Hadsiz âlem-i misâl gibi gâyet genis âlem-i melekût ve gayr-i mahdud sâir uhrevî âlemlere birer mahsulât veya tezyinat veya levazimat gibi onlara münasib seyleri yetistirmek için su dar mezraa-i dünyada, zemin yüzünün tezgâhinda ve tarlasinda Hakîm-i Zülcelâl, zerrati tahrik edip; kâinati seyyale ve mevcûdâti seyyare ederek, su küçük zeminde o pek büyük âlemlere pek çok mahsulât-i mâneviyye yetistiriyor. Nihayetsiz hazine-i kudretinden nihayetsiz bir seyli, dünyadan akittirip âlem-i gayba ve bir kismini âhiret âlemlerine döküyor.
Besincisi: Nihayetsiz Kemâlât-i Ilâhiyyeyi, hadsiz celevât-i cemâliyyeyi ve gayetsiz tecelliyat-i celâliyyeyi ve gayr-i mütenâhî tesbihat-i Rabbâniyyeyi su dar ve mahdud zeminde ve mütenâhî ve az bir zamanda göstermek için zerrati kemâl-i hikmetle kudretiyle tahrik edip, kemâl-i intizâmla tavzif ederek; mütenâhî bir za
sh: » (S:586)
manda, mahdud bir zeminde gayr-i mütenâhî tesbihat yaptiriyor. Gayr-i mahdud tecelliyat-i cemâliyye ve celâliyye ve kemâliyyesini gösteriyor. Çok hakaik-i gaybiye ve çok semerat-i uhreviyye ve fânîlerin bâkî olan hüviyyet ve Sûretlerinden pekçok nukus-u misâliyye ve çok mânidar nüsuc-u levhiyyeyi icad ediyor. Demek zerreyi tahrik eden; su makasid-i azîmeyi, su hikem-i cesîmeyi gösteren bir zâttir. Yoksa herbir zerrede, günes gibi bir dimag bulunmasi lâzim gelir.
Daha bu bes nümune gibi belki besbin hikmetle tahrik olunan zerratin tahavvülâtini, o akilsiz feylesoflar hikmetsiz zannetmisler ve hakikatta biri enfüsî, digeri âfâkî iki hareket-i cezbekâranede zikir ve tesbih-i Ilâhî ile Mevlevî gibi zikreden ve deverana kalkan o zerreleri, kendi kendine, sersem gibi dönüp oynuyorlar zu'metmisler.
Iste bundan anlasiliyor ki; onlarin ilimleri ilim degil, cehildir. Hikmetleri, hikmetsizliktir.
(Üçüncü Noktada altinci uzun bir hikmet daha söylenecektir.)
IKINCI NOKTA: Herbir zerrede, Vâcib-ül vücud’un vücuduna ve vahdetine iki sâhid-i sâdik vardir. Evet zerre acz ve cümûduyla beraber suurkârane büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldirmakla Vâcib-ül Vücud’un vücuduna kat’î sehadet ettigi gibi, harekâtinda nizâmat-i umumiyeye tevfik-i hareket edip her girdigi yerde ona mahsus nizâmati müraat etmekle, her yerde kendi vatani gibi yerlesmesiyle; Vâcib-ül Vücud’un vahdetine ve mülk ve melekûtun mâliki olan Zâtin ehadiyetine sehadet eder. Yâni zerre kimin ise, gezdigi bütün yerler de onundur. Demek zerre, -çünki âcizdir, yükü nihayetsiz agirdir ve vazifeleri nihayetsiz çoktur- bir Kadîr-i Mutlak’in ismiyle, emriyle kaim ve müteharrik oldugunu bildirir. Hem kâinatin nizâmat-i külliyesini bilir bir tarzda tevfik-i hareket etmesi ve her yere mânisiz girmesi; tek bir Alîm-i Mutlak’in kudretiyle, hikmetiyle isledigini gösterir. Evet nasilki bir nefer; takiminda, bölügünde, taburunda, alayinda, firkasinda ve hâkezâ herbir dairede birer nisbeti ve o nisbete göre birer vazifesi oludugunu ve o nisbetleri, o vazifeleri bilmekle tevfik-i hareket etmek, nizâmat-i askeriye tahtinda tâlim ve tâlimat görmekle bütün o dairelere kumanda eden birtek kumandan-i âzamin emrine ve kanununa tebaiyetle oluyor. Öyle de; herbir zerre, birbiri içinde
Cevap: SÖZLER / Risale-i Nur'dan 30. Söz
sh: » (S:587)
ki mürekkebatta birer münasib vaziyeti, ayri ayri maslahatli birer nisbeti, ayri ayri muntâzam birer vazifesi, ayri ayri hikmetli neticeleri bulundugundan elbette o zerreyi, o mürekkebatta bütün nisbet ve vazifelerini muhafaza edip netice ve hikmetleri bozmayacak bir tarzda yerlestirmek; bütün kâinat kabza-i tasarrufunda olan bir Zâta mahsustur. Meselâ: Tevfik'in (*) göz bebeginde yerlesen zerre, gözün asab-i muharrike ve hassâse ve serâyin ve evride gibi damarlara karsi münasib vaziyet almasi ve yüzde ve sonra basta ve gövdede, daha sonra heyet-i mecmua-i insâniyyede herbirisine karsi birer nisbeti, birer vazifesi, birer faydasi kemâl-i hikmetle bulunmasi gösteriyor ki; bütün o cismin bütün âzâsini icad eden bir zât, o zerreyi o yerde yerlestirebilir. Ve bilhassa rizk için gelen zerreler, rizk kafilesinde seyr ü sefer eden o zerreler, o kadar hayret-fezâ bir intizâm ve hikmetle seyr ü seyahat ederler ve öyle tavirlarda, tabakalarda intizâmperverane geçip gelirler ve öyle suurkârane ayak atip hiç sasirmayarak gele gele tâ beden-i zîhayatta dört süzgeçle süzülüp rizka muhtaç âza ve hüceyratin imdadina yetismek için kandaki küreyvat-i hamrâya yüklenip bir kanun-u keremle imdada yetisirler. Ondan bilbedâhe anlasilir ki: Su zerreleri binler muhtelif menzillerden geçiren, sevk eden; elbette ve elbette bir Rezzâk-i Kerîm, bir Hallâk-i Rahîm'dir ki, kudretine nisbeten zerreler, yildizlar omuz omuza müsavidirler.
Hem her bir zerre, öyle bir naks-i san'atta isler ki; ya bütün zerratla münasebettar, herbirisine ve umumuna hem hâkim ve hem herbirisine ve umumuna mahkûm bir vaziyette bulunmakla, o hayretfezâ san'atli naksi ve hikmetnümâ nakisli san'ati bilir ve îcad eder. Bu ise, binler defa muhaldir. Veya bir Sâni'-i Hakîm'in kanun-u kader ve kalem-i kudretinden çikan, harekete memur birer noktadir. Nasilki meselâ: Ayasofya kubbesindeki taslar, eger mimarinin emrine ve san'atina tâbi olmazlarsa; herbir tasi, Mimar Sinan gibi dülgerlik san'atinda bir mehareti ve sâir taslara hem mahkûm, hem hâkim olmak, yâni «Geliniz, düsmemek, sukut etmemek için basbasa verecegiz» diye bir hüküm sahibi olmasi lâzimdir. Öyle de: Binler defa Ayasofya kubbesinden daha san'atli, daha hayretli ve hikmetli olan masnuattaki zerreler, kâinat ustasinin emrine tâbi olmazlarsa; herbirine Sâni'-i Kâinat'in evsâfi kadar evsâf-i kemâl verilmesi lâzim gelir.
______________________
(*) Nur'un birinci kâtibidir.
sh: » (S:588)
Feyâ Subhânallah! Zindik maddiyyun gâvurlar bir Vâcib-ül Vücud'u kabûl etmediklerinden, zerrat adedince bâtil âliheleri kabûl etmege mezheblerine göre muztar kaliyorlar. Iste su cihette münkir kâfir ne kadar feylesof, âlim de olsa; nihayet derecede bir cehl-i azîm içindedir, bir echel-i mutlaktir.
ÜÇÜNCÜ NOKTA: Su nokta, Birinci Nokta'nin âhirinde va'd olunan altinci hikmet-i azîmeye bir isarettir. Söyle ki:
Yirmisekizinci Söz'ün Ikinci Suâlinin cevabindaki hâsiyede denilmisti ki: Tahavvülât-i zerratin ve zîhayat cisimlerde zerrat harekâtinin binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi, zerreleri nurlandirmaktir ve âlem-i uhreviyye binasina lâyik zerreler olmak için, hayattar ve mânidar olmaktir. Güya cism-i hayvanî ve insanî hattâ nebatî; terbiye dersini almak için gelenlere bir misafirhane, bir kisla, bir mekteb hükmündedir ki; câmid zerreler ona girerler, nurlanirlar. Âdeta bir tâlim ve tâlimata mazhar olurlar, letâfet peyda ederler. Birer vazifeyi görmekle âlem-i bekaya ve bütün eczasiyla hayattar olan dâr-i âhirete zerrat olmak için liyakat kesbederler.
Sual: Zerratin harekâtinda su hikmetin bulunmasi ne ile bilinir?
Elcevab:
Evvelâ, bütün masnuatin bütün intizâmatiyla ve hikmetleriyle sâbit olan Sâniin hikmetiyle bilinir. Çünki: En cüz'î bir seye küllî hikmetleri takan bir hikmet; seyl-i kâinatin içinde en büyük faaliyet gösteren ve hikmetli nakislara medâr olan harekât-i zerrati hikmetsiz birakmaz. Hem en küçük mahlûkati, vazifelerinde ücretsiz, maassiz, Kemâlsiz birakmayan bir hikmet, bir hâkimiyyet; en kesretli ve esâsli memurlarini, hizmetkârlarini nursuz, ücretsiz birakmaz.
Sâniyen: Sâni'-i Hakîm, anâsiri tahrik edip tavzif ederek (onlara bir ücret-i Kemâl hükmünde) mâdeniyyat derecesine çikarmasiyla ve mâdeniyyata mahsus tesbihatlari onlara bildirmesiyle ve mâdeniyyati tahrik ve tavzif edip nebâtat mertebe-i hayatiyyesinin makamini vermesiyle ve nebatati rizk ederek tahrik ve tavzif ile hayvanat mertebe-i letâfetini onlara ihsan etmesiyle ve hayvanattaki zerrati tavzif edip rizk yoluyla hayat-i insâniyye derecesine çikarmasiyla ve insanin vücudundaki zerrati süze süze tasfiye ve taltif ederek tâ dimagin ve kalbin en nazik ve lâtif yerinde makam
sh: » (S:589)
vermesiyle bilinir ki; harekât-i zerrat hikmetsiz degil, belki kendine lâyik bir nevi Kemalâta kosturuluyor.
Sâlisen: Zîhayat cisimlerin zerrati içinde çekirdek ve tohumdaki gibi bir kisim zerreler öyle mânevî bir nura, bir letâfete, bir meziyyete mazhar oluyorlar ki, sair zerrelere ve o koca agaca bir ruh, bir sultan hükmüne geçer. Iste azîm bir agacin bütün zerrati içinde bir kisim zerrelerin su mertebeye çikmalari, o agacin tabaka-i hayatinda çok devirleri ve nazik vazifeleri görmesiyle oldugundan gösteriyor ki: Sâni'-i Hakîm'in emriyle vazife-i fitrat içinde zerrâtin enva'-i harekâtina göre onlara tecelli eden esmânin hesabina ve serefine olarak birer mânevî letâfet, birer mânevî nur, birer makam, birer mânevî ders almalarini gösteriyor.
Elhasil: Mâdem Sâni'-i Hakîm her sey için o seye münasib bir nokta-i Kemal ve ona lâyik bir mertebe-i feyz-i vücud tâyin edip ve o seye, o nokta-i Kemâle sa'yedip gitmek için bir istidad vererek ona sevk ediyor ve bütün nebatat ve hayvanatta su kanun-u Rubûbiyyet câri olmakla beraber, cemadatta dahi câridir ki; âdi topraga, elmas derecesine ve cevâhir-i âliye mertebesine bir terakkiyat veriyor ve su hakikatta muazzam bir «Kanun-u Rubûbiyyet»in ucu görünüyor.
Hem mâdem o Hâlik-i Kerîm, tenasül kanun-u azîminde istihdam ettigi hayvanata ücret olarak birer maas gibi birer lezzet-i cüz'iyye veriyor. Ve ari ve bülbül gibi, sâir hidemat-i Rabbâniyyede istihdam olunan hayvanlara birer ücret-i kemâl verir. Sevk ve lezzete medar birer makam veriyor ve sunda bir muazzam «Kanun-u Kerem»in ucu görünüyor.
Hem madem her sey'in hakikati, Cenâb-i Hakk'in bir isminin tecellisine bakar, ona baglidir; ona âyinedir. O sey, ne kadar güzel bir vaziyet alsa, o ismin serefinedir; o isim öyle ister. O sey bilse, bilmese; o güzel vaziyet, hakikat nazarinda matlubtur. Ve su hakikattan gayet muazzam bir «Kanun-u Tahsin ve Cemâl»in ucu görünüyor.
Hem mâdem Fâtir-i Kerîm, düstur-u kerem iktizasiyla bir sey'e verdigi makami ve kemâli, o sey'in müddeti ve ömrü bitmesiyle, o kemâli geriye almiyor. Belki, o zîkemalin meyvelerini, neticelerini, mânevî hüviyyetini ve mânâsini, ruhlu ise ruhunu ibka ediyor. Meselâ: Dünyada insani mazhar ettigi kemalâtin mânalarini, meyvelerini ibka ediyor. Hattâ mütesekkir bir mü'minin yedigi zâil meyvelerin sükrünü, hamdini; mücessem bir meyve-i cennet sûretinde
sh: » (S:590)
tekrar ona veriyor. Ve su hakikatta muazzam bir «Kanun-u Rahmet»in ucu görünüyor.
Hem mâdem Hallâk-i Bîmisal israf etmiyor, abes isleri yapmiyor. Hattâ güz mevsiminde vazifesi bitmis, vefat etmis mahlûklarin enkaz-i maddiyyesini bahar masnuatinda istîmal ediyor; onlarin binalarinda dercediyor. Elbette يَوْمَ تُبَدَّلُ اْلاَرْضُ غَيْرَ اْلاَرْضِ sirriyle, وَاِنَّ الدَّارَ اْلآخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ isaretiyle su dünyada câmid, suursuz ve mühim vazifeler gören zerrat-i arziyyenin: elbette tasi, agaci, hersey'i zîhayat ve zîsuur olan âhiretin bâzi binalarinda derc ve istimâli mukteza-yi hikmettir. Çünki: Harab olmus dünyanin zerratini dünyada birakmak veya ademe atmak israftir. Ve su hakikattan pek muazzam bir «Kanun-u Hikmet»in ucu görünüyor.
Hem madem su dünyanin pek çok âsâri ve mâneviyyati ve meyveleri ve cin ve ins gibi mükellefînin mensucat-i amelleri, sahâif-i ef'alleri, ruhlari, cesedleri âhiret pazarina gönderiliyor. Elbette o semerata ve mânalara hizmet eden ve arkadaslik eden zerrat-i arziyye dahi, vazife noktasinda kendine göre tekemmül ettikten sonra, yâni nur-u hayata çok def'a hizmet ve mazhar olduktan sonra ve hayatî tesbihâta medar olduktan sonra su harab olacak dünyanin enkazi içinde, su zerrati dahi öteki âlemin binasinda dercetmek mukteza-yi adl ve hikmettir. Ve su hakikattan pek muazzam bir «Kanun-u Adl»in ucu görünüyor.
Hem madem ruh cisme hâkim oldugu gibi; câmid maddelerde dahi kaderin yazdigi evâmir-i tekviniyye, o maddelere hâkimdir. O maddeler, kaderin mânevî yazisina göre mevki ve nizâm alabilirler. Meselâ: Yumurtalarin enva'inda ve nutfelerin aksaminda ve çekirdeklerin esnafinda ve tohumlarin ecnasinda kaderin ayri ayri yazdigi evâmir-i tekvîniyye cihetiyle ayri ayri makam ve nur sahibi oluyorlar. Ve o madde îtibariyle mahiyetleri (Hasiye) bir hük-
____________________________
(Hasiye) Evet bütün onlar bu dört unsurdan mürekkeptir. Müvellid-ül-Mâ, müvellid-ül-humuza, azot, karbon gibi maddelerden teskil olunuyorlar. Maddece bir sayilabilirler. Farklari yalniz kaderin mânevî yazisindadir.
sh: » (S: 591)
münde olan o maddeler, hadsiz muhtelif mevcûdâta mense' oluyorlar. Ayri ayri makam ve nur sahibi oluyorlar. Elbette hidemat-i hayatiyye ve hayattaki tesbihat-i Rabbâniyyede defaatla bir zerre bulunmus ise ve hizmet etmis ise, o zerrenin mânevî alninda o mânalarin hikmetlerini, hiçbir sey'i kaybetmeyen kader kalemiyle kaydetmesi; mukteza-yi ihâta-i ilmîdir. Ve sunda pek muazzam bir «Kanun-u Ilm-i Muhit»in ucu görünüyor.
Öyle ise zerreler (Hasiye-1) basibos degiller.
Netice-i Kelâm: Geçmis yedi kanun, yâni Kanun-u Rubûbiyyet, Kanun-u Kerem, Kanun-u Cemâl, Kanun-u Rahmet, Kanun-u Hikmet, Kanun-u Adl, Kanun-u Ihatâ-i ilmî gibi pekçok muazzam kanunlarin görünen uçlari arkalarinda birer Ism-i A'zam ve o Ism-i A'zamin tecellî-i â'zamini gösteriyor. Ve o tecellîden anlasiliyor ki: Sâir mevcudat gibi su dünyadaki tahavvülât-i zerrat dahi, gâyet âli hikmetler için kaderin çizdigi hudud üzerine kudretin verdigi evâmir-i tekvîniyyeye göre hassas bir mîzan-i ilmî ile cevelân ediyorlar. Âdeta baska yüksek bir âleme (Hasiye-2) gitmege hâzirlaniyorlar. Öyle ise zîhayat cisimler, o seyyah zerrelere güya birer mekteb, birer kisla, birer misafirhane-i terbiye hükmündedir. Ve öyle olduguna bir hads-i sâdikla hükmedilebilir.
ELHASIL: Birinci Sözde denildigi ve isbat edildigi gibi: Her sey «Bismillah» der. Iste bütün mevcûdât gibi herbir zerre ve zerratin herbir tâifesi ve mahsus herbir Cemaati, lisan-i hâl ile «Bismillah» der, hareket eder.
__________________________
(Hasiye-1) Su cevap, yedi «Madem» kelimelerine bakar.
(Hasiye-2) Çünki: Bilmüsahede gâyet cevâdâne bir faaliyetle su âlem-i kesif ve süflîde pek kesretle nur-u hayati serpmek ve is'al etmek, hattâ en hasis maddelerde ve taaffün etmis cisimlerde kesretle taze bir nur-u hayati isiklandirmak, o kesif ve hasis maddeleri nur-u hayatla letafetlendirmek, cilâlandirmak; sarahate yakin isaret ediyor ki: Gayet lâtif, ulvî, nazif, hayattar diger bir âlemin hesabina su kesif, câmid âlemi; zerratin hareketiyle, hayatin nuruyla cilâlandiriyor, eritiyor, güzellestiriyor. Güya lâtif bir âleme gitmek için, zînetlendiriyor. Iste, beser hasrini aklina sigistiramayan dar akilli adamlar, Kur'anin nuruyle rasad etseler görecekler ki: Bütün zerrati bir ordu gibi hasredecek kadar muhit bir «Kanun-u Kayyûmiyyet» görünüyor. Bilmüsahede tasarruf ediyor.
sh: » (S: 592)
Evet, geçmis üç nokta sirriyle: Herbir zerre, mebde'-i hareketinde lisan-i hâl ile بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ der. Yâni: «Ben, Allah'in namiyle, hesabiyle, ismiyle, izniyle, kuvvetiyle hareket ediyorum.» Sonra netice-i hareketinde, herbir masnu' gibi herbir zerre, herbir tâifesi, lisan-i hâl ile اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ اْلعَالَمِينَ der ki, bir kaside-i medhiyye hükmünde olan san'atli bir mahlûkun naksinda, kudretin küçük bir kalem ucu hükmünde kendini gösterir. Belki herbiri; mânevî, Rabbanî, muazzam, hadsiz basli bir fonografin birer pilagi hükmünde olan masnûlarin üstünde dönen ve tahmidât-i Rabbâniyye kasideleriyle o masnuati konusturan ve tesbihat-i Ilâhiyye nesîdelerini okutturan birer igne basi sûretinde kendini gösteriyorlar...
دَعْوَيهُمْ فِيهَا سُبْحَانَكَ اللّهُمَّ َوَتحِيَّتُهُمْ فِيهَا سَلاَمٌ وَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُاَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلاَةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهِ اَدَاءً وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ اِخْوَانِهِ وَ سَلِّمْ وَسَلِّمْنَا وَ سَلِّمْ دِينَنَا آمِينَ يَا رَبَّ الْعَالَمِينَ