Bir soru için cevap denemesi
Bir soru için cevap denemesi
Ne kadar tenbel ve dağınık biri olduğumu bilmeyen bazı bacılarımız tarafından, bu sütunda cevaplandırılmak üzere aylar önce sorulmuş bir soru vardı. Hanımların yemek yapmaktan başka da işleri ve yetenekleri olduğunun manidar bir örneği olan bu soru şu idi: “Ehadiyetle izhar ve ihtar edilen esmanın kemali ve cemali vahdaniyette görüldüğüne göre, bizim âfâkî tefekkürde ‘külliyete’ ulaşmamız gerekir. Yani, her hakikatin iktiza ettiği isimlerin en azâm mertebelerine çıkmamız gerekir ki, akıl ‘taklidî imanmaktan’ vazgeçsin. Risale-i Nur’da reşha mesleğinin bu hâssası var. Fakat sorun şurada: Reşha mesleği dairesine giren bir zâta, zühre ve katredeki bazı berzahlar tavassut ederse; Risale-i Nur’da, ism-i azamlarla ya da her ismin azam mertebesi verilerek isbat edilen hakikatleri akıl ihata edemiyor. Bunun birçok sebebi var. Bizim sormak istediğimiz şu: Acaba, insan âfâkî tefekkürde (vahdaniyeti ihata) ilmelyakînden daha öteye gidemez mi? Çünkü, celal isminin koca kâinattaki tefekkürü fikir yoluyla zor, her dairenin ve her nev’in lisanı çok geniş.”
Risale-i Nur’daki birçok bahsin beraberce mütalaasından hâsıl olduğu anlaşılan bu soruyu yeterince anlayıp yeterli bir cevap verip veremediğimi, herhalde en iyi sorunun sahipleri bilirler. O yüzden, eğer takip eden paragraflarda hâlâ açık ve anlaşılmayan kapılar kalırsa belki birkaç ay daha beklemeyi göze alarak bana iletmelerini rica ediyorum. Bu soru, ciddi bir problemi tesbit ediyor. Ama sorunun içinden çıkılmaması, bir derece, taşların yerli yerine oturmamasından kaynaklanıyor. Veya, cevabın ipuçları sorunun içinde bulunmakla birlikte, bazı kavramlardaki belirsizlikler cevaba ulaşmayı zorlaştırıyor. Meselâ aklın konumu, vahdaniyet, külliyet, zühre, katre ve reşha, âfâkî tefekkür gibi. Bu cümlelerde, soru sahibi kardeşlerimin güceneceği herhangi bir ifadenin bulunmadığını umuyorum. Onları gücendirmek bir tarafa, gerçekten kritik, hem de İslâm düşünce tarihinin bütününde çok ciddi bir arayış ve de ihtilaf konusu olacak kadar kritik bir konuda kafa yordukları; herşeyden önce Risale-i Nur’u ‘gazete gibi’ okumadıkları; dahası, değişik risalelerin can alıcı noktalarını bir bütün içinde mezcetmeye çalıştıkları için kesinlikle tebrik ve takdiri hak ediyorlar. Ayrıca işte tam da bu noktada tıkandıkları için, “Bunu çözemedik” deyip konuyu yüzüstü bırakmayıp, cevabın izini arama bâbında, daha geniş dairede ‘istişare’ye teşebbüs etmeleri ile de tebrike liyakat kazanıyorlar.
Öte yandan, bu sorunun onlara kazandıracağı en büyük imkânın, belki bu sorunun cevabından ziyade, Risale-i Nur’un kelimelerini ‘kavrama’ya; onları bildik kelimeler gibi görme tavrıyla sergilenen bir dizi ‘dar’ izahlardan zaten uzak göründükleri gibi, bu kelimelerin ardındaki derin ve engin kavram haritasını farketmeye yönelik ömürlük bir cehd içlerinde hissetmeleri olacaktır. Bu yazı, kalb ve dimağlarında bu yönde bir kıvılcım olabilse, ne mutlu!
Cevaba geçerken, öncelikle Risale-i Nur’un bazı kavramlarından şahsen ne anladığımı ifade etmek istiyorum. En başta ‘vahdaniyet’i eğer ‘vahidiyet’ ile aynı anlama gelen kelime olarak anlarsak, galiba işin içinden çıkmama yönündeki ilk adımımızı atmış oluyoruz. Vahdaniyet, ancak geçtiğimiz yıl içinde farkedebildiğim kadarıyla vahidiyet ile ehadiyeti buluşturan bir kavram. Nasıl ism-i Hakem, Cenâb-ı Hakk’ın Hâkim ve Hakîm isimlerini buluşturuyor ve mezcediyor ve ancak ikisi birlikte akılda tutulma kaydı ile anlaşılıyor ise (Otuzuncu Lem’a’nın ilgili bahsine bkz.); vahdaniyet de, ehadiyet ve vahidiyet hakikatlerini buluşturuyor ve ikisi birlikte akılda tutulma kaydıyla anlaşılıyor. Bu nokta benim açımdan yeni ber ‘keşif’ olduğu için henüz teferruatıyla anlayabilmiş değilim, ama vahdaniyetten kasd edilen yalnızca vahidiyet olmadığından kesinlikle eminim. O yüzden, vahdaniyeti, vahidiyet-ehadiyet denkleminin vahidiyet tarafının değişik bir ifadesi olarak gördüğümüz anda, Risale-i Nur’un vahdaniyete dair bahis veya cümlelerini yanlış anlama veya anlamada tıkanma gibi bir riskle yüzyüze kalırız. Vahidiyeti ihata dar akılların işi olmadığı için de, “Vahdaniyeti kavramak hem şart, hem de imkânsız” diyerek, bir paradoksa sahip olmanın ümitsizliğine dûçar olabiliriz.
Özetle, soru sahibi ahiret kardeşlerim, sorunun çıkış noktası olan bahisleri ‘vahdaniyet’i ‘vahidiyet’e münhasır kılmayarak; bilakis ‘vahidiyet içindeki ehadiyet’ misali bir buluşmanın ifadesi olarak okurlar ise, sanırım problemin birinci ayağı çözülmüş olacaktır.Sözünü etmek istediğim ikinci kavram ise, ‘külliyet.’ Ne var ki, bize ayrılan sütunun sonlarına gelmiş bulunuyoruz; ve bu yüzden, dünyevîlerin dünyevîlere sorduğu ‘çok önemli’ bir milyar sorunun tamamından da önemli ‘imanî’ soruya kendi idrakımız nisbetinde bir cevap sunma denememizi de galiba Pazar günü devam ettirmemiz gerekecek.Rabbimizin, bizi her daim dünyasına gelen soruların üstünü değil, altını çizerek geçen; soruların izini sürerek özümsenmiş cevaplara ulaştıran insanlardan kılması duasıyla.
Yeni Asya, 7 Ocak 1998
--------------------------------------------------------------------------------