Yetİm Ümmet’İn kayip halkasi; Âlİm
Bismillahirrahmanirrahim
Kendi ilminden insanoğluna lütfedip ilim bahşeden, Âlim-i Mutlak Allahu Zülcelal’e hamd ve senalar…
Resulullah Efendimize, Ehl-i Beyt’ine, Sahabelerine salât ve selâm…
Merhaba Dostlar;
Âlim ve İslam toplumundaki konumunu ele almaya çalıştığımız bu sayı, beklide bendenizi en çok hüzne ve kedere boğan sayı oldu.
Âlimlerin, gerçek manada yerlerini dolduramadıkları Osmanlının son asırlarından beri, imamesi kopmuş tesbih taneleri gibi savruluşlarımız, gözlerimin önüne bir geldi, bir kayboldu…
İslam’la aramıza sıra dağlar gireli, belki yüzyıl, bekli de iki yüz yıl oldu... Medeniyetimizden kopup “medeni-yetim” kalalı, bilmem kaç asır geçti…
Batılıların peşine düştüğümüz günden beri, bütün değerlerimiz tepetaklak oldu. Başlar ayak; ayaklar baş oldu…
İşte bu yüzden sevgili dostlar, hüznüm kederim...
Âcizane bir tarihçi, medeniyetlerin çöküş ve yükselişleri üzerine, karınca kadarınca araştırmalar yapmış bir kardeşiniz olarak, çöküşümüzün en önemli müsebbibinin, amiyane tabirle, âlimlerin bozulması olduğunu görürüm hep. Yani, medreselerin ve tekkelerin, asli gayelerinden kopması ve yetiştirdikleri ulema ve meşayihın, ehliyet ve salahiyetten yoksun olması.
Bunun sebepleri ne idi? Ulemanın bozulması, diğer çöküş sebeplerinden bağımsız ele alınabilir mi? Bu gibi detaylara girmeden, hemen önemle belirtelim ki bir şey ne üzerine bina edilmiş ise yine o sebepten yıkılır, çöker. Müslüman bir topluluk olarak Osmanlılar, medrese eğitimi ve tekke terbiyesi üzerine inşa edilmiş bir toplum idi. Hemen bütün bir ümmet, bu ocakların terbiyesinden geçiyordu.
İşte, “Balık baştan kokar” misali, ulema bozulunca, onların terbiye ve gözetimi altında bulunan idareci sınıf da asli özelliklerini kaybetmeye başladı. Onların tefessühü de bütün toplumu yukarıdan aşağıya doğru etkiledi.
Müslüman bir toplumun bozuluşunu izah eden şu hadisi şerif çok öğreticidir: “Muhakkak ki Allah, ilmi insanlardan söküp almak suretiyle almaz. Fakat ilmi, ulemayı almak suretiyle kabzeder. Ulema kalmayınca ilim de kalkar. Bu suretle hiç âlim kalmayınca, insanlar cahilleri rehber edinir ve (meselelerini) onlara sorar. Onlar da ilimsiz olarak fetva verir; hem kendileri sapar hem de halkı saptırırlar.” (Buharî, Müslim vd.)
Bizim Batı’ya yönelişimiz de bu kokuşma dönemlerinden çok sonralarıdır zaten. Birçok alanda geri kalmaya ve yenilgiler almaya başlayınca, Batı’nın kuyruğuna takıldık bu kez. Hem de kocaman bir aşağılık kompleksiyle beraber.
Peki, Batı’dan ne aldık? Üç beş taklit müessese ve teknik; ve bir çuval dolusu da pislik. Bu çuvalın içinde, bizim bünyemizi zehirleyecek inançsızlık tohumları da vardı, ahlaki rezillikler de…
Bu çuvalın içindekilerden biri de ulemanın yerini, insanın kendi ‘ego’sunun (nefis; enaniyet) alması idi. Bu pisliklerin beklide en büyüğü, -hâşâ- herhangi bir ‘İlahi otorite’nin insan iradesine karışamayacağı idi. Yani, insanoğlu, tıpkı cahili toplumlarda olduğu gibi “kendi kaderini kendi tayin” edecekti.
Çok açıktır ki bu bize yutturulduğu gibi bir ‘ileri gitmek’ değil; eski cahiliye toplumlarına geri dönmekti. Cahili toplumlarda, ilahi bir otorite, bir peygamber veya bir âlimin önderliği kabul edilmez; gücü ellerinde bulunduranlar, hayatın her alanlını düzenlerdi.
Fakat dedik ya, bu eracifin bizim bünyemize şırınga edildiği zamanlarda, hakiki ulemanın ve meşayihın toplumsal nüfuzu da neredeyse ortadan kalkmıştı. Bu yüzden, bu güçlü akıma karşı durabilen âlimlerimiz, belki iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdı.
Evet, sevgili dostlar, işte bugün bizler, çoğunluk itibariyle, hayatımızda bir âlimi bile yakından tanıma bahtiyarlığına erişemeyişimizdendir ki “bir âlime tabi olmak” sözü, bize çok yabancı ve ağır gelmektedir. Enaniyetimizi, gururumuzu katmerleştiren “modern çağ” sapkınlığı, bütün dünyayı olduğu gibi bizleri de zehirlediği için nefsimize çok ağır gelmektedir, bir otoriteye boyun eğmek.
Oysa Kur’anı Kerim’de, âlimlerin sorumluluğunun, peygamberlerle birlikte ele alınması, meselenin ehemmiyetini ortaya çıkarmaktadır: “Allah şahitlik etti ki, gerçekten kendisinden başka ilah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de adaleti ayakta tutarak buna şahitlik ettiler. O’ndan başka ilah yoktur; O Azîz’dir, Hakîm’dir.” (Âl-i İmran, 18) Bu ayette peygamberlerin ayrı bir sınıf olarak değil, “ilim sahipleri” kapsamında zikredilmiş olmasının bize verdiği en önemli mesaj, ilmin ve âlimin, Allah Teâlâ katında pek büyük bir öneme sahip olduğudur.
Âlimlerin statüsünü açıkça ortaya koyan bir başka ayeti kerime de şöyledir: “Onlar olayı, Peygambere ve ilim sahiplerine götürselerdi, onun iç yüzüne nüfuz edebilen bunlar, onun hakikatini bileceklerdi. Allah'ın üzerinizde lütuf ve merhameti olmasaydı çok az haller dışında şeytana (ve cehalete) uyardınız.” (Nisa, 83) Bu ayeti kerimede de açık bir ifadeyle, herhangi bir olayda, bir meseledeki ilahi rızayı bulmada, insan aklının tek başına yeterli olmadığını, bu şekilde hareket edilirse şeytanın telkinlerinin ve cehaletin hâkim olacağını belirtiyor. Bu durumdan insanlığı kurtaracak iki unsur sayılıyor: Peygamberler ve âlimler.
Yine Sevgili Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem, âlimlerin, peygamberlerin varisleri olduğunu beyan etmektedir: “Âlimler peygamberlerin vârisleridir.” (Buhari vd.)
Âlimlerin veraseti de iki türlüdür: Hazreti Peygamber(sav)’in maneviyatının varisliği ve getirdiği Din ilminin (Şeriat) varisliği. Bunlardan ilkinin müessesleşmesinden tekkeler, dergâhlar; ikincisinden ise medreseler doğmuştur. Her ikisinden birden yetişen bir âlim ise nur üstüne nurdur… Verasete en layık olandır.
Tarih boyunca âlimlerimiz, İslam toplumlarının irşadı, eğitimi, idarecilerin denetlenmesi ve dinin zararlı akımlardan muhafazası gibi çok ağır görevleri yerine getirmişlerdir. Bu uğurda, her türlü tehdide, baskıya karşı boyun eğmemiş nice İmam-ı Azamlar, nice Bediüzzamanlar çıkmıştır elhamdülillah.
Evet sevgili dostlar, bugün ne o büyük ulema var ortalıkta ne de onların ardından giden şuurlu Müslümanlar…
Öteye beriye dağılmış üç beş muttaki âlim ve onların etrafına halkalanmaya çalışan şuur yetimi bir Ümmet!...
Dahası, her yerde mürşid kılığında saptırıcı tipler, hokkabazlar, dolandırıcılar; köşe başını tutmuş nefis abidesi ilahiyatçılar, profesörler, araştırmacı-yazarlar… (İstisnalar elbette hariç.)
İşte bu yüzden hüzünlenir dururum dostlarım.
Şimdi anlatabildim mi derdimi?...
SÜLEYMAN KARAKAŞ
GÜLİSTAN DERGİSİ