Barış ve Hoşgörünün Doğru Adresi
Barış ve Hoşgörünün Doğru Adresi
Al-i İmrân sûresi 64. ayet-i kerimesi ve devamını ne zaman okusam; zihnimde bir bağlantı kurulur; saadet asrından günümüze uzanan bir kutlu daveti okumanın heyecanını duyarım. O çağrıya katılan bir ses de ben olabilir miyim diye düşünürüm.
Kıraat esnasında elzem olan huzuru bulabilirsem eğer; tarihte yaşanmış olanı doğrudan okuduğumu hissederim. İnancımla yüklendiğim sorumluluğa dair düşüncelerim yerli yerine oturur.
Şuna inancım kuvvet bulur ki; Kur’ân’ın evrensel mesajı herkesi, her kesimi şefkatle kuşatır. Mensuplarına önce tebliği telkin etmekle; çatışma ve kavgayı değil, dostluğu ve kardeşliği önerir. İnsanlığı asgarî müştereklerde birleşmeye çağırır. İhtilaflı konulara veciz üslubuyla, itiraza mahal bırakmayacak netlikte çözüm getirir. Çünkü o inancın özü, Rahmân’ın insanlığa en son sözüdür...
Söz konusu ayetlerin manası şöyle:
(Ey Rasûlüm!) De ki: Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah’tan başkasına tapmayalım. O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım. Ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman şahit olun ki, “biz Müslümanlarız” deyiniz.
Ey ehl-i kitap! İbrahim (a.s.) hakkında niçin çekişirsiniz? Halbuki Tevrat ve İncil, kesinlikle ondan sonra indirildi. Siz hiç düşünmez misiniz?
İşte siz böyle kimselersiniz! Hadi hakkında bilgi sahibi olduğunuz konuda tartıştınız. Fakat bilgi sahibi olmadığınız konuda niçin tartışıyorsunuz? Oysa ki, Allah her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz.
İbrahim ne Yahudi ne de Hıristiyan idi; fakat o Allah’ı birleyen dosdoğru bir Müslüman’dı. Müşriklerden değildi. İnsanların İbrahim’e en yakın olanı, ona uyanlar; şu Peygamber (Muhammed a.s) ve (ona) iman edenlerdir. Allah mü’minlerin dostudur.
Ehl-i kitaptan bir kısmı istediler ki, ne yapıp edip sizi saptırabilsinler. Oysa onlar sadece kendilerini saptırırlar da farkına bile varmazlar.
Ey ehl-i kitap! (gerçeği) görüp bildiğiniz halde niçin Allah’ın ayetlerini inkar edersiniz? Ey ehl-i kitap! Neden doğruyu eğriye karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz? (Bkz. 3/64-71)
Bu ayetler, insanlığı huzur bulacağı kapıya çağıran kuşatıcı seslenişin birer parçası...
Cenab-ı Hak, Hıristiyan ve Yahudi toplulukları tevhid dini ekseninde ortak bir kelimede birleşmeye çağırıyor. Menşei itibarıyla hak olan iki dinin mensuplarının İsalm’a hiç değilse garazkar olmamalarını işaret ediyor; ona bakıp yanlışlarını tashih etmelerini buyuruyor.
Mealini arz ettiğimiz ayetler tefsirde şöyle açıklanır; Ey kitap ehli! Geliniz, İslam’ın davetine beraberce kulak verelim. Ne putları, ne haçı ne de başka bir şeyi O’na ortak koşmamak üzere sizinle sözleşelim; Allah’ın size indirdiğine karıştırdığınız yanlışları bir tarafa bırakın ve artık teslisi savunmayın. Geliniz, kulluğu sadece bir olan Allah’a tahsis edelim ve akl-ı selim sahibi herkesin kabul edeceği müşterek bir kelimede birleşelim.
Ey kitap ehli! Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmayın. Harama helal, helale haram diyenlerin sözlerini, ölçüp tartmadan kabul etmeyin.Helaller ve haramlar konusunda murad-ı ilahinin aksine hüküm veren bilginlerinize uymakla onları tanrılaştırmayın... Efendimiz (s.av.) bunun açıklanmasını isteyen Adiy bin Hatem’e; “Bir şeyi helal ve haram kılan din bilginlerine uymanın, onlara tapmak gibi olacağını” bildirmiştir...
Ey kitab ehli! Bilmediğiniz şeyler üzerinde ileri geri konuşmayın. Hz. İbrahim hakkında gerçekle bağdaşmayan iddialar öne sürmeyin. Onun Yahudi ya da Hıristiyan olması mümkün değildir. Çünkü Tevrat ve İncil onun risaletinden sonra gelmiştir... Ve o, müşriklerden de değildi. Allah’ı bir bilen tam bir Müslüman’dı. Bu sebeple Hz. İbrahim’e inanç bakımından en yakın olanlar Hz. Muhammed (a.s.) ile onun ümmetidir. Bu durumda, “İbrahimî” nitelemesini ihraz edebilecek din, sadece İslam’dır...
Burada Cenab-ı Hak, ehl-i kitabın düştüğü yanlışları belirtiyor ve soracağı can alıcı suali soruyor. Fakat onları çağırdığı kapıyı hep açık tutuyor...
Rasûlullah (s.a.v), öbek öbek insanları İslam’a çağırıyor. Yahudi alimlerine İslam’ı anlatıyor. Rum kayserine, İran kisrasına “İslam ol kurtul çağrısını” taşıyan elçiler gönderiyor. Elçilerin taşıdığı mektuba yukarıda mealini verdiğimiz ayetleri yazıyor. Ve bütün bunları yaparken sözünü seçiyor. Zamanı, zemini gözetiyor; muhatabın durumunu dikkate alıyor. Elçileri gönderirken seçici davranıyor.
Şimdi soru şu; Rasûlullah (s.a.v) “teâlev = geliniz” kelimesinin omuzlarına yüklediği sorumluluğu nasıl algıladı, nasıl çırpındı? Biz ne durumdayız?
Şöyle düşünebiliriz: Efendimiz’in eline bir mektup verip uzak diyarlara gönderdiği elçilerden biri de ben olsam, ne hissederdim? Bu ayetleri birer mübarek emanet telakkî edip, muhataplarına usûlünce tebliğ etmek için ne yapardım?
Eğer okuduğumuz ayetler, bize bu heyecanı yüklüyorsa, yüreğimize bir sızı bırakıyorsa; seslendiği kitleye kendisini taşıyacak maddî sebepler teşekkül etmeye başladı demektir...
Şurası muhakkak; bu günün şartları dünden çok farklı...
Mesele insanı İslam ile buluşturmaksa; “ne yapabilirim, nasıl yapabilirim” soruları etrafında ciddiyetle durmak ve neyi, nerede, nasıl söyleyeceğini ayrıntısıyla hesaplamak gerekiyor. Bir takım önyargıları ve peşin kabulleri olması, kuvvetle muhtemel bulunan din mensuplarıyla karşılaşmaya hazırlıklı olmak gerekiyor...
Mesela; önceden bir diyalog tesis edip ortamı hazırlamadan bu ayetleri okuyarak söze başlamak, muhatabınızda beklediğinizin aksine tesir icra edebilir.
Bazen öyle gerekir ki; sadece Efendimiz’in; “Müslüman, insanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir” tarifini vermekle yetinirsiniz. Bazen; sadece İslam ahlakından neş’et eden diğergamlık örneklerinden söz edebilirsiniz. Bir mekanda yalnızca Hz. Peygamber’in engin hoşgörüsünü örnek verirsiniz. İslam’ın barış ve kardeşlik dini olduğundan söz edersiniz. İnsanlık buna hasret dersiniz.
Bazı zaman olur ki; hiçbir şey söyleyemezsiniz; susmayı konuşmaya tercih edersiniz. Orada duruşunuz, yemek yemeniz, oturup kalkmanız, yoğun mesai içinde sessizce bir köşeye çekilip ibadet etmeniz başlı başına bir mesaj olur...
Gönüllerin İslam’a akacağı köprüler kurulduğunu hissettikten sonra önce asgarî müşterekler konuşulabilir. Sonrasında İslam’ın insanı hayran bırakan erdemleri sıralanabilir. Ancak bundan sonra, aslı tahrif edilen dinlerdeki batıl inanışlara değinilebilir. Nitekim dikkat edilirse, mealini arz ettiğimiz ayetlerde de benzer bir sıralama mevcuttur.
Emir ve işaretleriyle hayatımızı mamur kılan Kur’ân-ı Kerim ayetleri müşriklere, münafıklara ve kafirlere de seslenmekte; ehl-i kitabı “müşterek bir buluşma noktası”na çağırmaktadır.
Esasen o, bütün insanlığa kucak açıyor. Lakin mü’minlerden gayrısına, onu hüsn-i kabul ile okumak nasip kılınmamış. Şu halde; Kur’ân’ın söz konusu kitlelere yönelik davetini duyurmak gibi bir sorumluluğumuz var.
altinoluk