-
Serd-i kelam
AKİSLER
SERD-İ KELAM
M. İsmail Tezer
Davayı anlatmada bir önemli husus da muhatabın seviyesine göre konuşabilmektir. Bu da ancak hakikatleri hazmedebilmek, kavramak, zihinde değişik örneklerle canlandırabilmekle mümkündür. Zübeyir GÜNDÜZALP, “davasını ifade edebilen kazanır” demektedir. Bu cümleden yola çıkarak şunu ifade edebiliriz ki; davayı bilmek kadar, onu aktarabilmek de ayrı bir meziyettir. Davayı sadece bilmek tek başına yeterli olmamaktadır. Bir de onu ifade edebilmek ve faklı anlayış seviyesindeki insanlara anlatabilmek gerekmektedir. Bu ayrı bir sanattır da ayrıca.
Hâl ve kâl bütünlüğünde dikkate alınacak hususlardan bir tanesi de “kâl”in ne şekilde olacağıdır. Nasıl bir üslup, nasıl bir ifade tarzı gerekmektedir? Bu sorulara verilecek cevap “belâgat” sanatında gizli olsa gerek. Bediüzzaman’ın ifadesiyle belâgat, “mukteza-i hale mutabık kelam serdetmektir.” Ve asrımız da belâgat asrıdır. Zira medenîlere galebe çalmak ikna iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Dolayısıyla hakikatlerin tebliğinde; etkili bir beyan, çekici bir üslup ve muhatabın seviyesine göre ifade önemli bir yer tutmaktadır.
Muhatapların anlayış seviyelerine göre konuşmak, Kur’anî bir esastır da aynı zamanda. Zira Kur’an’ın belâgatının bir gereği de “tenezzül-ü kelam”dır. Mütekellim-i Ezelî, Kelam-ı Ezelîsinde beşerin ekserisinin anlayış ve idrak seviyesine göre kelam serdetmiştir. Bu nedenledir ki ; basit fehimli avam insanlar dahi Kur’an’dan derecelerine göre istifade edegelmişlerdir.
Bu Kur’anî özellik, Risalelerin üslubuna da yansımıştır. Köylüsünden profesörüne, yedisinden yetmişine kadar herkes anlayış derecesine göre Risalelerden istifade edebilmektedir. Bunun bir sebebi de Risale-i Nur’daki temsillerin çoğunun Ku’anî oluşudur. Risale-i Nur en derin meseleleri “Temsilât-ı Kur’anîye” ile halletmiştir. Sırr-ı temsil dürbünüyle en uzak hakikatlere ulaşılmış ve sırr-ı temsil merdiveniyle en yüksek hakikatlere çıkılmıştır.
Ahlâkı, Kur’anî olan Nebiyy-i Zişan da, ifadelerinde belâgat sanatının bir çok inceliklerini saklamaktadır. O da tıpkı Kur’an-ı Hakîm gibi; beşerin fehmine, kalbine, ruhuna ve nefsine en etkili bir şekilde hitap etmiştir. Akıllara muallim, kalplere mahbup, ruhlara sultan ve nefislere de mürebbî olmuştur. O, kesinlikle bir tasallut, tahakküm, ve icbarda bulunmamıştır. Doğrudan doğruya akıllara ve kalplere hitap etmiş, ruhları ve nefisleri feth ve teshîr etmiştir.
Bütün bu özelliklere sahip çıkmak, onları yaşantısında uygulamaya geçirmek, bu davayı ihsan-ı ilahi tarafından omzuna alanlara düşmektedir. Dava adamı olma çabasında olan herkesin, dikkat etmesi ve yaşantısına geçirmesi gerektiği önemli hakikatlerdir bunlar. Bediüzzaman bir başka ifadesinde “alim-i mürşid koyun olmalı, kuş olmamalı. Koyun verir kuzusuna hazmolmuş musaffa sütünü. Kuş verir ferhine lâubîlud kayını” demektedir. Bu nedenle dava adamının etkili bir beyan, çekici bir üslup ve seviyeye göre hitapla beraber sahip olması gerektiği bir diğer husus da ilmini hazmetmiş olmasıdır. Zira hazmolmayan ilim, kavranmamış demektir. Kavranmayan ilim ise akıl, kalp, ruh ve nefsi doyuramaz ve tatmin edemez. Akıl, kalp ve ruhunu doyuramayan ve nefsini de ıslah edemeyen biri, başkasını da ıslah edemeyecektir elbet. Dolayısıyla dava adamının önce nefsini ıslah etmesi ve kendi latifelerini doyurması gerekmektedir. Bunu yaptığı taktirde, alim-i mürşid olabilecek ve dolayısıyla hazmettiği ilmini muhataplarının anlayış seviyesine de indirerek, onlara hitap edebilecektir.
Yazımı Mevlana’nın şu kısa sözüyle özetlemek istiyorum; “ Ne kadar bilirsen bil, bildiklerin karşındakinin anlayabildiği kadardır.”
--------------------------------------------------------------------------------