Günümüzde nefisle mücadele
‘Cihadı Ekber’
Vücut ülkesini idare sanatı
Allahu Zülcelâl insana, akıl nimetinden başka, kalp ve nefis vermiştir. Yaratılışları gereği, kalp ile nefsin askerleri arasında daima çatışma ve muhalefet hali bulunmaktadır.
Nefis, ruhu daima dünya hayatına dalmaya davet ederken; kalp, ruhun asıl isteği olan uhrevi saadete, mana âlemine davet eder. Bu sebepledir ki, insan ne kadar maddeye dalmış olursa olsun, madde âlemine göre hayali saydığı; mucize, keşif, keramet gibi şeylere kulak verir ve meyleder.
Nasıl ki; nefsin, şehvet ve gazap olmak üzere iki kuvveti varsa; kalbin de ilim, hikmet ve tefekkür olmak üzere üç askeri vardır. İnsana düşen vazife, kalbine yardımcı olmak; ilim, hikmet ve tefekkürden yardım istemektir. Çünkü nefis, yaratıldığı tabiatı üzere kalırsa şeytanın askerlerinden olduğu için sonunda şeytani yollara başvurur. Şeytanın ardına düşer.
Böyle olunca, nefsin şehvet ve gazap kuvvetleri kalbe musallat olmakla, Allah-u Zülcelâl’in askerlerinden olan kalp, şeytanın askerlerine katılmakla helak olur ve ebedi hüsrana uğrar.
İnsanoğlunun bedenindeki nefsin makamı, bir ülkenin hükümdarının makamı gibidir. Zira beden nefsin ülkesi, karargâhı ve şehridir. İnsanoğlunun düşünen akli kuvveti ise hükümdarı için her hayrı isteyen müsteşar ve akıllı, anlayışlı bir vezir gibidir.
Bunun için hükümdar olan nefsin, vücut olan şehre yapacağı zararlara; vezir olan akıl tarafından, nefse hitap edilerek, onu uyarmak suretiyle engel olunmalıdır. Vücut ülkesini harap etmesine engel olmak için faydalı olan ne ise onu yaptırmaya çalışmalıdır.
Nefsin duygu ve azaları ise sanat erbabı ustalar ve ameleler gibidir. Nefsin şehvet kuvveti ise şehre hayat levazımları getiren kötü bir hizmetçi gibidir. Nefsin gazap kuvveti ise memleketi koruyan emniyet kuvvetleri, âmirleri gibidir. Fakat hayat levazımlarını beden şehrine getiren şehvet kuvveti, gayet yalancı, hileci, aldatıcı ve çirkin bir şahıstır. Ancak, şaşırtıcı bir şekilde, hayır isteyen nasihatçi bir kimse gibi görünmektedir. Her bir nasihati altında bir şer, verdiği her şerbetin içinde bir damla zehir vardır.
Şehvet kuvvetinin; vezir olan akılla çekişmesi, sözünü dinlememesi, görüşlerini beğenmemesi, dikkate almaması âdetidir. Bundan dolayı, hiç bir zaman akıla karşı gelmekten ve saldırıda bulunmaktan çekinmez.
İşte, durumu bu kadar nazik olan vücut şehrinin padişahı olan nefis, dünyada ve ahirette huzuru elde etmek için o vücut şehri için gerekli olan ne ise onu yapmalıdır. Yoksa Allah-u Zülcelâl’in gazabına duçar olur ve perişan olur.
O halde, akıl nefse hitaben şöyle demelidir: “Ey nefsim! Sen kendi vücut şehrini imar edersen; Allah-u Zülcelâl’in emirleri olan ibadet, zikir, dini sohbet vb. şeyleri yaparsan, hem bu dünyada hem de öbür dünyada huzur ve kurtuluşunu hazırlamış, Allah-u Zülcelâl’in azabından kurtulmuş olursun. Yok, eğer kendi vücut şehrini helak edersen; Allah-u Zülcelâl’in yasak ettiği haramları yapar; taat, zikir ve sohbetten uzaklaşırsan, iki dünyada da helak olur ve ebedi azaba müstahak olursun!”
Nasıl ki, bir padişah, ancak memleketi için faydalı olanı yaparsa, huzur ve sükûneti sağlamak için her türlü olumsuzluklar karşısında tedbirini alır, dışarıdan ve içeriden gelen zararı defederse huzuru sağlayabilir. Böylece hem kendisi hem de halkı rahat eder. Yok, eğer memleketi için faydalı olanı yapmaz, kendi istek ve arzusuna göre hareket eder, tedbir almaz, huzur ve sükûneti sağlamaz ise kendi de halkı da helak olur ve memleketi perişan eder.
Üstelik daha sonra duyacağı pişmanlık da fayda vermeyecektir. Olan olur; vatan ve milletini kurtaramadığı gibi saltanatı da elinden gider. İşte, böyle olmaması için insan, nefsine nasihat ederek şöyle demelidir:
“Ey nefsim! Aklın vermiş olduğu telkinleri kabul eder, Allahu Zülcelâl ve Resulü sallallahu aleyhi veselleme itaat eder, düşmanlarını da def edersen; Allahu Zülcelâl’in rahmet ve bereketine nail olur, iki dünyada da mutluluğa erersin. Cennet ve Cemalullah’la müşerref olursun. Eğer aklın telkinlerine sırt çevirir, heva ve hevesine uyar ve ona göre hareket edersen, Allahu Zülcelâl’in gazabına duçar olup bu dünyada perişan olduğun gibi öbür dünyada da cehenneme müstahak olursun! Birçok kişinin (sana) yapamayacağı zararları, tek başına nasıl yapıyorsun!”
Demek ki insan, vücut şehrini helak etmekle, bizzat kendini helak etmiş olacağından, bile bile kendini ateşe atmış olur. İyi bilmeli ki son pişmanlık, asla fayda vermez.
Şüphesiz, bu söylenenleri uygulamayan, birçok insanın kendini, ailesini ve çoluk-çocuğunu, gerek zahiren ve gerekse manevî açıdan, perişan ettiğini görmekteyiz...
Nefisle mücadele
Nefsi isteklere uymak ne kadar çirkin bir binektir. Çünkü nefis, insanı fitne ve karanlıklara sürükler. Sabretmesi ve tahammül etmesi güç bir yaratıktır. İnsanı devamlı zorluklara ve yanlışlıklara iter.
Kim nefsi isteklerin arzusuyla dünya hayatına bakarsa cehennemde yanmayı hak eder. Allahu Zülcelâl nefisle mücahede hakkında şöyle buyurur: “Her nefis, ne hayır işlemiş, ne kötülük yapmış ise onları önüne konmuş bulur. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Allah kullarına çok şefkatlidir.” (Al-i İmran; 30)
İnsan daima kendi nefsiyle hesap görecek; bir hata veya masiyet yaptığı zaman, o hataya karşılık olarak nefsini cezalandıracaktır. Mesela, Hz. Ömer radıyallahu anh, bir gün, ikindi namazında bahçesinden camiye gelip cemaatin dağılmış olduğunu görünce, iki yüz bin dirhem değerindeki bahçeyi, nefsine ceza vererek sadaka olarak vermiştir.
Rebi bin Haysem radıyallahu anh anlatıyor; “Kendisinden nasihat dinlemek amacıyla Veysel Karanî radıyallahu anhın yanına gittim. Sabaha kadar (ibadet ve zikirle) oturmuştu; ben de onunla beraber oturdum. Sabah namazını kıldı. Tesbihatını yapsın dedim. Tesbihatla meşgul oldu, hatta öğleye kadar buna devam etti; öğle namazını kıldı ve oturdu; İkindiye kadar. İkindi namazını da kıldı, akşama kadar...
Böylece tekrar sabaha kadar devam etti. Sabah olunca sabah namazını kıldı; sonra yine oturdu ve uyku ona bir anlık peyda oldu ve şöyle buyurdu; ‘Allah’ım! Çok uyuyan gözden ve doymayan karından sana sığınırım.’ Bunun üzerine; ‘Onun bu durumu (ders ve nasihat olarak) bana kâfidir.’ dedim ve oradan ayrıldım.”
Görüldüğü gibi Veysel Karanî radıyallahu anhın, Allahu Zülcelâl’e karşı durumu, gayreti ve nefsiyle mücahedesi, bir Sahabe'ye dahi büyük bir ibret oldu.
İşte bizler, onların yaşantısıyla bizim yaşantımızı karşılaştırırsak kendimizi nereye koymamız gerekir, iyi düşünmeliyiz.
Eskiye göre şartlar değişti
Zamanımızda yeme içme, giyim kuşam ve maddi imkânlar çok bol olduğu halde, kulluk olarak onların çok gerisindeyiz. Tabi olarak imkânların fazla olması, aynı zamanda insanların nefislerini olumsuz yönde etkilemektedir. Her türlü kolaylık ve rahatlığa sahip olmak, nefislerimizi şımartmakta, kulluk vazifelerine karşı nefsimizi isteksiz, gönülsüz hale getirmektedir.
O halde şöyle düşünelim, mademki eski zamanlara göre daha rahatız, biz de bu kolaylıkları bir avantaj olarak değerlendirip kulluk görevlerimizi o şekilde yapalım.
Nefsin güçlenip üzerimizde baskı oluşturmasının, ibadetlere karşı tembelleşmesinin sebepleri nelerdir? Fazlasıyla yeme içme, oyun, müzik, eğlence, dedikodu gibi mubah veya doğrudan mekruh ve haramlarla nefsimizi kuvvetlendirmiş oluyoruz. Her istediği yerine getirilen, şımartılmış bir nefis, elbette üşengeç ve Allah’a asi olacaktır.
Oysa helal sınırları içerisinde kalarak yeme içme, israfa girmeden giyinme, lükse kaçmadan yeterli bir konforlu hayata sahip olmak da mümkündür. Üstelik her sabah, musluktan akan sıcak su ile birçoğumuzun abdest alabildiği kolaylıklara da sahibiz.
Nefisle mücadele ve mücahede de zafer kazanmak için kul, sürekli acziyet içerisinde dua ederek Allah’tan yardım istemelidir. Nefsin de şeytanın da her şeyin olduğu gibi sahibi Allahu Zülcelal’dir. Onların şerlerinden Allah’a sığındığımızda Allah onların şerlerinden bizleri muhafaza edecek ve onlara karşı bizlere zafer nasip edecektir.
Ayrıca şuna dikkat edelim; nasıl ki her sanatın bir ustası varsa nefisle mücadele etme sanatının da ustaları, Mürşidi Kamiller ve salih kullardır. Nefisleriyle mücadeleyi kazanmış, olgun, kâmil hale gelmiş bu insanlarla beraber olmaya çalışmak, bu sanatın öğrenilmesinde çok önemli bir yere sahiptir.
‘Cihad-ı Ekber’
İnsan nefsini, muhalefet kılıcı ile her öldürüşünde, Allah-u zülcelâl onu yeniden diriltir. Dirildiği zaman yine birçok şeyler ister, insanla inada tutuşur; kötülük kanatlarını açar, yine uçmaya başlar.
İşte hal böyle olunca insana düşen görev, yine inatçı nefsi ile cihat etmektir. Nefis ölmez, insan sağ oldukça o da olur. Nefis yalnız, terbiye olur. İnsana düşen yegâne görev, onu terbiye etmek sureti ile ıslaha çalışmaktır. Bu mücadelenin sonunda mükâfat da büyük olur. İman sahibinin daimi vazifesi, nefsini yenmektir.
En büyük ibadet ve en zor iş nefisle uğraşmaktır. Çünkü Allah-u zülcelâl ayeti kerimede bu mücadeleye işaret ederek buyuruyor ki; “Ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et.” (Hicr; 99) buradaki ibadetten mana, nefse karşı olmaktır. Çünkü insan, ancak Allah’ın emirlerini nefsine muhalefet ederek tam manasıyla yerine getirebilir. Kaldı ki, bütün hayırlar nefse karşı olmakla başlar. Daima onun istemediklerini yapmak lazımdır.
Her iman sahibi, Allah-u Zülcelal’in huzuruna çıktığı zaman; nefsini ıslah etmiş olmalıdır. Bu hal, o imanlı kimseyi cennete götürür. Cennete sadece iman sahipleri girer. Oraya bir defa giren, sonuna kadar kalır, bir daha çıkarılmaz. Cennette güzelliklere sınır yoktur. Her an yenisi gelir. Bunların önü, sonu ve tükeneceği yoktur. Bu güzellikler, dünyada her an, her gün nefisle yapılacak mücadelenin mükâfatıdır.
Öyle ise insan kendi kendine: “Ey Nefsim! Dünya ahiretin tarlasıdır. Eğer bu yazdığımız güzellikleri istiyorsan, kendini müstahak etmek için biraz gayret göster, itaatkâr ol ve Allah-u Zülcelal’in yolundan ayrılma ki sonunda bu güzelliklere kavuşabilesin.”
Kaynak: Seyda Muhammed Konyevî; “Nefse Hitap”, Reyhanî Yayınları, 2004.
GÜLİSTAN ARAŞTIRMA SERVİSİ