Otuzlu yaşlar için güzelleme
Nereden okudum o hikayeyi! Tam da otuzuma bastığım günlerde... Oturup kara kara düşündüğümü hatırlıyorum, içimi adamakıllı bir korkunun sardığını... Otuz yaşında bir adam, ‘bir sabah, üzerinde güneşin hoyrat ışıkları, yeni başlayan gün için her türlü silah ve cesareti elinden alınmış, yatakta yatıyor bulur kendini, bir türlü doğrulup kalkamaz.’ Kalkma cesareti, hatta çığlık atma gücü bile alınmıştır elinden, öyle sanır. Sonra hatırlamaya başlar: Kim idi, kim olmuştur? Böyle başlıyordu Ingeborg Bachmann’ın “Otuz Yaş” adlı hikayesi. Ve ben onu okuduğumda otuzuma yeni giriyordum. ‘Bir kitap okudum, hayatım değişti’ derler ya, öyle bir şeydi benim için. Kendime sorular sormayı, geçmişimi yargılamayı öğretti Bachmann bana. Önce korkuttu, endişelendirdi, ‘eyvah gençliğim gidiyor!’ diye. Sonra 30’lu yaşlarımı sevdirdi. Ben de tutup “Otuz Yaş” diye bir deneme yazdım ardından. Bakıyorum, upuzun bir altı yıl geçmiş aradan...
Şimdi ne diye hatırladım bütün bunları? Neden otuz yaş, neden Bachmann?
Bir yazı dizisine rastladım geçende, bütün bunları o düşündürdü bana yeniden. (Milliyet, 3 Ocak 2002 Perşembe) Elif Korap, 30 yaş sendromunu sormuş uzmanlara. Sebeplerini, yol açtığı olumsuzlukları... Pek çok şey öğrendim oradan. Sonra şükrettim, sevindim kendi adıma. Ne de olsa 30’un ilk yıllarını küçük sıyrıklarla atlatabilmiştim ve şu ana kadar da korkulacak bir şey olmamıştı. Oysa küçümsenecek, görmezden gelinecek türden değil 30 yaş’ın insana ettikleri. Uzmanların söylediğine göre bir yığın dert açıyor başınıza. Bu yaşa gelenlerde; gelecek ve iş kaygısı, mesleki başarı arayışı başlıyor, evlilik sorunları kapıyı çalıyor ve ilk kavgalar... Bir yandan her şeyi yapamayacağı gerçeğiyle karşılaşıyor insan, diğer yandan da maddi problemlerin hiç de küçümsenecek şeyler olmadığının farkına varıyor, sosyal hayat da gittikçe daralıyor.
Uzmanlara göre 30 yaş sendromunun en önemli sebepleri, “Her şeyin düşünüldüğü gibi olmadığını birden fark etmek, yaşlanma endişesi, hâlâ hayallerini gerçekleştirememiş olmanın doğurduğu panik...” 30 yaş, Bachmann’ın hikayesindeki kahramanın yaşadığı gibi, insanların kendileri ve yaşları üstüne en çok düşünmeye koyuldukları dönemin adı... Çelişkiler ve bunalımlar dönemi... Bir yanda, içinde kıpırdayıp duran gençlik coşkusu; o deli çocuk, öbür yanda ‘artık sorumluluk sahibi, akıllı uslu biri olmak’, ya da öyle görünmek zorunluluğu... 20’li yaşların dünyaya baş kaldıran genç adamı ya da kadını, otuzuna geldiğinde harika bir rüyadan uyanmış gibi şaşkınlaşıyor ve sarsılıyor.
Başımıza açtığı dertler bir yana, pek çok kazancı da beraberinde getiriyor insana 30’lu yaşlar. Bu yaşlarda insan, çok az şey bildiğinin farkına varıyor. 20’lerde çok şeyi hatta her şeyi bildiğini sanırken 30’larda, kendini uçsuz bucaksız bir ormanda, yolunu kaybetmiş biri olarak görüyor. Öğrenilecek, okunacak çok şey var; gidilecek, görülecek... Zaman çok hızlı ve acımasızca geçiyor. İnsan, otuzunda kendini yetersiz hissetmeye, adamakıllı sorgulamaya başlıyor; doğrularını gözden geçiriyor bir bir. Gençliğin gök baharında bütün düşünceleriniz sivri, tartışılmaz. Her şey, ya ak ya kara... 30’lu yaşlarda ise yanlışlarınızı görüyorsunuz yavaş yavaş; hayata ve insanlara, düşüncelere daha hoşgörülü, daha geniş açıdan bakıyor, daha uyumlu oluyorsunuz. Duruluyor ve billurlaşıyor her şey.
İnsan yaşamının her dönemi, tıpkı bir ırmağın uğradığı yerler boyunca karşılaştığı güzellikler gibi keşiflere açık geçiyor. Keşfederek çoğalıyor insan da ırmaklar gibi... 30’lar mı? Korkulacak yanı yok doğrusu! Kumunu, çakılını bırakmış, billurlaşmış; fakat iç enerjisinden hiçbir şey yitirmemiş bir ırmağa benziyor insan bu yaşlarda. Yeter ki umut, o ebedi azık eksik olmasın heybesinden.
Ali Çolak