-
Bir Ahirzaman Tefekkürü
Bir Ahirzaman Tefekkürü
Sönmez Artan
“Evet bazı insanlar var ki zerrede boğulurlar, bazısında
da dünya boğulur.” Der, Said Nursi tefekkürden bahsederken. Bu öyle
muhteşem bir bakış derinliğidir ki, hem imanın, hem insanın, hem de
tefekkürün kristalleşen zirvelerindeki ayak izlerini buluruz.
Düşünmek asırlar boyunca insanların vazgeçilmezi olmuş;
insanlar düşüne düşüne neler bulmamışlar ki; tekeri, uçmayı,
elektriği, telefonu, radyoyu, televizyonu, genomu... Teknoloji bu
kadar hızla ilerlerken, birileri hayatı bu kadar kolaylaştırmayı
düşünürken; birileri de bu hayatı düşünmüş tarih boyunca. Fakat,
hiçbir zaman bu kadar küçük şeylerin içinde boğulmamıştı insanlar...
Hiçbir zaman hayata bu kadar koştuklarını zannederken, hayattan bu
derece uzaklaşmamışlardı.
Hayat hiç bu kadar küçülmemişti, zaman hiç bu kadar
bereketsizleşmemişti. Oysa bu derece bereketsizleşeceğini, asırlar
öncesinden gayb aşina bir tarzda haber veriyordu muhbir-i sadık.
“Öyle bir zaman gelecek ki; bir sene bir ay gibi, bir hafta bir gün
gibi geçecek, bir günün geçmesi ise, bir yaprağın yanması kadar
çabuklaşacak.” Bu ahir zaman hadisleri bir çok yönüyle içinde
yaşadığımız çağın gerçeklerini ortaya koymaktadır. Bereketsizliğin en
müessir sebeplerinden biri de kanaatsizliktir, hırs ve
ihtirastır,tul-i emeldir. Yani öyle bir zaman gelecek ki, insanlar bu
illetler yüzünden; nereden, niçin geldiklerini ve nereye niçin
gideceklerini bilmeden, ülfetin ve gafletin içine dalarak fani
meşguliyetlerin, zaruri olmayan ihtiyaçların peşinden dalalet
vadilerinde öylesine at koşturacaklar ki, ne burada misafir olarak
yaşadıklarını hatırlayabilecekler, ne de bunu idrak edebilecek bir
tefekkürün kapısını aralayabilecekler...
Elindeki banknotları etrafa saçıp savuran birini
gördüğümüzde şaşırırken, ömür sermayesini saçıp savuran nefsimize ve
asrımızın bu günahkar felsefesine de niçin aynı tepkiyi ve
hassasiyeti gösteremiyoruz acaba? Ömrümüz avuçlarımızın içinden
kayıp giderken, her gün takvimden bir yaprak koparırken, hakikatte
hayatımızdan bir yaprak kopardığımızın farkına, koparacak yapraklar
kalmadığında mı varacağız acaba?
Evet, öylesine dalacaklar ki ahir zamanın insanları
derd-i maişet, siyaset ve felsefe hastalıklarına... Ve yine birileri
öylesine teşvik edecek ki tüketimi, israfı, rahat ve kolay yaşamayı.
Fakat rahat yaşamaya çalıştıkça rahatsız, kolay yaşamaya çalışırken
de zorlaştırdıklarının farkına varamayacak kadar tüketip, israf
edecekler hayatı ve insanı. Ve rahat yaşamak, bitmeyen ve bitmeyecek
olan isteklerini yerine getirmek uğruna bir ömür boyu çile çekenler,
hayatını cehenneme çevirenler... Bir başka anlamda cenneti cehennemde
arayanlar...Ömrünü ve sağlığını harcayarak kazandıklarını, kaybettiği
sağlığını kazanmak için tekrar harcamak zorunda kalanlar... Uzun
soluklu emellerin peşinden koşarken, kısa solukların içinde kesilen
insanlar dolduracak ahir zamanın ihtiyar dünyasını. Heyhat!.. “hayat
ne kadar kısa emel ne kadar uzun...”
Hayat ve tefekkür; ne kadar da iç içe ve sarmaş dolaş.
Tefekkürün parladığı ölçüde hayatın da parladığını, anlam kazandığını
ve “Hay” ismine hakiki manada mazhariyet kesbetmekle birlikte;
insanın, hayatının her safhasını ism-i Hakim’in ve tefekkürün nurani
serpintileri ile nuranileştirdiği ölçüde hayatını hayatlandıracağı
da ortadadır. Ve fakat, bu kadar gafletin içinde boğulan bir toplum
haline geldiysek, elbette ki toplum olarak tefekkür refleksimizi
kaybettiğimiz içindir. Çünkü, “tefekkür gafleti izale eder”.
Günü yaşayamayan, anı yaşayamayan insanlar...
istikbalde yaşadığını zannederken, ademde yaşayanlar... komşusunun,
arkadaşının, akrabasının evinde, arabasında yaşayanlar... Yazlığında,
katında, yatında, makamındaki hayallerde yaşayanlar... Derd-i maişet
illetine tutulup, dörtten yüze çıkarttığı ihtiyaçları rahat yaşama
uğruna zaruret haline getiren medeniyet-i hazıranın ve nefsin
istibdadı, esareti altında iken kendini hür zanneden bir marazla
yaşayanlar...
Dünya labirentindeki yağlı bir peynire ulaşmak için
durmadan peşinden koşarken, ona asla ulaşamayacağını bilmeden koşan
fare gibi yaşayanlar... Hiçbir gelinin ulaşamadığı bir güzelliğe
sahip, o şahane gelinliğin içindeki o esrarlı geline kavuşmanın
heyecanı ve hasreti ile yaşarken, tam o dünya gelinine kavuşmak için
perçemini açtığında; “Eyvah! Aldandık” hitabına mazhar olarak
ölenler...
İmani bir bahis açıldığında vakti olmadığını bahane
ettiği halde, siyasetten bahsedildiğinde saatlerce akıllarını geveze,
ruhlarını serseri edenler... Allah için kılını kıpırdatmadığı halde,
parti için birbirini yiyenler... Kendini idare etmekten, evini idare
etmekten acizken; devleti ve milleti idare etmeye soyunanlar...
Adalet-i mahza olan Kur’an’ın gözlüğü ile insanlara bakma ve
değerlendirme yerine, günümüzde maalesef yalan ve hilenin sembolü
haline gelen siyasetin gözlüğü ile insanlara bakma sonucu; kendi
siyasi fikrine taraftar olan şeytan gibi bir adama melek, siyasi
fikrine muhalif olan melek gibi bir adama da şeytan nazarıyla
bakanlar... Ve böylesi bir siyasetin şerrinden Allah’a sığınanlar...
Bütün bu marazlar Kur’ani tefekkürün aydınlığı yerine,
semavilikten ve vahiyden kopuk beşeri felsefelerin karanlığında
kalanların, içimizdeki süprüntülerinden başka bir şey değildir...
Evet, hayattan tefekkürü çıkardığımızda geriye bunalım, anarşi, hırs,
doyumsuzluk, riya, adavet, haset gibi karanlık duygu ve cehennemi
haletlerden başka bir şey kalmaz. İşte Kur’ani tefekkür; insanı ve
hayatı karanlıklardan aydınlığa çıkaran tılsımlı bir nurdur.
Maddenin zebunu olup mananın katili olanlar... Bir amaç
ve gaye için dizilmeyen tuğla yığınları gibi bilgi yığınlarının
altında kalanlar... Kainat kitabının harflerine bakıp, nakışlarına
bakıp, sanatına bakıp; nereden geldiğine, niçin geldiğine
bakmayanlar...Bütün harflerin, kelimelerin ve cümlelerin
sıralanmasının, dizilmesinin ve hatta var oluşunun sebebi manadır ve
o kitap manayı ifade eden bir yazıdır. Yani kainatta esas olan
manadır, mevcudat ve madde manayı gösteren vasıtadan başka bir şey
değildir. Bu yüzden aynanın gösterdiğini bırakıp aynaya yapışmak veya
o güzellikleri aynanın içinde ve kendisinde aramak, ilim değil
bilakis cehlin ta kendisidir ve zerrede boğulmanın bir başka adıdır.
Kitab-ı ezeliye dikkatle bakanlar bilirler ki;
“Kur’an” kelimesinin çok sırlarından bir sırrı da okumanın, kıraatin
mü’min için ne denli önemli olduğu ve hayatın hayatı olan Kelam-ı
ezeliye verilen bu ismin, bir anlamda da ga-ra-e (okumak) kökünden
gelerek, insanlığa gönderilen ilk emir olan “oku!” ile, nazarlar
mesaj yüklü kainata çekilmekte ve dağına göre karını yaratan Allah,
bu uçsuz bucaksız kainata da, bütün meleklerin secde ettiği girift
cihazlarla bezenmiş insanı, ahsen-i takvim suretinde yaratıp,
halife-i arz olarak göndermiştir. Ve elbette öyle insanlar var ki
dünya onda boğulur... Hitab-ı ezeli bize bunun yolunu gösteren
ibretli derslerle doludur. İşte kainatın ve kitabın mesajını almaya
samimiyetle yönelen insan için artık tefekkür penceresi açılmış
demektir. Kur’an bu pencerenin sürekli açık olması taraftarıdır. Bu
sebepledir ki; onu okumak hem zikir, hem fikirdir. Yine bu sebepledir
ki; “Düşünmez misiniz?, Akletmez misiniz?” Gibi fezlekelerle aklı
işhat ederek, her şeyin bir şeyden haber verdiği kainat kitabını
aklın önüne seriyor... Ve yine ayetlerin sonunda esma-i hüsna
dersleri ile ibadetin hakikatini te’yid ederek, kainatın
yaratılışındaki maksat ve gayenin altını çiziyor, “Ve Ben, cinleri ve
insanları ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım.” Hitabındaki
ibadet etmenin yani abd olmanın ilk şartının, ma’budu tanımaktan ve
öncelikle Sani’in azametini zihinlere hakim kılmaktan geçtiğini ders
veriyor.
Ve Kur’an-ı Hakim, ahsen-i takvim suretinde
yaratılan insanın dünyada boğulmasını değil, dünyanın halife-i arz
olarak yaratılan insanda boğulmasını istiyor. İşte bu anlamda;
Kur’an, kainat, insan üçlüsünün doruklarında, tefekkürün vazgeçilmez
bir hakikat olduğu gerçeğiyle tanışıyoruz.
Cahiliyye dönemi dem ve damarlarına karışmış
derecede inatçı, mutaassıp, kız çocuklarını diri diri toprağa
gömebilecek kadar adetlerine sıkı sıkıya bağlı vahşi bedevilerin
dahi, Kur’an’a karşı dayanamadıklarını, direnemediklerini ve sonuçta
gönüllerini ve akıllarını bütün engellere rağmen, rıza ile
açtıklarını düşünürken, şu ahir zamanın gaddar ve gafil insanlarının
ne denli direndiklerini ve nasıl bu hıyanete dayanabildiklerini merak
ederken, böylesi bir ahir zaman çocuğu olduğumu hatırladıkça
ürperiyorum doğrusu...
--------------------------------------------------------------------------------