İbrâhim Desûkî -kuddise sirruh-:
“Ey kardeşlerim! Haram yediğiniz sürece, hikmet ve mârifet hakkında bir şey elde edeceğinizi zannetmeyin.”
İbâdetler, rûhu besleyen mânevî gıdâların yanısıra, bir de vücûdun maddî gıdâlardan aldığı güç ve kuvvetle îfâ edilebilmektedir. Bünyeye helâl gıdâdan, rûhâniyet ve feyz aksederken, bunun zıddı olan haram ve şüpheli gıdâlardan ise kasvet, sıklet ve gaflet sirâyet eder.
Helâl gıda ile salih ameller arasında sıkı bir irtibat söz konusudur. Duânın kabulünde de helâl gıdanın ehemmiyeti pek büyüktür. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu husûsu şöyle beyân eder:
“Ey insanlar! Şüphesiz ki Allâh pâk ve her şeyden münezzehtir (tayyibdir). Bu itibarla tıyb (helâl) ve temiz olandan başkasını kabul etmez. Allâh Teâlâ, peygamberlere emrettiği şeyleri müminlere de emretmiştir. (Âyet-i kerîmelerde buyurulur
“Ey peygamberler! Helâl olan şeylerden yeyin ve sâlih amellerde bulunun. Çünkü ben sizin yaptıklarınızı pekâlâ bilirim.” (el-Mü’minûn, 51)
“Ey îmân edenler! Size verdiğimiz rızıkların helâl olanlarından yeyin.” (el-Bakara, 172)
(Bu âyetleri tilâvet ettikten sonra) Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, uzun bir sefere çıktığı için saçı başı dağınık, toza toprağa bulanmış ve ellerini semâya kaldırarak: «Yâ Rabbî, Yâ Rabbî!» diye duâ eden bir adamdan bahseder ve:
“Bu adamın yediği haram, içtiği haram, giydiği haram iken ve haramla beslenmişken, duâsına nasıl icâbet edilsin?!” (Müslim, Zekat, 65) buyurur.
Gönül ehli Hak dostları, kalbî âlemlerin inkişâfı için şu iki husûsiyete titizlik gösterirler ve:
“Yerken ağzınıza girene, konuşurken ağzınızdan çıkana dikkat edin!..” buyururlar.
Aşağıdaki hadîs-i şerîf de bize helâl ve haram husûsunda ne kadar ihtiyatlı olmamız gerektiğini pek güzel ve veciz bir şekilde beyân buyurmaktadır.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
“Şüphesiz helâl bellidir. Haram da bellidir. Fakat bu ikisi arasında (helâl veya haram olduğu açıkça belli olmayan) birtakım şüpheli şeyler vardır ki, pek çok kimse onları bilemez. Şüpheli şeylerden kaçınan bir kimse, dînini ve haysiyetini korumuş olur. Şüpheli şeylerden sakınmayan bir kimse ise, zamanla harama düşer. Tıpkı sürüsünü başkasına âit bir arazinin etrafında otlatan çoban gibi ki, sürünün bu araziye girme tehlikesi vardır. Dikkat edin! Her padişahın girilmesi yasak bir arazisi vardır. Unutmayın ki, Allâh’ın yasak arazisi de haram kıldığı şeylerdir.” (Buhârî, Îmân, 39)
Allâh’ın emrine itaat, teslîmiyet ve rızâ hâlinde olan kalbler; hikmet, hayır ve feyz mecraı olur. Bunun zıddına, haramlardan ve şüpheli şeylerden korunmayan kalb ve bedenler ise, baştanbaşa bir kötülük barınağı ve ahlâksızlık yuvasına döner.
Bu titizlik ve hassâsiyetin ehemmiyeti husûsunda şu misâller ne kadar ibretlidir:
Ebû Bekir Sıddîk -radıyallâhu anh-’ın bir kölesi vardı. Bu köle kazancının belli bir kısmını ona verir, o da bundan yerdi. Yine birgün köle kazandığı bir şey getirdi. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da onu yemeye başladı. Bunun üzerine köle:
“– Yediğin şeyin ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu.
Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“– (Hayır bilmiyorum) Nedir söyle bakalım?” diyerek onun açıklamasını istedi.
Köle:
“– Falcılıktan anlamadığım hâlde câhiliye devrinde falcılık yaparak bir adamı aldatmıştım. Bugün onunla karşılaştık. Adam o yaptığım işe karşılık size ikram ettiğim bu yiyeceği verdi,” deyince Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, parmağını boğazına götürerek (tüm eziyetine rağmen) yediklerinin hepsini çıkardı. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 26)
Diğer bir rivâyete göre köle:
“– Bir lokma için bu kadar eziyete değer miydi?” dediğinde Hazret-i Sıddîk:
“– Canımın çıkacağını bilsem bile, yine de o lokmayı çıkarırdım.” cevâbını verdi. (Ahmed b. Abdullâh et-Taberî, er-Riyâdu’n-Nadra, II, 140-141)
Hızır -aleyhisselâm-’ın, meşhûr Hak dostlarından Abdülhâlık Gucdevânî -kuddise sirruh-’u ziyâreti esnasında aralarında geçen şu konuşma da pek ibretlidir. Hızır -aleyhisselâm-, Gucdevânî Hazretleri’nin ikrâm ettiği yemekleri yemez ve sofradan kendisini geriye çeker. Abdülhâlık Gucdevânî -kuddise sirruh- hayretle:
“– Bunlar helâl lokmalardır; niçin yemiyorsunuz?” der.
Hızır -aleyhisselâm- ise şu cevâbı verir:
“– Evet, helâl lokmalardır; lâkin pişiren, öfke ve gafletle pişirmiştir.”
Görüldüğü üzere yenilen bir yemeğin helâl olup-olmamasının da ötesinde, hangi hâlet-i rûhiye içinde pişirildiğinin dahî, insanın hâl, hareket, muâmelât ve ibâdetlerinin rûhâniyetine tesir ettiği anlaşılmaktadır. Bu durum, gıdâlar karşısında takınılması gereken tavrın ehemmiyet ve nezâketini ortaya koymaktadır.
Sâlih insanların gıdâlar husûsundaki bu hassasiyetleri, onları çarşı-pazardan aldıkları gıdâ maddelerini, evlerine kapalı bir sûrette taşımaya sevketmiştir. Zîrâ alınan bir gıdâ üzerinde “takılı gözler” kalmamalı ve gıdâlardan umulan enerji ve kuvvet, ihtiyâç sahiplerinin iç çekişlerinin, gariblerin ve mahrûmların mahzûn nazarlarının menfî tesirleri bulunmamalıdır.
Mümin, haram ve şüpheli olan şeylerden titizlikle sakınmanın yanında, helâl nîmetleri kullanırken de, tasarruf dengesini iyi muhâfaza etmeli ve israftan kaçınmalıdır. Âyet-i kerîmede:
“Bir de akrabâya, yoksula ve yolcuya hakkını ver! Gereksiz yere de saçıp savurma! Zîrâ böylesine saçıp savuranlar, şeytanların arkadaşlarıdır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür” (el-İsrâ, 26-27) buyurulmaktadır.
Mesnevî’de helâl lokmanın beden ve rûh üzerindeki tesirini Hazret-i Mevlânâ mecâzî üslûbuyla şöyle ifâde eder:
“Dün gece ilhâm, bize başka türlü tecellî etti. Çünkü mîdeye inen birkaç şüpheli lokma, ilhâmın yolunu tıkadı.
Nefsin arzu ettiği şüpheli gıdâlar, seni Hak yolundan alıkoyan, ayağına batmış dikenler gibidir. Bu yüzden lokmaya dikkat etmeyenler âsîlerden oldular.
Ey beden! Senin içinde öyle güzel bir gül var ki onu korursan, etrâfa yayılan güzel kokulardan, sayısız irfân ve mârifet gülistânı meydana gelir.”
Abdülkâdir Geylânî -kuddise sirruh- da lokmanın kalb tasfiyesindeki ehemmiyetine şöyle dikkat çeker:
“Bak evlâdım! Haram yemek kalbi öldürür. Lokma vardır, kalbini nûrlandırır; lokma vardır onu karanlığa boğar. Yine lokma vardır, seni dünyâ ile meşgul eder; lokma vardır ukbâ ile meşgul eder. Lokma vardır, seni her iki dünyânın da zâhidi yapar; lokma vardır, seni dünyâ ve âhiretin Hâlıkı’na yöneltir. Haram yemek, seni dünyâ ile meşgul eder ve masıyetleri sana sevimli gösterir. Mübah yemek, seni âhiretle meşgul eder ve taatleri sana sevdirir. Helâl yemek ise kalbini Mevlâ’ya yaklaştırır. Yiyeceklerin keyfiyeti ve tesiri ancak mârifetullâh ile bilinebilir. Mârifetullâh ise kalbde olur, kitap ve defterde değil. Mârifet-i ilâhiyye, Hâlık’tan kalbe ihsân edilir; mahlûktan değil. Bu ise tevhîd-i ilâhîyi tasdîk ve ilâhî ahkâmla amel ettikten sonra tahakkuk eder.”
İbrâhim Desûkî -kuddise sirruh- ise:
“Ey kardeşlerim! Haram yediğiniz sürece, hikmet ve mârifet hakkında bir şeyler elde edeceğinizi zannetmeyin.” buyurur.
Yine helâl yemekle ilgili Ubeydullâh Ahrâr -kuddise sirruh- ile Seyyid Kâsım Tebrizî -kuddise sirruh- arasında geçen şu konuşma ne kadar câlib-i dikkattir:
Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri anlatıyor:
Birgün Seyyid Kâsım Hazretleri bana dediler ki:
“– Baba! Bilir misin, zamanımızda hikmet ve hakîkat niçin az zâhir oluyor? Çünkü bu devirde bâtın tasfiyesi pek az insanda kalmıştır. Kemâl, bâtın tasfiyesindedir. Bâtın tasfiyesi ise helâl lokma yemekle mümkündür. Bu devirde helâl lokma pek azdır. Bâtını tasfiye görmüş insan ise yok gibi bir şey… Nasıl istersin ki, böylelerinde ilâhî esrar tecellî etsin?”
alıntı