İman ezelî bir sözleşmedir
___Lâtif Salihoğlu ___
İman ezelî bir sözleşmedir
Tire’den muhterem Ersan Temiz, İşârâtü’l-İ’câz’da geçen Sa’d-ı Taftazanî’ye ait îmânın tarifiyle ilgili sözlerine bir izâhât getirilmesini istiyor. Oradaki tarif ise şöyledir: “Îmân, Cenâb-ı Hakk’ın, istediği kulunun kalbine, cüz’-i ihtiyârının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur.” Bu tarif, elbette ki izâhâ muhtaçtır. Yoksa, ifrat ve tefrite düşen Cebriye ve Mûtezile gibi dalâlet fırkalarına ait fikirler meydan alabilir.
Cebriye mezhebi, “cüz’-i irâde”yi inkâr ettiği için, kulun üzerinden mesuliyeti tamamen atıp, hayır-şer ne varsa hepsini Cenâb-ı Hakk’a havale ediyor ve tabiî ki, hem yukarıdaki târife ters düşüyor, hem de bâtıl bir yola sülûk ediyor. Cebriye’nin tam zıddına giden Mûtezile itikadına göre ise, “Kul, kendi fiilinin yaratıcısıdır.” Hâşâ bu görüşe göre, gûya Cenâb-ı Allah tenzih edilip herşey akıl yoluyla izâhâ çalışılıyor. Cüz’-i irâdeyi âdeta İlâhlaştıran bu görüş de, elbetteki hem sakattır, hem de Sa’d-ı Taftazanî’nin tarifine tamamen aykırı düşmektedir. Taftazanî’nin sözleri, şüphesiz ki, Ehl-i Sünnetin görüş ve îtikadını yansıtmaktadır. O ifadelerde herhangi bir yanlışlık yoktur. Yalnız bu zât, ilm-i kelâm âlimi olduğu için, onun tarifi ve üslûbu da, meslek ve meşrebine uygun olmuştur.
Sa’d-ı Taftazanî’nin sözleriyle Üstad Bediüzzaman’ın îmânın tarifine dair sözleri arasında yüzde yüz bir paralellik vardır. Belki, sadece bir üslûp ve yorum farkından söz edilebilir. O halde, aynı istikamette giden ve aynı noktaya parmak basan Üstad Bediüzzaman’ın, konuyla ilgili bazı sözlerini zikretmekte fayda var.
İşte, aynı yerde geçen bir tarif: "İman, Şems-i Ezelî’den vicdan-ı beşere ihsan edilen bir nur ve bir şuâdır ki, vicdânın iç yüzünü tamamıyla ışıklandırır." (İ.İ., s. 46) Vicdânı aydınlatan îmân, aynı zamanda “Kâinatı da ışıklandırır.” (Sözler, s. 282) Bu târife göre îmân bir “ihsân-ı İlâhî”dir. Daha pek çok vechesi bulunan bu konu ile ilgili iktibaslara devam edelim.
Muhâkemat’ın “Unsuru’l-Akîde” bölümünün başında “Mîsak-ı ezeliye ile peyman ve yeminimiz olan îmân”dan bahsediliyor ki, daha ruhlar âleminde iken, Rabbimize karşı “Kalû belâ” diyerek söz vermiş ve rûhen îman etmişiz. İşte o ruh cesede girdikten sonra da, o ezelî sözleşmeye sâdık kalarak, aynı hakîkati aklen kabul ve tasdik edip, kalben de teslim olmak gerekir.Yine, “Şakk-ı Kamer” bahsinde ifade edildiği gibi, sırr-ı teklif ve imtihan için, îman hâdisesi, aklın ihtiyârına bırakılmıştır. Eğer herşey açık ve alenî gösterilseydi, herkes tasdike mecbur olurdu, aklın ihtiyârı kalmazdı; o zaman da imtihan olmazdı. (Mektûbât, s. 205)
On Yedinci Sözün 9. Haşiyesinde de, “Îman, cüz’-i ihtiyârîyi Allah nâmına istimâl ettirip, herşeye kâfi getirir” denilerek, “Bir askerin, cüz’i kuvvetini devlet hesâbına istimâl ettiği vakit, binler kuvvetinde işler görmesi” misâl olarak zikredilmektedir. Demek ki, bir neferin bir orduya nisbeti gibi, insanda da en küçük seviyede ve en cüz’i derecede bir ihtiyâr ve irâde gücü vardır. Yine Cenâb-ı Hak tarafından verilen bu irâde inkâr edilemez. Şayet inkâr edilse, o takdirde mesuliyet olmaz. Ama bu irade mutlak bir kuvvet olmayıp, bir “şart-ı adi” hükmündedir.
Mutlak kuvvet ve kudret Cenâb-ı Hakkın elinde ve tasarrufunda olup, îmanı da, hidâyeti de istediği kuluna verir. Ama bunu vermesi için de, kulun cüz-i ihtiyarisini sarfetmesi gerekmektedir; çünkü hikmeti öyle iktizâ ediyor.
Hülâsa Allah, hem Âdildir, hem Hakîmdir. Diğer isimler mukabele istediği gibi, bu isimler de karşılık isterler. Âdildir, zülmetmez; Hakîmdir, hikmetle iş görür, vesselâm.
Yeni Asya, 7 Ocak 1998
--------------------------------------------------------------------------------