Nimetlerin hakkını verememe endişesi
Nimetlerin hakkını verememe endişesi
İnsanlık, Cenab-ı Hakkın kullarına ihsan ettiği en büyük nimetlerdendir. Hem ruhen, hem bedenen insan olarak yaratılma kadar kaç büyük nimet vardır? Sayısız yaratık içerisinde en şerefli, yeryüzünün halifesi olabilecek bir makama yükseltilme büyük bir ihsan ve ikram-ı İlâhî değil de nedir?
Ancak bu nimet, büyüklüğü ölçüsünde sorumluluk da gerektirmektedir. Bu sorumluluk dağ ve göklerin altından kalkamayacağı kadar büyüklüktedir. Âyette “emanet” kelimesiyle ifade edilen bu sorumluluğu taşıyabilme, insanlık gereği İslâm dairesine girme, farzları yapıp haramlardan kaçınma, kulluk tavrını takınmakla kendini gösterir.
Bu sorumluluğun şuurunda olan her İslâm büyüğü, onun altında ezilmiş, titremiş, Allah’ın sonsuz ikram ve ihsanları yanında yaptıklarını azımzamış, hatta hiç hükmünde görmüşlerdir.
Âişe Validemizin çokça ibadetine rağmen bunları yetersiz gördüğünü, Allah’tan alabildiğine korktuğunu, ölüm yaklaştığında, sorumluluğun ağırlığı sebebiyle, “Keşke yaratılmasaydım, keşke bir ağaç [veya ağacın yaprağı] olsaydım, tesbih eder, üzerimdeki borcu öderdim.” Hz. Meryem’in sözünden1 iktibasla da, “Keşke ölünce unutulup gitsem” dediğini biliyoruz. Onun şöyle dediği de rivayet edilir: “Allah’a yemin olsun! Bir ağaç olmayı ne kadar isterdim. Allah’a yemin olsun, toprak olmayı ne kadar isterdim. Allah’a yemin olsun, Allah’ın beni hiç yaratmamış olduğunu ne kadar isterdim.”
İbni Abbas (r.a.) vefatına yakın bir zamanda gelip onu övmüş. O da böyle övgüleri istemediğini, unutulup gitmeyi istediğini söylemişti. Onun “Evlerinizde oturun”2 âyetini okuyunca başörtüsünü ıslatıncaya kadar ağladığını da biliyoruz.3
İslâmı ilk defa tanıyıp Tekâsür’le Asr Sûresini öğrenen bir Sahabînin şu ibretli hadisesi oldukça düşündürücüdür. Zengin bir aile çocuğu olan bu Sahabî, İslâmla şereflendiği günlerde diğer Sahabîler gibi hicret etme zorunda kalıyordu. Çünkü ya putlara tapan anne babasıyla beraber kalacak, ya da inancı uğruna herşeye bir tekme atıp hicret edecekti. O, ikinci yolu tercih edip gömleğini alıp hicret etti. Resûlullah onu, denklik olsun diye Ensar’dan zengin birinin kızıyla evlendirdi. Ne var ki gerdek gecesi odasına girmesiyle çıkması bir olmuştu delikanlının. Ortalıktan kaybolmuştu. Durumu Resûlullaha bildirdiklerinde, “Onu bulup bana getirin” emrini verdi. Onlar da arayıp mescidde buldular. Getirdiklerinde Allah Resûlü, niçin böyle yaptığını sordu. O da sebebini şöyle anlattı:
“Biliyorsunuz ya Resûlallah, ben yeni Müslüman oldum. Ve bugüne kadar da sizden iki sûre öğrendim. Biri Asr, diğeri de Tekâsür Sûresi. Tekâsür Sûresinin sonuncu âyeti, “Sonra o gün faydalandığınız her türlü nimetten sorguya çekileceksiniz” diye bitiyor. Ben ise odaya girdiğimde şatafatlı, lüks bir ortamla karşılaştım. Bunların hesabını veremem, bu yükün altından kalkamam” düşüncesiyle kaçtım.
Buna benzer bir hadise de muhterem Halil Uslu’nun Abdülmecid Nursî ağabeyle ilgili kaleme aldığı eserinde (s. 63) var. Abdülmecid Nursî’nin Van’da İdadiye Mektebinde öğretmenlik yaptığı yıllar. Toprakkale semtinde oturmakta. Üstad, Rus esaretinden kaçıp kurtulduğunda Van’da kardeşini ziyarete gelmiş ve bir süre misafir olmuş. Abdülmecid Nursî birgün Üstadın odasına girdiğinde ağladığını görmüş. “Acaba bir kusurumuz mu var?” diye sorduğunda şu cevabı almış:
“Hayır, kardeşim Abdülmecid. Ben senin haline ağlıyorum. Dünyada rahata ermişsin. Acaba âhirette bu rahatın devam edecek mi?”
Ne dersiniz, maddeten ve mânen fedâkârlıkları üstlenmez, îman ve Kur’ân hizmetine koşmazsak, halimiz nice olur? Bunca nimetin hesabını nasıl veririz?
--------------------------------------------------------------------------------
1. Meryem Sûresi, 33.
2. Ahzab Sûresi, 33.
3. Sahabe Dünyası, s. 60-61.
Şaban Döğen, Yeni Asya, 7 Ekim 1997.
--------------------------------------------------------------------------------