Bir sevgi, şefkat ve hamiyet devleti...
Rivayetler muhtelif, ancak 27 Ocak 1299, Osmanlı Devleti’nin resmen kurulduğu tarih olarak genelde kabul görür. Bu münasebetle, genelde Osmanlı Devleti’ni, özelde ise devlet-millet ilişkisini yürek boyutunda inşa eden sevgi-şefkat köprüsünü işleyeceğiz.
Bilirsiniz, her devlet kimliğini insanından alır. İnsanımız “hayrat (sırf Allah rızası için yapılan iyilikler) ve hasenat (sevaplar) insanı” iken, devletimiz “sevgi, şefkat ve hamiyet dev*le*ti” idi. (“Sevgi, şefkat ve hamiyet dev*le*ti” derken, vatandaşa odaklı, vatandaşını merhametle seven, hakkını-hukukunu, namus ve haysiyetini koruyan bir devlet yapısı kastediyoruz.)
Ne zaman ki, insanımız, “hayrat ve hasenat insanı” olmaktan çıkıp, salt kendine yaşamaya başladı, işte o zaman devletimiz “sevgi, şefkat ve hamiyet dev*le*ti” olmaktan çıkıp kendi insanına vuran, kendi insanını kıran, inciten “ceberut devlet”e dönüştü.
Sözün tam burasında, “Neye layıksanız öyle yönetilirsiniz” mealindeki hadis-i şerif, insanın dünyasına giriveriyor. Demek oluyor ki, daha fazlasına değil, bu kadarına layığız! “Yanlış insan”dan “doğru devlet” çıkmaz. Doğru devlet isteyen, önce kendini doğrultur. Bakalım biz “doğru” muyuz?
Devleti israf içinde olmakla suçluyoruz, kendimiz israf içindeyiz…
Devleti gösterişçilikle suçluyoruz, kendimiz her türlü gösteri ve gösterişle iç içeyiz…
Devleti rüşvetin önüne geçemediği için eleştiriyoruz, rüşvet alıp veriyor, bununla da övünüyoruz.
Dilencisiz toplum
Oysa biz eskid*en böyle değildik; lüksümüz, tantanamız, kibrimiz, gururumuz, rüşvetimiz, soygunumuz, bencilliğimiz, gösteri ve gösteriş tutkumuz yok*tu. Salt kendimize yaşamaz, elimizde-avucumuzda olanı paylaşır, bunu yaparken de din, dil, ırk farkı gözetmezdik.
Kısacası eski insanımız, “hayrat ve hasenat insanı”, eski to*plu*mumuz, sözün tam manasıyla bir “sev*gi, şefkat ve yardım to*plu*mu”, bu yüzden eski devletimiz (Osmanlı Devleti) tam bir “sevgi, şefkat ve hamiyet dev*le*ti” idi.
Yaratılanlar arasında en müstesna yeri alan insan öncelikli olarak geliştirilen “yardımlaşma sistemi”, zaman içinde “yardımlaşma ahlâkı”na dönüşüp kutsallaşmıştı.
O kadar ki, salt kendine yaşayan bencilliği, toplum, safra atar gibi atmaya başlardı…
Muhalifler, muarızlar, egoistler, benciller ya “birlikte” yaşamayı öğrenip “yardımlaşma”nın keyfine varırlardı, ya da dışlanıp yalnızlığa gömülürlerdi.
Meşhur Fransız gezginlerden A. De. La Motraye yazıyor: “Bütün Türkiye ile Tataristan’da (Kırım’da) dilencinin yahut dilenciliği meslek edinmiş fukaranın ne olduğu bile malum değildir.” (Voyages en Europe, Asie et Afrique, La Haye, 1727, c.1, s. 263)
Yardımlaşma sayesinde “dilencisiz bir millet” doğmuştu.
Şimdi de Comte de Marsigli’ye kulak verelim: “Türkler, ya fıtrî kanaatkârlıklarından, ya da ticaret sahasındaki maharetlerinden dolayı içlerinde hemen hiçbir dilenci ve sefile tesadüf edilemeyecek bir hale gelmişlerdir.” (L’etat militaire de l’Empire Otoman, ses progres et sadecadence, c.1, s. 48)
Sıra Comte de Bonneval’da: “İstanbul şehriyle çevresinde yaklaşık iki milyon nüfus yaşıyor. Bu yapısıyla, İstanbul, Avrupa’nın en büyük şehirlerinden biridir. Buna rağmen, bu koca payitahtta (başkent) tek bir dilenciye rastlamak bile mümkün değildir.”
“Dilencisiz toplum”a ulaşmayı sağlayan zekât, fitre, sadaka gibi yardım müesseseleridir. Bunlar tıkır tıkır işliyor, kendi hayatını “kanaatkârlık” üzerine kuran Osmanlı insanı, birikimlerini muhtaçlarla paylaşmaktan büyük zevk alıyordu.
Başta zekât-fi*tre ol*mak üzere, yaygın yardım kurumları to*plum*sal barışın da di*nam*o*suy*du. Rumlar, Ermeniler, Museviler, Katolikler, Ortodokslar, Protestanlar; kısacası farklı inançlarla etnik kimlikler, aynı bayrak altında kavgasız-nizasız yaşıyordu.
“Vakıf ahlakı”mızı yi*ti*rince, barışı da yi*tir*dik. Özelliklerimiz ve güzelliklerimiz zaman içinde sol*du.
Vakıf devlet, vakıf millet
Osmanlı asırlarında insan ve devlet bir bütündü. El ve gönül birliği içinde hareket ediyor, devletin eksik bıraktığını millet, milletin ulaşamadığını devlet tamamlıyordu. İkisi aynı duyarlılık ve amaç bütünlüğü içinde fakir-fukarayı gözetiyor, kurulan vakıflar sayesinde vatanın en ücra köşelerine dahi ulaşılıyordu.
Kısacası dev*let “vakıf dev*let”e, mil*let “vakıf mil*let”e dönüşmüştü. “İnsana hizmet ibadettir” anlayışı tüm hayata hâkimdi. Hem dini, hem de milli kültürümüzün temelinde “eşref-i mahlûkat” olarak “insan” vardı…
İnsan merkezli olarak eğitilen Osmanlı insanı din, dil, renk, ırk farkı gözetmeksizin insanlara hizmeti ibadet telakki ediyor, “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” prensibi içinde, hayırda yarışır, bu ulvi ve külli yarışın bir sonucu olarak da, büyük hayır müesseseleri (vakıflar) vücuda getirirdi.
Osmanlı’da vakıf müesseselerin bolluğu ve yaygınlığı, hayırda yarışın ne denli büyük bir toplumsal heyecan dalgaları oluşturduğunu gösteriyor.
Rahatlıkla diyebiliriz ki, Osmanlı insanı, “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olan, malın en hayırlısı Allah yolunda harcanan, Allah yolunda harcananın da en hayırlısı halkın en çok ihtiyaç duyduğu şeyi karşılayandır” anlayışı çerçevesinde, hayatını yaradılış hikmetine hizmete vakfetmişti.
Devlet, insanının bu ulvi çabasından öylesine etkilendi ki, (belki birazcık abartıyorum) bizatihi kendisi devasa bir vakfa dönüşüp din, dil, renk, ırk, kıyafet faklı gözetmeksizin, tüm gücünü, yönettiği insanların hizmetine sundu. Bu da Osmanlı’yı “dilencisiz millet” yaptı.
İnsanın değeri
Osmanlı ahlakında insan hayatın merkezidir. Vakıf müesseseler ise, insana (ve tabii ki hayata) duyulan sevgi ve saygının kurumlaşmış halidir.
Böyle müesseseler düşünebilmek için, insanın yaratılış hikmetini kavramak gerekir. İnsanın yaratılış hikmetini en iyi anlatan kitap Kur’an olduğuna göre, insana hizmeti pek tabii Müslümanlar kurumlaştıracaklardı. Böylece Müslüman yüreklere “vakıf” fikri doğdu ve kısa sürede kültüre dönüştü.
Bir kişinin malını-mülkünü hiç tanımadığı insanların hizmetine sunması, insanı tüm teferruatı ve kıymetiyle kavramasıyla mümkündür! Belli ki, bu idrak Osmanlı insanında mevcuttu. Bu idrak olmasaydı, yirmi altı binden fazla vakıf kurulabilir miydi? Bu vakıflardan bazıları hayvanlara ve bitkilere yöneliktir ki, Ortaçağda böylesine derin bir çevre bilincini takdirle anmamak haksızlık olur.
Kendi ecdadımıza haksızlık demek, “sütsüzlük” demek olacağından, hayvanlara ve bitkilere bakış açısına birkaç örnekle işaret etmek isteriz.
Meşhur Avrupalı gezginlerden El*is*ee Recus yazıyor: “Osmanlılardaki iyilik duygusu hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır...
Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde, hangi evin bacasına leylekler yuva yapmışsa, bilin ki o bir Türk evidir. Leylekleri rahatsız etmemek için ateş yakmazlar.” (Küçük Asya, c. 9)
Gez*gin Guer, başka bir örnek veriyor: “Bu adamlar (dediği bizim ninelerimiz ve dedelerimizdir) sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar... Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür...”
“Osmanlı asırları”nda, canlı cansız tüm varlıkların Allah’ı zikrettiğine inanıldığı için, hayata “şefkat” ediliyor, hayatın en kıymetli varlığı olan insana, düşman olmaması kaydıyla, “öz kardeş” nazarıyla bakılırken, hayvanlar ve bitkiler aynı şefkat anlayışı içinde kucaklanıyordu.
Artık şunu iddia edebiliriz: Yeryüzünün ilk “sosyal devlet”i ninelerimizle dedelerimizin kurduğu Osmanlı Devleti’dir.
Avrupa’nın durumu
Osmanlı asırlarında devlet ve millet “vakıf” statüsü kazanırken, Avrupa kendi bencilliğinde tükeniyordu. Bu yüzden Osmanlı Devleti’ne uğrayan gezginler hayretten hayrete düşüyor, Avrupa’ya Osmanlı insanını ve onun devletini örnek gösteriyorlardı.
Bir zamanlar Londra Ticaret Odası’nın en görünür yerinde şu mealde bir tavsiye levhası asılıydı: “Türklerle alışveriş et, yanılmazsın.”
Osmanlı askerî teşkilatını Avrupa´ya tanıtmasıyla meşhur Comte de Marsigil, yere tükürmedikleri için, atalarımızı şöyle eleştiriyor:
“Türkler hiçbir zaman yere tükürmezler. Daima yutkunurlar. Bunun için de saçlarında sakallarında bir hararet olur ve zamanla saçları, kaşları, sakalları dökülür.”
Osmanlı’da ilk vakıf Orhan Gazi tarafından vücuda getirilmiştir. (Osmanlı, vakıf müessesesini kendinden önceki doğru bazı uygulamalardan aldı. Ancak onları yeniden inşa edercesine geliştirdi)
Kurucu Osman Bey’in şanlı oğlu, Hıristiyanların kutsal kenti İznik'te ilk Osmanlı medresesini (üniversitesini) kurarken, üniversitenin ilmi özerkliğini devam ettirebilmesi için gereken ekonomik bağımsızlığı temin konusunda bir kısım gayrimenkullerini vakfetmişti.
Bu bağış, Osmanlı’nın “vakıf devlet” statüsüne dönüşünün en belirgin adımıdır.
Osmanlı Devleti’nin 709. kuruluş yıldönümü hepimize kutlu olsun.
Spot1: Eski insanımız, “hayrat ve hasenat insanı”, eski to*plu*mumuz, bir “sev*gi, şefkat ve yardım to*plu*mu”, bu yüzden eski devletimiz (Osmanlı Devleti) tam bir “sevgi, şefkat ve hamiyet dev*le*ti” idi. Yaratılanlar arasında en müstesna yeri alan insan öncelikli olarak geliştirilen “yardımlaşma sistemi”, zaman içinde “yardımlaşma ahlakı”na dönüşüp kutsallaşmıştı.
Spot2: Yeryüzünün ilk “sosyal devlet”i ninelerimizle dedelerimizin kurduğu Osmanlı Devleti’dir. Osmanlı asırlarında devlet ve millet “vakıf” statüsü kazanırken, Avrupa kendi bencilliğinde tükeniyordu. Bu yüzden Osmanlı Devleti’ne uğrayan gezginler hayretten hayrete düşüyor, Avrupa’ya Osmanlı insanını ve onun devletini örnek gösteriyorlardı.
Kutu….
Osmanlı Devleti armasının anlamı
Arma kimliği anlatan bir işarettir. Resimler, harfler ve şekillerden oluşur. Bir devleti, hanedanı ya da şehri anlatır. Devletlerin halkı tarafından benimsenen armaları vardır.
Osmanlı Devleti’nin arması 18. yüzyıl sonlarında meydana gelmeye başlamış, karakteristik özelliklerini II. Abdülhamit Han devrinde kazanmıştır. Bu devirde devletin unsurlarını armaya yerleştirme fikri ön plana çıkmıştır.
Osmanlı armasının üzerindeki sembolleri en tepeden başlayarak şöyle sıralayabiliriz:
En tepede bir güneş şekli ve onu çevreleyen güneş ışıkları vardır. Güneş şeklinin ortasında armanın ait olduğu dönemin hükümdarlarının tuğrası yer almakta. Onun altındaki yukarıya açık hilalin üzerinde Arapça "Osmanlı Devleti’nin hükümdarı olan … han, Allah’ın (c.c.) muvaffak kılması ve yardımına dayanır ve öylece hüküm sürer" anlamına gelen bir söz yazılı.
Onun altında, armanın tam göbeğine gelecek şekilde aynalıklı kalkan motifi var. Bu kalkanın çevresinde yıldızlar bulunuyor. Bu yıldızların sayısı çok zaman 12 adet ile sınırlandırılmış olup 12 burcu temsil eder. Böylece Osmanlı, kâinatın merkezine yerleştirilmiş olur.
Kalkanın hemen üzerinde de devletin kurucusu Osman Gazi'yi temsil eden bir sorguç vardır ki Osmanlıların köklerine ne kadar bağlı olduğunu anlatır.
Kalkanın sağ yanında Osmanlı sancağı yer alır. Renkli armalarla kırmızı ile gösterilir. Onun karşısında ise hilafet sancağı bulunur. Hilafet sancağının rengi aslında siyah iken, arma üzerinde hemen daima yeşil renkte gösterilmiş ve bazen üzerinde üç hilal kondurulmuştur.
Merkezdeki kalkandan Osmanlı sancağı yönüne doğru uzanan şekiller ise şöyle sıralanmaktadır:
Sancağın üzerinde bir ok var. Sancak âleminin altında baltacılar ocağının kullandığı tek taraflı bir çift yüzlü teberler (balta) bulunur. Sonra mızrak ve altında el siperlikli tören kılıcı vardır. Sonra ağızdan dolma bir top ve altında savaş kılıcı yer alır. Hemen altında bozdoğan (gürz) görülür. Top ile bozdoğanı sancaktan ayıran boynuzdan yapılan boru ise savaş ilanını ve sonra da mehterhaneyi temsil eder.
Armanın sol yanında, yani hilafet sancağı yönünde uzanan semboller yine yukarıdan aşağıya şöyle sıralanırlar:
Sancak âleminin altında süngü takılmış bir tüfek, altında tek yüzlü teber (balta), sonra toplu tabanca ve topuz başlı asa mevcuttur. Asanın şeşper (savaş araçlarından altı dilimli topuz) topuzu kenarına asılı olan terazi adaleti temsil eder. Terazinin kitap şekilleri üzerine oturtulmuş olup bu kitaplardan üstteki Kur’an-ı Kerim, alttaki ise diğer hukuk metinleri yerine geçen kanun kitabıdır.
Hilafet sancağının altındaki çiçek şekilleri Osmanlı'nın estetik yönünü gösterir. Buket arasındaki güller hilafet sancağı üzerinde manevi ilhamlar sebebiyle bulundurulur. Buketin hemen altında bir çapa (gemi demiri) yer alır ki denizciliğin sembolüdür.
Arma göbeğindeki kalkanın hemen alt yanında dik duran bir borazan mızıka takımını; onun altında çaprazlama duran tirkeş (ok kuburu, sadak) ile meşale de gece donanmalarını ve ok müsabakalarını hatırlatır.
Armanın alt tarafını boydan boya süsleyen inci defne yaprakları, çiçek motifleri arasından beş tane madalya sarkar. Bu madalyaların isimleri şöyledir: İmtiyaz nişanı, Mecidi nişanı, İftihar nişanı, Osmanlı nişanı ve Şefkat nişanı.
Kutunun Kutusu:
Padişahlık propagandası
Necip Fazıl Kısakürek, 1954'lü yıllarda çıkardığı Büyük Doğu mecmuasının bir sayısının kapağında, Osmanlı arması işlemeli sanat eseri bir kumaş resmini yayınlayınca, "padişahlık propagandası yapmak" gerekçesi ile derginin o sayısı toplatılmış ve kendisi de suçlanarak mahkemeye sevk edilmiştir.
Necip Fazıl, mahkemede kendisini suçlayan savcıya şöyle demiştir:
"İçinde adalet işlerine bakılan bu binanın tepesinde aynı Osmanlı arması var. Siz de mi padişahlık propagandası yapıyorsunuz?"