-
Tekke ve Medrese
Tekke ve Medrese
Ben medreseye devam ederken de tekkeyi ihmal etmezdim. Alvar İmamı hayatta iken hep onun yanına gidip geldim. Zaten ilk gözümü açtığım, ruhumu mayaladığım yer tekkedir. Bende tekke ve medresenin izleri hep aynı ritmi dokuyarak devam etmiştir.
Alvar İmamı'nda gördüğüm açık kerametler, çocukluk ihsaslarımla beni böyle bir bütünlüğe götüren ilk basamaklar olmuştur. Alvar İmamı'nın vefatından sonra Rasim Baba adında bir Kadiri şeyhine devam ettim. Bu şeyhin Mehmed adında bir oğlu vardı. O da Osman Bektaş Hocâ dan okurdu.
Rasim Baba, yaşım çok genç olmasına rağmen beni hemen sağında otuırturdu. ilgi ve alakası son derece fazlaydı. Fakat müritler arasında bir laf dolaşmaya başladı; Şeyhin beni kendisine damat yapmak istediğinden bahsediliyordu. Bu söylenti soğumama sebep oldu. Bir daha o tekkeye gitmedim.
Çok enerjik bir insandım. Hareketliydim. Kültürfizik yapmayı ihmal etmezdim. Ancak bu potansiyeli hep müsbet yöne kanalize etmeye gayret ettim. Allah' a çok şükür gençliğin en tehlikeli anlarını salim atlattım.
Geceleri geç vakitlere kadar Erzurum'daki bütün türbeleri geziyor ve onlara Yasin okuyordum. Erzurum'dan ayrılacağım ana kadar da bu adetimi sürdürdüm.
Gözüm karardı. Buna aşırı cesaret de denebilirdi. Kurşunlu Camiine gelen su yolunda hiç fütur getirmeden gider gelirdim. Halbuki orada yürümek her an ölümle selamlaşmak demekti. Çünkü devamlı göçük olurdu.
Yine Kurşunlu Camiinin önündeki yüksek kavak ağacına göz açıp kapayıncaya kadar tırmanır ve etrafı oradan seyretmeyi severdim. Minare şerefesinin üzerinde yürümek ise çok hoşuma giderdi. Halbuki o esnada beni seyredenlerin kalpleri sıkışır ve çok kere de bana bakamazlardı.
Giyimime de çok dikkat ederdim. Tertemiz ve biraz da o güne göre lüks giyinirdim. Günlerce aç kaldığım olurdu da ütüsüz pantolon, boyasız ayakkabı giydiğim hiç görülmemiştir. Ütü bulamadığım zaman, pantolonumu yatağın altına koyar ve pantolon bu ağırlık altında ütülü gibi olurdu.
Bazan arkadaşlarım benim bu hallerimi yadırgarlardı. Tekke ile bu kadar alakalı olmama rağmen, bu kadar cevval, hareketli dışa dönük ve giyimime bu kadar titiz davranmamı bir türlü birbiriyle bağdaştıramazlardı.
Hatta ütülü pantolon giydiğime kızan bir tekke arkadaşım birgün bana unutamayacağım şu sözü söylemişti: "Arkadaş sen biraz takva olsana!" Ben takva olmakla ütülü pantolon giymenin alakasını hâlâ anlayabilmiş değilimdir.
Sene 1941. Üç yaşlarındaydım. Damın üzerine oturmuş gelip gidenleri seyrediyordum. Bu arada askerler de gelip gidiyorlardı. Aralarında konuşuyor ve bazen de şakalaşıyorlardı. O devirde askerlerin başlarına taktıkları kep siperliydi. Fakat yeni yeni sipersiz, Amerikanvari kepler de vardı. Ben sebebini bilemediğim bir çağrışımla bu sipersiz keplere daha bir sempati duyuyordum.
İlk gördüğüm sipersiz kepin bendeki hatırasını ve derin izini ise hiç unutamam. İşte ben böyle damın üzerinde oturup seyre koyulmuşken, birisinin başında dediğim gibi sipersiz bir kep gördüm. Bu diğerlerinden onu ayıran en belirgin özellikti. Birden sipersiz kep giyen asker gözümde başkalaşıverdi. Bütün tecessüsümü insiyaki bir cebrilikle üzerine topladı. Sanki o anda ondan başka kimseyi gözüm görmüyordu. Neden ve niçin bu asker dikkatimi bu kadar çekmişti? Fizyonomisinde bir seçkinlik mi söz konusuydu? Yoksa o asker kıyafeti tümünde diğerlerinden ayrı mıydı? Hayır. Sadece başındaki kep sipersizdi. Ve benim dikkatimi çeken de sadece bu hususiyeti olsa gerekti.. Ama bir kepteki siper meselesi niçin bu üç yaşındaki çocuğu bu kadar meşgul ediyordu. Veya siperli kepe onun bu kadar tepkisi nedendi? Bütün bunlan o yaşımda çözebilmem elbette mümkün değildi. Bir ara bu ere hitaben birisi Ebu Talib, diye seslendi. İşte o zaman bu er benim gözümde birden büyük bir kahraman oluverdi. Tepeden tırnağa değişmiş ve seçkinleşmişti..
Babam evde Ebu Talib'den bahsediyordu. Ondan bahsederken hep saygılıydı. Babamın dilinde dolaşıp duran bu isim elbette büyük bir insan ve büyük bir kahraman olmalıydı. Gerçi Ebu Talib hakkında adından başka hiçbir şey bilmiyordum. Fakat babama olan saygım, Ebu Talib'e de saygımı besliyordu.
Evet, demek ki babamın bahsettiği o büyük insan Ebu Talib işte benim karşımda duran bu adam, diye düşündüm. Elbette Ebu Talib'in ön dört asır evvel yaşamış olduğunu o yaşta bilmem imkansızdı. Zaten söylediğim gibi Ebu Talib'in kimliği de benim için o anda mühim değildi. Sadece hayalime yerleşmiş bir kahramandı o kadar. Meğer o kahraman yaşıyormuş hem de bizim köye gelmiş.. Ebu Talib' i görmüş olmanın mutluluğunu yaşıyonım. Ve hiçbir şeyden habersiz arkadaşlarının arasında gideceği yere doğru gevşek adımlarla ilerleyen bu askere hayran hayran bakıyorum. Ve onu gözümde kahramanlaştınyonım. Çünkü onun başındaki kep ki ben onu bere olarak düşünüyorum bütün diğer siperli kep giyenlere karşı bir başkaldırışın ifadesiydi. Ve bu kahraman bunun kavgasını veriyordu. O anda dedem Şamil Ağa'nın başından hiç çıkarmadığı sarığı ile bu bere birbirine karışıyor. Jandarma korkusundan dolayı başına siperli şapka giyen köylülerle, dedem arasındaki farkı bu askerlere tatbik ediyorum. Babamın da daima sarıkla dolaşması bu çagrışıma ayn bir buud kazandınyor ve ben sarıklı ve sipersiz kep giyenlerin safında yer alıyorum.. Ve bunun liderliğine de Ebu Talib'i oturtuyorum.
Nasara!
Bir hafta içinde Emsile'yi birkaç fiille ezberlemiştim. Hocam Alvar İmamı'nın torunu olduğundan onun medresesine büyük hocalar da ziyarete gelirdi. Emsileyi yeni bitirdiğim günlerden birinde bu hocalardan biri bana "Nasara"yı sordu. Ben de heyecanla "Dövdü bir gaib er" deyince güldüler.
"Oğlum, dedi, biri, (Nasara) döverse (Darebe) ne yapmaz?" Bu çocukluk hatıramı hiç unutmam..
Talebeliğimin hepsini toplasanız iki sene ancak yapar. O devrede talebeye i'lal idgam ezberleterek vakit israf ediliyordu. Ve ciddi rehberlik yapan da yoktu. Edirne'ye gittiğimde birisiyle Buhari okudum.
Bende Kastalani vardı. Döndüğümde hocama söyledim. Bana: "Sen kim Buhari okumak kim?" dedi. Tabii, hocanın kendisi de Buhari okumamıştı. Fakat Fıkıh'ta Üstad diye bilinirdi. Herkes fetvayı ondan alırdı.
İkinci veya üçüncü defa kürsüye çıkıyordum. Bir Kurban Bayramı münasebetiyle vaaz veriyorum. As b. Vail ile alakalı hadiseyi anlatıyorum.
Hani, Efendimiz Kabe'ye giderken yolda onunla karşılaşmış. Biraz konuştuktan sonra da ayrılmış. As b. Vail'e "Kiminle konuştun?" diye sormuşlar; o da (Haşa) "Ebter'le" cevabını veımiş... Şimdi tam ben bu hadiseyi anlatacağım sırada gözüm kitaba ilişti. Bu hadiseyi Ebu Hureyre (R.A) dan rivayet eden tabiin imamlarından Ebu Salih gözüme takıldı. O andaki heyecanla Ebu'sunu da görmemişim. Ben Efendimiz'e bu uygunsuz ifadeyi söyleyenin o olduğunu zannediyorum. Ve "Salih"e yüklenmeye başladım. Kürsüde ben Salih'le yaka-paça oluyorum.
"Edepsiz Salih; küstah Salih hiç peygambere öyle konuşulur mu be sersem adam.." Ağzıma ne geldiyse söyledim.
Namazdan sonra eve geldim. Baktım babam gülmekten yerlere yıkılmış.
Meğer ben bunları konuşurken, köyde sadece bayramdan bayrama namaza gelen Salih adında bir adam varmış ve tam da benim karşımda oturuyormuş. Ben kürsüden "Salih"e atıp tuttukça adam renkten renge giriyormuş. Şimdi ne zaman arkadaşlarla ders okurken o hadise denk gelsek, bu Salih meselesini hatırlamadan edemem..
Kırkıncı Hoca, bana, Selahaddin ve Hatem'e Bediüzzaman Hazretlerinin yanından birisi gelıniş, akşam sohbet yapacak, oraya gidelim" dedi. Teklifini hemen kabul ettik. Çünkü, Bediüzzaman'ın yanında bulunmuş bir insanı ilk defa görecektik. Bu da bizim için çok cazib ve orijinal bir hadiseydi.
Mehmed Şergil'in terzi dükkanına geldik. Burası, iki kilimden biraz daha genişçeydi. hk gece veya ikinci gece orada bulunanlardan aklımda kalan isimlerden bazıları, Mehmed Şevket Eygi, Esat Keşafoğlu ve Osman Demirci'dir. Şevket Eygi, yedek subaylık yapıyordu. Esad Keşafoğlu ise o sırada üsteğmendi. Bediüzzaman Hazretleri, Muzaffer Arslan'a "şark'ı bir dolaş gel" demiş o da Sivas, Erzincan ve Erzurum'u dolaşmaya gelmişti. 15 gün kadar Erzurum'da kaldı. ilk gece Hücumatı Sitte okundu. Ertesi gün Beşinci Şua'dan ders yapıldı. Bizimle gelen mollalardan bazıları, oradaki te'villere itiraz ettiler ve bir daha gelmediler. Fakat anlatılanlar beni iyice sarmıştı. Bilhassa Muzaffer Arslan'ın bir sahabe hayatı yaşaması, sadeliği ve samimiyeti bana çok tesir etti. Ben zaten sahabe aşığı bir insandım. Onu görünce, işte aradığım insanları buldum, dedim ve bir daha da ayrılmayı düşünmedim.
Muzaffer Arslan''ın pantolonunun iki dizi de yamalıydı. Ceketi de işte ona göreydi. Tabii ki bu sadelik bana apayrı duygular ilham ediyordu.
Ayrıca ibadette derinlik vardı. Namaz kılışları, dua edişleri bana bambaşka görünmüştü. Derse gelip gidenlerden Çiğdem Bakkalı'nın sahibi bir Zeki Efendi vardı. Onun dua edişi de çok hoşuma giderdi. Yürekten dua etmesine bayılırdım.
Osman Hoca olsun, Sadi Efendi olsun, beni vazgeçirmek için çok uğraştılar. Bilhassa Osman Bektaş Hoca'nın gözde talebesiydim ve ilmine de itimadım vardı. Ancak Risaleler aleyhine konuştuğu şeyler bana hiç tesir etmemişti. Çok iyi sardırmıştım. Muzaffer Arslan orada bulunduğu müddet içinde her gün geldim. Zaten uğurlamak için tren istasyonuna beş kişi gelmiştik. Mehmed Şergil, Zeki Efendi, Kırkıncı Hoca, Hatem ve bir de ben.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum; fakat kısa bir müddet zannediyorum. Üstad'dan Erzurum'a bir mektup geldi. "Mektup kime hitaben yazılmıştı? Üstad bu mektubu kime dikte ettirmişti?" hatırlamıyorum. Fakat selam gönderdiği isimler vardı. Sonunda da Fethullah ile Hatem'e de selam deniyordu. Ben adımın zikredildiğini duyunca ayaklarım yerden kesildi zannettim; o kadar sevinmiştim. Hayatımda o derece sevindiğim çok az vakidir. Şimdi o mektup nerdedir, kimdedir, onu da bilmiyorum. Ancak bu bana yetmişti. Sohbetlere gitmeyi bir daha terk etmedim.
Bizim oralarda (Erzurum'da) 1001 hatim okunur. Yapılan her hatim için bir dua; bir de umum için bir dua yapılır. O sene yapılacak umumi dua Regaib Kandili'ne denk geldi. Hazırlandık ve Lala Paşa Camiine gittik. O gecelerde camide yer bulmak da zordur. Herkes birbirinin sırtına secde eder; cami bu kadar kalabalık olur.
Ben caminin Hünkar Mahviline çıktım. Namazdan sonra, içime bir arzu, bir iştiyak ve bir ateş düştü ki tarifi mümkün değil. Yana yakıla yalvarıyorum: "Allah'ım! Bahtına düştüm, beni de bu arkadaşların arasına kat. Onlardan biri olayım. Bu hizmetle bütünleşeyim. Dıştan gelip giden insan olmayayım. Kendimi bu hizmete vakfedeyim.."
O gün sabaha kadar yalvardım. Hayatımda böyle bir hal içinde duaya ya bir ya da iki kere muvaffak olabilmişimdir. Çığlık oldum inledim, sabaha kadar gözyaşı döktüm. O gün sadece Rabbimden bunu istedim..
Sabah namazından önce Sadık Efendi vaaz verdi. O da çok hissî vaaz vermişti; ekseriyetle de öyle verirdi. Efendimiz, der dudağını yalardı. Öyle bir peygamber aşığı insandı. Onun vaazı da bana çok dokundu. Vaaz süresince de hep ağladım. Yırtınırcasına yine aynı duayı yaptım. Hatim duasından sonra da camiden çıktım.
Tam caminin önünde Hatem Hoca beni anyordu. Görünce koşarak yanıma geldi. "Bu gece rüyamda Üstad'ı gördüm. Sana "Tarihçe-i Hayat" taki mektubu yollamıştı. Bir de sana bir güveç dolusu ceviz gönderdi" dedi.
Ben o esnada nasıl ayakta durabildim hâlâ hayret ederim. Akşamki hicran dolu gözyaşlarım, şimdi beni sevincimden ağlatacaktı. Hislerime sahip olmaya çalıştım. O sırada Alvar İmamının dediklerini dedim:
"Değildir bu bana layık bu bende Bana bu lütf ile ihsan nedendir."
Rüyada ceviz, yolculuk diye tabir edilir. İki üç ay önce gelen selam, benim bu akşamki ruh halim ve Hatem'in rüyası üst üste gelince; artık kendimi bu arkadaşlarla bütünleşmiş hissettim. Onlar nasıl kabul eder bilemem, fakat ben kendimi hep onlarla beraber bildim.