İskilifli Atıf hocaefendi Kimdir?
http://www.islamidevrim.com/images/a...-atif-hoca.jpg*
İSKİLİPLİ ATIF HOCA ( 1876-1926m. )
Avrupa’da birkaç ay kalabilme fırsatını elde etmiş ve şöyle-böyle bir yabancı dili hecelemeye başlamış pek çok insan, yapacak başka bir şey kalmamış gibi kendi insanını tezyif etmekte (alaya almakta) ve milletini hakir görmektedir. Bu tür insanların ağzından şu ifadeleri çok duymuşsunuzdur: “Ah, ne kadar geri bir milletmişiz!.. Meğer hayat Batı'daymış... Bizim ülkenin insanları âdetâ canlı cenazeler... Bu yığınların, yaşadıkları çağı yakalamaları mümkün değil... Hele Müslümanlık, o bütün bütün çağdışı... Biz, bu kılık ve kıyafetle varılabilecek yerlerin en yakınına dahi varamayız!.. Dünya başını almış göklerde dolaşırken, bizler bu sıkma başlarla hâlâ yerde yürürken de tökezliyoruz. Milletin yükselip çağıyla hesaplaşması düşünülüyorsa, bu, Batılılaşmadan geçer...” vs...
İşte bu düşünceler, merhametsiz yılların ve karanlık günlerin yabancılaştırdığı derbeder nesillerin düşünceleri ve bir dönemde heder olup (boşa) gitmiş yığınların hezeyanlarıdır (boş konuşmaları). O talihsiz günlerde bu hezeyanlara cevap veren bir başyüce kamet vardır: İskilipli Atıf Hoca. O, “Frenk Mukallitliği (taklitçiliği) ve Şapka” ismiyle yazmış olduğu eseriyle geri kalışımızın gerçek sebepleri üzerinde durarak hakikati haykırmıştır. Ne var ki, hak ve hakikata tahammülü olamayan yarasa ruhlular, sesini soluğunu kesmek için onu sudan bahanelerle idam sehpasına kadar götürmüşlerdir. Şimdi sizleri bu büyük dava adamının ibret dolu hayatıyla başbaşa bırakıyoruz...
YETİŞTİĞİ ÇEVRE
Atıf efendi Akkoyonlu aşiretinden ve İmamoğulları denilen aileden Mehmed Ali ağanın oğlu olup, 1292 hicri senesinde Çorum’un İskilip kazasının Tophane köyünde dünyaya gelmiştir. Annesi Mekke-i Mükerremeden göç etmiş Ben-i Hattap aşiretinden, Arap dedenin torunlarından Nazlı hanımdır. Altı aylıkken öksüz kalan Mehmed Atıf, dedesi Hasan Kethüda efendinin himayesinde yetişmiştir.
TAHSİL HAYATI
Büyük babası Hasan Kethüda efendinin himmetiyle evvela köy hocasından başladığı tahsiline 1891 yılından itibaren iki sene İskilip’te, müderris Hoca Abdullah efendi nezaretinde devam etmiştir. 1893 Nisanında ailesinin karşı çıkmasına rağmen İstanbul’a geldi ve medrese tahsiline burada devam etti. Meşhur Çarşambalı hocanın rahle-i tedrisine (Bir âlimden alınan ders) oturdu. Medresede daha çok “İskilipli Mehmed” olarak anılırdı.1902’de medrese eğitimini iyi derece ile bitti ve aynı yıl açılan Ruus imtihanına(bir nevi mesleki kariyer sınavı) girerek İstanbul müderrisliğini (Profesör) kazandı, ertesi sene Fatih Camiinde ders vermeye başladı. Bu arada İstanbul Dar-ül Fünunu ( Üniversite) İlahiyat Fakültesine girdi ve 1905’te buradan mezun olarak Kabataş Lisesi Arapça muallimliğine (öğretmenliğine) atandı. MEYVELİ AĞAÇ Mehmed Atıf Efendi Cumhuriyet döneminde olduğu gibi, Meşrutiyet ( Bir hükümdarın başkanlığı altında millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi) öncesi ve sonrasında da çeşitli garazkarların (Hased ve düşmanlık) yanlış tevil (yorum) ve nazarları (bakış açıları) yüzünden taşlanıp durdu. Ama o bunlara tevekkülle sabretti, fazilet yemişleri vermeyi sürdürdü. Meşihat –ı İslamiye dairesinde ( İslâmî işlerin ilmî mes'eleleri ile uğraşan devlet dairesi) bulunan dersiamların (Asistan) mağduriyetini giderme konusunda yaptığı çalışmalar üzerine devrin Şeyhülİslam’ı tarafından Bodrum’a sürüldü. Üzerinde yoğunlaşan baskılar yüzünden Kırım’lı İbrahim Tali efendinin pasaportu ile gizlice Kırım’a geçti. Kırım’dan Varşova’ya kadar gitti.. Meşrutiyet’in ilanından bir hafta evvel İstanbul’a geri döndü. 1910’da medreselerin genel müfettişliğine getirildi. Bu sıralar Sebilürreşad, Beyan-ül Hak, Mahfel gibi dergilerde yazıları yayınlandı. Fazileti ve ilmi İstanbul’un her tarafına yayıldı, hatta yurtdışına kadar taştı. Kosova, Plevne, Üsküp gibi yerlerden heyetlerin memleketlerinde yerleşmesi için yaptıkları ricaları, Kırım evkaf nazırlığı (vakıflar bakanlığı) tekliflerini nazikçe geri çevirdi. Rivayete göre Japon büyükelçisi Baron Uşida kendisini ziyaret ettiğinde Atıf Hocaya şöyle söylemiş: “Sizin gibi birkaç hoca daha olsaydı, İslamiyet bütün Doğuyu, bu arada Japonya’yı da fethederdi.” Bilahare Çorum’dan mebus (milletvekili) adayı oldu. 31 Mart olayında bir hafta tutuklu kaldı. Suçsuz olduğu tebeyyün edince (ortaya çıkınca) serbest bırakıldı. İttihatçıların entrikaları ile, Mahmud Şevket paşanın öldürülmesi olayında dahli (katkısı) olduğu gerekçesi ile Sinop’a sürüldü. Çorum, Boğazlıyan ve Sungurlu'da yaklaşık 1,5 yıl sürgün hayatı yaşadı. Sinop sürgününün canlı şahitlerinden emekli imam Cevdet Soydanses bey, Atıf hocayı şöyle anlatmakta: “Atıf hocayı ilk defa Sinop’ta gördüm. Küçük bir çocuktum henüz. İttihatçılar 600 kadar kişiyi Sinop’a sürmüştü. Aralarında babamla Atıf Hocanın da bulunduğu bu sürgünlerin mühim kısmı hoca idi, din adamıydı. Atıf Hoca çok efendi bir insandı. Sessiz, sedasız, ağzı çok iyi laf yapar, eli kalem tutardı. Bu sürgünden sonra İstanbul’a dönmüştü.” Bahsi geçen iki hadisede de resmi makamlar, bir yanlışlığa kurban gittiğini, suçlu olmadığının anlaşıldığını ifade etmişlerdir. 1919 yılında Dar-ül Hilafet-i âliye (Yüce Hilafet merkezi) medresesi İbtida-i Dahil umum müdürlüğü ve Medreset-ül Kudat’ta (Hakimler okulu) Hikmet-i Teşriiyye (kanun yapma hikmetleri) dersi müderrisliğine getirildi. Bu yıllardan itibaren Atıf Hocanın şöhreti iyice arttı. 21 Ocak 1926 tarihli Ankara İstiklal mahkemesi zabıtlarında Reis Kel Ali bu durumu şöyle ifade etmekte ve idam konusunda bize bir ipucu vermektedir: “Fatihin en tanınmış bir hocasıdır.
ESERLERİNDEN SEÇMELER:
“Ehl-i Sünnet vel cemaat mezhebi haktır. Bundan başka mezhepler hep batıldır. Doğru değildir. Ehl-i Sünnet vel cemaat itikadı, Cenab-ı Hakkın Kur’an-ı Kerim ve Peygamberin(sav) hadis-i şerifleriyle beyan buyurdukları müstakim, doğru yol olup bu itikatta olanların itikatlarında bozukluk yoktur.”
*** Osmanlı devletinin kuruluş sıralarında fevkalade durumlarda sancak beyleri ve Ocak ağaları gibi milletin ileri gelenlerin görüşleri sorulur ve ona göre hareket olunurdu. Sonraları, meşveret adı ile, meclislerde işlerin müzakeresi yapılmaya başlandı. Fakat çoğunlukla hükümetin satvetine mağlup olup, şeriatın tarifi şekliyle söz hürriyeti ve azarlayanın azarlamasından sakınmamak esaslarına dayanmadığından, hakkıyla fayda sağlanamadığı gibi, sultanların istibdatlarını ve onların keyfi muamelelerini de kaldıramamıştır.”
*** “Zulüm üç kısımdır: 1-Allah Tealaya karşı icra olunur: Küfür(İnkar), Şirk, Nifak, İsyan gibi… 2-Halka karşı icra edilir: Halkın canlarına, ırzlarına, mallarına ve sair haklarına tecavüz gibi… 3-Kendi şahsına karşı yapılır: “bir şahsın, nefsi arzularına kapılarak dünya ve ahirette nefsi için zararlı hal ve hareketlerde bulunması gibi…
*** Tesettür-ü Şer’i gibi dini hükümler, esasen süfli medeniyeti ve terakkiyat-ı sefihaneyi yıkmak ve men etmek üzere vaz olunduğundan onunla içtimaı gayr-i kabil ise de, medeniyet-i fazıla ve hakiki terakkilere hiçbir suretle mani teşkil etmez. Çünkü medeniyet-i fazıla ulum, maarif, sanayi, ticaret ile hasıl olmuş olur. Halbuki tesettür-ü şer’i buna mani değildir.”
***Atıf efendi Osmanlı medreselerinin gerileme sebeblerini bir yazısında şöyle sıralıyor:
1- Osmanlılar zamanında, ilim tahsili hususunda Seyyid(Cürcani) ve Sadeddin(Taftezani) mesleği, yani allamelik davasında bulunmak için her ilmi, her fenni öğrenmek ve bilmek usulü takip olunup, daha faydalı, daha semereli olan mütekaddimin ve eslaf mesleği yani ilmi şubelerinde birinde ihtisas kesbetmek usulünün terk olunması…
2- İlmin kaynakları mesabesinde bulunan eslafın eserlerini terk ve ihmal ederek müteahhirin ulemanın kısa ve muğlak kitaplarının medreseler programında kabulü ile maksatlarını anlamak için şer, haşiye, haşiyet’ül haşiye tedrisd olunarak talim ve terbiyede suubet(güçlük) gösterilmesi
3-Ulum-u aliye(alet ilimleri denilen dilbilgisi dersleri) ve ibarelerin lafızlarının tahlilleri ile lüzumundan fazla vakit harcanıp, dini ilimler ve faydalı hakikatlere pek az iştigal olunması ve ilimlerin göğüslerde değil, satırlarda muhafazasına çalışılması
4-İlmiye mensupları maişetçe darlığa düçar olup, ilmi şerefleri ile gayr-i mütenasip ve mezelleti mucip bir çeşit maişete sevk olunmaları ve bu vesile ile de talebelerin zekilerinin memuriyet ve makam arkasından koşarak ilmi araştırmalarla meşgul olmaktan mahrum olmaları
5- İbn-i Kemal, Ebu Suud merhumlar ile bazı emsallerinden sonra riyaset ve idare-i ilmiyeyi ihraz ile ilmiyenin mukaderratını tedvir edenlerin ehliyetsiz ve ilmiye mesleğine ruh verecek kabiliyetten mahrum olmalarıdır.”
***Ashab-ı Kiram hazretleri de rızkını talep konusunda son derece gayret gösterip de kendi el emeklerini yemeye ehemmiyet verirlerdi. Bu cümleden olarak Aşere-i Mübeşşereden Zübeyir bin Avvam hazretleri vefatında bin at, bin cariye geriye bırakmakla beraber, terk ettiği malların kıymeti büyük bir yekun teşkil etmekteydi. Hz. Talha’nın Irak’ta mevcut olan emlak akarından beher gün bin altın, başka yerdeki mülklerden de pek çok irat hasıl olmaktaydı. Abdurrahman bin Afv hazretleri de bin at, bin deve, on bin koyuna sahip olduğu halde vefatlarında terekesinin dörtte biri 84.000 altına ulaşmıştı. Hz. Osman da servet sahibi idi. Hatta vefatlarında bir milyon dirhem ve bir milyonu mütecaviz dinar terk ettiği rivayet edilmektedir. Artık bu kadar izahtan anlaşılıyor ki, zahid asla malı olmayan kimse değil, belki bütün dünya malı kendisinin olsa bile, mal ile kalbi meşgul olmayan kimsedir. İşte bunun için İmam-ı Ali(kv) hazretleri buyurmuşlardır ki; “Bir kimse yeryüzünde bulunan bütün şeyleri alıp onlarla Allah’ın rızasını murad ederse, Cenab-ı Haktan yüz çevirmiş sayılmaz.”