Karıştır Çayını Zaman Erisin
Karıştır Çayını Zaman Erisin
http://www.ravzayahasret.com/images/.../wol_error.gifClick this bar to view the full image.http://img2.blogcu.com/images/g/r/i/griya/g_l_c_k.jpg
Yeni Cami'nin avlusundan, yuvası bozulmuş karıncalar gibi etrafa koşuşan insanlar, nereye ne taşıdıklarını bilememenin verdiği huzursuzluk ile desiseli bir ses topluluğunu andırıyorlar...
Seyyar satıcıların adım başı elime iliştirdikleri her nesne, dumanı üstünde bir öykü olarak kalıyor avuçlarımda. Yüzüme şiddetle çarpan bir bakışın, önüme düşen kızıllığında erimemek için rüzgâra bakınıyorum. Rüzgâr, sabahsız kuşların kanatlarını yüklenmiş, ıslığını yüzüme zorla dayatıp geçiyor. Dokunsan ağlamaktan çekinmeyecek çocuk gözleri, yoksulluğun verdiği arsızlık ile "Allah rızası için, geçmişimi sil üzerimden!" Der gibi önümü kesiyor. Allah rızası için almayın çocukluğumu elimden, diyorum. Kaçarcasına uzaklaşıyorum, besbelli kaçıyorum.
Yılların yorgunluğu gözlerine oturmuş hafif gençten, yaşlılığın alametlerini erken soluyan doğulu garsonlar, dillerine pelesenk olmuş, her dilden nağmeyi çekinmeden müşterilere bir nezaket buketi olarak uzatabiliyor. Hayır diyemiyorum bende bir müşteri olarak. Ne alırdınız? Sorusundan yükselen samimiyet karışımı ilgi, kırk yıldır tanışıyoruz izlenimi verse de bana, geleneğin ve yörenin üstlerine sindirdiği muhkem ritüellerin bir parçası. "Çaycı, getir ilaç kokulu çaydan / dakika düşelim senelik paydan!" (*) mısralarının dilime düşmesine engel olamıyor, geleneğin bir ucundan da ben tutuyor, dumanı üstünde bir çaya evet diyorum. İçimin tutsaklığını bastırdıkça, "Zindanda dakika farksızdır aydan / karıştır çayını zaman erisin / köpük köpük duman duman erisin!" (*) diyerek devam ediyorum zamanı yudumlamaya.
Kaç dakikamı bıraktım bilmiyorum, önümdeki üç-beş bardağı dahi taşıyamayacak kadar yorgun masaya, koca bir söğüdün yüreğini anımsatıyordu baktıkça. Saniyelerin üzerime üşüşmesiyle kendime geldim. Zaman yorar mı ki insanı? Oysa estikçe üzerimize, her şeyimizi alıp götürmüyor mu? Bakıyorum herkes gitmiş, ardında birer soru işareti bırakarak.
Ne zamandır içimde sütunlar halinde dikili duran dizelere tutunarak ayrılıyorum Yeni Cami'nin minareli ellerinden. Bakışlarımı da düşürünce yerlere, basacak yer kalmıyor kaldırımlarda. Tüm gücümü kalbime toplayıp, tüm varlığımla kalbimde toplanıp, Eminönü'nün salaş koridorlarına doğru yol alıyorum. Herkese bir şiir borcum olduğunu bilmiyordum, bakmayın öyle alacaklı gibi! Yalnızca üç harfe sığdırdığım lisanım hangi şiirin akranı ola ki? Üç adım daha atamayacak kadar, belirsizim. İzin verin üç adım geriye gideyim. Üç bahar öteye...
Sokaklar, kuruyan dudaklarına aldırmaksızın, her sese talip oluyor. İyi gitmeyen bir şeyler var, ya da bir türlü gidemeyen. Kalabalığın su yüzüne çıkardığı yalnızlığım, kapkara bir leke gibi duruyor üzerimde. İçimde kalan bir kaç parça umut kırıntısına kaç bin martı üşüşüyor bilseniz. Soluğumda kanatlanan lafızların kaç'ına kement vurduysam, o kadar yuvarladım dilimi sözlerden aşağı. Şiirin harflerimi hırpalamasından değil, bu şiire dokunacak tek-bir harfin bile bir daha ses vermemesinden korktum...
http://img2.blogcu.com/images/g/r/i/griya/masum_.jpg
Gözlerinin kıyılarında hüznün yosun tuttuğu balıkçı'nın oltasına takılan düşüncelerim, allak bullak oluyor bir anda. Toplamaya çalıştıkça dağılıyor her yanım. Bu tuzağa balığın düşmesi gerekiyordu, balıkçının değil. Yoksa hafızam balıkla yer mi değiştirmişti? Kendi ummanına savurduğu oltasına, yine kendisi takılan ben miydim? Tutunacak bir parça yosundan bile yoksun muydum? Yoksun muydu hayattan mısralarım? Mısra diye bir şey yok muydu? Bir şey yoksa, yok muyduk?... Hayır hayır, balıkçının oltasında takılı kalan ben değilmişim. Düş'tü bu olsa olsa... Bir intihar payı çalmıştım kurşunlardan geçerken, şimdi ölüm açlık gibi vuruyor / kursağımda avuç avuç toprak, ağıtlarım ne yapmacık duruyor! Sözünü ettiğim habis şiir bu. Karanlıkla işbirliği yaptığı besbelli şairin. Ayak uçlarıma doğru yollanan ıssızlığın ölüm olması gerekmiyor, birkaç mısra yetiyor nefesimi soyutlamaya.
Marmarayı bayram yerine çeviren martılar, çoşkuları ve suya gösterdikleri imtina ile beni yaşıyorlar sanki. İçimde var olan yaşama heyecanına karşı, hep bir adımımı geride bırakışım, geçmişe gösterdiğim özveriyi geleceğe taşıyamamanın verdiği çekinceden ibaret. Arınmak, aranan ruhu bulmakla başlıyor. İnsan yaşamak istediği şey için ölürmüş. Ölmekle yaşamak aynı şey değil mi zaten? İnsan ölmek istediği şey için de yaşarmış, bildim ben.
Durağanlığı yüzlerinden okunan sular, hep aynı yerde durmaktan sıkılmış olmalı benim gibi, onları galeyana getirecek bir sesin üzerilerine düşmesi için sallanıp durmaktalar. Bende ayak uyduruyorum onlara elimde olmadan, yavaştan yavaştan kaptırıyorum kalbimi dalgaların ahengine, uğultusuna. Her hamlede ruhum bedenime girip çıkıyor. Söyleyip susuyor etrafım... Başlayıp duruyor rüzgâr... Bakıyor, görmüyorum... Ellerimi geri istiyor kuşlar... Ve ben, anı geri istiyorum Istanbul'dan.
Yürüyoruz gölgemle birlikte, minarelerden aşağı düşen sesler tutup ellerimizden götürüyor bizi. Islanmışız farkında olmadan, her damla içre gün'ah'larımızı da düşürerek, ıslanmışız. Kendimizi toplu halde buluyoruz, aff'a durmuş saflar halinde... Üzerimde gezinen kara lekenin eriyip aktığını görüyorum ruhumun kıyısından. İliklerime kadar ürperiyorum istemenin karşısında, verilenin bereketi kaplıyor ortalığı. Secde yokuşu uzadıkça yorgunluğum kısalıyor. Kardeşlerimle kurduğumuz omuz barikatı geçit vermiyor nefisten yana yıkılmalara, aldatılmalara... Nefesimize karışan melekleri duyumsuyorum. Bir kez daha görmenin nasibini tartamadığım muhayyileyi yaşıyorum. Hepimiz ölümden az öncesini görüyor, sonrasına gözlerin takati kalmıyor.
Yağmura bastığımı, bulutun kükremesi ile farkedebiliyorum ancak. Ardından kızgın bakışlarından çıkan ışık ele veriyor bizi, göz bebeklerimize kadar aşikâr ediyor. Korkmadım ıslanmaktan hiç. Usulca seyrediyoruz neon lambalarının izin verdiği yere kadar. Ötesine yer yok bu şehirde, ötesi de var mı ki? Neyse... Nereden esti bilmiyorum, çocukluğum çıkıveriyor çantamdan. Bakışlarımızı tokuşturup, gülüşüyoruz içimdeki benle. Akılları bir, iki meczup. Önce insan yüzlerinden kurtulmalıyız, toprağın yüzünü seçebilmek için. Yağmurun büyüsünü bozmak aklımızda uçuşan tek düşünce, çamurdan ellerimizle hemde.
Bütün bunlar Eminönü'nde mi oldu? Önümde emin olamadığım yeterince yol varken hem de. Yanıbaşımdan geçen zamanı fark edememişim, hayat günbegün kalabalıklaşıyor. Yalnızlık sırıtıyor üzerimde, kış güneşi gibi, sanki mevsimsiz ortaya çıkmış gibi, ne ısıtmayı becerebiliyor, ne de geri çekilebiliyor. Düşüncelerim soru-cevap siluetleri arasında gidip gelirken, yer değiştiriyorum yaşamanın bir sahnesinde. Yer değiştiren yalnızca ben değilim, varlık yokluğun, yokluk varlığın yerini almakta gecikmez elbet.
Oysa giden kısacık, gelen ne uzun...
Mehlika Toyga / Yolcu Dergisi, Sayı:52
Cevap: Karıştır Çayını Zaman Erisin
Emeğinize sağlık. Allah (c.c) razı olsun.