-
‘Kemal’in izinde
‘Kemal’in izinde
Risâle-i Nur’a muhatap olurken gözden kaçırmamaya çalıştığım
hususlardan biri, onun neyi niye söylediğini, niye bir başkasını değil de o
kelimeyi tercih ettiğini bilen, zira ciddi ve tutarlı bir kavram haritasına
sahip olan birinin eliyle yazıldığıdır. Bir üstadın eseriyle karşı karşıya
olduğumdur. O yüzden, bir kavramı belli bir yerde belli bir şekilde
kullanıyorsa, bunu niye bu şekilde kullandığını anlamaya çalışırım. Bu
şekilde, tabir yerindeyse, Bediüzzaman’ın ilgili kelimeye yüklediği anlamı
nüanslarıyla kavramaya cehdederim. Bu şekilde, lillahilhamd, Risâle-i
Nur’daki birçok incelik, o incelikler vesileyle iman hakikatlerine dair
birçok nükte taşındı dünyamıza.
Risâle-i Nur’a aynı şekilde nüfuz etmeye çalışan bir grup arkadaşla
yaptığımız bir ders müzakeresinde kavrama nimetine erdiğimiz ‘kemal’
ve ‘kibriya’ bütünlüğü, bunun bir örneği… Namaza dair uzun bir yazı
içinde bu kavramların anlam haritasını keşif için Risale metinleri içinde
yaptığımız bu yolculuğu etraflıca anlattığım için burada tekrar o derece
uzunca anlatmayı düşünmüyorum gerçi. Ancak, kısaca ifade etmem
gerekirse, İkinci Şua’yı okurken karşımıza çıkan ve Risâle-i Nur’un
başka yerinde görmediğimiz ‘Kebîr-i Kâmil’ esma-i hüsna tamlamasından
hareketle başlamış bir yolculuktu bu. Bu esma-i hüsna tamlamasını
kavramak, üstelik onun tam da ‘ism-i azamın altı nüktesinden yedincisi’
olan Ehad ismini ve Allahuekber hakikatini izaha adanmış “İkinci Şua”da
zikredilmesini anlamak istemiştik. Ancak, o bahiste ‘kemal’ ve ‘kibriya’nın
tanımına ve irtibatına dair ipucu olmadığından, ‘Risale’nin bir bahsini
başkaca bahislerin yardımıyla çözmeye çalışma’ yolunu denemiş;
sonuçta, “Dokuzuncu Söz”de bir ipucu bulmuştuk. Bu sözde, “Namazın
mânâsı, Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tazim ve şükürdür. Yani, celâline karşı
kavlen ve fiilen ‘Subhahallah’ deyip takdis etmek; hem kemaline karşı,
lâfzen ve amelen ‘Allahuekber’ deyip tazim etmek; hem cemaline karşı
kalben ve lisanen ve bedenen ‘Elhamdulillah’ deyip şükretmektir” ifadesi
geçiyordu. Celâle karşı subhanallah, cemale karşı elhamdulillah, kemale
karşı Allahuekber! ‘Kemale karşı Allahuekber’ ifadesini irdelersek,
‘Kebîr-i Kâmil’ tamlamasının hikmetini ve kemal ile kibriyanın niye
birbirine baktığını çözebilir miydik?
Yine “Dokuzuncu Söz”de celâl ile tesbihin, cemal ile tahmidin
eşleştirilmesi üzerinden, yola koyulduk. Rabbimizin kudret, izzet, kahr,
cebr, hakimiyet gibi celâlini bildiren esma ve sıfatları karşısında O’nu
noksanlardan tenzihin ifadesi olarak ‘Subhanallah’ deyişin; keza,
Rabbimizin rahmet, merhamet, şefkat, ikram, ihsan, lutuf gibi cemalini
bildiren esma ve sıfatları karşısında O’na olan hamd ve şükür
borcumuzun ifadesi olan ‘Elhamdulillah’ın izahını bir derece
yapabiliyorduk. Ama kemal ile ‘Allahuekber’in eşleştirilmesi neyin
nesiydi?
Bir sonraki durakta celâl ile cemal arasındaki zıtlık zihin
gündemimize girecekti. Celâl ile cemal arasındaki bu mesafe yüzünden,
celâlli insanlarda cemalî vasıflar, cemalli insanlarda celâlî vasıflar pek
bulunmazdı. Celâl ve cemal, her ikisi de, kendi başlarına ‘tam’lığa
ulaşamıyor, mükemmel olamıyor, eksik kalıyordu. Eksik! Kemalin zıddı da
buydu işte. Kemal, tam olandı, eksiksiz olandı, bir boşluk ve zaaf
taşımayandı. O halde, Allah’ın Zülkemal oluşu, celâl ve cemal gibi bize
zıt gözüken, insanların dünyasında birebir örtüştüğünü pek de
göremediğimiz bu iki vasfı O’nun beraberce ve kâmilen zâtında
barındırmasının ifadesi miydi yoksa?
Yolculuğun bundan sonrası, müthiş bir hızla gerçekleşecekti. Kemal,
buydu işte. Zıtların, bize zıt görünenlerin buluşması idi. O, hem zülcelâl
idi, hem de zülcemal. Rabbimiz, mutlak anlamda celâl sahibi olarak
mutlak anlamda cemal sahibi olmasıyla gösteriyordu kemalini. Cebbar ve
Kahhar bir Yaratıcı olarak, Rahmân ve Rahîm de olmasıyla; Azîz ve Kadîr
olmakla birlikte Kerîm ve Muhsin olmasıyla; Adil ve Zü’ntikam olmasıyla
birlikte Gafûr ve Halîm de olmasıyla gösteriyordu.
Allah, ‘Ekber’di, ‘Kebîr’di; çünkü, O’nun için ‘zıtların ve zıtlıkların
sınır koyması diye birşey, birşey ağırlık verirken öbürünü eksik
bırakmak diye birşey sözkonusu değildi. O’ndan gayrı herşeyi sınırlayan
ve eksik bırakan zıtlıklar, O’na ârız olamıyor; O, kibriya ve azametini,
işte bu kemal keyfiyetiyle, yani celâlî ve cemalî isim ve sıfatların her
ikisinin müsemmâsı olmak suretiyle gösteriyordu. O, Kebîr-i Kâmil idi.
Onun için, celâle karşı tesbih ve cemale karşı hamd ettiğimiz gibi, celâl
ile cemalin beraberce varlığı demek olan kemâle karşı tekbir getiriyor;
o tekbir ile, hem O’nun mutlak büyüklüğünü, hem O’nun büyüklüğü
karşısında yaratılmışlar olarak hepimizin mutlak küçüklüğünü kabul ve
ilan ediyorduk. Ezana da, namaza da Allahuekber ile başlamamız
bundandı işte. “Allahuekber,” bu yüzden O’nu tanımanın zirvesi idi.
Kulluğun zirvesi olan namaza davetin adı olan ezan da o yüzden onunla
başlıyor, namazın kendisi de aynı sırdan dolayı onunla başlıyor ve
namazın her bir rekatinde beş defa “Allahuekber” bu sırdan
söyleniyordu.
Boş konuşmayan, sözünü bir hikmete binaen söyleyen, arkasında
bir kavram haritası ve bir anlam denizi taşır halde konuşan bir üstadın
kullandığı bir ‘Kebîr-i Kâmil’ ifadesine bakıp bu ifadeyi çözmeye
çalışırken, farkına varmadan o ifadeyi anahtara dönüştürüp böylesi
nüktelere ulaşmıştık işte. Bir kez daha belirteyim; bu keşif yolculuğunu
burada uzun uzadıya anlatmak yerine, bunu, sırf Risâle-i Nur’u teenni ile
okumanın, dikkatli bir üstadın eseri olarak dikkatle okumanın açtığı
kapılara bir örnek olarak paylaşmak istedim.
Maamafih, Risâle-i Nur’un değişik bahislerini tarayarak zihnimizde
dağınık duran unsurları birleştirmeye çalışmaktı yaptığımız. Yine de,
içimizde, bunu bir zorlama yorum, ‘kendi yorumumuz’ görenlerin
olabileceğine dair endişemiz de vardı. Ancak, sözkonusu yazıdan sonra
sevgili bir büyüğümüz, Risâle-i Nur’un Arapça’ya çevrilmesi gibi muazzam
bir hizmete vesile olan İhsan Kasım ağabey bize Mesnevî-i Nuriye’nin
Arapça aslındaki bir bahsi hatırlattığında, bu endişemiz de lillahilhamd
izale oldu. Zira, “Onuncu Risale”deki celâl ile vahidiyet, cemal ile
ehadiyet paragrafının devamı olarak ‘kemal ve kibriya’ vardı; lâkin bu
cümle Abdulmecid Nursî ağabeyin üslûp ve lisan olarak çok başarılı olan
tercümesinde tayyedilmişti. Yine Risâle-i Nur’un dikkatle okunması
gereken anahtar kavramlarından olarak ‘küll’ ve ‘küllî’den de sözkonusu
edildiği bu bahsin ‘kemal’ kısmının Abdulkadir Badıllı ağabeyin
tercümesinde mevcut olduğunu, sözkonusu hatırlatmadan sonra görmüş
olduk.
Mesnevî’nin Arapça aslında 352., yeni baskı Abdulkadir Badıllı
tercümesinde 479. Sayfada bulunan ilgili bahsin son cümlelerini
yaptığımız yolculuk sonucu ulaştığımız ‘kemal’ ve ‘kibriya’ mânâsının
bizatihî Risâle-i Nur müellifince bir teyidi olarak, paylaşmak istiyorum:
“… İşte, cemal ve ehadiyetin tecellisi küllîye benzediği gibi; celâl
ve vahidiyet tecellisi de küll gibidir. Fakat kemal ve kibriyanın tecellileri
ise, cem’in cem’idir. Yani, aynı küll içinde küllî ve aynı cüz’ içinde cüz’î
olduğu gibi, ayn-ı celâl içinde bir cemaldir.” Rabbimizin, aldanmayan ve
aldatmayan bir hakikat adamı olarak Üstadı ve eserini dikkatle okuyup
adım adım kavramayı ve Risâle-i Nur’un dersiyle edindiğimiz hakikatleri
hayatımıza taşımayı nasip etmesi; ve hiçbirimizi şımaranlar ve
şaşıranlardan eylememesi duasıyla.…
Metin Karabaşoğlu, Yeni Asya, Kasım 2000
--------------------------------------------------------------------------------