Bir elçinin hidayete erişi
Bir elçinin hidayete erişi
Yermuk Savaşı öncesiydi. Müslümanlarla Rumlar arasında elçiler gelip gitmekteydi. İlk elçi Rum başkumandanı Bahan’dan geldi.
Elçi başkumandanın teklifini getiriyor, barış antlaşması için Müslümanların ileri gelen kumandanlarından bir-iki kişi istediğini belirtiyordu.
Elçi, başkumandanın teklifini İslâm orduları komutanı Ebû Ubeyde’ye ulaştırdı. Fakat teklifi sunduğu halde kalakalmıştı, bir türlü gidemiyordu.
Vakit akşam vaktiydi. Güneş batmak üzereydi. Müslümanları büyük bir hazırlık içerisindeydi. Şüphesiz bu bir savaş hazırlığı değildi. Fakat en az savaş hazırlığı kadar titizlikle yürütülüyordu. Herkes elini, yüzünü, kollarını, ayaklarını yıkıyor, güneş batar batmaz da hep birlikte saf saf olup ibâdete koyuluyorlardı.
Elçi Hıristiyandı. Müslümanların günde beş defa namaz kıldıklarını duymuştu. Ama namazın kılınışını ilk defa görüyordu. Dikkatle takip etti.
Kendi kendine, “Şu itaat duygusuna bakın! İnsan Allah’tan başka kime bu derece itaat edebilir? Her hareketlerinde birlik ve beraberlik var. İmam, ‘Allahüekber’ deyince hep birlikte eğiliyor, yerlere kapanıyor, ayağa kalkıyor ve oturuyorlar."
“Şunlardaki zevk ve şevke bakın! Huzur ve huşû içindeler. Kendilerinden geçmiş bir halleri var. İnsan ne kadar mutlu olsa bunlar kadar mutlu olamaz” diye düşünüyordu.
Kılınan namazın onda büyük bir tesir bıraktığı muhakkaktı. Âdetâ kendinden geçmişti. Hayretini gizleyemedi. Ebû Ubeyde’nin yanına gelerek sorular sordu. Aldığı cevaplar iknâ ediciydi. Akıl ve mantık sâhibi için söylenilenlerden başkası kabul edilemezdi. İçinde son bir düğüm daha kalmıştı. Acaba Müslümanlar Hz. İsa hakkında neler düşünüyorlardı. Yahudîlerin inkâr ettikleri gibi onlar da mı inkâr ediyorlardı? Kabul ediyorlarsa nasıl ediyorlardı?
“Hazret-i İsa hakkındaki düşünceniz, inancınız nedir?” diye sordu.
Ebu Ubeyde (r.a.) bu suâle en güzel cevabı Kur’ân-ı Kerîmden verdi:
“Ey kitap ehli, dininizde haddi aşmayın. Allah hakkında ancak doğru olanı söyleyin. Muhakkak ki, Meryem oğlu Mesih İsâ, Allah’ın peygamberidir ve Onun bir “Ol” emriyle var edilip Allah tarafından Cebrail vasıtasıyla Meryem’e ulaştırılmış bir ruhtur. Artık Allah’a ve peygamberlerine hakkıyla îman edin. “Allah üçtür” demeyin, bundan vazgeçin ki, sizin için hayırlı olan budur. Allah ancak bir tek ilâhtır. O, evlat edinmekten münezzehtir. Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Onundur. Bütün yaratıklarının tedbir ve idaresine vekil olarak Allah yeter.” (Nisâ Sûresi: 171.)
Rum elçisi gayr-i ihtiyârî bağırdı:
“Şüphesiz Hz. İsa Peygamberinizin dediği gibidir. Artık ben de inanıyorum ki Peygamberiniz hem doğru, hem de doğrulayıcıdır.”
Elçi bu sözlerin peşinden de hemen Müslüman oldu. Artık ordusuna dönmek istemiyordu. Hakikat kaynağını bulmuştu. Ruhunu, kalbini doyuran o kaynaktan nasıl kopup gidebilirdi?
Ebû Ubeyde (r.a.) şöyle düşündü:
“Eğer elçi geri gitmeyecek olursa, Rumlar, Müslümanların elçiyi zorla tuttuğunu zannederler. Bu, harp usûlüne ve nizamlara aykırı düşer.”
Elçiye de dönüp şöyle dedi:
“Sen şimdi geri dön. Şu anda biz Rumlarla savaş halindeyiz. Bize “Elçimizi bırakmadılar” ithamında bulunabilirler. Ama sen onların yanında kalmak istemezsen yarın bizden biri oraya gelecek. Bir yolunu bulur, onunla birlikte buraya dönersin.”
Elçi teklifi bu şartla kabul etmişti. Başka türlü olsaydı zâten geri dönmezdi. Ebû Ubeyde’nin (r.a.) yanından ayrılırken “Allahaısmarladık”’ diyor, gülümseyerek el sallıyor, “İnşallah tekrar buluşacağız” diyordu.
Sevinçten coşuyordu. Bir an evvel Müslümanlara kavuşmak arzusuyla hızlı adımlarla yürüyor, kendisine hidayet bahşeden Rabbine şükürler ediyordu.
Şaban Döğen, Yeni Asya, 5 Ekim 1997.
--------------------------------------------------------------------------------