Sıfat İle Şuunat Arasındaki Fark Nedir?
Allah’ın tahlık, terzik, inşa, ibda, ifnâ, inbat, sun’ ve ihya gibi şuunatı ile ilgili sıfatları vardır ki bunlara fiilî sıfatlar denir. Tahlik yaratmak, terzik rızık vermek, ibda’ yoktan yaratmak, inşâ var olanı terkip ve tahlil ile değişikliğe uğratarak yeni bir vücut ve eşyaya şekil vermek demektir. İmate öldürmek, yani âlem-i şahadetten âlem-i gabya göndermek ve ihya ise tekrar oradan âlem-i şahadete getirmek anlamına gelir. İfnâ yok etmek, inmâ nemalandırmak yaprakları ve kökleri yeniden canlandırmak, tasvir suret ve şekil vermek, sun’ sanatını ve ustalığını göstermek anlamlarına gelmektedir. Bütün bunlar yüce Allah’ın yaptığı işleri içine alır ki bunlara “şe’n”, çoğul olarak “şuûnât” adı verilir.
Nitekim yüce Allah Kur’ân-ı kerimde buyurdu: “Allah her an bir iştedir.”Yüce Allah faaldir, daima faaliyet içindedir. (Bürûc, 85:16) Yüce Allah bir varlığı yarattığı zaman onun ihtiyacı olan her şeyi de yaratır. Hayat vermek ve hayatı devam ettirmek fani varlıklar için pek çok ihtiyaçların da yaratılmasını gerekli kılar. Yoksa hayat devam etmez. Bir çiçeği yaratmak için o çiçeğin hayatına lazım olan hava, su, toprak ve güneşin yaratılması şarttır. Sonra bunların o çiçeğin hayatını devam ettirmek için dünyanın dönmesine, mevsimlerin olmasına ve dünyanın güneş etrafında dönmesine, güneş sistemine, galaksilere ve bütün kâinatın ahenk içinde çalışması gerekir. Bu ise ancak her şeye gücü yeten ve bir şey için bütün varlığı yaratan ve onun etrafında çeviren güç ve kudret sahibi olan Allah’ın işidir. Bunun için tahlık, terzik, ihya ve imate ancak bir elden bir kudretten sudur edebilir. Bir başkasının müdahalesi o şeyin ademine, yani olmamasına sebep olur. Yüce Allah bu hususa işareten Kur’ân-ı Kerimde “Bütün bunlar her şeyi muhkem ve mükemmel bir şekilde yapan Sani-i Hakîm olan Allah’ın işidir” (Neml, 27:88) buyurur.
Yaratmak yeterli değildir. Yaratılan varlık hayatının devamı için rızka muhtaçtır. Bunun için yarattıktan sonra onun rızkını vermek gerekmektedir. Bunun için yüce Allah bir varlığı yaratmadan önce rızkını yaratmaktadır, ancak rızkını vermek yaratıldıktan sonraya bırakılmaktadır ki bu hususu Kur’ân-ı Kerim “Allah sizi yarattı, sonra da size rızık verdi” (Rum, 30:40) ayeti ile ifade eder.
Yüce Allah’ın mahlûkatı yaratmasının elbette bir amacı vardır. Her şeye bir amaç, fayda ve maslahat takan yüce Allah elbette mahlûkatını yaratırken bir amacı takip etmemesi düşünülemez. Bir şeyin nasıl yaratıldığından daha çok niçin yaratıldığı önemlidir. Bir şeyin yapılış amacı bilinmezse nasıl yapılmış olmasının bir değeri yoktur. Kur’ân-ı kerim “Ben insanları ve cinleri mahlukatımı görerek beni tanısınlar ve bana iman etsinler, imanın gereği olan itaatta bulunsunlar için yarattım” (Zariyat, 51:56) buyurarak bu amaca işaret etmiştir. İbadet Allah’a imandan sonradır. İbadetin ve itaatin emredilmesi elbette ibadet ve itaat edilenin tanımasından sonradır. Bunun için ayette imanın açıkça zikredilmemiş olması Kur’ânın îcazından, yani kısa öz ve veciz ifade ederek israf-ı kelama girmemesinden dolayıdır. Cin ve insanın açıkça zikredilmesi cin ve insanın akıl sahipleri olup iman ve ibadet ile mükellef olmalarından dolayıdır. Akıllı ve şuurlu olmayan varlıkların görevi iman ve ibadet olmadığı için onların yaratılış amacı Allah’ı tanımak değil tanıtmak ve Allah’ın varlığına, birliğine, esma, sıfat ve şuunâtına ayine ve delil olmaktır. Nitekim yüce Allah bir kutsî hadisinde buyurdu: “Ben gizli bir hazine idim, hikmetim tanınmak ve bilinmek istedi de mahlukatı yarattım” (Keşfu’l-Hafa, 2:132) buyurarak şuursuz ve akılsız mahlukatın yaratılış amacını özetlemiştir.
Yüce Allah’ın isim ve sıfatlarını bilmek marifetullah için yeterli değildir. Marifetullah’ın sonsuz mertebeleri vardır ve bu mertebelerde terakki ve tekâmül etmek ancak Allah’ın fiilî sıfatlarını ve bu sıfatların ortaya koyduğu faaliyet ve şuunatı tanımaya ve bilmeye bağlıdır. Bu hususta ne kadar çok çalışılsa marifetullahda o derece terakki ve tekamül sağlanır. Marifetullahda terakki ettikçe de mü’minin imanı tahkik mertebelerinde inkişaf etmeye ve imanı kuvvetlenmeye devam eder. (Rahman, 55:29)
Şu kitâb-ı kebîr-i kâinat, nasıl ki vücud ve vahdete dâir âyât-ı tekviniyeyi bize ders veriyor; öyle de, o Zât-ı Zülcelâlin bütün evsâf-ı kemâliye ve cemâliye ve celâliyesine de şehâdet eder ve kusursuz ve noksansız Kemâl-i Zâtîsini ispat ederler. Çünkü, bedihîdir ki, bir eserde kemâl, o eserin menşe' ve mebdei olan fiilin kemâline delâlet eder. Fiilin kemâli ise, ismin kemâline; ve ismin kemâli sıfatın kemâline; ve sıfatın kemâli şe'n-i zâtînin kemâline; ve şe'nin kemâli o zât-ı zîşuûnun kemâline hadsen ve zarûreten ve bedâheten delâlet eder
Meselâ, nasıl ki kusursuz bir kasrın mükemmel olan nukuş ve tezyinâtı, arkalarında bir usta ef'âlinin mükemmeliyetini gösterir; o ef'âlin mükemmeliyeti, o fâil ustanın rütbelerini gösteren ünvanları ve isimlerinin mükemmeliyetini gösterir; ve o esmâ ve ünvanlarının mükemmeliyeti, o ustanın sanatına dâir sıfatlarının mükemmeliyetini gösterir; ve o sanat ve sıfatlarının mükemmeliyeti, o sanat sahibinin şuûn-u zâtiye denilen kabiliyet ve istidad-ı zâtiyesinin mükemmeliyetini gösterir; ve o şuûn ve kabiliyet-i zâtiyenin mükemmeliyeti, o ustanın mahiyet-i zâtiyesinin mükemmeliyetini gösterdiği misilli; aynen öyle de, şu kusursuz, fütursuz, sırrına mazhar olan şu âsâr-ı meşhude-i âlem, şu mevcudât-ı muntazama-i kâinatta olan san'at ise, bilmüşâhede, bir Müessir-i Zi'l-iktidarın kemâl-i ef'âline delâlet eder; o kemâl-i ef'âl ise, bilbedâhe o Fâil-i Zülcelâlin kemâl-i esmâsına delâlet eder; o kemâl ise, bizzarûre o esmânın Müsemmâ-i Zülcemâlinin kemâl-i sıfâtına delâlet ve şehâdet eder; o kemâl-i sıfat ise, bilyakîn o Mevsuf-u Zülkemâlin kemâline delâlet ve şehâdet eder; o kemâl-i şuûn ise, bihakkalyakîn o Zîşuûnun kemâl-i zâtına öyle delâlet eder ki, bütün kâinatta görünen bütün envâ-ı kemâlât, Onun kemâline nisbeten sönük bir zıll-i zaif sûretinde âyât-ı kemâli ve rumuz-u celâli ve işârât-ı cemâli olduğunu gösterir
Peki bu sıfat ve şuunat-i ilahiyeyi nasıl biliriz derseniz..Elcevap= ENE ile
Sâni-i Hakîm, insanın eline, emânet olarak, rubûbiyetinin sıfât ve şuûnâtının hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak, işârât ve numûneleri câmi' bir ene vermiştir; tâ ki, o ene bir vâhid-i kıyasî olup, evsâf-ı rubûbiyet ve şuûnât-ı ulûhiyet bilinsin.
Kainat, Rabbimizin şuuanatına mazhar olmuş..mücevheratın olduğu bir hazine..bu hazineyi açmak için bir anahtar lazım...o anahtar ene...
Sinan diye birisinden bahsetseniz, hemen hangi sinan derler..
sizde Mimar Sinan diye cevap verdiğinizde ,Sinan denilen kişiyi sıfatıyla tanımlarsınız..o halde mimarlık bir sıfattır..
Koca Sinanın süleymaniyesinden bahsedip , Sinanın mimarlığında bahsettiğiniz zaman ise Bir mimarlık şaheseri olan süleymaniyenin , koca sinanın mimarlığının şuunatı olduğunu düşünür..ve Mimar Sinanın mimarlık sıfatın bir ş'eni olan süleymaniye ile hayranlığınız artarken ..koca süleymaniyenin kübbesinin nasıl bir ş'enin tezahuru olduğunu düşünerek hayretiniz kat kat artar..
Mimarlık =sıfat
Süleymaniye camisi= şuunat
Cevap: Sıfat İle Şuunat Arasındaki Fark Nedir?
Bizleri yoktan var eden...Bizlere şekil veren ...Bizleri çeşit çeşit nimetlerle rızıklandıran Allah cc ne yüce
Allah cc ebeden razı olsun ...Emeğine sağlık