Fethullah gülen ile new york sohbeti
FETHULLAH GÜLEN İLE NEW YORK SOHBETİ
Sanal Önsöz
Sabah Kitapları’nın “Türkiye’den Dizisi”nin ilk kitabı olan “Fethullah Gülen’le New York Sohbeti” kitabı 40.000’ den fazla satarak 1997’nin en çok satan kitabı oldu.
Yeni Yüzyıl gazetesinde yayınlanan röportaj da çok ilgi görerek tiraj rekorları kırmıştı.
Bu kadar çok ilgi gören kitapla ilgili kim bilir ne eleştiriler çıktı diye düşünen olursa hemen cevaplayayım; hiç. Yanlış okumadınız; ne sağda, ne solda, ne Hürriyette ne Zaman’da en ufak lehte ya da aleyhte bir eleştiri yayınlanmadı. Bu gerçekten ilginç bir durum.
Türkiye’de ilk kez bir gazeteciden çok sosyal bilimci bir yaklaşımla değerlendirilen Fethullah Gülen portresi toplum tarafından ne kadar ilgi ile karşılandıysa da ideolojik taraflar hiç iyi gözle bakmadılar. Bundan dolayı daha sonra bir çok saldırıya ve iftiraya uğradım. Bana bu denli kızılmasının nedeni ne olabilir di?
Varlık nedenleri ve konumları ayrılık, düşmanlık üzerine yapılandırılmış herkes ideolojisiz bir bakıştan rahatsız olmuştu. İslâmî bir liderin objektif portresinin önyargısız sunumu köprü kurulmasını engelleyenler için acımasız bir darbe oldu. İçlerindeki cerahati kin ve nefret olarak ellerine fırsat geçtikçe kullandılar. Tüm gazete örgütleri ve sorumluları da suskunlukları ile katkıda bulundular. Kadın olmamdan başka suç bulunamadığından medya mecrasındaki kadın erkek herkes “kadınlığıma” hakaret ederek rahatladı.
Bu konuda yürekli çıkan sadece Can Dündar, Gülay Göktürk ve Seda Kaya Güler oldu.
Bunları anlatmamın nedeni okuduklarınızın neden olduğu tektonik hareketleri az da olsa gösterebilmek için.
Aradan geçen üç yıl sonra daha iyi görüyoruz ki, Fethullah Gülen ‘in, Yesevi-Hacı Bektaş_ Mevlana ve Yunus Emre çizgisinden günümüze taşıdığı tasavvufa dayalı hoşgörü felsefesi, bütün İslam alemi için de bir “devrim” niteliğinde. Ülkemizde herşeyin bir sepete konulmasını engelleyen bu çalışma belki de bu nedenle düşmanlık çekti. Farklı birikimlerini ve kültürlerini sentezleyecek bir Türkiye 21. yüzyılın ruhunu yaratacaktır.
Buna gönülden inanıyorum.
Fethullah Gülen’in liderliği ile , bugüne kadar bilinen kültürel emperyalizm engelini aşarak tüm dünyaya yayılan “Türk Okullları” kurulmuştur. Batılıların alternatifsiz uyguladıkları bu yöntem ilk kez karşısında “Türk Okulları”nı bulmuştur. 21.yüzyılda artık iddialı bir Türk kültürü ve medeniyeti olacaktır. Üstelik kendi kültürünü küçümseyen , halkını sevmeyen azınlıklar yaratmadan yapılan bu eğitim toplumlar arası hoşgörünün köprüsüdür.
21.yüzyılda barış mimarları yeni anlayışın bağrından çıkacaktır.
Hoşgörü ve barışa gönülden inanıyorum.
Hoyrat ve acılı 20. yüzyıldan sonra yeni yüzyılda yeni bir yapılanmaya, yeni anlayışlara ihtiyacımız olduğu aşikar. İnsanı severek başlamalıyız işe. Bu ideolojinin ölümüdür.
Ben insana gönülden inanıyorum.
Sanal alemdeki okuyucularıma her türlü eleştirileri için her zaman kapım açık.
Ancak düşünen yüreklilerin eleştirileri olabilir. Biliyorum. Gönül ve akıl beraberliğinin ürünü olan Türk kültür anlayışı ve inanç sistemi daha fazla üzerinde düşünülmeyi hak ediyor.
NEVVAL SEVİNDİ
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
YAZARIN ÖNSÖZÜ
Neden durup dururken, yaz ortası taa New York’a uçup Fethullah Gülen Hocaefendi ile konuştum sorusunun cevabını herkes kendine göre bulmuş olabilir. Ben, benim nedenimi merak edenler için anlatmak isterim ki, ansızın olmadı. ‘Deve Kervanıyla İpek Yolu’ projesi kapsamında gittiğim Orta Asya’da cemaatin okullarıyla karşılaştım. Arkadaşım kervanbaşı Arif Aşçı’nın okullarla ilgili izlenimlerini dinledim. Orta Asya’nın havasını soludum. Ahmed Yesevi’ye yakın oldum, Nakşibendi’yi ziyaret ettim. Döner dönmez Fethullah Gülen Hocaefendi’ye bir mektupla duygularımı ilettim ve görüşmek istediğimi belirttim. Bundan sonraki dönem onu ve cemaati tanımakla geçti diyebilirim. Sıcak ve soluklu bir ilişki günden güne gelişti. Tanıştık.
Kültürel, siyasi ve sosyal tezlerimle büyük yakınlığının olması beni çok heyecanlandırdı. Hep yalnız başına hamamda türkü çığırdığınızı sanırsınız. Ama yalnız olmadığımız kesin. Ayrıca ülkemizde entelektüel bazda konuşarak doymanın, yaratmanın mümkün olmadığı bir sosyal kast sisteminin de işlerlikte olduğu düşünülürse, kendini yalnız sananların sayısının çok olabileceği aşikar. Bunu kırmak için uğraşan biri olarak benim gibi umudunu yitirmemiş bir kimlikle karşılaşacağımı biliyordum. Bu tanıma sürecinin olgunlaşması yine Hocaefendi ile gerçekleşti. Ona geçmiş olsun demek için New York’a telefon ettiğimde bana “Zihnen sizinle konuşmaya kendimi hazırlamıştım“ deyince ertesi gün uçak biletlerini aldım, daha onun rızasını almadan. Gitmeliydim.
New York’ta söyleşiyle geçirdiğimiz iki gün boyunca olgunlaşıp avucuma düşen fikir ve ruh dünyası zihnimi ajite etti. Gazeteci gibi düşünmeyi bile zaman zaman unuttum. Zihnim çok meşguldü. Ayrıca bu sadece bir ilk karşılaşmaydı. Ben sadece bir kepçe alabilmiştim bu deryadan. Bunu büyük bir heyecan ve çabayla herkesle paylaşmak istedim. Türkiye’nin en çekişmeli, kavgalı ve politik arenanın en kanlı olduğu bir dönemde kısırlığın zavallılığını ortaya çıkarmak için elimdeki tek silahı; kalemimi kullandım. Kimsenin kimseyi tanımaya özenmediği, kimsenin kimseyi merak etmediği bu kupkuru çölde bir damla su isterken bir vahada dinlenme şansı vermek istedim insanlara. Düşünce ve fikir dünyalarına çengel atmak ve ulaşmak dileğim. Yeni Yüzyıl gazetesinde çıkan ve bu kitabın kaynağını oluşturan söyleşilerin yayımlanması süresince ve sonrasında çılgınca bir ilginin üstümüze çağlayanlar gibi dökülmesi bir rastlantı değildi. Hele spekülatif düşünce ve buzağı arama zavallılığındaki geleneksel zafiyeti tatmin edecek bir şey bulmak imkânsızdı. Bulanların kuruluğu ise zaten kendi ölümlerine ağıttır.
Yıllardır çalıştığım, yazdığım ve düşündüğüm Türk kültürünün kökleri, bugünü ve dinamikleri konusuyla ilgili bu zihinsel karşılaşma benim için önemlidir. Orta Asya’ya dönük yüzümü aydınlatıcı yeni bilgiler, tabu olarak dokunulmayan Türk, İslam, din felsefesi; model ve kimlik arayışındaki Türkiye’ye ve bana çok önemli duygusu veriyor.
‘Bir şeyci’ olmadan düşünebilen entelektüel zihnin varlığını Türkiye kabul etmedikçe hep kuyruğuna teneke bağlanan mahalleli olarak kalacak. Oysa Türkiye dünyada yerini almak ve standardını yükseltmek zorunda. Çözüm olarak yabancı ülkelerde model aranmasına son verip kendi dinamiklerimiz üstüne düşünmemiz, antropolojik çalışmalar yapmamız gerekli. Türkiye’nin bugününü bilmemizi sağlayacak antropolojik yüzey çalışmaları yapılmamaktadır. Geçmişten ve bugünden habersiz sadece ‘akademik unvanlarla’ yaşamı sürdürmek görüldüğü üzre, mümkün olmamaktadır. Bilgiye ulaşamayan, bilgi kanalları tıkalı bir Türkiye çırpınarak zaman yitirmekte. Bazı çevreler yanlış anlayacak diye korkup yazmadığımız, konuşmadığımız ve düşünmediğimiz sürece topluma bir ideoloji üretmemiz imkânsızdır.
Sanayide yakalamaya çalıştığımız kadar bir kalite kontrolünü zihinsel dünyamızda da yakalamamız elzem. Kimseye göbek bağı olmayan entelektüel yaratıcılık, kalitesizliği aşabilecek bir atmosferi yaratabilir. Bu dizi boyunca halkın sağduyusunu çok yakından tanıdım. Etkilendim. “Onlar kitapsız okuyanlardır” dizesine sevgiyle sarıldım bir kez daha.
İslam toplumunda ilk defa filozof unvanını alan Kindi, İlk Felsefe Üzerine adlı eserinde, bazı çevrelerin yanlış yorumlamasından çekindiği için düşüncelerini serbestçe ifade edemediğinden yakınır ve hasımlarını ağır bir dille şöyle suçlar, “… gücümüz ölçüsünde, dilin yapısı ve zamanın anlayışına göre o fikirleri bu yolun yolcularına en kısa ve en kolay bir tarzda eksiklerini de tamamlayarak takdim edeceğiz. Bunu yaparken, zamanımızın düşünürü olarak tanındıkları halde gerçekten uzak bulunanların yanlış yorumlamalarından çekindiğimiz için, iltibası gerektiren karmaşık noktaları uzun uzadıya tahlil yerine kısa kesmek zorunda kaldık. Layık olmadıkları halde hakkı temsil durumunda olsalar da bunların kıt zekâları gerçeğin esprisini anlamaktan acizdir. Bilgileri ise yüksek düşünce sahiplerini takdir etme, yararı herkese ve onlara da dokunacak olan içtihat yapma düzeyinde değildir. Bunların hayvani nefislerinde yer eden haset kiri ve düşünce ufuklarını kapayan karanlık, gerçeğin nurunu görmelerini engellemiştir. Saldırgan ve zalim düşman durumunda olan bunlar, haksız yere işgal ettikleri kürsüleri korumak için elde edemedikleri ve çok uzağında bulundukları insani faziletlere sahip olanları aşağılarlar. Amaçları riyaset ve din tacirliğidir. Oysa kendileri dinden yoksundur.”1
Gündemimizi sürekli din, dinin günlük yaşamla ilişkisi tutarken dinin bir dinamik olarak kültürel ve sosyal yaşamdaki yerini anlamamakta direnmek ‘kökten tutucu’ totaliter bir zihniyettir. Siyasi İslam’ın ve karşıtlarının toz duman kavgasının altında yatan ortak zihniyet budur.
Batı kültürünün bugün tartıştığı ‘mutlak akılcılığın’ tartışılmaz kabulü kendi değerlerine yabancılaşmış bir anlayışın hezeyanıdır.
Fethullah Gülen Hocaefendi, bunu aydınlar açısından değerlendiriyor: “Asırlarca bayraklaştırıp, başımızda taşıdığımız bütün değerlerimizi bırakıp bin yamalı bohçaya sancak diye selam durmak ‘entelijansiya’mızın anlaşılması çok zor taraflarından biridir. Bütün eğrilerin doğru ve doğruların eğri gösterildiği çarpık bir cemiyette her hakikati bir hayal, bir üsture* görüyor ve kendini yüceltip millet yapan bütün değerlere, köhnemiş müesseseler nazarıyla bakıyordu. O halde, yapılacak şey, özünden bu kadar uzaklaştırılmış ve düşünce dünyasında tüketilmiş bir nesle, yeniden hayat iksiri aşılamak ve onu ruh yüceliğine ulaştırmak olacaktır.”2
Toplumun şaşkın bir ördek gibi dolaştığı ve başını nereye vuracağını bilmediği bir dönemde düşünen insan olarak Hocaefendi’nin neden ağladığını da kendi açıklayabilir: “Şimdi sizler, ey bütün tarih boyunca ağlamayı unutmuşlar! Gamsızlar, dertsizler ve ağlanacak hallerine gülenler! Gelin; şu çıkmazın başında durup asırlık gamsızlığımıza bir son vererek beraber ağlayalım. Cehaletimize ağlayalım. Kaybettiğimiz şeylerden habersizliğimize ağlayalım.” Hoyratlaşan gönüllere ağlayan Hocaefendi hoyratlığın yerleşmesine figan ederek durdurmak istemekte hoşgörüsüzlüğü, seviyesizliği. Bu nedenle o bireye inanıyor. Bir toplumun sağlıklı olması fertlerin canlılığına bağlıdır diye düşünüyor.
“Fertlerde mevcut olan her güzellik, her kıymet ve her değer katlanarak topluma akseder. Aksine, onlardaki her uygunsuzluk, her yetersizlik de bir fezia (skandal) ve bir facia olarak toplumun yolunu keser ve onu derinden derine yaralar.”3
Yaşadıklarımız bunu kanıtlamakla meşgul zaten. O, insanı yükseltmek için eğitime inanıyor. Bilim ve araştırmaya imanı tam. Aynı şekilde dini akidelerine ve Hakk eri olmaya gönül vermeye inanıyor. Kalp ile akıl birliğine sahip çıkıyor. Hiçbirinden bir diğeri lehine vazgeçmiyor. Öğrenmenin önemini sürekli vurguluyor: “Öğrenme ve öğretme inbiğinden geçmemiş fertte, insani meziyetler ve yükseltici hususiyetler gelişmediği için, içtimai bir hüviyet aramak da beyhudedir.” Bireyselleşmek nasıl eğitimden geçiyorsa, toplumsallaşmak da onun için ancak eğitimle sağlanabilecektir. Bugünün modern bilimlerinde de eğitimin, insanın zihinsel kapasiteleri ve kullanımı üstündeki önemi dikkatle vurgulanıyor ve araştırma konusudur. 21. yüzyıl, insan merkezli düşünce sistemlerinin yüzyılı olacak. Her şeyin merkezinde insan denen büyük kapasitenin olduğu anlaşıldı. İnsanı aşarak, ona rağmen, onun kültürünü küçümseyerek bir yere varılamayacağının kanıtları sağlam bir şekilde 20. yüzyıla gömülmüş bulunmakta. “İnsanı, insan olduğu için sevmek ve saygılı olmak; Yaratıcı’ya saygılı olmanın ifadesidir. Yoksa kendi gibi düşünenleri sevmek ve saymak, samimi ve insanca bir sevgi ve saygı değil, bir bencillik ve insanın kendi kendini putlaştırması demektir. Hele hele, temel düşünce ve tasavvurda, aynı çizgide olup da, tıpatıp bizim gibi düşünmeyenleri horlama ve hakir görme bir mürüvvetsizlik ve hodkâmlıktır.”4 diyen Hocaefendi, insan kavramına bir bütün olarak yaklaşmaktadır. Çünkü ona göre insan, “…her felsefi ve ilmi görüşün temel mevzuudur. Hesaba katılmadan ne bir felsefe yapmak, ne de ilimlere geçmek mümkün değildir… Kitaplar ona koşar, onunla dolar ve etrafa nur saçarlar.”5 İnsanı yücelten bu felsefe elbette insanın zihinsel becerilerinin kullanılmasıyla yakından ilgilidir.
İnsanın olağanüstü zihinsel yaratıcılığı eğitimle en çok yararlanılabilir hale dönüşecek sonsuz bir güçtür. Hocaefendi; “İlimsiz bir geçmiş olmadığı gibi, ilimsiz bir gelecek de tasavvur edilemez. Her şey netice itibariyle ilme bağlıdır ve onsuz bir dünyanın insana verebileceği bir şey yoktur.”6 derken bu olmazlığı ifade eder. İlk ‘Ufuk Turu’ söyleşisini okuduğum zaman Hocaefendi’nin çok miktarda Batılı kaynak kullanması ilgimi çekmişti. Tüm konuşmalarında ve yazılarında bu özellik var. Batılı düşünce adamlarının, sanatçıların adını çok sıklıkla örnekler vererek kullanıyor. Onun için Batı ve Doğu ayrımı yok ilimde. Doğu kültürüne vakıf olduğu kadar Batılı kaynaklara da vakıf olmak gerektiğini çevresindekilere anlatmaya çalışıyor. “Rafael ‘ideler’i tasvirinde, Eflatun’a gökler ötesini gösterterek, onun dünyasını ifade ettiği gibi, talebesine de, ayağının önünü işaret ettirerek ayrı bir dünyadan haber verir. Yüce duygulardan mahrum neslimiz hiç olmazsa ayağının ucunu görebilseydi!…” diyerek hep makrodan mikroya çözüm düşünür.
Tarihimizde her zaman ilim ve fenne karşı çıkanlar Kindi’nin sözünü ettiği yobaz dinciler olmuşlardır. Düzeni korumak isteyen, bundan çıkar sağlayan ve düzenin sürmesinde nefes alabilen zihniyet yeni düşüncelerden ürker. Düşünülmesinden, ilimden korkar. Onu yok etmek için her şeyi yapar. Ama bir gün vakti saati gelir ve tohum fışkırır. Tutulamaz olur. Burada umut her şeyin büyütücüsüdür. Hocaefendi, “Fert ümitle varlığa erer” derken topluma dirilişi ümidin vereceğini görür. Umudu destekler. Ona göre ümidini yitirmiş bir fert var sayılamaz, ümidi yok olmuş bir toplum felç olmuş demektir. Çünkü, “Ümit, insanın kendi ruhunu keşfetmesi ve ondaki iktidarı sezmesinden ibarettir”.
Bu topluma, millete “ruhunu iade etme” gerekliliğini işaret eder. Ruhu olmayan bilginin bir işe yaramadığını görmüştür. Düşünce adamı arayışıdır arayışı. “…sahnedeki boşluklardan istifade ederek, halkın karşısına çıkan sahte oyuncular gibi, insanımızın karşısına, çeşitli devirlerde pek çok oyuncu çıkmış ve onunla eğlenmiştir. Ama hiçbir zaman onun gönlüne taht kuramamıştır.”
“Geleceği kuracak ve yükseltecek fikir işçileri”nin hayalini kurar ve onu gerçekleştirmek için eğitimle “altın nesil” yetiştirme işinin önemini anlatır. “Kafdağı’ndan daha ağır bir yüktür, nadanlara* hal arz etmek…”
Hocaefendi gençliğe verdiği önemi eğitim seferberliğiyle taçlandırıyor: “…Ey ümmet-i merhume, beklediğin subh-u kıyamet** değilse ellerini boynundan çöz, Herakles’in Promete’nin imdadına koştuğu gibi, şeytanın ateşine çarpılmış gençliğin imdadına koş!…” diyor çevresindeki insanlara. Çünkü Hocaefendi’ye göre, ”İnsanda hep iyinin ve güzelin nüveleri vardır. Kötülüğün ve çirkinliğin nüveleri yoktur.” İnsanı bağımsız bir varlık haline sokan, onu “Mutlak, Hür ve Muhtar” bir mevcuda bağlayan aklı, iradesi ve iç zenginliğidir. İnsanı insan yapan akıldır ama hemen ardından en önemli özelliği olarak onun ‘hürriyeti’ni koyuyor Hocaefendi. “İnsanı makine gibi gören ve onun iradesini inkâr edenlerle” hiç bir şeyi açıklamanın mümkün olmadığını anlatıyor bize. Pozitif düşünce bir fetiş haline getirilince nasıl insan önemini yitirdiyse, tüm totaliter ideolojiler de insana rağmen bir ‘düzen’ merakında boğulmuşlardır. Medeniyet ve kültür evrenseldir, yerel olamaz diyenlere karşı Hocaefendi; “Medeniyet ve kültür ne kadar âlemşümul hüviyet kazanırsa kazansın, bağrında yetiştiği milletin ruh haletini temsil etmelidir. Bu itibarla da onu, hazır bir elbise gibi görmekten ziyade, dikilmemiş bir kumaş olarak kabul etmeliyiz. Her milletin kendi kametine göre kesip biçeceği ve fakat mutlaka kendi bünyesine uyduracağı bir kumaş.”7 diyor.
Diğer yandan da, “…bugün artık gerçekle alakası olmayan bir kısım köhne fikirlerle yaşamanın imkânsızlığı meydandadır.” diyerek ilim ve tekniğe küsmenin tehlikelerinden söz ediyor. Burada bir hata varsa bunun sorumluluğunun “gerçek ilim adamının sorumluluk yüklenmesinden kaçınması” keyfiyetinde arıyor.
Bir ülkenin kültürel örgütlenmesinin kendi düşünce ve inancı çizgisinde, kendi köklerinden su emen, günümüz ihtiyaçlarına göre yeniden yapılanması olduğu gerçeğinin altını çiziyor. Ulusun kendi ulusallığının fikri zemini ve ruhi eğilimleri çerçevesinde zamanın gereklerine göre bir düzenleme ve örgütlenmeye geçebileceği, zorlanırsa, “…sudan çıkarılmış balık gibi yavaş yavaş felç” olup öleceğini bize söylüyor. Her milletin düşünce tarzının, düşünce biçimlerinin farklılığını anlatıyor. Gelişmiş ülkelerin “fen ve tekniğine” muhtaç olduğumuza kuşku olmadığını ama bunun içinin doldurulması gerektiğini söylüyor. Kendini yenilemekten korkmamaya çağırıyor insanları. Bu yeniden dirilişi bir ‘Rönesans’ olarak düşlüyor. Bu nedenle birçok kavramı, insani erdemi yeniden tarif ediyor. O kavramın ne olduğunu açıklıyor. Mutluluk iç aydınlığıdır örneğin. Çile, çekilmesi gerekendir menzile varmak için. Vefa, dostluk, fazilet, merhamet, müsamaha, günah, sabır hepsinin içeriğini, varlığını açıklıyor. Nasıl bir dünya istediğinin ipuçları burada da vardır. Bu idealist dünyada çok realist yaklaşımlar sunuyor. Ütopyalardan koşarak gelirken günün en önemli sorununa pratik bir çare üretir bulursunuz onu. Geniş düşleriyle, idealleriyle boğulmadan karada yürüyebiliyor. Uçtuğu kadar sabit kalabiliyor, bir sentezi yakaladığı için, gerçekçilikle hoşgörü ile ördüğü idealizm çatışmadan yaşayıp gidiyor içinde. Burada can bulduğu yer belki de kendini yenilemedir. Her insan, her bilgi, her yeni olan şey onu heyecanlandırıyor. “Kendini yenileme, devamlı var olabilmenin ilk şartı ve en mühim esasıdır. Sırası geldikçe kendini yenileyemeyenler, güçlü de olsalar, er geç tükenip gitmeye mahkûmdurlar. Her şey kendini yenileyerek canlı kalır ve varlığını sürdürür.” Toplumsal hareket içindeki dinamizmini bu yenilemeye borçlu olduğunu düşünüyorum. Türkler tarikatlar aracılığıyla yüzlerce yıl günün şartlarına cevap veren değişimlerle zamanı yakalamışlardır. Tarikatlar dogmatik değildir, bir yol ve düzenleme gösterir. Çok çeşitli yollar göstererek insanın çeşitliliğine cevap verirken bir yandan da sokaktaki adamı yontarlardı. Yani az da olsa bir değişime tabi tutarlardı. Belki Hocaefendi’nin dediği “…bütün kâinatları ruh prizmasından geçirerek dimağlara ‘efor’ yaptırtmak, işte gerçek yenilenme budur.”8 Onun insan tasarımında o nedenle irade çok önemlidir. İrade şuuru insanın kendini idrak etmesi ve algılama gücü olarak ortaya çıkar. Bunun aksi ise bireyin bozulmasıdır. Kararsız ve şaşkındır. O ‘kendi olma’ yolunda biçaredir artık.
Cehalet çıkmazı kadar onu rahatsız eden bir diğer kavram; zamanın kullanımıdır. “Bizim ileri ülkelerden, ne fiziki güç ne de manevi değerlere sahip olma bakımından herhangi bir eksiğimiz olduğu söylenemez. Ne var ki, zamana sözünü geçirme, onunla içli dışlı olma ve onun her parçasını bir pırlanta gibi değerlendirmeden yana, onlardan geri, hem çok geri olduğumuz da bir gerçektir.”9 Çünkü ona göre zaman bir boşluk değil, tam tersine dünya pazarındaki en kıymetli anapara sermayedir. Geleceğe ait plan ve proje üretilmesinin zamanla ilişkisini anlatıyor. Zamanın kısalığından yakınanları gaflet ve delalet içinde değerlendiriyor. Zamanı kullanan büyük adamları örnek verir: “Mevlana’lar, zamanın coşturucu soluklarıyla kendilerinden geçmiş ve bir velvele olarak cihanın her yanını sarmış; Newton’lar, bir elmanın yere düşmesi gibi en küçük hadiseleri dahi değerlendirerek, kâinat kitabının sinesindeki ‘Çekim Kanunu’nu keşfetmiş ve zamanın her şeye yeteceğini ispatlayıp ortaya koymuşlardı. Zamanla bütünleşmiş bu üstün kametler, geçmişin mirasını en iyi şekilde değerlendirmiş, yaşadıkları devri tekrar tekrar hallaç etmiş…”10
Fethullah Gülen Hocaefendi en çok “altın nesil” konusunda eleştiriye uğramıştır. Cemaatin kendi kadrolarını yetiştirerek iktidara geleceği varsayılmıştır. Buradaki bireye saygı ve toplumsallaşma göz ardı edilmiştir. Siyasete bulaşacağı her an beklenmiş, siyasi liderlerle görüşmesi olay olmuş ve çeşitli yorumlara yol açmıştır. Her şeyin politize olduğu bir Türkiye’de siyasete uzak kalmayı bir yasak halinde kurallaştıran Hocaefendi’nin elbette yaşadığı siyasi ortama ilişkin düşünceleri vardır. Bunu çok açık olarak ifade eder: “Ah, o bin bir sefalet içinde perişan olup giden zavallı yığınlar! Olan hep onlara oldu. Hodkâm ve bencil bir kısım rehberlerin, hem de kör ve sağır olan bu rehberlerin, her gün ayrı bir vadide onlara seyir ve tenezzüh vaat etmeleri; her gün ayrı bir yalancı ışıkla onları aldatmaları, bütün bütün o zavallıların zillet ve perişaniyetlerine sebebiyet verdi. Evet, bu tuhaf rehberler onları, bir gün Batı pınarlarının başında, bir başka gün Amerika yakasında, diğer bir gün İran-Turan çayırlarında sürükleyip durdular. Yığınlar olup bitenden bir şey anlamıyor; tufeyli, kapı kapı düşünce dilenciliğinden usanmıyor, durmadan mihraptan mihraba koşuyor, durmadan kıble değiştiriyor.” Burada siyasi liderlerin eleştirisi kadar sivil toplumun da eleştirilmesi dikkat çekici bence. Bu nedenle yeni insanı tarif eder: “Yeni insan, düşünen, araştıran, inanan, ruhaniyata açık ve ruhani zevklerle dopdolu bir insandır. O kendi dünyasını kurma yolunda, azami ölçüde çağının imkânlarından yararlanmanın yanında, kendi milli ve manevi değerlerine de sahip çıkarak çok farklı bir performans ortaya koyacaktır.”11
Yeni insan çok yönlüdür, her meseleyle içli dışlıdır. Doymak bilmeyen bir ilim aşkıyla yanar. Evrensel bakar ve sevgi doludur. Yeni insan şablonculuğun karşısında “inşa ruhuna sahip” olandır. Ve hep yaşadığı devrin önünde yürür. Tam bir denge insanıdır. “Yeni insan bir fatih ve kâşiftir”. Özellikle bu yeni dünyaları keşfe teşvik eden tarif, Türkler için yeni bir açılım getirmekte. Türkler çağlar boyu hep yer değiştirerek Batı’ya gelmiş ve şu anda da dünyanın her köşesinde bulunmakta olan maceracılardır. Çünkü bunu sadece ‘ekmek’ bulmaya bağlamak yeterli gelmiyor bana. Afrika’da, Alaska’da ve Arjantin’de yerleşmiş oldukları gibi daha bir çok yerde onlarla karşılaşabilirsiniz. Bu keşfetme duygusu insanımızda teşvik görürse ufkunu genişleten bir deneyim yakalayacaktır. Belki bu nedenle Hocaefendi “Dünya bir kere daha yenilenme sath-ı mailine* girdi. Her yerde yenilik düşleniyor, yenilik tasarlanıyor, yenilik konuşuluyor ve büyülü bir yenilik adına destanlar kesiliyor.”12 diyor. Yenilenmenin zihinsel alandaki çarpıcı sonuçlarını verdiği gibi bizde aydınların yıllarca öncesinin fikirleriyle idare ettiğinin altını çiziyor: “Yıllardan beri ilim yuvaları üzerindeki hâkimiyetlerini devam ettiren bizim sair fi’l-menam, ‘uyur-gezer’ entellerimiz, yarım asır önceki bayat şeyleri sayıklaya dursunlar, dünya köklü değişmelerin ağında ve yepyeni yapılanmalara gebe.” diyor daha geçen yıl. Bergson, Boutroux, Hamlin ve birçok bilim adamının ilim ve tekniğin her şeyi halledemeyeceğini tartışırken, Batı’yı ve modern çağın tabularını sorgularken bizde herkesin uyumasının altını birçok kez çiziyor. Medrese ve dergâhın birbirinden koparılmasının ruhumuzu zedelediğini düşünüyor. “Ayrı düştükleri devirlerde biri gidip bağnazlık ve taassup gayyalarına yuvarlanmış, diğeri de mistisizmin felç edici ağına düşmüştür”.13 diyerek eleştirisini net ortaya koyar.
Fethullah Gülen Hocaefendi, hep geleceğin büyük Türkiye’sinin nasıl kurulacağını, geleceğin dünyasında nelerin gerekli olduğunu, nelerin atılıp nelerin saklanması gerektiğini düşünüyor. Bu yeni dünya hangi esaslar üzerinde kurulmalıdır? sorusuna cevabı iyice araştırılmadan acele karar verilmemelidir ona göre. Çünkü, “Aslında, insan bir bekleyişin çocuğudur.”
“Gözlerimi yummuş Türkiye’yi düşlüyorum” derken uzun bir bekleyişle dolu yaşamını hatırlatıyor belki de.
“Milletçe ne olmamız gerektiğine bir türlü karar verememiş bulunmamızı ve bir iki asırdır sürekli sağa sola yalpalanıp durduğumuzu düşündükçe de korkuyla titriyor, endişelerle sarsılıyoruz.”14
Batı’ya bakışını özetleyen görüşü: “ Batılı ortaçağ, tek buutlu bir yola girdi ve her şeyi teolojik görüş üstüne inşa etti ve bununla dünya ve varlık ötesi muammaları çözebileceği vehmine kapıldı. Heyhat, asırlar ve asırlar boyu tek kürekli bir sandalla sonsuza yelken açar gibi hep bir karanlık etrafında dolaşıp durdu ve bir çuvaldız boyu yol alamadı. Daha sonraki çağlar ise bir zaruret varmışçasına, bunun tam aksini yaptı: Her şeyi maddeci ve tabiatçı görüş üstüne bina etti. Yani sol yandan kürekli bir sandal ile varlığın keşfine koyuldu… Yollar vefa etmedi mesafelere takıldı ve kendi çevresinde daire çize çize başı döndü, bakışı bulandı, derken sendeledi ve devrildi. Arkamızda bıraktığımız asrın sonlarına doğru pozitif bilimler o kadar şımardı, o kadar küstahlaştı ki, onun bu hezeyan ve laubalilikleri karşısında, modern bilimin dili ve tercümanı sayılan Ruben Alves, Paul Feyerabend, Rene Guenon’lar onun zimamını* çekme ve onu tokatlama lüzumunu duydular. Keşke, onlar kadar olsun dengeli, rasyonel ve akl-ı selime itibar ediyor olabilseydik!”15
O Batı’yı eleştirirken yapıcı öğeleri asla göz ardı etmez. Batı’dan bize Batı’yı Batı yapan değerlerin ulaşmadığını söyler biz geçmişimizi çöpe atarken. “Batılı kendi hesabına oldukça kadirşinas ve bugünkü medeniyet ve kültürünün kaynağına karşı da bizi utandıracak kadar saygılı görünmektedir.”16
Türkiye ne yapmalı sorusuna ise tarihi dinamikler kadar toplumsal dinamikleri de dikkate alarak kendimize yol açmamız gerektiğini vurguluyor: “Milletçe kendi durumumuzu aydınlığa kavuşturmadan, dünya devletleri arasındaki yerimizi belirlemeden, kendi düşünce sistemimizi kurmadan, kendi hayat nizamımızı hayata taşımadan ve kendi üslubumuzu bulmadan oturup olacak şeylerin kendi kendine olmasını beklemek bir kuru hülya olsa gerek. Fikir hayatımızın sistemleştirilmesi henüz emekleme safhasında, dini düşünce formüller ağında… İslam’ı da Batı’yı da yanlış anlayışımızdan kaynaklanan çarpıklık, sürekli bizi belirsizliklerin gel-git’ine itiyor. Dine, ilme, akla, medeniyete, varlığa, eşyaya, ruha, tabiata ve insana verdiğimiz manâlardan hiçbiri ne İslamiyet’e ne de Batı felsefesine uyar gibi değil.
…ve sahibini gülünç duruma düşüren bir iki taklidin dışında batı kaynaklı hiçbir ciddi düşünce sanatımıza, edebiyatımıza yansımadı. Yansıyanlarda modası geçmiş şeylerdi.” 1970’li yılların metodolojisiyle düşünmeyi marifet sananlara ağır bir yüklenme var burada. Türkiye’nin önünün açılması zihni donukluğun aşılmasıyla mümkün, zihnen merak etmeyi öğrenerek. Karşımızdaki kimdir sorusuna yanıtı kendimiz vererek değil, onun kim olduğunu kendi ağzından dinleyip tespit ederek etrafımızı fark edebiliriz. Biraz merak etmeli…
Özgün kimliği, bakışı ve senteziyle yeni bir soluk olan aydın ruhu değişimin kapısını ısrarla çalıyor. Merak etmiyor musunuz?
Değişen dünyalarla bağlantılı olarak değişim sancısı çeken Türkiye, yapacağı dönüşümlerle dünyada bir yer edinebilir ancak.
“Yıkmadan önce, yıkılacak şeylerin yerinde nelerin yapılmak istendiği kararlaştırılmalı; sonra varsa, o eski, köhne, geçersiz şeyler yıkılmalıdır. Her zaman ‘yıkmak yapmak içindir’ felsefesiyle hareket edilmeli, yıkılacak şeye kazma çalmadan evvel, yapılacak ne ise, mutlaka onun maketi dikilmelidir. Yapılacak her işte, karar ve aksiyon, ilim, irfan ve tedbirle beslenmeli; azim ve gayret de, araştırma ve vukufla desteklenmelidir ki, yapmaları yıkmalar takip etmesin.”17
Fethullah Gülen Hocaefendi üzerinde konuşulması, tartışılması gereken çok büyük bir derya sunuyor. Merak edersek ne olduğunu öğreniriz.
Nevval SEVİNDİ
1 Kindi, Felsefi Risaleler, İz Yay.
* Üsture: Efsane. Y.N.
2 Çağ ve Nesil 1, T.Ö.V Yay.
3 A.g.e
4 A.g.e
5 A.g.e
6 A.g.e
* Nadan: Cahil. Y.N.
** Subh-u kıyamet: Kıyamet sabahı. Y.N.
7 A.g.e
8 Çağ ve Nesil 2
9 A.g.e
10 A.g.e
11 Çağ ve Nesil 4
* Sath-ı mail: Eğilim. Y.N.
12 Çağ ve Nesil 5
13 A.g.e
14 A.g.e
* Zimam: Yular. Y.N.
15 A.g.e
16 A.g.e
17 Çağ ve Nesil 6
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
Bölüm 1
ASYA TÜRKİYE’Yİ BEKLİYOR
“Asya insanının beyninin guddelerinde, şuuraltı olarak milletimize karşı bir güven, itimat var…. Milletin ruhundaki cevhere bir kere daha inandım, Asya steplerinden kalkıp at sırtında Tuna Nehri’ni defalarca geçen bir millet olduğumuzu bir kere daha gördüm.”
“Gelecekte Asya belki başkalarına cazibe merkezi olacak. Hususi kültür ve eğitim adına yatırımların boşa çıkmayacağını düşünerek sevdiklerimizle başladık.”
“Başörtüsü de üzerinde durulacak usul, yani imanın ve İslam’ın esaslarından, şartlarından değildir. Bunlardan dolayı, insanın dinin dışında tutulması, dinin ruhuna aykırıdır.”
Derviş Geleneğiyle 21. Yüzyıl Ütopyası
Kalbinin iki damarı tıkalı olduğu için Amerika’da Cleveland Kliniği’nde anjiyo olan Fethullah Gülen Hocaefendi, New Jersey’de kalıyor yaklaşık bir aydır.
Kendisiyle kimse görüştürülmüyor ve Türkiye’den sadece internet aracılığıyla alınan haber özetleri veriliyor. Şeker, tansiyon ve kolesterolü yüksek olduğu için kendisine özen gösteriliyor. Uzun süredir yaptığım ve Türkiye’de gerçekleşemeyen görüşme talebimi nihayet kabul ettiğini söyleyince hemen New York’a uçtum. “Kendimi zihnen buna hazırlamıştım” dediği için heyecanlanmış ve hemen gitmek istemiştim. Kendisiyle iki gün sohbet edip birlikte zaman geçirdim. Her konudan birer damla sohbette bulunmamızın nedeni, bir kesiti çeşitliliği içinde verme isteğidir.
Türkiye genelde, olguları kendi görmek istediği boyut ve çapta değerlendiren bir ülke. Ben bunun dışında bir perspektif içinde Fethullah Gülen’i anlatmak, Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar çerçevesinde analizinin yapılmasını sağlamak isteğini duydum.
Kendisiyle New Jersey’de bir apartmanın 22. katında karşı karşıya geliyoruz. Amerika’da okuyan öğrencilerin kaldığı bu daire, karşısına New York’u almış Hudson Nehri’ne bakıyor. Bizi çevreleyen New York manzarası bir ufuk çiziyor. Köprüleri güneş ışığında parlayan, camları alev alev yanan, yeşille şenlendirilmiş kıyı boyunca sıcağın verdiği rehavet çökmüş durumda. Birlikte kahvaltı ederken doktoru Kudret Bey, öğrenciler, dostları bizimle birlikte sohbet ediyor.
Sıcak siyasi konularda yorum almamak için doktoruyla anlaşıyorum, buna mümkün olduğunca riayet ediyorum.
Onda derviş geleneğinin uzantısı olan çilekeşlik, iç dünya ve sevgi ile yaşamı anlamlandırma temel olmakla beraber, büyük bir direncin kökleri de kendini hissettiriyor. İdealle beslenmiş bu direnç, ülkesinin kabına sığmayan ruhunu taşıyor.
Bir politikacı gibi hedefler koyuyor, plan ve projeler öneriyor. Kendine güvenen yeni bir nesil yetiştirilmesi gerektiğine inanıyor. Sık kullandığı “altın nesil” kavramı yeni insan tasarımının bir parçası. Kaybolmuş değerlerin kazanılacağı erdemlerle örülü bir yeni yapılanma için yazıyor, konuşuyor. Bireye inanıyor ve insanın kendi içinde derinleşmeden, hesaplaşmadan kafa ve kalp bütünlüğünü sağlayamayacağını düşünüyor. “Gazali’nin aydın semasında Pascal unutulmasın, Mevlana ile semaha kalkarken Pastör’ü laboratuvarda selamlama eksik bırakılmasın” diyerek, Türkiye’nin iki cihanda aziz olan bir kültür sentezine gebeliğine işaret ediyor.
Nevval SEVİNDİ
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
Astronomiye olan tutkusunu bildiğim için Mars’taki gelişmelerden başlıyorum sohbete. Yıldızlara, gökyüzünün derinliğine hayran Fethullah Gülen, yıldızlar haritasını evrenin asude dinginliği olarak seviyor.
F.G.— Uzay çalışmaları konusunda dünyanın gerisindeyiz. Asırlarca geride kalmışız; bu mesafenin aşılması epeyce zor. Teknolojinin, bilginin transfer edilmesi, Türkiye’nin en önemli meseleleri arasında yer alıyor. Gündelik işlerle meşgul olmaktan, devlet olarak plan ve projeleri bile değerlendiremiyoruz.
N.S.— Para mı sorun?
F.G.— Parayı milletimiz çözebilir sanıyorum. Kendilerine öncelik tanınmaması gereken küçük meseleler, günlük siyaset milletin geleceğinin önüne geçiyor hep. Yoklukta varlık bulmuş ve Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleştirmiş olan milletimizin, bugün de bunları yapabileceğine inanıyorum. Pratikte de bugün biraz kurcalayınca, bunun böyle olduğunu görüyoruz. Mesela, Asya’daki eğitim faaliyetleri bunun bir örneğidir. Bunu, bazıları “değirmenin suyu nereden” diyerek Amerika’ya İngiltere’ye dayandırmak istiyor, ama Allah da biliyor, Peygamber de biliyor, maşeri vicdan da (kamuoyu) biliyor ki, bu İstiklal Mücadelesi’ni gerçekleştiren ruhun işidir. O gün millet nasıl coştuysa, bugün de varını yoğunu buna yatırarak, bunu gerçekleştireceğine inanıyorum. Elverir ki, millete planlar sunulsun, ümit vaat edilsin, yapılan şeylerle bir neticeye varılacağına inandırılsın, o zaman millet her şeyi yapar.
N.S.— Orta Asya’da okullarınızı gördüm. Üstelik ben ‘Deve Kervanıyla İpek Yolu’ projesi kapsamında gitmişken tesadüfen gördüm. O insanlara bu şevki, coşkuyu nasıl aşılıyorsunuz? Bu insanlar bir hedef konduğu için mi koşabiliyorlar, yoksa başka bir his mi var işin içinde?
F.G.— Değişik faktörler var. İnsanımız çok yürekli, yalnız bunu ortaya koyabilmesi için inanması gerekli. Bizim gibi arı vızıltısıyla bile bir şeyler fısıldayan olsa, maşeri vicdan (kamuoyu) hemen harekete geçebiliyor. Demek, o kadar bile olsa bu milletin hamiyet* hislerine, civanmertliğine müracaat edilmemiş. Ben bu işin organizatörü olduğumu söyleyemem; sadece bu işin yararlı olduğuna inandım. Gerçekleşebileceğine ve sonra da kalabileceğine inandım. Asya insanının beyninin guddelerinde, şuuraltı olarak milletimize karşı bir güven, itimat var. Ana millet, baba millet olarak gören bir şey var sanki. Gezdiğim her yerde, benim işim olmadığı halde, hep aynı teşvikte bulundum. İnsanlar bu sese cevap verdiler. Gerçekten inandılar. Ben de bu işe doğrusu hayret ettim. Bu kadar az bir gayretle onların bir küheylan gibi şahlanmaları beni de hayretten hayrete sevk etti. Milletin ruhundaki cevhere bir kere daha inandım, Asya steplerinden kalkıp at sırtında Tuna Nehri’ni defalarca geçen bir millet olduğumuzu bir kere daha gördüm. Onun ruhundaki bu güç öyle bir kaynak ki, bu cevheri bilmeyenler yapılan şeylere başka kaynaklar aramaya başladı. Oysa ki bu, milletin kendi içini ortaya koyması demekti ve o, irade gücünü ortaya koydu. Başka bir mülahazamı** arz etmek isterim. 1980’lerin sonunda, bir kısım sarsıntıları fark edince ‘Oradaki insanlara sahip çıkalım. Çarlık Rusyası’nın, komünizmin altında inlediler şimdi de başka istismarlara açık olacaklar. Bu kardeşlerimizin yardımına gidelim’ mülahazası ile gidersek, kendilerine çok şey vereceğimizi düşündük.
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
Türkiye Oturmuş Bir Devlet
Türkiye oturmuş bir devlet, demokrasi yerleşmiş, en azından yerleşme yolunda. Günümüzde kendilerini bizden daha iyi Müslüman gören, ve bize tepeden bakan insanlarla, ülkelerle en azından şimdilik mümkün görülmeyen birlik hayalleri kurmak yerine, bizi kabullenecek, yıllarca, hatta asırlarca horlanıp ezilmiş, çok yönden bize daha yakın insanlara yönelmeyi yararlı bulduk. Gelecekte belki başkalarına ‘cazibe merkezi’ haline gelecek yerler olmaları dolayısıyla, hususi kültür ve eğitim adına yatırımların boşa çıkmayacağını düşünerek sevdiklerimizle bu işe başladık.
N.S.— Bunlar, politikacıların yapması gereken ve yapmadıkları şeyler. Onlar insanları heyecanlandıramıyor, onlara bir şevk veremiyor. Tersine umutsuzluk veriyorlar. Böyle politik hedefler ve yapılanların yanı sıra çok kırılgan bir iç dünyanız var. Büyük hayallerin beslendiği bir yaratıcılığı da taşıyorsunuz; bunların ikisini bir arada taşımak zor olmuyor mu?
F.G.— ‘Meşakkat mükafata esastır’ derler, yani her şeyin avantajları kadar riski de var. Bunlara katlanmak lazım. Milletin ruhundaki cevherin çıkarılması meselesinde politikacılar, hamasi destan mahiyetinde çok şeyler söylüyorlar, ama onu keşfetmeye, harekete geçirmeye matuf* ciddi, inandırıcı bir tavırları olmuyor. Öyle tutarsız şeyler oluyor ki, en büyük kredileri sayılan güveni kaybediyorlar. Politikanın dışında olmanın bir yönüyle bir yararı olabilir; bir önemli mevzuu seçersiniz, bir idealiniz vardır, onu belirlersiniz. Zaten çok zor, çetin bir olay. Bir de her şey bir kaderdenk noktasında cereyan eder. Yani dersiniz ki, burada bir ölüm de söz konusu olabilir, ancak kalım olursa, o zaman da kazanırım. Yani bu millet uyanırsa, yine kazancımız büyük olur diye düşünüyoruz. Kaderdenk noktası, yani sebepler planında insan iradesiyle alakalı bütün psikolojik, sosyal, ekonomik ve siyasi konjonktürle, kader planında İrade-i İlahi’nin çakışması, bazılarının sürpriz dediği sizin hayal ettiğiniz gerçekleri çıkarıyor. Politikacı bu mülahazalara eğilemiyor. O günü kurtarmayı düşünüyor. Bu milletin tarihini ve geleceğini gerektiği ölçüde düşünmüyor.
N.S.— Yani ideal gerekiyor…
F.G.— “Günlük meselelerle çok meşgul olursa insan, başka meselelere karşı gabileşir, yani anlayışı kıtlaşır” diyor bir düşünür. Birkaç yıl öncesine kadar Türkiye’nin bir Asya meselesi yoktu. Bazı şeylerin planı yapılıyordu ama bunu Atatürk çok önceleri söylemişti. Yani ABD Başkanı McArthur’la Türkiye’de görüşürken 1935’lerde söylemişti. Demek ki, bizim politikacılarımız o noktaya bugün vardılarsa 63 sene geriden geliyorlar demektir. Ne olursa olsun son sözü söylemek lazım, o kaderdenk noktası geldiğinde. Ben dedim ki, Asya’ya açılırsak ne kaybederiz? Azerbaycan’ı Ruslar işgal ettiğinde arkadaşlarımız orada idiler, ben de onlara “Kalın” dedim, “Ezilseniz bile kalın!”. Onların mağdur olduğu bir dönemde orada olmamız, onlara yardım elini uzatmamız bir kredidir. Devletimiz gerçi bir yönüyle bunu düşünüyor, bir diğer yönüyle de devlet olarak hareket ederse başka devletleri karşısında bulur. Oysa bizimki sivil bir girişimdir, yani bağışlayın ne deve ne kuş. Bize derler, “Devlet adına mı hareket ediyorsunuz?” Biz de, “Nasıl telakki ederseniz”. “Kendi kendinize mi hareket ediyorsunuz?” yine, “Nasıl telakki ederseniz”.
Biz Devletin Ayrılmaz Bir Parçasıyız
Ama biz devletin ayrılmaz bir parçasıyız, yaptığımız her şey devletimiz adınadır. O açıdan, bazen böyle bir belirsizlik de bizim için güç kaynağı oluyor. Bu da çok önemli bir dinamik sayılabilir. Orada yapacağımız her şeyde KGB ile, Rus sertliği ilbir [SU1] güç kazandık.
N.S.— Orta Asya, kültürümüzün ana ırmağının aktığı yer. Yesevi döneminde İslam anlayışında kadın erkek bir arada ibadet eden Türklerin, 13. yüzyıla kadar Kur’an’ı da Türkçe okuduğunu hatırlarsak bugün neden kadını erkeği ayırıyorlar, haremlik-selamlık yapmaya çalışıyorlar? Dinde ve tasavvufta kadın erkek bir değil mi?
F.G.— Ahmet Yesevi bir insan, meseleyi kendince geniş bir perspektif içinde yorumlamış olabilir. Meclislerinde zikir esnasında kadınla erkeğin birlikte olduğu tarih kitaplarında geçiyor. Allah Resulü dönemine bakılacak olursa, mescitte erkekler ve kadınlar birlikte namaz kılıyorlar. O zaman, şimdi bizim camilerimizde olduğu gibi mahfil* veya maksure şeklinde bölmeler de yok. Muteber hadis kitaplarında geçtiğine göre, Medine’de Müslümanlar genellikle fakirdi. Ayrıca iç elbiseleri yoktu. Secdeye vardıklarında hoş olmayan manzaralar göze çarpabiliyordu. Bunu önlemek için Efendimiz (SAV), kadınlara, hemen erkeklerin arkasında namaz kıldıkları için, “Erkekler secdeden başlarını kaldırmadan siz kaldırmayın” buyurmuşlardır. Bir konsantrasyon yeri olan mescitte, açık saçık manzaralara meydan vermemek için böyle buyurmuştur. Bazı meseleler gibi, zamanla bu meselede de değişik anlama ve yorumlar olmuş. Kadınlar, mesela Türkiye’de teravih namazları dışında –ki farz değil sünnettir– camiye gelmez veya alınmaz olmuş. Bunun yanısıra camilerimizdeki mahfil ve maksureler de sorgulanabilir. Yesevi hazretlerinin, Anadolu’ya gönderdiği dervişler asıl manânın, derinliğin ve ruhun temsilcisi olmuşlar. Osmanlı’nın kuruluşunda bu ruh çok önemlidir, Mevlana, Hacı Bektaş Veli gibi pirler hep bu ruhun uzantılarıdır. Anadolu bu ruh, bu manâ ile şekillenmiştir.
Antikçağda kadınlar hâkim olduğundan tanrıçalar vardı, sonra erkek egemenliğinde tanrılar çıktı. Erkek erkeğe bir sistem kuruldu. Maalesef denge kurulamadı. Karşı taraf hakkını alacağına –ki, hak almayı, adaleti ve dengeyi tesis etme manâsında kullanıyorum– tepki doğdu. Esasen, kadın–erkek arasında mutlak manâda üstünlük değil, işbölümü söz konusudur. Dinimize göre, kadın çocuğunu bile emzirmek zorunda değildir. Yesevi’ler, Mevlana’lar, Yunus’lar bu meseleyi çok güzel yorumlamışlardır. Ebu Hanife de güzel yorumlamıştır, ona göre kadın hâkimlik de yapabilir. Ayrılıkları, bir etki tepki kısır döngüsünde biz icat etmişiz.
Şekilcilik İslam’ın Ufkunu Daraltır
N.S.— Kadın tecrit edilerek örtünmesi isteniyor. Kezban Hatemi, Kur’an’da baş örtme yoktur diyor. Örtünme var mı, yok mu? Bu konudaki dayatma nedir?
F.G.— Kezban Hanım’ı ben de dinledim. Kur’an’da örtünmeden bahsedilir, ama nasıl örtünüleceği, şekli açıklanmaz. İran’daki gibi çarşaf mı giyilecek, peçe mi takılacak, bunlar net değildir. Şekil üzerinde durmak, İslam’ın geniş ufkunu daraltmak olur, zevksizlik olur. Hatta İslam dinini bir kostüm dini haline getirmek olur ki, bunlar yanlıştır. Başörtüsü de aynı şekilde üzerinde durulacak usul, yani imanın ve İslam’ın esaslarından, şartlarından değildir. Bunlardan dolayı, insanın adeta dinin dışında tutulması dinin ruhuna aykırıdır. Bu konuda dayatmalar, ısrarlar ifrattır ve zorlamadır. Hatta nefret ettirmedir. Gönülde sevgi önemlidir, sevdirme önemlidir. İşin kaynağıyla irtibat önemlidir. Herkes hoşgörü ister, ben de kendi telakkilerim, kabullerim içinde hoşgörü isterim. Benim de buna ihtiyacım vardır. Ancak böyle olursa, toplumun değişik parçaları bir araya gelebilir. Aynı ölçüde ben de herkesi bağrıma basmalı ve kabullenmeliyim. O kadar çok müşterek yanımız var ki, teferruatta bölünüp parçalanmamalı. Caminin içinde birbirimize düşeceksek, şekilden önce ruh veya muhtevayı öne alıp avluda barışacaksak, orada barışı sağlamalıyız.
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
BÖLÜM 2
YOBAZLIK DAYATMACIDIR
“Molla Kasım’lar her zaman bu yobaz tipin temsilcileri olmuşlardır.”
“Bazı yerleşmiş adetler, davranışlar uzun zamanda ancak kaldırılabilir.”
“Hiçbir şeye karşı cihat ilan edilmese de, ama mümkünse hoşgörü için cihat ilan edilmeli”.
“Günümüzün yeni bir insan tipine ihtiyacı var.
Dünü aşkın olması gerektiği gibi, bugünü de aşkın bir insan tipi.”
Sade Bir Dünyada Ruh Zenginliği
Fethullah Gülen, Cumhuriyet Dönemi’nin ilginç bir kişiliği. Her yönüyle onu tanımaya çalışmak biraz da ülkemizin insanını tanımak demek. Onun sentezi; tarihiyle, çevresiyle, bugünüyle ve geleceğiyle barışık olmak.
Erzurumlu eski bir aileden olan Fethullah Gülen, soyağacı olarak bir yandan Selahattin Eyyübi’ye, diğer yandan Hz. Ali’ye dayanıyor.
Namaz için ara verince sohbetimize, odasında istirahat ediyorum yarım saat. Çok sade döşenmiş odada siyah mobilyalar, bir yatak, televizyon ve dünya haritası var. Yerdeki Çin halısı üstünde açık seccadesi çok sade bir malzemeden üretilmiş, Türk malı. Kıbleye çevrili duruyor. Hemen önündeki sehpada Kur’an-ı Kerim ve üstünde gözlükleri. İlaçları aynanın önünde epey bir yer kaplıyor, ensülin iğneleri özellikle göze çarpıyor. İsmet İnönü’nün en büyük hizmetinin Batı ve Doğu klasikleri tercümelerini yapmış olmasını söylediğini anımsıyorum, masanın üstünde Azerbaycan asıllı, 12. yüzyıl İran edebiyatının en büyük mesnevi şairi Nizami Genceli’nin Mahzen-i Esrar kitabını görünce. Yanında Peyami Safa’nın 20. Asır Avrupa ve Biz duruyor.
“Kendini yenileme devamlı var olabilmenin ilk şartıdır” diyen Fethullah Hocaefendi, eşyanın ve zamanın dilini insanına tercüme ediyor. Onun için zaman bir boşluk değil.
Nevval SEVİNDİ
N.S.— Huntington’ın Medeniyetler Çatışması kitabında ortaya sürdüğü teze ne diyorsunuz?
F.G.— Kültürler arası çatışma olacağına inanmıyorum ben. Hatta böyle bir şeyi birileri planlıyorsa ve şimdilerde bir kısım hülyalarına dayanarak bu mevzuda bir kısım iddialarda bulunuyorlarsa, bence, madem böyle bir dalga kabardı geliyor, onun telatümünü* –Yahya Kemal’e ait bu tabir– yaşamadan evvel daha büyük bir dalgakıran koyalım bunun önüne, parçalayalım o dalgayı.
N.S.— Onun Türkiye için yorumu da; siz Avrupa’yı boş verin Doğu’da İslam dünyasının lideri olun zaten siz Avrupalı değilsiniz.
F.G.— Fakir, onu da kabul edemeyeceğim. Bizim Avrupalı da bir yanımız var, İslam dünyası ile de var. İslam dünyasına lider olmamız isteniyorsa, Avrupa ile entegrasyonumuz bunu daha da kolaylaştıracaktır. Sizin dediğiniz şekilde söyleyenler, bunu bilerek söylüyorlarsa, bu bir yanlıştır. Belli bir gaye için söylüyorlarsa, gayelerine alet olunmamalı. Bu kuru bir gündem meselesi, bir parti meselesi değil.
N.S.— İran’da İslam adına bir devlet kuruldu. Bireysel özgürlükler ve sevgi yok edildi. İnsanlar tepkilerini oylarıyla anlatmaya çalıştılar. Acaba İslam bireysel özgürlükler açısından nasıl değerlendirilebilir? İslam’la demokrasi bağdaşmaz mı?
F.G.—Bazıları tepkici davranıyor, ama günümüzde modern yorumcular İslam’ı özüyle iktisadi, siyasi ve kültürel yanlarıyla tahlil edince görülüyor ki, İslam’ın bu yönlerinin değişik doktrinlerin her biriyle kesiştiği noktalar, iç içe girdi- ği halkalar var. Hatta İslam’ı bazı açılardan sosyalizmle, sosyal demokrasiyle bile irtibatlandıran insanlar oldu. İslam sosyalizmi diye kitaplar da yazıldı. Peyami Sefa da 160 çeşit sosyalizmden bahseder, biri de İslam sosyalizmi der. Hatta bazıları umumun çıkarlarını gözetmesi nedeniyle İslam’ı komünizmle bile barıştırdı. Bunların ayrı ayrı münakaşası yapılabilir. Bir kesit alıp İslam’ı onunla ilişkilendirerek, sadece bu oymuş demek ifrattır, aşırıya gitmektir. Bediüzzaman’ın burada enfes bir yorumu vardır: “Arkadaşlarım bana çorba getirirlerdi. Tanelerini karıncalara verirdim. Bana bunun hikmetini sorduklarında bu karınca ve arı milleti cumhuriyetçidirler. Ben de bundan dolayı seviyorum onları. Ama şeklî cumhuriyetçi değil. Cumhuriyet deyip elli türlü insan hak ve özgürlüklerini baskı altında tutan cumhuriyetçi değilim.” cevabını verir. Cumhuriyet, geniş katılımlı ve herkesin memnun olacağı bir sistemdir. Modern yorumcular, “İslamiyet, idari noktada bir cumhuriyettir dememek için hiçbir sebep yok.” diyorlar. Kur’an ve Sünnet’in yoruma açık yanlarıyla alakalı zamanın yorumları en isabetli yorumlardır. İslam’ı idari noktada demokrasiye ters görmek mümkün değildir.
Osmanlı Sekülerizmi
Osmanlı döneminde dünya kadar kanunlar çıkarılmış. Bunlar dünyevi maslahatları hedef aldığından, meseleye sekülerist bir zaviyeden yaklaşılmıştır denebilir. Kimsenin dinine, ibadetine karışılmaması açısından bakılırsa bir laisizm de söz konusudur.
Anayasanın ilk maddesine bakın, kimsenin dinine karışılmaz. Kur’an da “Sizin dininiz size, benim dinim bana.” der. Dinin temel ruhu da herkesi böyle kucaklamasıdır. Osmanlılar’ın kusurları olabilir ama, o kadar çok geniş sahada o kadar çok çeşitli milletlerden dinden ve kültürden on milyonlarca insanı idare edebilmeleri de işte bu derin hoşgörüdendir. İslam demokrasiyle taban tabana zıttır demek haksızlık olur, aynen demokrasidir, sosyalizmdir kapitalizmdir demek de bir başka aşırılık olur. Aklın hikmet-i vücudu, yani yaradılış sebebi vardır. Her şeyi kendi çerçevesiyle kavramalıdır.
N.S.— Sizin söyledikleriniz bir sentez içeriyor. Yunus’un sözünü ettiği Molla Kasım’lar ne olacak?
F.G.— Buraya geldikten sonra, Türkiye’deki hadiselere bakarak bir deneme mahiyetinde ‘Yobaz’* adlı bir şiir yazmak istedim. Okuyamayacağım, çünkü henüz düzeltemedim. Belli bir dönemden sonra, bizde bazı yobazlıkların yaşandığı söylenebilir. Din adına yobazlık yapanlar olduğu gibi, dine karşı yobazlık yapanlar da olmuştur. Bunların en mümeyyiz* vasıfları dayatmadır. Molla Kasım’lar her zaman bu yobaz tipin temsilcileri olmuşlardır.
N.S.— Yaşamınızda çok çile çektiniz, başınızdan çok şey geçti. İçinizdeki coşkuyu boğmaya, sizi ezmeye dönük olaylardan nasıl çıktınız bugüne?
F.G.— Hep yararlı olmaya çalıştım. Benden önce de bu işin çilesini katmerli çekenler oldu. İçinizde bir ideal olunca bunlar yapılabiliyor. Çocukluğumdan bu yana Yesevi’lerin mirasçısı tekkelerin ışığı, havası ruhuma sinmişti. Böyle büyük bir tarihten gelen bir milletin küçüklüğünü hiçbir zaman hazmedemedim. Hep hayalimde, ütopya sayılabilecek hislerle yaşadım. Bazen çaresizlikle onları gözyaşlarımla seslendirdim. Bence gözyaşı da kelimesiz, sessiz şiirdir. Buna rağmen ense kökümüzde boza pişirenler de oldu. Vatan haini gibi takip edildiğimiz de oldu. Gönül koymadım diyemem ama unuttum onları. Şu anda kimseye düşmanlık duymuyorum. O zaman bile hislerimle değil, mantığımla meseleye yaklaştığımda bu işi bana yapanlara hakkımı helal ettim. Bu altın kuşakta bir gün benim ülkem sikkeyi kesen, tuğrayı basan olursa, bu uğurda her şeye katlanılır dedim.
Özal’ın Demokratik Centilmenliği
N.S.— Bütün sözlerinizde, yazılarınızda derin ve güçlü bir vatan sevgisi var. Pek bilinmeyen bir olay da sizin 1986’da, Suriye’den Türkiye’ye kaçak girişinizdir. Mayınların arasından geçerek gelecek kadar mı seviyordunuz Türkiye’yi?
F.G.— Hemen her hadisin, yani Efendimiz’in mübarek sözlerinin ezberlenmesinin altında, hemen her birinin orijinal ve şok edici hadiseler sebebiyle söylenmiş olması yatar. 1986’da, aranıyorum diye yakalanmıştım. Özal’ın demokratik centilmenliğiyle salıverildim. Ve o sene hacca gitmeye karar verdim. Altı yıl çok sıkıntı çekmiştim, dolayısıyla buna ister bir deşarj olma, ister konsantrasyon deyin. Cidde’ye vardığımda havaalanında derdest edileceksin diye Türkiye’den haber verdiler. Ben de yolumu değiştirdim, Halep’ten geçeyim dedim. Annemin amcası da bir dönem kadıymış orada. On bir gün kaldım. Ayakkabısız, sürünerek ve dikenlere basarak geçerken bir kere daha anladım ki, ben bu ülkeyi çok seviyorum. En sevdiğim Efendimiz’in beldesi bile beni oralarda tutamadı. Kurşun menzilinden geçiyoruz iki taraftan. Üç dört kilometrelik yeri yedi sekiz saatte geçtik. Geçince, bir kayayı göstererek, şu kayanın dibinde 24 saat uyuyabilirim dedim. Böyle bir duruma maruz kalmayınca insan milletine bu kadar âşık olduğunu ve onu sevdiğini bilmiyormuş. Bir bayram yaşadım. Hatta sonraları o bayramı özlediğim zamanlar oldu, beni yine oraya götürün o bayramı yeniden hissedeyim dediğim oldu çevremdekilere.
N.S.— Hoşgörü sizin yönteminiz olarak burada işe yaradı mı? Kültürel çatışmanın olduğu Türkiye’de nasıl barış sağlanır?
F.G.— Bazı yerleşmiş adetler, davranışlar uzun zamanda ancak kaldırılabilir. Bazı sosyologlar, psikologlar Peygamberimiz’in büyüklüğünü orada arıyorlar. Böylesine vahşi, ilkel kabileler arasında kötü ahlakları, huyları çok kısa zamanda söküp atması mucize gibi görülüyor. Hoşgörü zaten milletin ruhunda var, bunun ortaya çıkması için toplumun çeşitli kesimlerinden, sanattan ilim yuvalarına kadar herkesin ısrar etmesi gerekir. Yerleşik hale gelmesi için uğraşmalı. Kavga ortamı birden bire giderilemez. Burada medyaya çok önemli bir iş düşüyor. Dikkat gerekiyor, tahrip kolay, tamir zordur. Restorasyon birden bire olmayacaktır. Duygunun, itimadın yükselmesi, bakış açılarının değişmesi, her şeyin yerli yerine oturtulması uzun zamana bağlı. Fakir diyorum ki, toplum hoşgörüye sahip çıkmalı. Hiçbir şeye karşı cihat ilan edilmese de, ama mümkünse hoşgörü için cihat ilan edilmeli. İnsanlara karşı değil, kötü duygulara, kötü tutkulara karşı yumuşak bir mücadeleyle insanları iyiye, güzele inandırmalı. Ümitsiz değilim. Fakat çok çetin bir işe teşebbüs ettik diye korkuyorum. Bu konuda bedel ne olursa olsun, ödenmeye değer.
Günümüzün yeni bir insan tipine ihtiyacı var. Dünü aşkın olması gerektiği gibi, bugünü de aşkın bir insan tipi.
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
BÖLÜM 3
AVRUPA’YLA BÜTÜNLEŞME
“Onlar D8’in bir şey getireceğine ciddi olarak inanıyorlar mı bilmiyorum. Dünyadaki konjonktür buna uygun değil. İslam ülkeleri olarak her biri bir Batılı’nın elinde. Suudi Arabistan da böyle, İran da böyle.”
“İslam dünyası iki üç asırdan beri dinin kaynağı kendilerinde zuhur etmiş diye bize tepeden bakmıştır. Dilleri Arapça, Farsçadır. Biz dillerini bilmeyiz. Dinin yorumunu başkalarından alırız.”
“Oysa ki Asya Türkiye’yi idare edenler için çok önemli. Avrupa’yla bütünleşmemiz çok önemli, ama Asya Türk işadamlarına, girişimcilerine bir köprü olacak, dünya ile rekabetini kolaylaştıracaktır.”
D8 Tabana Ucuz Bir Mesaj
Fethullah Gülen Hocaefendi, nazik, çekingen bir kapanıklılık sergiliyor önce insana. İç dünyasının zengin sofrasından kalkıp dışarıya çıkmak, çok iyi bildiği sorulara muhatap olmak pek de hoşuna gitmiyor belli ki. İç dünyasının kıvrımlarında, sinir uçlarında dolanmaya alışkın. Zihni haritasının geniş coğrafyasında turlayan bir insan olarak zerafetle kendini korumaya çalışıyor gibi. Asla yüksek sesle konuşmuyor, kızgınlık tonu kullanmıyor ve emretmiyor.
Hayır demeyi bilmiyor ve bu nedenle ne olursa acısını kendi çekiyor sonuçları itibariyle. O ‘dövene elsiz, sövene dilsiz’ olmayı erdem kabul ediyor. Çirkin siyasetin ve siyasetçinin onun tansiyon ve şekerinde büyük payı olduğunu anlıyorum.
Hiç evlenmemiş ve hep yalnız yaşamış bir insan olarak her işini kendi yapma alışkanlığında. Evine gelen konuklara çorbasından tatlısına yemeklerini kendi elleriyle hazırlıyor. Hamur açabiliyor; hamurlu Erzurum yemekleri yapıyor. ABD’de kaldığı evin sahibi olan mastır öğrencisi Mustafa nasıl birlikte tatlı yaptıklarını anlatırken o muzip bir gülümsemeyi saklamaya çalışıyor. Hoca’nın mutfak düsturunu anlatıyorlar: “Ocağa yemeği koyunca dönüp baktığında mutfak tertemiz olmalı”. “Sizin öğüdünüzü tutmaya çalışıyorum” diyen Mustafa, yaptığı iki çeşit böreği sunuyor bize.
N.S.— Avrupa ile entegrasyonu ciddiye almayıp D8 adı altında Müslüman ülkelere yönelme ne kadar doğru sizce? Refahyol Türki Cumhuriyetler’i tümüyle göz ardı etti.
F.G.— Bunun hissi bir yanı var. Biraz, farklı bir mantalitenin ürünü. Biraz da, bir kesimin tabanına mesaj vermeye matuf gibi görünüyor. Onlar D8’in bir şey getireceğine ciddi olarak inanıyorlar mı bilmiyorum. Bir kere, dünyadaki konjonktür buna uygun değil. İslam ülkeleri olarak her biri bir Batılı’nın elindedir. Suudi Arabistan da böyledir, İran da böyledir. Dümendeki insanların izni olmadan sizle böyle bir anlaşmanın gerçekleşmesine kimse izin vermez. Bir de, İslam dünyasının size bir bakışı var. İslam dünyası iki üç asırdan beri dinin kaynağı kendilerinde zuhur etmiş diye bize tepeden bakmışlardır. Dilleri Arapça, Farsça’dır. Biz dillerini bilmeyiz. Dinin yorumunu başkalarından alırız. Hepimiz tufeylileriz,* bizim gücümüz ne ki falan gibi bu açıdan bakılır. Hatta Asya’da okullar açmaya çalışırken, aynı maksatla kendilerine başvurduğumuzda, “bunu daha sonra düşünelim” diyorlar, sözü size bırakmıyorlar, saygısız davranıyorlar. Oysa ki Asya, Türkiye’yi idare edenler için çok önemli. Avrupa’yla bütünleşmemiz çok önemli ama, Asya’ya açılmamız, Türk işadamlarına, girişimcilerine bir köprü olacaktır; dünya ile rekabetini kolaylaştıracaktır. Belki müşterek bazı şeyler yapılacak ve bunlar, Avrupa ile olan münasebetlerimiz açısından bize bir değerlendirme yapma imkânı verecektir. Tabii, Pasifik için de aynı şeyler söz konusu olabilir. Biz kimseye halatla bağlı değiliz Pasifik’i de kullanırız, Asya’yı da, Avrupa’yı da. Ayrı ayrı alternatiflerin olması bize daha geniş bir zeminde pazarlık imkânı verirdi. Politikacılarımız, yatan hariciyemiz bunu bilemediler. Bu açıdan Asya önemliydi, bir fırsat terk edildi. Geleceğin de önemli bir teminatıydı bu.
Hiç olmazsa uzun vadedeki fırsatlar kaçırılmasın diye, benim gibi düşünen arkadaşlarla, aydınlarımızı aynı çatı altında yetiştirecek ilim, irfan yuvalarını kurduk. Kaçırılmış bu fırsatı acaba 25 yıl sonra yeniden elde eder miyiz ya da şartlar daha hızlı seyrederse, on beş sene sonra bir daha idrak eder miyiz diye uğraşıyoruz. Bunlar anlamadılar, ama onların anlayacağını umuyorum. Ben, şahsen D8’i bir kısım çevrelere çok ucuz bir mesaj olarak görüyorum. Riski çok olan bir mesele bu. Üzerinde fazla durulmaya değmez.
Kültürümüzün Ağırlığı
N.S.— Politikada hep fırsatlar kaçırdığımızı söyleyebilir miyiz?
F.G.— 20. yüzyıla girerken Türkiye ciddi bir sarsıntı geçirdi. Mehlika Sultan’da anlatılan gençler tipini temsil eden, Tanzimat’ın kendi değerlerinden kopmuş nesli bu sarsıntıya sebep oldu. Bu dönemde Batı ile çevresini yukarda verdiğimiz ölçüde içli dışlı olabilseydik, çok büyük değişmeler olurdu. Cumhuriyet, demokrasi yaşanırken birtakım değerler çok ciddi ihmale uğradı. Türk toplumunda bazı gerçekler irdelene irdelene ortaya çıkıyor. Yeniden onlara sahip çıkılıyor. Manâda bir değişim yaşanıyor. Kendi kültürümüz ağırlığıyla kendisini hissettiriyor. Kendi din yorumumuz ve anlayışımız ağırlığıyla hissediliyor. Bu dinamiklerle artık 21. asra açılırken, bence hangi dinin içinde olursak olalım kimsenin bize bir şey bulaştırmaya gücü yetmeyecektir. Ne Dalay Lama’nın baş döndürücü meditasyonları, ne de Uzak Doğu’nun esrarı, ne bu mistisizmler ne maddenin illüzyonu başımızı döndüremeyecek. Toplumumuz maddi ve manevi dinamikleriyle yeniden toparlanıyor. Mutlaka bazı küçük kayıplar yaşanacak ama, cumhuriyet de, demokrasi de bu milletin istikbali için önemlidir.
N.S.— Demokrasi adına insan hak ve özgürlükleri daraltılabilir mi?
F.G.— ‘Bu Anayasa bize biraz bol geldi, daraltmak icap eder’ demenin belki tartışılır tarafları bulunur, ama insan hak ve özgürlüklerinde daraltma tasvip edilemez. Ne var ki, bazı şeyleri öteden beri dıştan alırken, bu bize uyar mı uymaz mı demeden, bizi bir kalıba koymaya çalışıyorlar. Oysa bu milletin, bu devletin, bu toplumun kendine has özellikleri vardır. Onu kendi özelliklerinde aramak lazım, eğer onu kendi özelliklerinde aramazsak başkalaştırmış oluruz. Bu da toplum çapında yeni buhranlara sebebiyet verir. Biz bu buhranları milletçe yaşıyoruz. Toplumu tamamen başka bir kalıba koyamazsınız, bu milletin atamayacağı bazı şeyler vardır. Tarihi vardır, tarihi dinamikleri vardır. Özü vardır, din gibi çok önemli bir dinamiği vardır. Bunu nasıl telakki ederseniz edin, nasıl yorumlarsanız yorumlayın, atamayacağınız şeyler var. Bunları dikkate almadan, farklı bir dünyanın kendi tarihinde, kendi ana ölçüleri çerçevesinde gelişen temel kabul ve değerlerini konfeksiyon usulü hazır elbise gibi milletin başına geçirmek problem meydana getirir. Bu nedenle, yaratıcı dimağlara, düşüncelere ihtiyaç var. Ayrı ayrı güzel şeyler söyleniyor ama, kendi özümüzü yakalama fırsatını bulamıyoruz.
Yine de iyimser beklentilerim var. Kendi cevherlerimizi meydana çıkaramadık, üzülerek ifade edeyim, böyle bir gayret yok. Kendimize güvenimiz de yok.
Kendine Güven
N.S.— Neden kendimize güvenimiz yok?
F.G.— Bir zaman bir bombardımana maruz kalmışız, Türk insanına “Etrâk-i bi idrak” (anlayışsız Türkler) denmiş Osmanlı döneminin son yıllarında bile. Bir milletin kendine itimadını sarsan böyle bir yaklaşım fevkalade yanlıştır. Bizi esir olarak kullanmak isteyenler, bizim çok dinamik olan kendimize güvenimizi yıkmışlar zannediyorum. Ben kendimize güvenin sarsıldığı, harman gibi savrulduğu dönemde yetiştim. Katiyen bir Türk iş beceremez; onun uçak yapması müspet ilimler adına bir şey ortaya koyması –o zaman NASA yoktu– öyle bir yerde çalışması, bir Edison, Einstein gibi bilim konusunda bir şeyler ortaya koyması, hele bunları dinle telif etmesi* bunlar milletimizin kabiliyetlerini aşkın şeyler, bununla uğraşmayalım denmiş. Hatta biraz da tahkirle,** bunları gâvur yapar biz de kullanırız gibi milletin düşünce serbestisine, iradesine zincir vurulmuştur. Son yıllarda, biz bunu hep kırıp atmaya çalışıyoruz ama pratikte bize bir şeyler ifade edecek durumlar olması lazımdı. Bu nedenle matematik, fen olimpiyatlarına öğrencilerin katılmaları ve başarıları bende bu duyguyu pekiştirdi. Bunun olması lazımdı.
Bu öğrenciler, dünyanın neresine giderlerse gitsinler, birinci oluyorlar; Japonya‘da oluyorlar, Avustralya’da oluyorlar... Bu da gösteriyor ki, bu milletin ilme de kabiliyeti var. Bunun hasıl ettiği özgüven, içine konduğumuz fanusu kırmamıza vesile oluyor.
Kültür emperyalizminin baskısı altında tutmak için birileri bizi kabiliyetsiz göstermeyi bu işin bir gereği olarak görmüş. Böyle bir telkin bombardımanına maruz bırakmışlar. Bizden bir şey olmaz demişiz.
N.S.— Aydınımızın da pek inancı yok diyebilir miyiz?
F.G.— Maalesef, aydınımız bile söylüyor. Hicrî 4. asrın sonu 5. asrın başında Asya’da gerçekleştirilen bir rönesans var. Atalarımız onu alıp değerlendirmişler, bilim dediğiniz şey birdenbire ot gibi bitmez yani. Fikirlerin birbirinin içine girmesi, tecrübe birikimi, istihaleler,*** çağın yorumları, bunlar bir yere getirilmeli. Aydınımızın önce bizim bir şey yapabileceğimize inanması lazım. Hep dışta arıyoruz, oysa içimizde çok cevherler var. İbrahim Hakkı’nın dediği gibi “bir hazine gibi yatıyor”, onu keşfetmek lazım.
*Hamiyet: İdealizm ufku; yardımseverlik, vatanperverlik ruhu. Y.N.
**Mülahaza: Düşünce. Y.N.
*Matuf: Eğilimli. Y.N.
*Mahfil: Eskiden büyük camilerde padişahlara ve müezzinlere ayrılan çevresi parmaklıklı yüksekçe yer. Maksure. Y.N.
*Telatüm: Çarpma; çarpışma. Y.N.
*Bu şiir kitabın ek bölümünde yer almaktadır.Y.N.
*Mümeyyiz: Ayırıcı. Y.N.
*Tufeyli: Asalak. Y.N.
*Telif etmek: Bağdaştırmak. Y.N.
**Tahkir: Hor görme. Y.N.
***İstihale: Değişim. Y.N.
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
Bölüm 4
AMERİKA DÜNYANIN DÜMENİNDE
“Amerika eski Babil gibi. Eğer burada Amerikalılar’ın anladığı, tesis ettikleri, kutsadıkları manâda bir demokrasi olmasa, zaten buradaki bu birlik korunamaz. O demokrasinin yumuşak havası herkesi barındırıyor”.
“Amerika daha uzun zaman dünyanın kaderinde çok önemli bir rol oynayacaktır.”
“Eğer Amerika’nın yerine dünya dengesinde ille de bir başka devlet düşünülüyorsa, buna hayal de diyebilirsiniz ama, bu neden Türkiye olmasın?”
Dış Politikada Dünyanın Büyükleri
Amerikan düşmanlığı sol ideolojinin en büyük sloganı olduğu kadar fundemental İslami akımlar için de hep birinci slogandır.
Amerika’nın yok olmasını “Kahrolsun Amerika” sloganıyla bayraklaştıran ideolojik kalıplar yüzünden, ilişkiyi rasyonel bir temele oturtmak üçüncü dünya ülkelerinde imkânsız hale gelmiştir.
Bugün bir cemaatin ruhani lideri olduğu kadar teorisyeni olan Hocaefendi Amerika’yı akılla değerlendiriyor, kalıplarla değil.
Amerika’yı anlamaya, dünyadaki yerini anlatmaya çalışıyor. Bu açıdan yaptığı Japonya yorumu da ilginç; “Amerikan düşmanlığı, milliyetçilik duygusu ve ezilmişlik hissinin esas alınarak gerçekleştirilen Japon hamlesi, katiyen uzun ömürlü olamaz. Çünkü, ister siyasi, ister ekonomik, isterse kültürel olsun, her türlü kalkınmanın uzun ömürlü olması, sağlam temeller üzerine kurulmasına bağlıdır. Halbuki, Japon kalkınmasında kalıcı esaslar değil, reaksiyoner çıkışlar hâkimdir.”*
Hocaefendi’nin söylediğine bir zamanların Sovyetler’i de örnek gösterilebilir. Reaksiyoner çıkışlarla bir ülkeyi yönetmek, yönlendirmek sadece yıkılışı hızlandıran etmenlerdir. Hocaefendi akılcı yöntemlere itibar ediyor, ucuz söylemlere değil. Yavan, politize yargılar insanları belki kamçılar, ama ülkeyi kamplara bölerken, zihinsel olarak da dumura uğratır. Hocaefendi, insanda daimi bir değişime inanıyor ve farklılığın yaşamın ateşleyici motoru olduğunu biliyor.
Başta Amerika olmak üzere Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya’nın ekonomik ve siyasi açıdan hâkimiyeti ellerinde bulundurmak için birbirleriyle olan yarışlarında, Hocaefendi Türkiye’nin de bir yeri olabilmesini arzuluyor. Çin–Amerika ilişkisini de şöyle ortaya koyuyor: “Zaten Amerika 20 yıl önce Çin’e girmiş, onlara Latin alfabesini kabul ettirmiş; derken İngilizce, okullarında ders olmuş... Amerikan kültürünü yansıtan filmler sinemalarda, televizyonlarda oynamaya başlamış, McDonalds’lar çarşı pazarda köşe başlarını tutmuşlardı.”*
Çin’in olduğundan fazla gösterilmeye çalışılmasını da Amerika’nın bir mastır planı olarak değerlendiren Hocaefendi, Amerika’nın bunu Türki Cumhuriyetlerin Rusya’dan uzaklaşmasını engellemek için yaptığını düşünüyor.
Ama Amerika’da demokrasinin yerleştiğini de kabul ediyor. Zencilerin ise ırkçı bir anlayışı İslam’la bütünleştirdiklerinin tespitini yapıyor.
Hocaefendi, dünya devletleriyle dost olarak çıkarların korunacağını düşünüyor.
Nevval SEVİNDİ
N.S.— Efendim, bir aydır Amerika’dasınız. Amerika’yı nasıl tanımlarsınız? Amerika nasıl bir ülke sizce ve bugün yeryüzünden Amerika kalksa eğer, neler olur? Kalkması iyi mi, kötü mü?
F.G.— Amerika’da demokrasi ve belli ülke ve millet gelenekleri yerleşmiş. Bunu biraz da belki toplum mozaiği zaruri kılıyor. Meksika’da, Teksas’ta, otuz kırk milyon zencinin yaşadığı yerlerde ayaklanmalar yaşanmış… Amerika eski Babil gibi. Eğer burada Amerikalılar’ın anladığı, tesis ettikleri, kutsadıkları manâda bir demokrasi olmasa, zaten buradaki bu birlik korunamaz. O demokrasinin yumuşak havası herkesi barındırıyor. Amerika, dünyada şu andaki yerinde duruyor, başkalarının çok zamandır beklediği gibi Atlantik içine kaymıyor. O açıdan, Amerika’da çok şey yapılabilir. Bizim düşünce dünyamız, bizim fikir hayatımız adına da çok şey yapılabilir. Dünyanın hali hazırdaki durumuyla, şu çerçevesiyle, Amerika da şu andaki konum ve gücüyle bütün dünyaya kumanda edebilir. Bütün dünyada yapılacak işler buradan idare edilebilir ve hatta denilebilir ki, şöyle veya böyle Amerika ile dostça geçinmeden destek almak değil, dostça geçinmeden, Amerikalılar istemezlerse, kimseye dünyanın değişik yerlerinde hiçbir iş yaptırmazlar. Şimdi bazı gönüllü kuruluşlar dünya ile entegrasyon adına gidip dünyanın değişik yerlerinde okullar açıyorlarsa, bu itibarla, mesela Amerika ile çatıştığınız sürece bu projelerin gerçekleştirilmesi mümkün olmaz. Amerika, hâlâ bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır. Her fert gibi her milletin de bir ömrü; önünde, gidip içine yuvarlanacağı bir çukur vardır. Amerika da ondan uzak olamaz, müberra kalamaz. Ama demokratik bir sistemdir, Amerika düşmeye başladığı andan itibaren yirmi beş–otuz senede, kırk senede düşer. Çünkü demokrasilerde çökme bir tüyün yerçekimine karşı gidip yere oturması gibi aheste aheste oluyor. Rusya gibi despot idarelerde dağılma, tüpün patlaması gibi patlama şeklinde bir anda yaşanır. O sistemin gereğidir. O açıdan, Amerika daha uzun zaman dünyanın kaderinde çok önemli bir rol oynayacaktır. Bu realite kabul edilmeli. Amerika göz ardı edilerek şurada burada bir iş yapılmaya kalkılmamalı. Rusya destekleyebilir bir işi, fakat Amerika ile iyi geçinmezseniz, işinizi bozarlar. Çünkü Amerika kendi işlerinin ahenk içinde gitmesini ister, Amerika düzeninin bozulmamasını ister. Amerika’daki ahengin devam ve temadisini ister. Ve ben bunu çok yadırgamam. Amerika’nın yerinde Osmanlı Devleti olsaydı, zannediyorum o da aynı şeyi yapacaktı. Yadırgamamak lazım. Bu bir.
Amerika düşmanlığı meselesinin bir diğer boyutu da şu: İnsanlara düşman olmak, ülkelere düşman olmak çok yarar getiren bir şey değildir. Bunu, bir dönemde Varşova Paktı vardı da, NATO paktına sığınma ruh haleti veya psikolojisi şeklinde yorumlamaya da gerek yok. ABD’ne bugün de dünyada ihtiyaç vardır. Değişik ihtimaller içinde dünyada Amerika’nın yerine bazı devletleri koyalım. Bugün Avrupa’da da, mesela Almanya gibi güçlü devletler vardır. Nüfusu itibarı ile güçlü, genç nüfusu itibarı ile güçlü, bir gelişme süreci yaşadıkları için güçlü. Bir de Amerika rekabeti de var. Şimdi diyelim ki, Amerika’nın yerinde onlar olsa, dünya savaşlarındaki mülahazaları içinde dünyanın kaderiyle bir defa daha oynamak isteyebilirler. Slav ırkı güçlü olsa, çarların bize yaptığından daha fazlasını yapabilirler.
Gücü Elde Eden Ülke
Japonlar II. Cihan Harbi’nde biraz imkân elde edince gelip, Amerika’nın donanmasını vurdular. Eğer mağlup olmasalardı, Amerika’yı o gün bitirselerdi, Amerika’nın Atlantik arkasında bulunma gibi bir avantajı olmasaydı, o günkü uçaklar orada ikmal yapıp gelse ve buraları duman etselerdi, Amerika’yı yok etselerdi, bugün dünyanın başında bir Japon hegemonyası vardı ve dünya şimdikinden daha rahat da olmazdı. Aynı şeyi Çin için de söyleyebiliriz. Bunları söylerken, herhangi bir ülkeyi tenkit veya karşıya alma manâsında söylemiyorum. Tarihte gücü elde eden her ülke, dünya hâkimiyeti iddiası içine girmiştir. Bu bir mücadeledir, bir rekabettir, hâkimiyet yarışıdır.
Eğer Amerika’nın yerine dünya dengesinde ille de bir başka devlet düşünülüyorsa, buna hayal de diyebilirsiniz ama, bu neden Türkiye olmasın? Böyle bir hayal elli senede de gerçekleşecek olsa, bölgede denge unsuru bir devlet haline gelmek önemli. Kaldı ki, Amerika çökse de, dünyada yine dengeler olacak. Ama şimdi, dünyanın dengesinde önemli bir unsur olarak ve demokratik felsefesiyle oturmuş bir ülke sarsılırsa, dünyada çok ciddi kargaşa yaşanır. Onun için, bakın Amerika’nın bize yarım arpa kadar sadece bizim menfaatimize desteği yoktur. Buna rağmen şurada bulunmamıza izin veriyorsa, bu bizim için bir avantajsa, bu avantajı sağlıyor demektir. Fakat insan olarak bizi çok alakadar eden dünyadaki dengeyi düşünüyorsak, o zaman Amerika’nın bu dengedeki yerine dikkat etmek zorundayız. Dümende onlar var. Diyelim ki, Çinliler bize destek olabilirler. Fakat dünya dengesini temin edecek bir yapıya, bir özelliğe sahip değillerse, dünya dengesi çatışmasında Amerika’nın önemli bir unsur olduğunu göz ardı edemeyiz. Yani Varşova Paktı olmuş, olmamış önemli değil. Bazıları o mevzuda bir yanlışın peşindeler. Aşırı komünist akımlar herhangi bir akli, mantıki dayanağa dayanmadan Amerika düşmanlığı yapıyorlar. Amerika bize düşmanlık yapabilir. Fakat birlikte yaşadığımız bir dünyanın genel ahengi düşünüldüğünde, bazen düşmanımızla bile iyi geçinmek mecburiyetinde oluruz. Bu hususta da, ehven-i şer*, eşedd-i şer** meselesi söz konusudur.
Zencilere İnsan Muamelesi Yapılmamış
N.S.— Amerika’da şiddet yaratan sorunlar da var. Örneğin siyahlarla beyazlar arasında…
F.G.— Keşke onu da önleyebilsek. Mesela zencilerin içine girsek. Zenciler, senelerden beri bir taraftan horlanmış, hakir görülmüş. Bunlar insan sayılmayarak Afrika’nın derinliklerinden çekilmiş buraya getirilmiş. Bir zamanlar, kendilerine insan muamelesi yapılmamış. Ve bunlar insan değilmiş gibi değişik telkinat altında insan olmadıklarına inandırılmış. İnandırılmış da, toplumda tek başlarına inisiyatif kullanma kabiliyetini kaybetmişler. Abraham Lincoln bunları hürriyete kavuşturduğunda, eski efendilerinin yanına dönmüşler Hürriyete hazır olmadıkları için. Bir taraftan beyazların istismarı var. Diğer taraftan, ister Hıristiyanlık adına, isterse Müslümanlık adına olsun, içlerine girmek isteyenler, bunların renklerini ön plana çıkararak, bu farkı, zencilerin önemini vurgulamışlar. Mesela Alija Muhammed, Gulam Ahmed’in tarikatının bir uzantısıdır. Müslümanlığı neşrederken “Siyah Allah’ın en önemli kuludur, Allah’ın iki kulu var, birine git şeytan ol demiş o gitmiş beyaz olmuş…” telâkkisi ile hareket etmiş. Bir zencide bu anlayış var, bu onlarda hep bir gerilim meydana getiriyor. Bazı Amerikalılar onları ilim yuvalarından, üniversitelerden elden geldiğince uzak tutuyorlar. Gizli bir kast sistemi işliyor sanki. Hâşâ ve kellâ***, Allah’ın ağzından yaratılanlar, gözünden yaratılanlar, bir de tırnağından yaratılanlar iddiası gibi. Zenciler, tırnağından yaratılanlardır gibi bir anlayış, bir telkin söz konusu. Mahalleleri ayrı, evleri ayrı… Onlara yapılan muamele ayrı. Şurada burada teselli olarak var. Washington’da bir belediye başkanı istisna edilecek olursa, zenciler burada genelde horlanmaktadır. Fakat böyle bir horlanma ve bunun hasıl edeceği gerilim bilenme getirir, dünyanın kaderine el atma kavgasını getirir. Eğer zencilerin buradaki bu durumları daha makul, dengeleyici bir anlayışla, bir felsefe ile, bir cereyanla tadil edilmezse* Amerika’da denge bozulur ve bu da dünyanın dengesinin bozulması demektir. Milletlerin dengelerinin bozulması, tıpkı fezada zincirleme reaksiyonlarla sistemlerin bozulması gibi bir şeydir. Makro âlemdeki bir şey aynen normo âlem için de geçerlidir. Onun için milletimizin veya başka Müslüman milletlerin dünyaya yapacakları iyiliklerden bir tanesi de, burada bu zencileri tadil etme ve onların istismar edilmesine fırsat vermeme olmalıdır.
N.S.— Örneğin zenci cemaat liderlerinden Faraghan Türkiye’ye de geldi, pek kabul gördü. Bunlar nasıl bir anlayışa sahip?
F.G.— Zencilere her türlü telkinler yapılıyor. Hinduizm aşılamaya çalışanlar var, Budizm aşılamaya çalışanlar var. Sanskritçe tipinde din teklif edenler var. Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık da aynı şekilde telkin ediliyor. Fakat zencilerin ortak birleşme noktası, beyazın şeytanlığına inanmalarıdır. Amerika yeryüzünde şeytandır. Amerikalı yok edileceği ana kadar dünyada huzur bahis mevzu değildir telkini ve felsefesi ile yaşıyorlarsa, bu takdirde çok iyimser olmak zor. Dünya adına iyimser olmak da zor. Bu Afrika’da, Afrika’nın derinliklerinde de kendisini hissettirir. Ve dünya, asırlardan beri bilenmiş böyle bir güç karşısında zor mukavemet eder. Dünyada emsali çoktur. Medeniyetlerin yıkılması hep böyle topluluklar eliyle olmuştur.
N.S.— Amerika’ya büyük bir ilginiz olduğu görülüyor, burada üniversite de açmaya hazırlanıyorsunuz.
F.G.— Amerika’ya alaka duymamızın sebebi, çoğumuz Amerikan kültürüyle, Avrupa kültürüyle yetiştik. Aklın yolu birdir bence. Elimden gelse, Türk insanının yarısını Türkiye’yi tanıtma, Türk düşüncesini dünyanın her tarafına götürme, bu düşüncenin havarisi olma adına dünyaya salardım.
Çinliler’e Yunus Felsefesi Götürüyoruz
N.S.— Çin’den bir endişeniz var mı? Çin’in dünyadaki yeriyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
F.G.— Dünyanın işgali ile alakalı endişeler olabilir. Karl Marks’ın tüm toplumlar arasında gördüğü cebri determinizma burada da eğer söz konusu olacaksa, bu kaçınılmazdır. Bir hadis-i şerifte de buna benzer bir ifade var. İşte, acaba değişik eyaletlerde ayrı düşünce akımları meydana getirerek burada da bu anlayışı delebilir miyiz, dalgakıran olabilir miyiz, dünyayı saracak böyle büyük bir tehlike karşısında şimdi toprağa atılan çekirdekler, gelecekte –eskilerin ifadesiyle– neşv-ü nema bulabilir mi düşüncesi içindeyiz? Çin’den şimdilik endişemiz yok. Çünkü, ancak Çin halkının bize karşı duyduğu endişe ile bize farklı davranmaları söz konusu olabilir. İkinci olarak, Amerikalılar çok iyi girmişler Çin’e. Amerikalılar Çin’de Türkler’e karşı bir endişe uyarırlarsa, o zaman Çinliler bize karşı bir endişe duyabilirler. Biz, her iki cepheye de endişe vermemeye çalışıyoruz, çünkü Mesihî bir ruh, diyalog, hoşgörü ruhuyla dünyada huzur ve sükûn adına hareket ediyoruz. Bir katalizör olabilir miyiz diyoruz. Meselenin bir yanı bu. Buralara kadar dünyaya açılmaya çalışmamız tamamen insanlık adına bir açılmadır. Küreselleşen bir dünyada, gelecekte komşu olacağımız insanlarla daha erken bir dönemde tanışmayı düşünüyoruz. Telekomünikasyon ve ulaşım sistemleri bizi aynı odanın içindeki insanlar haline getirecek. Birbirimizin yüzüne baktığımız zaman da daha erken tanıyalım diyoruz, sesimizi soluğumuzu duyuruyoruz.
Batı Trakya’ya Sahip Çıkmak
Bir diğer taraftan, kendimize Yunanistan’da bir yer ararken Batı Trakya’ya sahip çıkılmamalı. Çünkü orayı onlar kanayan bir yara olarak görüyor. Bu yarayı kaşımak, Yunanistan’ın hiçbir yerinde hiçbir şey yapamamaya baştan mahkûm olma demektir. Fakat Selanik veya Atina dediğimiz zaman, Yunanlılar bunu çok soğuk karşılamadılar. “Korkmayın bizden, siz gelin bizde okul açın, çocuklarınızı buraya gönderin, biz bakalım, burs verelim” dedim. Biz de size gönderelim. Korkmayın, bir şey bulaştırmayız size dedik. Buna sıcak baktılar. Bunun yerine Gümülcine, İskeçe deseydik, bizde başka niyet arar ve değişik kuşkularla bakarlardı. Tıpkı bir yabancının G.Doğu’da Kürtleri hareketlendirmesi gibi bir problem olurdu. Onun için Çin’de Doğu Türkistan’la, Sincan’la meşgul olamayız. Hiçbir ülkenin yara gördüğü noktayı kaşıyamayız. Bu takdirde, daha başta problem haline gelir ve müspet hiçbir şey yapamayız. Fakat toplumlar arasında bir katalizör, güvenilir bir denge unsuru haline gelindiği zaman, mağdurların mağduriyetini gidermede daha etkili olunabilir. “Çin, Sincan’da, Doğu Türkistan’da Türk diye bir şey yok. Belli bir dönemde Müslümanlaştırılmış Çinliler var” diyor. Ama, toplumların huzuru ve genel denge adına herkese eşit muamele yapılması gerektiğine, herkesin hür insanlar olarak yaşama hakkına sahip bulunduğuna insanlar inandırıldığı zaman, hadiseler bunu ispat ettiği zaman, mağduriyetler giderilmiş olacaktır.
Bazı arkadaşlar Çin’e gidip geliyor, okul açmak için, ticari münasebet kurmak için gidip geliyor. Şu ana kadar bir problem olmadı. Ortak okul açma projeleri var. Çince’yi, İngilizce’yi, Türkçe’yi öğrenme ve öğretme projeleri var. Dünyanın bu iki eski milletinin, Yunus felsefesiyle, tanış olmalarını arzu ediyoruz.
N.S.— Bir Çin delegesiyle ilgili anınızdan bahsetmiştiniz?
F.G.— Onu, Turgut Özal merhumdan dinlemiştim. Müsteşarken anlatmıştı. Neden anlatmıştı tam bilemeyeceğim. Demişti ki, “Ben müsteşardım. Rus murahhası, Çin murahhası ve ben bir yerde konuşuyoruz. Hatta Özbekistan’da malum pamuk var, pamuk ticaretinden bahsediyoruz. Paranın gerçek değerinin, piyasa değerinin ne olduğunun adeta bilinmediği komünizm döneminde, Rusya şimdiki Türk Cumhuriyetleri’ne karşı mal değişimi politikası uyguluyor. Rus delegesine, “Onları aldatmadığınız ne malum?” dedim. Delege, “Komünist aldatmaz” cevabını vermişti. Bu arada Ruslar Çinliler’e karşı az endişe izhar ettiler. “Başımızın derdisiniz, bu sınır meseleleri nedir?” gibi… Çinli delege elini Türkistan’a doğru uzattı, aynen şöyle dedi: “Yahu bizden ne diye endişe ediyorsunuz? Esas şunlardan endişe edin. Tarih boyu bilmem kaç defa kama gibi insanlığın kaderinin içine girmişlerdir.” Şimdi eğer Doğu Türkistan halkına öyle bakıyorlarsa, bir kamanın kınından çıkmasını istemezler.
N.S.— Müslüman Türklerin olmadığı yerlerde olan okullarınız var. Ne bekliyorsunuz onlardan?
F.G.— Türk kültürünün, bizim anlayışımızın onlarda bir yumuşama meydana getireceğini, karşılıklı canlı diyalog unsurlarının hazırlanmasını umuyoruz. Belki de bir tahmin bu, bir zar atma gibi bir şey ama, burada da bir kaderdenk noktasında bulunulduğu düşüncesindeyim. Şimdi pek çok sosyolog, böyle yapmak gerektiği konusunda imal-i fikir ediyor. Ben dilerim, bu teşebbüsler, bu niyetler dua olsun ve Allah onu ihsan etsin. Hakikaten, beklenilen dostluk belli ölçüde talebeler arasında gelişti. Şimdi Moğolistan’da talebeler arasında çok dostumuz var, Yakutistan’da çok dostumuz var. Orada teknik eleman yetiştirecek bir sanat okulu açtık. Hatta Yakutistan’ın yeraltı-yerüstü zenginlikleri çok, fakat onları işletecek elemanları adeta yok. Türkiye’nin iki-üç katı toprağa sahipler. Neyse, okulun müdürü bir kıskançlığa girdi ve okuldan arkadaşlarımızı çıkardı. Fakat arkadaşlar çok iyi intiba bırakmış olacaklar ki, tekrar haber gönderip, “Gelin burada nasıl istiyorsanız, tamamen kendi idarenizde bir teknik okulu açın” demiş. Gidilip gidilmediğini bilmiyorum. Yakutistan biraz ötede, Alaska’nın ötesinde!…
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
Bölüm 5
İRAN İSLAMI
“İran konusunda dikkat edilmesi gereken iki husus vardır: Birincisi, din ve İslam devrimi adı altında mezhep ve bağnaz bir İslam anlayışı ihracı…. İkincisi: Ali muhabbeti, kendi anlayışlarına sadece bir renk kazandırmak için bahanedir.”
“Türkiye İran gibi olamaz, bir kere din esprisi çok farklı. Kaynaklar itibariyle de çok farklı. Esas, imamet meselesi akideleridir. Dinin hükmüdür. Sünnilik’te böyle mesele yok. Din bir değildir ki, Türkiye İran olsun.”
“İran İslamı bağnazdır, Türk İslamı hoşgörülü.”
İmamlar Ümmete Karşı
İran on sekiz yıl önce gerçekleştirdiği ‘İslam’ devrimiyle yüzyılın belli bir toplumsal model dayatan son devrimi oldu.
İran’ın İslam anlayışıyla Türkler’in İslam anlayışı o denli farklıdır ki, iki ülke arasındaki en önemli ayrım dini kavrayışlarındadır diyebiliriz. Sünni inanışta imamet yoktur ve imamet iman konusu değildir. Şiilik ise imamlığı iman konusu yaparak bir ruhban sınıfı yaratır. İmamlar geçmişteki ve gelecekteki her şeyi bilen, Kur’an’ın gizli anlamlarını çözebilen tek yetkili ağızlardır. Onlara karşı gelmek Kur’an’a karşı gelmektir. Böylece ilahi bir sıfat kazanan imam, halka karşı sorumlu değildir, azledilemez. Yetkisinin kaynağı on iki İmam silsilesi yoluyla Allah’tır. İmam’a karşı gelen Allah’a karşı gelmiş olur.
Oysa Sünni siyaset doktrinine göre, İslam’da devlet başkanı hiçbir selahiyetini Allah’tan devralmamıştır, hiçbir ilahi sıfat ve yetkiye sahip değildir. O, ümmetin diğer fertlerinden biridir. Onu başkanlık makamına getiren ümmettir.
Şiilik’te ise, imama itiraz aforoz gerekçesidir. Çünkü o Allah’tan vahiy alır, yalnızca Cebrail’i görmez.
İran’da ruhban sınıfı siyasi mücadelede hep ön safta oldu. Mali özerklikleri ve geniş toprakları bu savaşımda çok etkiliydi. Devletin gücü de hep dinden yana olmuştur ta ki, din devlete ve yönetime talip olana kadar. Bu tutkuyu bilen Şahlar, ruhban sınıfı olan imamları zaman zaman tehdit etmişlerdir. Ama gücünü kırmakta başarılı olamadılar, çünkü dini iktidarlarına alet ettiler.
Şiiler günde üç kez namaz kılarlar ve namaz vakitleri radyodan verilir. On iki İmam’ın ölüm günlerinde siyah bayraklar asarak ve siyahlar giyerek yas tutarlar; doğum günlerinde kutlama yaparlar. Aşure Tasua’da büyük ve günlerce süren yas tutulur. Siyah giymeyen sokağa çıkamaz. Eskiden imamlar insanlara cennetin anahtarlarını satarlardı. Irak savaşında da askerlere dağıtılan bu cennet mekânları bugün pek talip bulmuyor.
İran’da, hep gam, tasa ve kasvet halinde sunulan dini günlere ve anlayışa karşın Türkler’in İslam anlayışı, dini neşeyle birleştirir. Ramazan Bayramı’nı Şeker Bayramı’na çevirir; Ramazan gecelerini eğlenerek geçirir. Dini günler ve olaylar sevinç nedenidir Türkler’de.
Türkler’in İslam anlayışı Hocaefendi’nin dediği gibi sevgiye dayanır. Oysa İran’ın İslam anlayışı Ömer nefreti üzerine kurulmuştur, Hz. Ali sevgisi üstüne değil. Oysa Alevilik bizde Hz. Ali sevgisiyle yoğrulmuştur. İnsan sevgisine yaslanır, insanın ‘gül cemali’nde Allah’ı bulur.
İran hiçbir döneminde laiklikle tanışmamıştır, demokrasi kültürü yoktur. Türkiye’de devletle din arasındaki ilişki Osmanlı’dan beri bir geleneğe sahiptir. Bu kendine özgü gelenek devletin egemenliğidir, dinin değil. Devletin işlerine meşruiyet kazandıran din adamları devlete bağlıdır Osmanlı’da. Ortadoğu’nun biricik laik İslam ülkesi Türkiye’dir.
N.S.— İran üzerine Türkiye’de son zamanlarda çok yoğun tartışmalar yaşandı. İran konusunda sizin görüşleriniz nelerdir?
F.G.— İran baştan beri Sünni toplumlara reaksiyoner olmayı yeğlemiştir. İran tarihi ihtilaller tarihidir. İran Şiileri bir tepki cemaatidir. O nedenle doğru düşünmesi, dengeli karar vermesi, dünya konjonktürüne göre bir yol takip etmesi mümkün değildir. Devletlerarası münasebetler açısından komşumuzdur, bu açıdan nasıl ilişki kurulacaksa kurulmalıdır.
İran konusunda dikkat edilmesi gereken iki husus vardır: Birincisi, din ve İslam devrimi adı altında mezhep ve bağnaz bir İslam anlayışı ihracı. Kendi mezhep ve yorumlarını gerçek dinin önünde tutarlar. Bir insan Şii değilse, adeta hiçbir şey değildir. İkincisi: Ali muhabbeti, kendi anlayışlarına sadece bir renk kazandırmak için bahanedir. Ali sevgisi değil, Ebubekir, Ömer düşmanlığıdır ayakta tutan onları. Yanlış itikatlarını dini bir zemine oturtmak için güya Ali sevgisini bayraklaştırmışlardır. Bugün, bölgede Fars yayılmacılığı ve İran’ın bizimle olan tarihi rekabeti, belli bir tehlike arz etmektedir denebilir. İran bölgede rahat duracağa benzemez. Irak’ta çok önemli miktarda Şii vardır, endişe ederim ben. Fransa İran’ı desteklemiştir. Humeyni’yi barındırmıştır. İrangate Amerika’nın durumunu da ortaya koydu. İran’la aramızda problem olmadığını söyleyenler de vardır. Fakat, İran’la olan münasebetlerimizin tarihi, daha çok problemler ve sürtüşmeler tarihidir.
N.S.— Mistisizmin toplum için gelecek vaat etmediğini söylediniz. İran’da ve Mısır’da mistisizm ağırlıkla vardır ve burada toplumun yüzü sanki ölüme dönüktür. Onun içinde kaybolma, ağlama olarak tezahür eder. Türklerin İslam anlayışı hayata bağlı, yaşamı seven bir anlayıştır. Toplumun yüzü hayata dönüktür. Ramazan’da eğlenen, bayramla onu şenlendiren ve bayramını ‘şeker’e dönüştüren bir yaşama sevinci görülür. İslam âleminde Türkler böyle sadece. Ramazan’da yaşanan fark bile bizim diğer İslam anlayışıyla aramıza ciddi ayrımlar mı koyuyor? Dinde eğlenme var mı?
F.G.— İnsanın değişik yanları vardır. Hukuk sistemleri de bunu böyle kabul eder. Din eğlenmeyi meşru kılmıştır. Peygamberimizin (SAV) olgunluğuna erişemediğimizi anlatan bir öykü: Zenciler camide kılıç mızrak oyunu oynamışlar, def çalmışlar. Ayşe validemiz de diyor ki: “Ben de bakmak istedim, Allah Resulü’nün omzundan baktım onlara. Mescitte seyrettim onları” diyor. Yani “Onlar oyun çıkarıyordu, ben de seyretmek istedim” diyor. Bugün herhangi bir camide bunu yapamazsınız. Fakat, Mescitin o zamanki fonksiyonları çok yönlü, sonra bu daralmış. Ben bugün yapılsın demiyorum, fakat ortada ufuk enginliği ve darlığı meselesi var. Harp oyunları oynuyorlar camide. Bir defasında da kına gecesine geliyorlar. Buna kadar yani. Nikâh önemli bir hadisedir; “mescitte yapın bunu” diyor. Herkes görsün. Nikâh gizli, kaçamak iki kişi arasında yapılan bir akit değildir; açıklık diyor.
N.S.— Kilisede olduğu gibi evlenme öneriyor yani?
F.G.— Çok daha zengin. Neden? Çünkü mescitin içinde o mesele aynı zamanda bir ruhaniyet kazanacak. Allah’a yakınlık içinde cereyan edecek, verilen sözler tutulacak. Böyle sağlam bir yerde yapmayı öneriyor. Demek ki, bazı şeyleri biz kısıtlamışız. Bu meseleler iyi tetkik edilmezse başka şekilde yanlış anlamalara yol açar. Dinin hayata bakan yanını teslim etmek ‘deve çobanları’na kalır. Allah’ın Resulü, “Bir gün deve çobanları yüksek binalarda çalım satacaklardır.” diye bugünleri mucizevi haber vermiştir.
İran’la Türkiye’nin Din Esprisi Farklı
N.S.— İran’da neden okulunuz yok? İzin vermediler mi?
F.G.— Devlet izin vermedi. Komşumuz, Türklük adına Azerbaycan’da bir okul açalım diye ısrar ettik. Bir komik teklifte bulundular: “Öyle çok paranız varsa, yardım edecekseniz, siz parayı verin biz açarız.”
N.S.— Siz İran’ı Orta Asya’dan kovdunuz hatta alfabenin Latince olmasında rol oynadınız. İran Tacikistan haricinde tutunamadı, kimse Vahabiler’i ve onları inandırıcı bulmadı.
F.G.— İran hep fitneler tarihi olmuştur. İran İslam’ı zorla kabul etmiş, mukavemeti entrikada bulmuştur. Hz. Ali’nin Nehc’ül Belâğa isimli, hutbe, mektup ve sözlerinden derlenmiş kitabı, hukuki, siyasi kültürel muhtevasının yanı sıra tam bir edebi şaheserdir; Shakespeare gibi okunur. Hz. Ali büyük bir şahsiyettir, bizim için çok önemlidir. Ama Ali’nin büyüklüğü izafi bir büyüklük değildir. Ali’nin büyüklüğünü anlatmak için başkalarını küçültmeye ihtiyaç yoktur. Bir manâ eridir. Tüm tasavvuf erleri, Baba’ları onu severler. Fakat, Şia, Fars Aleviliği, Müslümanlığa karşı kin ve nefretini Hz. Ali’ye de yansıtır, Ali’yi kendi mitolojilerindeki Zaloğlu Rüstem haline getirmişlerdir. Mübalağa zihnî bir yalandır. Doğru olandan yalan insan haline dönüşmüştür. Türkiye çok dengelidir. Selçuklular’da, Osmanlılar’da da böyledir. Biz dergâhlarda “Canım Ali” diye destanlarını dinleyerek büyüdük. Vahabiler de Ali’yi küçümser. Biz herkesi severiz. İran, tarihinde mübalağalarıyla ünlü. Hayatlarına sinmiştir. Ben Mekke’de bir kısım İranlı’nın dua ederken ağlıyor gibi göründüklerine şahit oldum, misafirhanede komşumuzdular. Akşam bunları teybe kaydetmiş olduklarına ve dinleyip eğlendiklerine şahit oldum. Samimi değillerdir. Bunlar komşumuz olması nedeniyle münasebete engel değil. Humeyni, Velayeti Fakih kitabında aynen şöyle der: “İnsanlarla olan problem ve davalarında bizden, (yani mezhebimizden) olmayan kadılara, hâkimlere başvuran, Allah’a karşı gelmiş ve Allah’ın inkâr edilmesini emrettiği tağuta* başvurmuş olur.” Fakihin devlet başkanlığı doktrini Humeyni ile Şii tarihine girmiştir. Humeyni, kıyametten önce geleceği beklenen Mehdi’nin vekili kabul ediliyordu. Şiiler 12 İmam’ı, Peygamberimiz dışındaki bütün peygamberlerden üstün görürler.
N.S.— İran Türkiye’de islamcılara eziyet edildiğini söylüyor, Cumhuriyet Dönemi’nde yapılanları örnek gösteriyorlar.
F.G.— Her şey kendi zamanı ve şartlarında değerlendirilmelidir. Kel Ali’ler, Kılıç Ali’ler ve mahkemelerinin daha mutedil** olmasını yeğlerdim. Ben Mustafa Kemal’in ve İnönü’nün, Marx gibi, insanlığın rahat ve huzuru için din adına hiçbir şey kalmamalı tarzında dinin üstüne yürüdükleri kanaatinde değilim.
Son zaman bazı hadiseler oldu. Hatırlandığında bile insanı İslâm ve insanlık adına utandıran, hiçbir ağza yakışmayacak sözler, ifadeler sarf edildi. Üslup kişinin aynasıdır. Askerin son çıkışına sebep olan bazı hadiseleri de görmezlikten gelemeyiz.
N.S.— İran’ın siyaseti hep İslam içinde görmesi ve siyasi İslam olarak yönlendirmiştir. Türkiye İran gibi olur mu? Bizim din anlayışımızla Arap ve Fars anlayışı arasındaki farklar neler?
F.G.— İran o bölgede olmanın gereğini yerine getiriyor. O bölgede din olmadan hâkimiyet olmaz. Yayılmak dinle mümkün ancak. Onların din anlayışı farklı, imamlarla idare edilen, işin içinde ruhani bir şeyler olma zorunluluğu koyan bir anlayış. Asıl mesele Kur’an değil, Ali’dir. Türkiye İran gibi olamaz, bir kere din esprisi çok farklı. Kaynaklar itibariyle de çok farklı. Esas, imamet meselesi akideleridir. Dinin hükmüdür. Sünnilik’te böyle mesele yok. Din bir değildir ki, Türkiye İran olsun. Türkiye’de birtakım anlayış farklılıklarına rağmen, dine sahip çıkmak lazım. Dışarıdan gelecek yanlış din anlayışları ve dinin yanlışlara alet edilmesi de bu şekilde önlenebilir.
Bizim arkadaşların Asya’daki faaliyetleri için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Vahabiler’i ve İranlılar’ı uzak tutmak için tasavvufun enginliğinden de yararlanarak, kendi anlayışımızı toplumunun her kademesine hâkim kılmazsanız, o tür bağnazlıkların hâkim olmamaları için hiçbir sebep yok.
N.S.— İran’ın girebildiği bir Tacikistan oldu Farsça nedeniyle, sizin okullar gibi onlar rağbet görmediler.
F.G.— Orada da yine arkadaşların beş okulu var. Zengin bir arkadaşımız her şeyini sattı orada okulları açabilmek için. Onu kalpten kaybettik. Tacikistan 3,5 milyonluk Ankara kadar yer.
N.S.— Orta Asya’da insanlar sizin okullarınızda çocukları okusun istiyorlar. Öğretmenleri örnek insanlar olarak seviyorlar. Çağdaş olandan yana taleplerini koyuyorlar. Türk İslamı’nın farklılığı bunu getiriyor mu?
F.G.— Bizim İslam anlayışımız daha derindir diyebiliriz. Bu Mevlana’lara, Yesevi’lere ışık tutan şey, ışık başka bir şeydir. Türk milletine yansıyan ışık Bişkek’te, Buhara’da prizma gibi yansıyarak ulaştı, manâ derinlikleriyle. Dini, yoruma açık yanlarıyla, çok engin yorumlamışlar. Dinin evrenselliğini Ebu Hanife’ler, Yesevi’ler kabul ettirir. Gel gör ki, başkalarının olumsuz imajları bize de gölge düşürüyor.
N.S.— Avrupa bunu değerlendirebilir mi?
F.G.— Luther döneminde yaptığı gibi Hıristiyanlık yeniden kendini restorasyona tabi tutmazsa, İslam’ın bazı dinamiklerinden yararlanmazsa gelişen şartlar içinde yaşaması zorlaşır. Türk kültürünün dünyaya katkısı kavgasının verilmesi lüzumuna inanıyorum. Bu kültür ve Türk dünyası, dünya kuvvetler muvazenesinde Allah’ın izniyle yine bir güce ulaşacaktır. Bakın, Bosna’da verilen kültür, savaşla bile onlardan geri alınamadı. Demek öyle zengin ki atamadılar, o dönemde İslam’ı benimsemişler. Bağnaz olan ölüp gidecektir. Bilinmemesi gerekenleri millet unutmuştur, millet ruhuyla Akşemsettin’i unutmaz. İşin cesedine talip olanlar, kabuğuyla uğraşanlar kendi kabukları içinde çürüyeceklerdir.
Cevap: Fethullah gülen ile new york sohbeti
BÖLÜM 6
TÜRK KİMLİĞİ
“Çağın gerçekleri istikametinde Batılı düşünceyi de alan, kendi ruh ve manâ köküne ters olmayan değerlere de saygı duyan, çok farklı, daha geniş ve aynı zamanda dünya ile barışıklığı devam ettirmeye de yardımcı olabilecek bir Türk dünyası olmalı.”
“Liderlerin yetişmesi biraz da hür düşüncenin saygı görmesine bağlı. Yani, bir tohum toprağın bağrında çimlenip, büyüme kabiliyetine sahiptir. Hava müsait olursa, suya ulaşırsa, o zaman boy atar gelişir. İnsan da öyle.”
“Türkiye’nin çok çarpık bir siyaset anlayışı var. Mesela partilerin başında genel başkanlar var. Öyle fasit bir daire ki, kendilerini seçen insanları onlar seçiyor, onlar da sürekli onu seçiyor. Kabiliyetsiz, istidatsız bir ekip milletin kaderine hakim olup gidiyor. Bu arada ne cevherler kaynayıp gidiyor.”
Türkçe’yi Dünya Dili Yapmak
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin üç saçayağı üstüne oturttuğu anlayışı yaşamın ekonomik, kültürel ve ruhsal boyutunu kavrıyor. Din, ekonomi ve eğitim saçayağı yaşama bakışındaki diriliğin ana dinamikleri. Bilgi yaşama geçirilmedikçe değerli değil onun için. Para kazanmanın yolları öğrenilmedikçe ve bu ülke yararına harcanmadıkça, para hırsın kendisi. Hafıza hamallığına yarayan ezbercilik yerine metodoloji ve sistem olmadan eğitimin yararına inanmıyor. Çünkü ‘bu ülkeyi geleceğe taşıyacak olan yine bu ülkenin insanıdır’, sloganı.
Asırlardır süren temel meselelerimizin aktüel olduğunu düşünüyor ve onların takipçisi her an. Dile ilişkin yorumu ise herkese bir mesaj içermekte. Mesela bana şöyle demişti, “Arapça –ki Kur’an dilidir– ile Türkçe arasında her iki dilde de aynı ölçüde yazı yazma yeteneği verilseydi Türkçe’yi seçerdim. Türkçe’yi gelecekte dünya dili haline getirmek zorundayız”
İnsanları sorunlarını çözmeleri, plan program üretmeleri, kazanmaları, bilgilerini hayata geçirmeleri için hareketlendiriyor. Onların iç dinamiklerinin nabzını tutuyor. Türkiye adına büyük ve dünya çapında bir eğitim hamlesi için insanlara şevk, inanç veriyor. Organizasyonunda yaptığı öneriler sosyal bilimlerle uyumlu. Örneğin Tataristan’da kalan öğretmenlere “At eti dahil yiyin ve o insanlar gibi yaşayın, düşünün” diyor.
Yetiştirmek istediği iki tipoloji var: Bilim adamları ve işadamları. Bu “altın nesil” her iki kulvarda da başarılı olmak için eğitiliyorlar.
Eğitimin amacı sadece öğretim değil, aynı zamanda manevi ve her türlü değerlerine sahip sosyal varlık olarak insanın inşasını öneriyor.
Duygu ve duyarlılık içiçe bir sarmaşık gibi dolanıyor onun dokusunda. Belki o nedenle, “Gözyaşlarım kelimesiz şiirdir” diyor bana. Ruh inceliğinin şahitleri olarak görüyor ağlamayı. Ağlamayı ayıplayanları ise hiç anlamıyor. Onun ruh ve düşünce dünyası önyargılardan hoşlanmıyor.
Nevval SEVİNDİ
N.S.— 21. yüzyılda nasıl bir Türk kimliği olabilir?
F.G.— Kimliğimiz bizim bellidir. Bunu Türkiye’de yorumlayanlar, Şamanizm’in çerçevesi içinde şovenizmden yola çıkanlar oldu. Bir zamanlar Misak-ı Milli dendi, Atatürk Milliyetçiliği dendi. Bütün bunlar yorumlandı, ne oldukları sorgulandı. Bugün de herhalde zannediyorum kendi değerlerimizin, kendi tarihimizin, kendi göreneklerimizin üzerinde durup araştırmak lazım. Zannediyorum, 21. asra girerken gerçek kimliğimiz, bağlı bulunduğumuz ülkelerle beraber, Türklük dünyası ile beraber tarihin derinliklerinde, tarihin katmanlarında araştırılmalı, tarihi eserler, vicahi* kültürle birlikte yeniden bir arada ele alınmalı.
İslamiyet bu mevzuda çok önemli bir unsur. Günümüzde herkes yeniden kendi dinini, tarihteki inanç ve kimliğini arıyor. Dolayısıyla, İslam unsurunu mutlaka hesaba katılmalı. Fakat, Amerika ile kavgalı, Avrupa ile kavgalı bir Türk dünyası olarak değil, çağın gerçekleri istikametinde Batılı düşünceyi de alan, değerlendiren, kendi ruh ve manâ köküne ters olmayan değerlere de saygı duyan, çok farklı, daha geniş ve aynı zamanda dünya ile barışıklığı devam ettirmeye de yardımcı olabilecek bir Türk dünyası. Bu bir yönüyle, Batılılar’ın yaklaştığı şekilde evrensellik demek de değildir. Daralan dünyayı, büzüşen dünyayı hesaba katan, daha kucaklayıcı bir oluşum. Belki temel unsuru karşılıklı hoşgörü olan Türk kimliğini, Yesevi inancını, mantalitesini öne çıkartan, bir Mevlana aşkını şevkini, insani yönünü öne çıkaran oluşum. Ayşe Şasa’dan Anna Maria Shimmel’e kadar çok geniş bir yelpazede herkes o anlayışa, o kucaklayıcılığa hayranlığını ifade ediyor.
Türkiye Teknolojik Olarak Nakavt Olunca...
N.S.— Bu zenginliğe rağmen sizin okullarda ağırlık hep matematik ve fen bilimlerinde. Sosyal ve kültürel alanda bu kadar zengin olan Türkiye’de okullarınız neden sosyal bilimlere yeterince önem vermiyor, sosyal bilimlere teşvik etmiyor öğrencilerini? Dünyada da sosyal bilimlerin önemi anlaşıldı ve bugünkü değerlendirmenin başka yolu olmadığı anlaşıldı.
F.G.— Çok doğru. Bugün yaşadığımız, aynı zamanda Türkiye’nin kaderi gibi, Türkiye teknoloji açısından hasımları karşısında nakavt olunca, bütün üstün dimağları, yüksek beyinleri hep bu yöne imale* edelim düşüncesi doğdu. Fizik kimya tahsili yapsınlar ve yüksek teknolojiyi bir an evvel Türkiye’ye transfer edelim mülahazaları oldu. Toplum olarak genelde bu eksikliği ve bu eksikliğin hasıl ettiği durumu gördük, hep o noktaya yöneldik. Fakat, geleceği idare edecek insanlar daha ziyade sosyal yönlere ağırlık veren insanlar olacak gibi. Dolayısıyla, üç dört sene evvel buraya geldiğimde, fen bilimleri gibi, sosyal alanlara da mutlaka yer verilmesi gerektiğini haddim olmayarak üniversitelerde şöyle böyle tanıdığım arkadaşlara söyledim ve durumlarını yeniden bir kere daha gözden geçirmeleri lazım geldiğini izah etmeye çalıştım.
Türkiye’deki okullarda da bu mesele önemli. Zannediyorum o okullarda da belki bu seneden başlayarak sosyal ilimlere ağırlık verilecek. Dâhi, kâşif, mucit tiplerin biraz o yönlere eğilmesi açısından çok önemli. Bugüne kadar mühendisler falan dedik. Fakat, sadece mühendislikle, hesapla yetişenlerde bazen esneklik olmayabiliyor.
N.S.— Evet, ve insanı değerlendirmeyi beceremeyen bir düşünce hâlâ devam ediyor ama…
F.G.— Yine de zannediyorum o değişimi yaşıyoruz. Hissedilecek yer yer. Biraz daha erken davranılsaydı bu mevzuda, geç kalınmasaydı keşke…
N.S.— Dünya büyük fikir mimarları yetiştiriyor ama Türkiye neden lider yetiştiremiyor?
F.G.— Liderlerin yetişmesi biraz da hür düşüncenin saygı görmesine bağlı. Yani, bir tohum toprağın bağrında çimlenip, büyüme kabiliyetine sahiptir. Hava müsait olursa, suya ulaşırsa, o zaman boy atar gelişir. İnsan da öyle. Bir kere baskı olmaması lazım. İnsanların kendilerini ifade edebilmeleri lazım. İkinci meseleyse, eğitim sisteminde çarpıklık var, bozukluk var. İnsanlar asıl kabiliyetlerine göre, hatta dehalarına göre yönlendirilmiyor. Lise sona geldiğinde neredeyse bir uçak projesi yapabilecek kapasitede insanlar var. Ama o insanlar, böyle bir noktaya yönlendirilmiyor. Bakıyorsunuz, birisinin dimağı sosyal sahalara yatkın; esnek düşünebiliyor. Adab-ı muaşeret diyebileceğimiz, insanlarla geçinme ve anlaşma yanları çok ilerde ve maksadını da çok iyi ifade edebiliyor, düşüncelerini çok rahat ifade edebiliyor, o da matematiğe zorlanıyor. Bu sistemin bir kere değişmesi lazım. Talebe, ta lise çağında tercih edeceği şeylere açık tutulmalı, bunları seçme imkânı, hakkı kendisine tanınmalı. Bu da, hem lisede o esnekliği istiyor, hem de üniversitede o esnekliği istiyor. Maalesef biraz da bu cins kafaların ortaya çıkmaması, eğitim sistemindeki çarpıklıklar ve herkesin ezberciliğe alıştırılmış olmasından kaynaklanıyor. Bu da bir diğer meselemiz.
Bir başka mesele, Türkiye’nin çok çarpık bir siyaset anlayışı var, onunla alakalı çok çarpık kanunlar var. Mesela, partilerin başında genel başkanlar var. Bizim Alvar İmamı’nın mülahazasıyla, o aynen şöyle derdi: “Herkes yahşi men yaman, herkes buğday ben saman.” Herkes benden iyi olabilir başka, fakat Türkiye’yi idare etmek için benden iyi olmak yetmez, çok iyi olmak lazım. Şöyle böyle insanlar, futbol maçlarında arada boşluk bulup topa ayağını dokundurmak gibi, öyle bir yol bulmuşlar, bir yere gelmişler. Öyle fasit bir daire ki, kendilerini seçen insanları onlar seçiyor, tabii onlar da sürekli onu seçiyor. Kabiliyetsiz, istidatsız bir ekip milletin kaderine hâkim olup gidiyor. Kim bilir, bu arada ne cevherler kaynayıp gidiyor.
Liderleri Değiştirmenin Kolaylaştırılması Lazım
Belli bir dönemde, mesela Menderes kendine göre bir istidatla* gelmiş, bir dönemde ortaya çıkmıştır. Atatürk bir istidattır, fakat bir başkaldırma ile çıkmıştır. İkisi de istidattır, Turgut Özal bir istidattır. Bunlar, normal demokratik süreçlerde çıkmamıştır, çünkü demokratik dedikleri o süreç içinde boğulur bunlar, ezilirler, çıkma fırsatını bulamazlar. Sürpriz bir kısım karışıklıklar çıkmış, bu karışıklık içinde bir yolunu bulup ortaya çıkmışlardır. Şu andaki siyasi sistemimiz öyle büyük insanların ortaya çıkmasına ve ülkeye sahip çıkmalarına fırsat vermiyor zannediyorum. Onun için yine haddimi aşarak ifade edeyim, partiler kanunu, siyaset anlayışı mutlaka değişmesi lazım. Liderleri değiştirmenin kolaylaştırılması lazım. Çok istidatlı insanlar arada kaynayıp gidiyor, bilemiyoruz. Çünkü ona o imkân verilmeyince, istidadı var mı yok mu bilemiyoruz. Napolyon’u birtakım hadiseler ortaya çıkarmıştır. Bir kısım cinnetleri, delilikleri vardır ama; Hitler’i bir kısım hadiseler ortaya çıkarmıştır. Deli bir insandır ama, hadiseler ortaya çıkarmıştır.
Cihan harbinde bir kısım hadiseler bir kısım kahramanları ortaya çıkarmıştır. Öyle bir hadise olmasaydı Erzurumlu Nene Hatun olamazdı. Bunlar çok önemli şeylerdir. Maalesef siyasi partiler yasası, parti hegemonyası, lider hegemonyası… Türkiye’de daha bundan sonra da çok istidat ve kabiliyetlerin ölü yaşamalarına sebebiyet verecek. Mezarda olmayacak fakat, hiçbir hayat emaresi ortaya koymadan, milletine yararlı olmadan doğdukları gibi ölüp gidecekler maalesef. Bu da, top yekün Türk milletini alakadar eden bir mevzudur.
*Fasıldan Fasıla-1.
*Fasıldan Fasıla2.
*Ehven-i şer: Kötünün iyisi. Y.N.
**Eşedd-i şer: Kötünün kötüsü. Y.N.
***Hâşâ ve kellâ: Asla öyle değil. Y.N.
*Tadil etmek: Dengelemek, yumuşatmak. Y.N.
*Tağut: İsyankârlık. Y.N.
**Mutedil: Dengeli. Y.N.
*Vicahi: Yüzyüze. Vicahi kültürle sözlü kültür kastediliyor. Y.N.
*İmale etmek: Yönlendirmek. Y.N.
*İstidat: Kabiliyet. Y.N.