Fethullah Gülen'in İslam Anlayışı
FETHULLAH GÜLEN’İN İSLÂM ANLAYIŞI
KONUYU ANLAMA VE TAKDİMDE ZORLUKLAR
Tükiye’de İslâm’ı ve Fethullah Gülen gibi şahsiyetlerin İslâm anlayışını tartışırken önümüze mutlaka aşılması gereken bazı engeller çıkmaktadır. Bunlardan birincisi, Hakan Yavuz’un “beyaz Türkler” dediği, kendilerini lâik ve Batıcı diye tanımlayan kesime zihnî açıdan yol göstericilik yapan okumuş ve aydın tabakanın, şimdiye kadar büyük oranda İslâm’ı kendi içinden ve kendi mantığı çerçevesinde anlama zahmetine girişmemesidir. Bu gerçek, basında kümelenmiş çoğu köşe yazarı için söz konusu olduğu gibi, ne yazık ki, haklı olarak sahalarında isim yapmış da olsalar, pek çok akademisyen için de geçerli bulunmaktadır. O kadar ki, bunların en önde gelenlerinden, İslâm’ı iyi bilmesi beklenen ünlü bir akademisyen bile, yıllar önce yayınlanan ve yarısı metin, yarısı kaynaktan oluşan Din ve İdeoloji adlı kitabında, genelde dini, özelde İslâm’ı tahlil etmeğe çalışırken, neredeyse tek bir İslâmî kaynağa başvurmamış görünmektedir. İşte, din olgusuna ve İslâm’a tamamen dışarıdan ve günümüzde, bizzat Batı’dan çok, Batı’nın dışında kalan ülkelerde bilimselliğin tek kaynağı gibi görülen ve Batı’ya ait olduğu sanılan bir zihniyet açısından bakmak, bilhassa İslâm ülkelerinde, neticede kavgalara, derin gerginliklere varan devlet-vatandaş ve aydın-halk kopukluğunun ve kitleler arasındaki anlaşmazlığın en temel sebeplerinden biri olarak karşımızda durmaktadır. Bu bakımdan, meseleyi yerli yerine oturtabilmek için, önce din olgusunun Batı’da nasıl görüldüğüne ve bunun İslâm dünyasındaki yansımalarına kısaca değinmekte yarar var.
MODERN BATI ANLAYIŞINDA DİN
Türkiye’de halâ etkisini devam ettiren 19’uncu asır Batı anlayışında din olgusuna antropolojik, sosyolojik ve psikolojik üç yaklaşım vardır. Bunlardan, dinler tarihi çalışmalarıyla atbaşı giden antropolojik yaklaşım, Afrika, Avustralya gibi kıtaların, Batılılarca ilkel kabûl edilen kabileleri arasında yapılan incelemelere dayanmakta ve bilhassa 19’uncu asır Batı düşüncesi büyük ölçüde evrim ve ilerleme kavramlarına oturduğu için, dini de bu çerçevede ele almaktadır. Buna göre, insanlar, ilk dönemde üzerinde hakimiyet kuramadıkları tabiat olayları karşısındaki korku ve ürküntülerini ve bu korku ve ürküntülerden kaynaklanan güçsüzlük duygusunun sebep olduğu bir üst güce tapınma ve ondan yardım isteme duygularını din veya dînî ritüeller şeklinde şekillendirmişlerdir. Bu şekiller, yerine veya zamanına göre animizm, totemizm gibi çeşitlilikler göstermiştir.
Edward Taylor, Miller ve Durkheim gibi sosyologlar tarafından temsil edilen sosyolojik yaklaşım ise dini, toplumsal bir süreç, toplum vicdanının kurallar şeklinde yansıması veya topluma tapınmanın insan-üstü güçler ve üst kurallar şeklinde tanzimi olarak görür. Bilhassa Freud’un başını çektiği psikolojik veya psiko-analitik din yaklaşımına göre ise dinin, ferdin kişiliğinin oluşumu merhalesinde oyalayıcı bir fonksiyonu vardır. Kişilik evriminde ilk merhale, çocuğun, tanımadığı bir âlemde kendini tamamen güçsüz hisset*mesidir. Bu merhalede çocuk için güçsüzlüğünü giderecek ‘kadir-i mutlak’ güç, anne-babasıdır. İnançlarının şekillenmeğe başladığı dönemde ise kişi, çocukluğundaki durumu hatırlatan hallere kendini kolayca uydurur ve eskiden beri hasretini çektiği ‘kadir-i mutlak’ı başka bir şekil altında yeniden keşfetmek ister. İşte din, bu arzuyu yerine getiren sistemdir.
Batı’da dine sözünü ettiğimiz yaklaşımların ortak noktalarını şu şekilde sıralayabiliriz:
· Din, insanüstü bir kudretin, mutlak ilim, irade ve kudret sahibi bir varlığın koyduğu bir sistem, bir kurum değil, bizzat insan zihninin ürünüdür.
· İnsan, kişiliğinin oluşumu sürecinde ve yeryüzündeki hayat serüveninin tabiata karşı söz geçiremediği veya sosyal hayatın çok güçlü olmadığı dönemde, kendi üstünde bir güce inanma ihtiyacı duyar ve bu ihtiyacı tanrı ve bazı ritüeller şeklinde sistemleştirir.
· Tabiî bilimlerin ve teknolojinin insana tabiat üzerinde hakimiyet kazandırması ve tabiî olayların bilimsel açıklamalarının yapıla*bilmesi sonucunda anlam ve fonksiyonunu yitirmeğe başlayan din, insan hayatının belli bir noktasında artık ihtiyaç olmaktan çıkacaktır.
· Her şeye rağmen, bazı insanlar, gerek davranışlarına ‘ahlâkî’ bir yön vermek, gerekse bir takım insanî duygularını tatmin etmek için, hangi şekilde olursa olsun, bir dine inanmaya devam edebilirler.
19’uncu asır Batı zihniyeti dine böyle bakmakla birlikte, Batı’da kendisine karşı asırlarca bilimsel mücadele verilmiş de olsa Hıristiyanlık, bilhassa elit ve yönetici kitlede her zaman saygınlığını korumuştur. Hattâ öyle ki, Amerikalı antropolog Dale F. Eickelman, Müslüman Orta Doğu ülkelerinde ve bu arada Türkiye’de, bizzat kendi ifadesiyle “militan lâiklerin, kendilerini açık fikirli olarak görüp takdim etmekle birlikte, aslında aydınlanmacı değerlerden çok, baskı ve hoşgörüsüzlükle özdeşleştiklerini” savunurken, tarihçi Dominique Colas, Hıristiyanlığın, Avrupa’da modern kamusal alanın teşekkülünde en büyük faktörü oluşturduğu görüşündedir. Ona göre, bugüne kadar Hıristiyanlık, mukaddesatı tezyif yasaları, dinî tatiller ve toplu dualar gibi, siyasî ve kamusal alanın içine giren bazı hususlarda hep tayin edici rolünü oynayagelmiştir (Islam and the Languages of Modernity, Dǽdalus, Kış 2000, s:123–24).
ABD ve Kanada gibi, Batı’nın diğer kanadını oluşturan ülkelerde ise halkın çok büyük çoğunluğu Hıristiyanlığa inanmaktadır, ona bağlıdır ve sahiptir. Büyük ölçüde paradoksal bir gerçek de olsa, Batı’da modern zihniyet Hıristiyanlığa karşı gelişmiş, fakat Hıristiyanlık, kendine özgü hiyerarşik ‘din adamları’ sınıfı (clergy) ve bilim karşısında sürekli regülasyonlarıyla, Batı insanının ‘dem ve damarları’nda varlığını ve etkisini sürdürmüştür. Özellikle İslâm dünyasıyla ilişkilerinde, Hıristiyanlık, Batı’da her zaman için tayin edici önemli faktörlerden biri olmuştur ve olmaya devam etmektedir.
Cevap: Fethullah gülen’in islâm anlayışı
Batılı din anlayışının ithalinin sonuçları
Türkiye gibi, Üçüncü Dünya ülkeleri ve bir başka sınıflandırmayla, Müslüman ülkeler kategorisine sokulan ülkelerde, sözünü ettiğimiz 19’uncu asır Batılı din anlayışı üç açıdan büyük yanlışlara sebep olmuştur. Bu yanlışlardan birisi, din denince akla Hıristiyanlığın gelmesi ve bilhassa aydın kesimde İslâm ile Hıristiyanlığın özdeşleştirilmesidir. Birbirleriyle akideden ibadetlere, ibadetlerden sosyal hayattaki rollerine ve oradan davranış normlarına kadar aralarında önemli farklar bulunan bu iki dinin özdeşleştirilmesinin doğurduğu en büyük yanılgı, İslâm’a siyasî yaklaşımlarda görülmektedir. Hıristiyanlık, bağımsız bir Kilise olarak varlığını sürdürürken, 325 yılında toplanan İznik konsilinde Roma’nın resmî dini kabûl edilmiş, bir bakıma ilk planda devlet ile Kilise koalisyonu yaşanmıştır. Christopher Dawson’un, Batı’nın Oluşumu adıyla Türkçe’ye çevrilen kitabında ayrıntılı bir tarihini sunduğu üzere, daha sonra örgütlü ve hiyerarşik bir yapıya sahip olan Kilise, git gide yönetimi ele geçirmiş, hattâ, ortaokul çocuklarının bile bildiği bir gerçek olarak, Vatikan’da oturan papalar, Avrupa’daki bütün kralları aforoz edecek, tahta çıkarıp, tahttan indirecek kudrete ulaşmışlardır. Oysa, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcilik makamı olarak görülen ve sonuçta bir ‘teokrasi’ye vücud veren Kilise türü bir kurum İslâm’da hiçbir zaman olmadığı gibi, yine hiçbir zaman ne hiyerarşik yapıda din adamları sınıfı, ne de bir teokrasi ortaya çıkmıştır. Esasen, buna imkân da yoktur. Çünkü, İslâm’da kul ile Allah arasında aracı bir kurum asla kabûl edilmemesinin yanısıra, Sünnî dünyanın her zaman reddettiği İran Şiîliğinde görülenin dışında örgütlü ve ayrı bir din adamları sınıfı da tasavvurlara bile girmemiştir.
Din anlayışının Batı’dan ithal edilişinin yol açtığı ikinci hata, İslâm’ın ya yine Hıristiyanlık gibi reforma muhtaç bir skolastik inanç, ibadet ve hayat sistemi veya üzerinde hiç düşünülmeden, akıl yürütülmeden kabûl edilmesi gereken dogmalar bütünü, ya da, tarihin bir döneminde bir insanın zihninden çıkmış bir sistem olarak görülmesidir. İşte bu yanılgılardır ki, bugün ülkemizde, kendilerini lâik olarak tanımlayanlarla İslâmî kesim arasındaki anlaşmazlıkların, ‘dinî iletişim’i anlayamamanın ve Fethullah Gülen’i tanıyamama, yanlış tanıma veya bir muamma gibi görmenin ana sebeplerinden birini oluşturmaktadır.
Büyük ölçüde pozitivizm ve Freud psikanalizmi kaynaklı din anlayışının bilimsellik adı altında İslâm dünyasında ve tabiî ki Türkiye’de pek çok aydın tarafından paylaşılması, dinin insanlar üzerinde, kaynağının, yani Allah’ın ve Peygamber’in kudsiyetinden kaynaklanan gücünün ve kendiliğinden yaptığı tesirin anlaşılamamasına da yol açmaktadır. Bu anlayış, Hz. Musa ve Hz. İsa gibi, tek başlarına çıkan ve asırlardır yüz milyonların kalplerine hükmetmeğe devam eden peygamberlerin gücünün kaynağını kavrayamadığı gibi, Mekke’de tek başına ortaya çıkan ümmî bir Peygamber’in ve temsil ettiği dinin, insan fıtratıyla örtüşen bu dinin kaynağı Allah’ın ve O’nun gönderdiği Kur’ân’ın gücüyle kalblere ve zihinlere nasıl taht kurabildiğini; ayrıca, hiçbir dünyevî karşılık beklemeden insanları Allah’a çağırmasını, değişmesi mümkün görünmeyen insanları çok kısa sürede her bakımdan değiştirip, onları en güzel ahlâkî değerlerle bezeyerek, Kıyamet’e kadar gelecek nesiller tarafından Sahabe Topluluğu adıyla örnek insanlar olarak kabûl edilecek bir ilmî, ahlâkî seviyeye çıkarmasını da kavrayamaz. Zamanla insanlar için ihtiyaç olmaktan çıkacak diye iddia edilen dinin de nasıl gittikçe daha çok insanların kalblerine, zihinlerine ve hayatlarına hükmedebildiğini ve peygamberlerin asırlar ötesinden yüz milyonlarca insana hâlâ nasıl yol gösterebildiğini de kavrayamaz. Kavrayamamanın yanısıra açıklayamaz, açıklayamayınca kendince ‘bilimsel (!)’ teoriler üretmeye çalışır ve yanlış sonuçlara varır. İşte bu anlayıştır ki, Fethullah Gülen’in sadece teşvikiyle insanların nasıl dünyanın dört bir yanında müesseseler kurabildiğini izah edememekte, bu müesseselerin kaynağını başka yerlerde arama yanlışına yol açmaktadır.
Cevap: Fethullah gülen’in islâm anlayışı
İSLÂM’IN FARKLI TAKDİMİ VE MÜSLÜMANLARCA
FARKLI TEMSİL BİÇİMLERİ
Fethullah Gülen’i ve onun İslâmî anlayışını kavramayı ve değerlendirmeyi zorlaştıran ikinci önemli sebep, 19 ve 20’nci asırlarda dünya üzerinde askerî, ekonomik ve kültürel hakimiyet kurmuş bulunan Batı’nın, kısmen oryantalizm ve misyonerlik vasıtasıyla, kısmen de tarihî reflekslerle İslâm’ı farklı takdim etmesi ve İslâm dünyasındaki pek çok aydının da bundan etkilenmesi, bazı Müslümanların ise, bu etkiyle farklı İslâm yorumları geliştirmeleridir. Bu konuda, İngiliz bayan araştırmacı Karen Armstrong’un yorum ve gözlemleri, bir Batılıya ait olması sebebiyle önemlidir:
Avrupa’da artık neredeyse Müslüman kalmamıştı; fakat 19’uncu asırda İngilizler ve Fransızlar, Müslümanların topraklarını işgal etmeye baş*ladılar. 1830’da Fransızlar Cezayir’i sömürgeleştirdi; 1839’da İngilizler Aden’i; bilâhare 1881’de Tunus, 1882’de Mısır, 1898’de Sudan işgal edildi; 1912’de ise Libya’ya İtalyanlar girdi. 1920’de, Arap ülkelerine Türk İmparatorluğu’nun yıkılmasını müteakip bağımsızlıklarını tanıma sözü vermiş olmalarına rağmen, İngilizler ve Fransızlar, Orta Doğu’yu aralarında manda ülkeler halinde paylaştılar.
Bugün İslâm dünyası, Batı emperyalizmini ve misyonerliği bir arada ve Haçlı seferleriyle birlikte ele alıyor. Bunda haksız da değiller. General Allenby 1917’de Kudüs’e girdiği zaman, “Haçlı seferleri şimdi bitti” demişti. Fransız komutanı Şam’da Selâhaddin’in türbesinde, “Selâ*haddin, işte geri döndük” diye söylendi. Misyonerlik, zaptedilen ülke*lerde geleneksel İslâm kültürünün altını oyma teşebbüsleriyle, emper*yalistlere destek verdi ve Lübnan’daki Maruniler gibi gruplara yönetimde, nüfuslarıyla orantısız roller bahşedildi. Emperyalistler, gittikleri yerlere ilerleme ve aydınlanma götürdüklerini iddia edebilirler; fakat sonuç sadece şiddet ve nefretti. Meselâ, Cezayir’in itaat altına alınması yıllar aldı ve her türlü direnç vahşice bastırıldı. Çağdaş Fransız tarihçisi M. Baudricourt, bu bastırma hareketlerinden biri hakkında şunları yazar:
Harekâttan dönen askerlerimiz utanç içindeydiler. 18.000 civarında ağaç yakılmış; kadın, çocuk ve yaşlılar öldürül*müştü. Geleneksel olarak gümüş küpe, bilezik ve halhal takan kadınlar askerlerin hırsını tahrik ediyor; bu takılar, Fransız usulü takılmayıp, küçüklükten beri kol ve ayak bileklerine adeta yapışık bir hal aldığı için çıkarılamayınca, askerler kadınların kollarını ve ayaklarını canlı canlı kesiyor ve onları o halde bırakıyorlardı.
Emperyalistler, kendilerini düşüncenin ve aklın temsilcileri gibi görür*ken, Doğuluları ise çocukça, doğruluk bilmez ve Batılıların tam zıddı olarak telâkki ve takdim ediyor ve onlar hakkında sadece nefret besliyorlardı. Bu saldırgan tavır, İslâm dünyasını, kendini tamamen ayrı bir dünya olarak görmeye itti. Bugün İslâm dünyasında bütünüyle Batı karşıtı eğilim yenidir ve tamamen bu tavırların sonucudur. Oysa Müs*lümanlar, geçmişte başka düşünce ve kültürlere daima açık yaşamış, hattâ içlerinden pek çoğu Batı’dan gelen radikal ve modernleştirici fikirlere bağlanmıştı. Ne var ki, son 50 yılda Müslümanlar, Batı’nın kendileri, dinleri ve bir de peygamberleri (Hz.) Muhammed hakkında ne derece köklü bir düşmanlık ve nefret beslediklerini öğrendiler ve emperyalizm sonrası dönemde bile bu nefret ve düşmanlığın, Batı’nın İslâm dünyası ile olan münasebetlerinde halâ ne derece etkili olduğunu gördüler. Kısaca, bugün İslâm dünyasında radikal İslâmî akımların doğup yükselmesinde Batı’nın sorumluluğu çok fazladır. Bugün bile halâ, İslâm’a olan nefretimizi ifade etmek için sürekli yeni tipler üretmekle meşgulüz. İslâm’ın temsilcisi olarak 1970’lerde zengin petrol şeyhlerini, 1980’lerde fanatik Ayetullah’ı görüyor ve takdim ediyorduk; Selman Rüşdü hadisesinden sonra da İslâm gözümüzde, yaratıcılığa ve sanat hürriyetine ölüm fetvası veren bir din oldu. Fakat bunların hiç biri realiteyi yansıtmıyordu. Bütün bunlar, benim Kur’ân ve İslâm tarihi hakkında bizzat yaptığım araştırmalar ve yaşadığım tecrübelerle uyuşmuyor. Ne var ki, Conor Cruise O’Brien gibi, geleneği tersine çevirip, İslâm’a saygı duymayı kültürel bir noksanlık olarak görenler, bana münafık diyebilirler. Çünkü o, Batılı değerlere bağlı kalarak İslâm’a saygı duymayı münafıklık olarak telâkki eder. (1992: 40-43)
Bu satırlar, Müslüman bir Batılının değil, kendi ifadesiyle, Batı değerlerine bağlı Batılı bir araştırmacının değerlendirmelerini yansıtmaktadır. Bu satırlarda dile getirilen tutum, şüphesiz bütün Batı’ya ve oradaki her düşünür ve her aydına şâmil bir tutum değildir. Batı’da, bizzat bu satırların yazarı Karren Armstrong gibi, Louis Massignon gibi. H. A. R. Gibb gibi, Henri Corbin, Mar*shall G. S. Hodgson, Wilfred Cantwell Smith, Charles J. Ledit, Y. Moubarac, Irene-M. Dalmais, L. Gardet, Normal Daniel, Michel Lelong, H. Maurier, Olivier Lacombe, Thomas Merton ve daha başkaları gibi, gerçekten insaflı aydın ve yazarların mevcudiyeti bir gerçek olmakla birlikte, Batı siyasî merkezlerinin İslâm karşısındaki tavrının önemli ölçüde değiştiğini söylemek için vakit henüz erken görünmektedir.
Evet, konumuza devam edecek olursak, İslâm dünyası, 20’nci asra sömürgeler diyarı olarak girdi ve bu dünyanın koruyucusu ve en büyük temsilcisi durumundaki Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı sonunda tarihe karıştı. Ardından, bu asrın ortalarına kadar bu dünyanın hemen her tarafında bağımsızlık savaşları verildi. Fuller ve Lessler (s. 41–2), sadece geçtiğimiz yüzyıl içinde ölümlerine Batılıların sebep olduğu Müslümanların sayısının, bütün tarih boyunca Müslümanlar yüzünden ölen Batılıların sayısından çok daha fazla olduğunu kaydediyor. Bir çok Müslüman, bütün bunlardan daha kapsamlı sonuçlar çıkarma eğilimindedir. Bu Müslümanlar, Batı politikalarının bilinçli olarak Müslüman gücünü her yerde zayıf düşürme hedefine yöneldiği inancındadır. Bu tarihî tecrübe, eğitimli ve şuurlu Müslümanların bile, Batı’nın İslâm’a karşı 1000 yıl önce başlattığı sistemli saldırıları sürdürmekte olup, daha da kötüsü, bu defa çok daha ince yöntemlere başvurduğu düşüncesine götürmektedir. Daha yakında, Bosna-Hersek’te girişilen acımasız katliama, Batı kamuoyunun duyarlı kesimi ve sorumluluk sahibi aydınları ciddî tepki göstermesine rağmen müdahalede çok geç kalınması ve dünyadaki pek çok dinî merkez ve çevrelerin bu katliama âdeta sessiz kalması unutulmuş değildir. Hind yarımadasında 200 yıl bağımsız bir devlet olarak hüküm sürdükten sonra, devletleriyle birlikte medeniyet ve kültürleri de âdeta yok edilen Hint-Haydarabad Müslümanlarının âkıbeti ve Keşmir’de olup bitenler, Müslümanların Budist ve Hindulara bakışını da şüphesiz etkilemektedir. Son olarak, Demir Perde’nin çökmesinin ardından 1991’den itibaren İslâm’ın karşı düşman kutup olarak ilan edilmesiyle birlikte gerek bütün dünyada, gerekse İslâm dünyasında yaşanan gelişmeler ve İslâm’ın bir terör diniymiş gibi takdim edilmesi, Türkiye ve Cezayir gibi ülkelerde meydana gelen cinayet ve terör hadiseleri ve bunlarla Müslümanlar, hattâ İslâm arasında bağ kurulmaya gidilmesi, bu arada Huntington’un İslâm dünyasının bütün sınırlarını Batı medeniyeti ile savaş sınırları olarak gösterip, medeniyetler savaşını gündeme getirmesi, İslâm ile Batı ve İslâm dünyasındaki yerli yönetimler arasında daha bir uçurumlar meydana gelmesine yol açmaktadır.
Bütün bunlarla birlikte, İslâm dünyasında sömürgeci güçlere karşı verilen mücadeleler, bizzat İslâm ülkelerindeki yönetimlerin İslâm’ı şu veya bu şekilde karşılarına almaları, bir takım sözde Batıcı aydınların İslâm ve Müslümanlar karşısındaki tavrı, Türkiye’de 1950’lerde DP-CHP temelinde başlayıp, siyasî arenaya yansıyan çekişme ve çatışmalar, kısaca, İslâm dünyasının 20’nci asırda içinde bulunduğu şartlar, bu dünyanın her tarafında “İslâmî” ve/veya “İslâm’a dayalı kurtuluş hareketleri”yle birlikte, Müslümanlar arasında, hiç şüphesiz, imanın şartları, İslâm’ın şartları, ibadet esasları, ahlâk düsturları, temel farz ve haramlar, hattâ temel hukukî esaslar gibi İslâm’ın kendisi ve temelleri noktasında değil, fakat, mevcut şartlarda İslâmî tavır ortaya koymakta, İslâm’ı hayata aktarma perspektifinde farklı anlayış, yorum, temsil ve takdimlerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Bunlar içinde, İslâm’ın ruhundan bütün bütün uzaklaşan ‘modernist’ cereyanları ve daha başka bazı versiyonları bir tarafa bırakacak olursak, bu farklı anlayış, yorum, temsil ve takdimleri 2 ana grupta ele alabiliriz:
1. İdeolojik-siyasî İslâmî yaklaşım ve hareketler;
2. ‘Dînî’ (İslâmî) yaklaşım ve hareketler.
İdeolojik-siyasî İslâmî hareketler, İslâm’ı hiç şüphesiz Vahy’e dayalı bir din olarak içten kabullenmek, hattâ onu bütün davranış ve tavır alışlarında ana referans olarak kabul etmekle birlikte, onu mevcut şartlarda ve gündemde daha çok ideolojik ve siyasî karakterde bir din olarak görüp, öyle uygulamaya çalışan ve bu temelde İslâmî mücadele veren hareketlerdir. Bunlar, İslâm davası adına genellikle İslâm’ın siyasî hakimiyeti ve Müslüman toplumların sosyal, ekonomik ve siyasî meseleleri üzerinde durmuşlar, buna karşılık, imanî meseleler, ibadet, ahlâk, Müslüman’ın günlük hayatı gibi, “din” denince ilk başta akla gelen konulara ikinci derecede eğilmiş veya bunları bir Müslüman’da tabiî olarak var veya var olması gerekir diye kabûl etmişlerdir. Bir başka ifade ile, İslâm adına önceliği, onun sosyal, ekonomik ve siyasî boyutlarına vermiş ve onu öncelikle hayatın bu yanlarını tanzim eden bir din olarak algılayıp, öyle takdim etmişlerdir.
“Dînî” İslâmî hareketler ise, İslâm’ı parçalı ele almamakla birlikte, farklı şartlarda onun adına farklı tavır alışlar olabileceğini, olması gerektiğini, dolayısıyla mevcut şartlarda ona ilim temelli iman, ibadet, ahlâk ve ferdin günlük hayatını yönlendiren yanları açısından bakmanın ve onu bu noktalardan ele alıp, bu noktalardan takdim etmenin daha doğru olduğunu savunan hareketlerdir. Fethullah Gülen’in günümüz şartlarında İslâm’a yaklaşımı daha çok bu ikinci şıkka yakındır.
Cevap: Fethullah gülen’in islâm anlayışı
FETHULLAH GÜLEN’İN
İSLÂM ANLAYIŞI VEYA İSLÂMÎ ÇİZGİSİ
Fethullah Gülen, Birinci Bölüm’de ifadesine çalıştığımız gibi, dinin ruh, manâ, ahlâk ve muamele seviyesinde çok iyi yaşandığı bir çevrede doğmuş ve yetişmiştir. Bu çevrenin neredeyse bütünüyle bir tasavvuf hâlesi olması, ondaki İslâmî mayalanmanın birinci derecede rûhî-manevî-ahlâkî olmasında çok önemli bir rol oynamış, gerek bu hâle içinde, gerekse daha sonra Erzurum’da İslâmî ilimler tahsil etmesi, onda tasavvuf ile ilmin, kendi ifadesiyle, “kafa ile kalb”in izdivacına, kaynaşmasına, bir arada yürümesine katkıda bulunmuştur.
Meselenin çok önemli bir tarihî, bir de psikolojik boyutu daha söz konusudur. Materyalistlerin ve bilimde materyalist bakış açısından kurtulamamış olanların iddiaları ne olursa olsun, görünen, yaşanan ve hissedilen bir gerçek vardır ki, o da, insanın organik bir makine veya sadece bedenden ibaret bir varlık olmadığıdır. O, kendi içlerinde daha pek çok fakülteye sahip ruh, kalp, vicdan, his ve zihin gibi pek çok melekelerle donatılmış olmasının yanısıra, tam bir duygular yumağıdır. Ayrıca, hemen hemen kâinattaki bütün varlıklar ile olduğu gibi, geçmiş, hâl ve gelecek bütün zamanla alâkalıdır. Bunun yanısıra, pek çok şeye aynı anda ihtiyaç duyar. Nasıl, onun yeme, içme, uyuma, üreme, korunma gibi ihtiyaçları tatmin istiyor; yine, nasıl görme, işitme, tatma, hissetme ve koklama gibi zahirî duyularının her biri, kendine has fonksiyonu var ve dolayısıyla kendine has ‘gıda’larla tatmin oluyorsa, aynı şekilde onun iç duyu ve fakültelerinin her birinin de yine kendine özgü fonksiyonu vardır ve dolayısıyla kendine özgü tatmin ister. Hepsini birden ‘zihin’ kavramında toplayabileceğimiz aklın, düşüncenin, hafıza, muhakeme ve öğrenmenin insan için ifade ettikleri kendilerine has manâ ve ifa ettikleri kendilerine has fonksiyon, dolayısıyla, yine kendilerine has cevelan zemini ve beslenme ortamı söz konusudur. Bunun gibi, duyguları ve kalp, ruh gibi daha iç fakülteleri de, yine kendilerine özgü fonksiyonu gördükleri ve buna göre beslendikleri ölçüde insan, iç âhengini sağlayabilir ve kalbî tatmine ulaşır. Bu şekilde, akıl-kalp veya zihin-ruh arasındaki gerekli irtibat kurulduğu ve iç âhenk sağlandığı zaman, insan, hareketlerine ‘hikmet’ çerçevesinde yön verir ve kuvvet, şehvet gibi dışa dönük yönlerini belli ölçüler içinde kullanır ve dengede tutar. Kısaca, insan kendi içinde ‘adalet’i, dengeyi, orta yolu bulduğu zamandır ki, başkalarıyla münasebetlerinde de adil ve dengeli olur. Aksi halde, akıl ruh hesabına veya ruh akıl hesabına, akıl-ruh kuvvet, şehvet veya beden hesabına devreden çıkacak olursa, ortaya ‘yarım’ veya ‘çeyrek’ insanlar çıkar ve aynı durum tabiatıyla topluma da yansır. Bu bakımdan, komple bir insanın yetiştirilmesi, bir başka ifade ile, insanın komple bir eğitimden geçmesi, neticede insan ve toplumda denge, adalet ve huzurun sağlanması, başta ruh, kalp ve akıl olmak üzere, insanın bütün duyu, duygu ve fakülteleriyle ele alınmasında yatmaktadır. Bu nokta, Fethullah Gülen’in dine yaklaşımında her zaman bir diğer önemli kapı olmuştur.
Meselenin tarihî boyutuna gelince:
Nasıl varlıklar arasında insanın kendine has görev, sorumluluk ve fonksiyonunu yerine getirebilmesi ve bu şekilde ‘insanî’ doyuma ulaşıp, gerçek mutluluğu yakalayabilmesi için kalben-ruhen, aklen ve bedenen beslenmesi gerekiyor ve bunlardan birinin ihmali insanî kemalâta engel oluyorsa, aynen bunun gibi, devletler ve medeniyetlerin de doyum isteyen fakülteleri ve duyguları, bunlarla bağlantılı olarak giderilmesi gereken ihtiyaçları vardır.
Bilhassa ilk beş asrında aslî hüviyetini büyük ölçüde koruyar İslâm medeniyeti, insanı ve hayatı komple olarak ele aldığından, bir yanda “aklın ışığı” olarak gördüğü fenlere gereken değer ve yeri vermiş, ilimlerle yeryüzünün imarını insanın yeryüzünün halifesi, yani yeryüzündeki varlık sebebi olduğu inancının gereği saymış; beri yanda, dinden, dinî değerlerden kaynaklanan manâ temelli dinamikleriyle bir kalp ve ruh medeniyeti olarak arz-ı endam etmiştir. Fenlerin cevelan sahası olan tabiatı, Yaratıcı’nın İrade ve Kudret sıfatlarından gelen kanunların mevcelenme zemini olarak görüp, onu hiç bir zaman, yine Yaratıcı’nın Kelâm sıfatından gelen kanunlarının bütün ve âhenktar bir manzûmesi olan dinle çatışır telâkki etmemiş, yani son asırlarda dinden koparılan ve dolayısıyla, insanın ve insanlığın başına, sebep olduğu hayırlar ölçüsünde zararlar getirecek, insanı insan-altına, kendi ürettiklerine ve kullandığı eşyaya mahkûm edip, onu sahip olduğu bütün yüce değerlerden mahrum bırakacak, aynı anda yüzbinlercesini öldürebilecek derecede hayatını hiçe sayacak şekilde kullanılan bilimi, temel mahiyeti itibariyle dinin bir başka düzlemdeki ifadesi olarak kabûl etmiş ve insanî sahada kafa-kalp, sosyal alanda din-ilim izdivacıyla insanlığın önemli bir kısmına asırlarca gerçek bir saadet sunmuştur. Öyle ki, George Sarton, abidevî Bilimler Tarihi’ne Giriş’te, eserini kronolojik bölümlere ayırır ve her bölüme, o dönemin sembol ismi olmuş ilim adamının adını verir. Bu şekilde, 8’inci asırdan, 11’inci asrın ikinci yarısına kadar geçen 7 elli yıllık dönem, daima bir Müslüman ilim (bilim) adamının ismini taşımaktadır: Harizmî dönemi, Bîrûnî dönemi gibi. George Sarton, bunlardan başka, çağlara damgalarını vurmuş daha yüzlerce Müslüman ilim adamının isimlerini de zikreder. Nasıl bu ilim adamları, modern Batılı anlayışla yetişen çoğu emsalleri gibi, sadece bir sahanın uzmanı ve materyalist şablonlara hapsolmuş insanlar olmayıp, aynı zamanda daha pek çok sahada da uzman ve çoğu itibariyle ayrıca birer ruh, manâ ve kalb insanı idiyse, aynı şekilde, manâ ve kalp cephesinde yetişen ‘velî’lerin pek çoğu da, aynı zamanda birer matematikçi, astronom, doktor, tarihçi veya kimyacı idi.
İslâm medeniyeti, Moğol istilâsıyla önemli bir sarsıntı geçirdi. Fakat, bu medeniyet, 500 yıllık ömrüne rağmen, hâlâ kendisine hayat akıtan ana kaynakları ile, ruhu, mahiyeti ve asıl dinamikleri ile dipdiri olduğundan, bu istilânın yıkıntılarını çabuk atlattı ve bu defa Anadolu’dan Avrupa’ya yayılan yeni bir şubesi olan Osmanlı Devleti ile, bilhassa ilmî sahadaki büyük atılımlarını ve üstünlüğünü koruyamamakla birlikte, yeniden yükselişe geçti. Fakat, 19’uncu asra gelindiğinde, bu medeniyet, bir yanda ilimler kanadı kırılırken, öte yanda ruh ve manâda da büyük ölçüde pörsümelere uğramış bulunuyordu. Batı ise, coğrafî keşifler, ilim ve teknikte katettiği mesafeler, müstemlekecilik ve bunlar gibi daha başka yollarla ‘kuvvet’i elde etme yolundaydı. Bu kuvvet, neticede onu dünya hakimiyetine götürdü ve Osmanlı Devleti de, her taraftan dökülen haliyle bu kuvvetin önünde duramadı. l878 Türk-Rus savaşının ardından, l911-12 Balkan Harbi ve sonra gelen Birinci Dünya Savaşı, her Türk evinde çok derinden hissedildi; her sinede onulmaz yaralar açtı. Bunlara, en nihayet, Anadolu’nun işgali ve paylaşımı da eklendi. Ve, birkaç asrı alan bütün bu yenilgilerle birlikte, Batı’nın göz kamaştırıcı kuvveti ve maddî üstünlüğü, bir Müslüman için yaratılışının ve hayatının gayesi olan başta Allah’a iman olmak üzere, bütün iman esaslarını kalblerde söndürmeğe yüz tuttu. İslâm, bilhassa Türkiye içinde de, aynen Mekke’deki ilk günlerinde olduğu gibi garip hale geldi. Kur’ân, âdeta arkaya atıldı ve zihin ve kalpleriyle, ayrıca felç olmuş ümit, aşk, şevk ve heyecanlarıyla fert fert Müslümanlar gibi, coğrafya ve toplumlar planında bütün İslâm dünyası, Mehmet Akif’in ifadesiyle, baykuşların yuva yaptığı viranelere döndü.
İşte, ilk bölümde de Osmanlı Devleti’nin yükseliş ve yıkılış dönemi özellikleriyle aktarmaya çalıştığımız tarihin Fethullah Gülen üzerinde derin tesirleri olmuştur. Fakat Fethullah Gülen, bu tarihe bakışta kuşkusuz hislerini bir tarafa bırakmamış da olsa, olup bitenler karşısında aklî ve ilmî bir yaklaşım sergilemiş ve yıkılışın sebeplerini öncelikle sosyal, siyasî ve ekonomik sahalarda aramamıştır. Daha sonra görev yaptığı yerlerde de müşahede ettiği üzere, meselenin inanç ve düşünce temelli olduğunu görmüş, İslâm üzerindeki tetkikleri de, kendisini yine bu sonuca götürmüştür. Bu nokta, Fethullah Gülen’in İslâm anlayışının, ideolojik-siyasî İslâmî hareketlerden ayrıldığı çok önemli bir noktadır. Yani Fethullah Gülen, tarihe, medeniyet ve milletlerin yükseliş ve düşüşlerine Osmanlı ve Cumhuriyet modernizminin yaklaştığı perspektiften yaklaşmadığı gibi, meseleye sosyal ve siyasî açıdan yaklaşan ideolojik-siyasî İslâmî hareketlerin perspektifinden de yaklaşmamıştır.
Cevap: Fethullah gülen’in islâm anlayışı
YARATILIŞIN GAYESİ VE İSLÂM’IN ÖZÜ
Kur’ân’ı Kerim, İslâm’ın ve dolayısıyla risaletin, yani peygamberlerin vazife ve fonksiyonlarının özünü, temelini ifade eden bir âyetinde şöyle buyurur:
Nitekim, size bizzat içinizden çıkmış bir rasûl gönderdik: size (kendisine vahyettiğim âyetlerim ve kâinatta Beni gösteren apaçık delilleri) okuyup açıklıyor; (zihinlerinizi yanlış düşünce ve kabullerden, kalblerinizi bâtıl inanç ve günahlardan, hayatlarınızı her türlü kirden arındırarak,) sizi temizliyor; size (kendisine indirmekte olduğum) Kitabı ve Hikmet’i (o Kitabı anlama ve tatbik etme yoluyla, eşya ve hadiselerin manâsını, onların Bana nasıl delil olduğunu) öğretiyor ve size bilmediğiniz ne varsa, hepsini öğretiyor. (Bakara/2: 151)
Bu âyet, İslâm’ı anlamada gerçekten çok önemlidir. İslâm’ın kapısı, âyetleri tanıma ve okumakla açılır. Kur’ân-ı Kerim, iki nokta arasındaki kendi her cümlesi gibi, kâinattaki bütün vakıalara, eşyaya ve hâdiselere de âyet adını verir. Çünkü bunların her biri, Allah’a, başta varlığı ve mutlak, aşkın birliği, sonra sıfat ve isimleriyle delildir; bunların hiç biri, onu Allah’a bağlamadan doğru olarak anlaşılamaz ve açıklanamaz. İşte her peygamber, bilhassa her rasûl, yani belli dönemlerde dini diriltme ve şartlara göre yeni hükümler getirme fonksiyonu bulunan her nebî, topluma âyetleri okur. Fakat bu âyetlerin doğru anlaşılması, anlamlandırılması, her türlü ön ve yanlış kabûlden arındırılmış bir zihin yapısına, bu zihin yapısının da kirlenmemesi, temiz kalması, insanların inandıkları gibi yaşayanlar olması gerekirken, yaşadıkları gibi inananlar olmaması için kalbin de günahlardan, yanlış temayül, arzu ve hedeflerden pak olmasına bağlıdır. İşte peygamber, şahsiyeti, terbiyesi ve yaşayışıyla insanların kalplerine de nüfuz eder ve Allah’ın izni dahilinde, kalpleri, kalbe has kirlerden arındırır. Bu şekilde arınmış, doğru düşünen, eşya ve hadiselere doğru perspektiften bakıp, onları doğru anlamlandırabilen zihin ve kalpler, Kur’ân, Tevrat, İncil gibi İlâhî kitaplardan gerektiği ölçüde faydalanabilir. Demek oluyor ki, peygamberin iki önemli fonksiyonu vardır: Bunlardan biri, insanlara doğru düşünmeyi öğretme, onları doğru bilgiyle donatma ve kalplerini temizleyip, insanî kemalâta çıkarma. Bunlardan ilki, manâ ve muhtevasını ilim ve marifet (Allah bilgisi, vicdan kültürü) olarak ortaya koyarken, diğeri ise, İslâm tarihinde tasavvufla özdeş hale gelmiştir. Bu şekilde kafa ile kalbin izdivacıdır ki, her zaman için hikmet temelinde gerekli aksiyonun kaynağını oluşturur.
Çağımızda Allah’ın âyetleri, hikmet ve marifet üzerinde diğer Müslüman âlim ve düşünürlerden çok daha fazla duran, ama ne yazık ki hareketi, uzun yıllar rejim tarafından yanlışlıkla siyasî bir hareket gibi değerlendirilen Bediüzzaman, dinin bu temelini ve yaratılışın gayesini şu sözleriyle ifade eder (kısmen sadeleştirerek):
Yaratılışın en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi Allah’a imandır. İnsaniyetin en üstün mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, Allah’a iman içindeki marifetullah, [yani Allah bilgisi, vicdanda Allah’ı duyma]dır. Cin ve insanın en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, Allah bilgisi içindeki Allah sevgisidir. Ve insan ruhu, insan kalbi için en katışıksız sevinç, Allah sevgisinin verdiği manevî lezzettir. Bütün gerçek saadet, katışıksız sevinç, şirin nimet ve sâfî lezzet, elbette Allah’ı bilmede ve sevmededir. Cenab-ı Hakk’ı tanıyan ve seven, nihayetsiz mutluluğa, nimete, nurlara, sırlara ya potansiyel olarak, ya da bilfiil mazhardır. O’nu tanınması gerektiği gibi tanımayan, sevmeyen sonsuz mutsuzluğa, elemlere ve vehimlere mânen ve maddeten müptelâ olur. (Mektubat, 20. Mektup)
Dinin temeli veya İslâm’ın özü ve esası, yaratılışın gayesi konusunda Fethullah Gülen de şöyle der:
Kur’ân, insanın yaratılış gayesini marifet ufku, muhabbet ruhu, aşk u şevk buudu ve ruhanî hazlar televvünleriyle “îman-ı billah” olarak tesbit eder. İnsan, yerinde kendi özünden varlığın derinliklerine yollar vurarak, yerinde varlıktan değişik kesitler alıp özünde değerlendirerek iman ve düşünce dünyasını inşa etmekle sorumlu tutulmuştur. Bu, aynı zamanda onun ruhunda meknî bulunan insanlık gerçeğinin ortaya çıkması demektir. Evet insan, ancak imanın aydınlığında özünü, özündeki derinlikleri, varlığın hedef ve gayelerini sezip, kâinat ve hadiselerin iç yüzüne, eşyanın perde arkasına muttali olabilir; muttali olup, varlığı kendi buudlarıyla kavrayabilir. (Yeni Ümit, c:3, S:23, Ocak-Şubat-Mart 1994)
Türkiye’de ve Türkiye dışında yapılan çalışmalar göstermektedir ki, Fethullah Gülen’in İslâm anlayışı konusunda, dini içinden bilen, ön yargısız Batılı araştırmacılar, daha gerçekçi sonuçlara varabilmektedirler. Bunlardan biri, önceki yıllarda Türkiye’de Ankara, İzmir, Konya ve Urfa’da ilâhiyat fakültelerinde hocalık da yapmış bulunan, İsa Cemiyeti Dinlerarası Diyalog Sekreteri ve Asya Piskoposları Konferansları Federasyonu Ekümenik Sekreteri Thomas Michel’dir. 2001 yılı Nisan ayı içinde Georgetown Üniversitesi’nde tertiplenen sempozyuma Eğitimci Olarak Fethullah Gülen adlı bir tebliğ sunan Thomas Michel, bu tebliğinde, “Fethullah Gülen’in, İslâmî kaynakların ve geleneğin yorumlanmasına yaklaşımı hakkında ne söylenebilir?” sorusunu sorar ve buna şu cevabı verir: “Onda okuyucuyu ilk çarpan unsur, Kur’ân’dan kaynaklanan bir tavırla, dinin merkezinde gördüğü ahlâka ve faziletlere yaptığı vurgudur. Gülen, ibadetlere olan ihtiyacı dile getirirken de, ahlâkı ve şahsî fazileti, yine dinî sâik ve duygunun kalbine yerleştirir. ‘Ahlâk’ der o, ‘dinin özü, esası ve İlâhî mesajın da en önemli bir umdesidir. Ahlâklı ve faziletli olmak eğer bir kahramanlıksa – ki öyledir; bu meydanın gerçek kahramanları da peygamberler ve onları yürekten takip edenlerdir. Hakikî Müslüman olmanın en bariz vasfı ahlâklı olmaktır.’ O, bu görüşünü bir hadisle teyid eder: ‘Müs*lümanlık, huy güzelliğidir; ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.’” (Towards The Lost Paradise, 30)
Thomas Michel, daha sonra, “İslâmî anlayışının merkezinde bu çok güçlü ahlâk olgusu yer alan Gülen, (Hz.) Muhammed (s.a.s.) üzerine yazdığı pek çok yazıda, O’nu Kur’ânı oluşturan vahyi getiren Peygamber olarak takdim etmenin yanısıra, Müslümanlar için bir ahlâk modeli ve hayatını mesajının şekillendirdiği, Kur’ân’ın ilk muhatabı olarak da vurgular” der ve şöyle devam eder: “Özellikle Prophet Muhammad: The Infinite Light (Sonsuz Nur) isimli kitabında Gülen, (Hz.) Muhammed’in, günümüz Müslümanı için bir model olduğu üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu da onu, (Hz.) Muhammed’in, arkadaşlarıyla, hanımlarıyla, düşmanlarıyla münasebetine, Mü’minlerin Emiri olarak liderlik vasıflarına ve bilhassa takvası, samimiyeti, cömertliği, tevazuu, kararlılığı, doğruluğu, merhameti, sabrı ve müsamahasıyla ahlâk ve karakterine, ayrıca, gerçekçiliği, cesareti, sorumluluk duygusu, uzak görüşlülüğü, danışmaya verdiği önem, insanları iyi tanıyıp, herkesi en uygun yere getirme kabiliyeti ve affediciliği gibi vasıflarıyla liderlik hususiyetlerine (Prophet Muhammad as Commander, 122–23) eğilmeye götürmüştür.”
Fethullah Gülen’in eğitimciliğini tahlile çalışırken de genişliğine temas edeceğimiz üzere, tebliğinde daha çok eğitimci Gülen’i ele alan Thomas Michel, onun İslâm anlayışına son bir kaydı da şöyle düşmektedir:
Gülen’in anladığı İslâm, “kişiyi kâmil insan yapan ve onu, melekî fıtratını yeniden kazanmaya muvaffak kılan yolun adı”dır (Prophet Muhammad: The Infinite Light, 2: 153–54). Eğer İslâm böyle bir yol olarak görülüyorsa, bu demektir ki, onu böyle gören bir insan, İslâmî gelenek içinde tasavvufun doğuşunu tabiî ve kaçınılmaz bir gelişme olarak değerlendirmektedir. Nitekim Gülen, tasavvufa da böyle ahlâkî bir tanım getirir: “Tasavvuf, bir ölçüde beşerî sıfatlardan sıyrılarak, melekî vasıflar ve İlâhî ahlâka bürünmektir” (Key Concepts in the Practice of Sufism, 1). O, Müslüman nesillere, insanî kemalâta götüren bu yolun nasıl izlenebileceğini gösteren manevî mürşidler olarak Sufîlerin İslâm tarihinde gördükleri fonksiyonu över: “Onlar, hakikate giden yolda insanlara ışık tuttular ve onlara nasıl mükemmel birer ferd olunabileceğini gösterdiler. Samimiyetin, ihlâsın ve İlâhî aşkın müşah*has temsilcileri olarak, İslâm’a yeni katılan ülke insanlarının Müslümanlaşmasının arkasında teşvik edici birer güç kaynağı olarak vazife gördüler. Gazzali, İmam-ı Rabbanî ve Bediüzzaman gibi şahsiyetler, şahıslarında hikmet ehlinin aydınlığını, âlimlerin ilmini ve en büyük velîlerin maneviyatını birleştirerek, en üst seviyede müced*ditler oldular.” (Prophet Muhammad: The Infinite Light, 2:154)
Tasavvuf geleneğine böylesi bir olumlu yaklaşım, bazılarını Gülen’i bir tür tarikat şeyhi olmakla suçlamaya götürmüştür. Böyle bir suçlamayı ve kendine has bir tarikatı bulunduğunu açıklıkla reddeden Gülen, bununla birlikte, İslâm’ın manevî boyutu olarak tasavvufu mahkûm etmenin, bizzat İslâm inancına karşı çıkmakla aynı anlama geleceğini de vurgular: “Tarikatçı olmadığımı defalarca ifade ettim. İslâm, bir din olarak, tabiatıyla manevî cephesi ağır basan bir dindir. İnsan nefsinin terbiye edilmesini esas alır. Zühd, takva, ihsan, ihlas onda esastır. İşte, İslâm tarihi içinde, onun bu yanları üzerinde en fazla duran disiplin, tasavvuf olmuştur. Buna karşı çıkmak, İslâm’ın özüne karşı çıkmaktır. Tarikatlar ise, Peygamber Efendimiz’den (s.a.s.) 6 asır sonra tasavvufu temsil adına ortaya çıkmış müesseselerdir. Kendilerine ait kaideleri, yapıları vardır. Hayatımda hiçbir tarikata intisabım olmadığı gibi, hiçbir tarikatla münasebetim de olmadı.” (Lyyne Emily Webb, Fethullah Gülen: Is There More to Him Than Meets the Eye?, 102-103)
Cevap: Fethullah gülen’in islâm anlayışı
TEKYE-MEDRESE-MEKTEP ÜÇLÜSÜ
Fethullah Gülen, Thomas Michel’in de yerinde bir tesbitle ortaya koyduğu İslâm yorumunu, zaman zaman müşahhas misal halinde tekye, medrese, mektep üçlüsüyle de izah eder. Bilhassa onda siyasî gaye arayanların kasden veya bilmeden yanlış anlama ve yorumlamalarına yol açan bu tanımlamasında Fethullah Gülen, kuşkusuz medreselerin ve tekyelerin yeniden kurulmasını kastediyor olmayıp, mücerret gerçekleri müşahhas olarak ifade etmekte, kalbin aydınlanması için dinî ilimler, kalbin günahlardan arınması ve ibadete hazır hâle gelmesi için, tasavvufun sahası olarak ruhî-manevî terbiye ve aklın aydınlanması için (pozitif) ilimler üçlüsünden oluşan İslâmî çizgisini ortaya koymaktadır.
Mesleğimizin esasları olması sebebiyle medreseyi, tekyeyi çok seviyorum. Evet, bunları hem dinî ilimleri, hem müsbet ilimleri, hem de kâinata ait meseleleri şerh ve izah etmesi yönüyle bir vahidin iki yüzü gibi görüyorum. İnsanı insanlık semalarına çıkartan ruhu esas alıp, onu geliştiren tekyeyi, manâsıyla, muhtevasıyla ve bütün derinliğiyle ayrı bir alâka ile karşılıyorum. (Fasıldan Fasıla 3, s:120-121)
Medreseler, Fethullah Gülen’in ifade ettiği gibi ve tarihî bir gerçek olarak, sadece dinî ilimlerin tahsil edildiği kurumlar değildi. Sözcük olarak “ders okunan mekân” manâsına gelen medresede dinî ilimlerin yanısıra fenler de okutulurdu. Esasen Fethullah Gülen, bunların birbirinden ayrılmasını, sonraki asırlarda medreselerde fenlerin artık okutulmamış olmasını ilim ve düşünce hayatımızdaki belâlardan biri olarak zikreder:
İslâm’ın düşünce hayatı için birkaç büyük belâ var. Bir tanesi; medresenin manevî hayata, bu günkü İmam-hatiplerin bir dereceye kadar, İlâhiyat fakültelerinin ise tamamen fünûn-u müsbeteye kapalı olmasının yanısıra, dinî eğitim veren bu müesseselerin İslâm’ın ruhî hayatına da kapalı bulunmasıdır. İlim adamı anlayışı ölçüsünde bu meseleler temsil edilmediğinden, maşeri vicdanda da istenilen ölçüde ma’kes bulmamıştır (Eyüp Can, Fethullah Gülen’le Ufuk Turu’ndan nakl: Ergün, 47).
Medresenin müfredatından yalnızca fenlerin, yani tabiî ilimlerin çıkarılmasını değil, medreselerin zamanla İslâm’ın ruhî hayatına da kapanıp, skolastik zihniyette birer eğitim kurumuna dönüşmesini şiddetle eleştiren Fethullah Gülen’in, tekye ile tamamen İslâm’ın ruhî hayatını kastettiği ve bu hayata verdiği önem, onun Tekye isimli yazısında da gayet açıktır:
Zâviye, dergâh, âsitâne de diyebileceğimiz tekye, ilim, fen ve edeb tahsil ederek ruhanî seyr ile terakkiye çalışanlar için bina edilmiş veya daha sonra bu işe müsait hale getirilmiş mübarek bir mekân manâsına gelmenin yanında, daha çok hususi yollarla Allah’a yaklaşmanın araştırıldığı bir ihsan evidir.
Medrese, her ferde açık ve bir kışla, bir mektep gibi, müntesiplerine belli seviyede bir şeyler verip bir şeyler aşılamasına karşılık, tekye, kâmil insanlar yetiştiren bir akademi ve çıraklarına, ruhun, manânın kurmayları olma düşüncesini fısıldayan bir müessesedir. Bu iki müesseseye ait varidatın birleşip bir çağlayan haline geldiği dönemler bizim itilâ dönemlerimiz ve altın çağımız olmuştur.. bu iki müessesenin birbirinden kopup kendi kendilerine kaldıkları ve ayrı düştükleri devirlerde ise, biri gidip bağnazlık ve taassup gayyalarına yuvarlanmış, diğeri de mistisizmin felç edici ağına düşmüştür.
Tekyenin mabedi aşan ayrı bir füsûnu da vardı; belki bu, mabede resmiyetin karışmasından ve onun, kendine ait fonksiyonlarını bihakkın eda edemeyişindendi.. belki de başka bir şeydendi..? O, her zaman aşkla, şevkle, heyecanla tüterdi. Evet, tekyede, ibadet saatlerinin dışında da, hemen her zaman onun özünden kaynaklanan bir güzellik, bir sihir ve bir ürperti duyulurdu. Biraz da tekyeye devam eden büyülü ruhlardan mıydı, neydi; insan kendini onun üns esintili iklimine atınca âdeta, yazın kavurucu sıcağından kurtulup, üfül üfül esen bir ormanlıkta, ruhlara inşirah veren bir çağlayanın başında ve rengârenk güzellikler arasında bulunduğunu sanır ve “oh!” deyip huzur soluklardı.
Tekye, hemen her zaman, sanki ötelere seyahatın limanı ve istasyonu gibiydi.. oraya giden herkes, ruhunun kanatları ve o kanatların buutları ölçüsünde, esmâ ve sıfât âleminde gezinti yapmış ve zaman üstü bir yerlere girip-çıkmış gibi, duygularının şurasına-burasına bir kısım garip şeyler bulaşmış olma hissiyle geriye dönerdi. (Sızıntı, Ağustos 1992)
Fethullah Gülen’in, temelde iman, ilim ve kalp hayatı üzerine oturan İslâm ve Müslüman anlayışını, 1980 mayısında Adapazarı’nda yaptığı ve kasetlerde olup, henüz yazıya dökülmemiş bir konuşmasında da, kendine has tabir ve tasvirleri içinde bulabiliriz:
Sahabe ve Tabiun neşvesini kazanmış, ilim ve irfan hayatı adına müesseselerde Şah-ı Gey*lanîlerin, Ahmed Bedevîlerin, Hz. Şazelîlerin gönül derinliğini, aşk ve heyeca*nını yaşayan.. İslâmî ilimlerle doygun.. İslâm’a tek gözle ve tek taraflı bakan ve tek yanlı bir hayat yaşayan değil, heptenci.. ilim, aşk ve heyecanı gönlün*de yoğurmuş, aklı kalbinin emrinde, coşkun ve hikmet ehli.. gecesinin dudağında tehec*cüdü, dilinde evradı; seccadesinde iniltisi, kalbinde insanlığının, fıtratının verdiği güzelin, iyinin, doğ*runun, hak ve adaletin coşkun tutkusu, dünyaya, hayata, eşyaya, olaylara bakışında Kur’ânî düşünce ve değer yargılarının şaşmaz mihengi bulunan, yaşamayı başkalarını yaşatmada bulan, fedakâr ve diğergâm.. devrin, şartların gerekli idraki içinde, söz ve davranışlarıyla Kur’ân’a tercüman olabilen; içinde bulunduğu zamanın sosyal çemberini, iktisadî çemberini bi*len; dünyada olup bitenleri mü’min firaset ve basi*retiyle değerlendirmeğe muktedir…
Yerinde genişçe duracağımız üzere, Fethullah Gülen’in İslâm’a yaklaşımında, İslâm’ın ruhî-manevî yanı, diğer yanlarına nazaran daha ağır basmaktadır dersek, yanlış bir tesbitte bulunmuş olmayız. Yukarıdaki ifadelerinde de ortaya çıkan bu yanı Kalbin Zümrüt Tepeleri isimli eserinde bütün boyutlarıyla ele alan Fethullah Gülen’in tasavvufu tarif adına kaydettikleri, onun İslâm’a bu açıdan yaklaşımını da net olarak ortaya koymaktadır:
Erbâb-ı hakikatten bazılarına göre tasavvuf, Cenâb-ı Hakk’ın insanı nefis ve enaniyet cihetiyle öldürmesi ve envâr-ı Zâtiyesiyle (Zâtî nurları) ayrı bir diriliğe ulaştırmasıdır. Tasavvufa bir diğer yaklaşım da, insanın her türlü ahlâk-ı zemimeyi (kötü ahlâk) gidermesi ve ahlâk-ı âliyeyi (yüksek, güzel ahlâk) ikame etmesi istikametinde sürekli mücahede ve murakabe şeklindedir. Şiblî’nin sözleri ağyar (başkaları) endişesine kapılmadan maiyyet-i ilâhiyede bulunabilme şeklinde hülâsa edilebilir. Ebû Muhammed Cerîr’in beyanı ise, her zaman kötü huylara karşı tavır almak ve ahlâk-ı haseneyi (güzel ahlâk) avlamak sözleriyle özetlenebilir.
Tasavvufu, eşya ve varlığın ruhuna nüfûz etmek, hadiseleri marifet eksenli yorumlamak ve Cenab-ı Hakk’ın her icraatını O’nu rasat etmeye bir menfez (pencere) kabul edip, kemiyet (nicelik), keyfiyet (nitelik) ve tasavvurlar üstü bir iç müşahede ile, ömrünü, O’nu temaşa edebilme peşinde geçirmek ve her hâlükârda O’nun, bizi görüyor olma mülâhazasıyla hep iki büklüm yaşamak, diye yorumlayanlar da olmuştur.
Tasavvuf, marifet-i Rabbaniyeye açık bir yol ve bir ciddiyet mesleğidir. Onda lâubâlilik ve hezlin (ciddiyetsizlik) yeri yoktur… Tasavvufun temeli, dinin esaslarına sımsıkı sarılıp, emir ve yasaklarına da hassasiyetle riayet ederek, açlığa, uyanıklığa mülâzemette (devam) bulunup, elden geldiğince nefsin haz duyduğu şeylerden mücanebettir (kaçınmak). Tasavvufun mevzuu; insanın, kalbî ve ruhî hayat seviyesine çıkarılması, kalbin tasfiyesi ve letaifin (fakülteler) merci-i aslîlerine (asıl kaynak) yönlendirilmesidir. Tasavvufun faydası; insanın melekî yanlarının inkişaf ettirilmesi, icmalî (kısa ve toplu olarak) ve müptediyane (başlangıçtaki, ilk basamaktaki) imanın bir kere de keşfen ve zevken duyulup yaşanmasıdır. Tasavvufun esası, ibadet ü taate devamla, sathî olan kulluk şuurunun, derinleştirilerek insan tabiatının önemli bir yanı haline getirilmesi ve insan için ikinci bir fıtrat sayılan ruhanîliğin elde edilmesiyle, dünyanın kendisine ve bizim heveslerimize bakan fâni yüzüne karşı bütün bütün kapanarak, ukbâya (Âhiret) ve esmâ-i ilâhiyeye (Allah’ın İsimleri) bakan çehresine uyanmaktır.
Tasavvufun erkânına (esaslar) gelince, onları da şöyle sıralamak mümkündür.
· Nazarî ve amelî yollarla hakiki tevhide ulaşmak..
· Hz. Kelâm’ı dinleyip anlamanın yanında, Hz. Kudret ve İrade’nin emirlerini de okuyup temaşa etmek.. (Kur’ân’ın emirleri gibi, hayat ve kâinattaki kanunları da keşfedip, onlara uymak.)
· Hakk sevgisiyle dolup-taşmak ve O’ndan ötürü de, bütün varlığa “mehd-i uhuvvet” (kardeşlik beşiği) nazarıyla bakarak, herkesle ve her şeyle hüsn-ü muaşerette bulunmak (iyi geçinmek)..
· Her zaman îsâr (başkalarını kendimize tercih) ruhuyla hareket ederek, elden geldiğince başka*larını nefsine tercih etmek..
· Murad-ı ilâhîyi (Allah’ın dileği) kendi murâ*dâtının (dileklerinin) önünde tutarak, ömrünü “fenâfillâh”, “bekabillâh” zirvelerinde sürdürme*ye çalışmak..
· Aşk u vecd ve cezb u incizaba açık bulunmak..
· Simalarda sineleri duyup anlamak ve hadiselerin çehresinde ilâhî esrarı okumak..
· Manevî sefer niyetli ve hicret mülâhazalı uhrevîlikleri çağrıştıracak yerlere seferler tertip etmek..
· Meşru dairede zevk ve lezzetlerle iktifa edip, gayr-i meşru daireye adım atmama mevzuunda kararlı olmak..
· Tûl-i emel (uzun vadeli emeller) ve onun menşei olan tevehhüm-i ebediyete (ebedî yaşayacakmış hissi) karşı sürekli mücadele ve mücahede içinde bulunmak..
· Dine hizmet ve bütün insanlığı Hakk’a ulaştırma yolunda bile olsa, kurtuluşun, yakîn, ihlas ve rıza yolundan geçtiğini bir an dahi hatırdan çıkarmamaktır. (Kalbin Zümrüt Tepeleri 1, 2-4)
Fethullah Gülen, gerçek Müslüman’ı anlattığı bir yazısında, medrese-mektep-tekye üçlüsü içinde, elde edilmesinde bu üçünün de aynı derecede önemli olduğu ve onunla ilgili sözlerini yukarıda iktibas ettiğimiz “iman”dan sonra gelen ve kalbin yanısıra, daha çok İslâm’ın oluşturmayı hedef aldığı zihin ve karakter yapısıyla ilgili maddelerini ise şöyle sıralar:
· Aşk: Gönlünü Allah’a iman ve O’nun marifetiyle onarmış, donatmış bir insan, derecesine göre bütün insanlara, hattâ bütün varlığa karşı derin bir muhab*bet ve engin bir aşk duyar; duyar da, bütün ömrünü, topyekün varlığı kucaklayan aşkların, vecdlerin, cezbelerin, incizap*ların ve ruhanî zevklerin gelgitleri arasında yaşar. Günümüzde gönüllerin aşkla coşup, şevkle köpürmesine ihtiyaç var.
· Akıl, mantık ve şuur üçlüsüyle ilme yönelme: İnsanlık, âhir zaman*da her şeyiyle ilme ve fenne yönelecek.. bütün kuvvetini ilimden alacak.. hüküm ve kuvvet bir kere daha ilmin eline geçecek.. ve ilimlerin geniş kitlelere kabul ettirilmesinde fesahat, belâğat ve ifade üstünlüğü de herkesin alâka duyduğu bir mevzu haline gelecek.. yani yeniden bir ilim ve beyan devri yaşanacak. Zaten, çevremizi saran vehimlerin sisli-dumanlı atmosferinden sıyrılıp, gerçeklere ve Gerçekler Gerçeği’ne ulaşabilmemiz için de başka yol yok.
· Kâinat, insan ve hayat mülâhazalarını, (bunlar hakkındaki düşünce ve bilgilerini) bir kere daha gözden geçirip, yanlış ve doğruları kritik etmek. Kâinat, sık sık müracaat edilmek üzere Allah tarafından gözler önüne serilmiş bir kitap; insan, varlığın derinliklerini rasat etmeye açık bir menşur (mercek) ve bütün dünyaların şeffaf bir fihristi; hayat da, bu kitap ve fihristten süzülen, süzülüp İlâhî beyanla yankılanan manâların temessülüdür… Cenab-ı Hakk’ın Kelâm sıfatından gelen beyanını (Kur’ân) okuyup, anlayıp, ona itaat ve inkıyadda bulunmak bir vecibe olduğu gibi, İlmiyle planlayıp, Kudret ve Meşietiyle de var edip ortaya koyduğu topyekün eşya ve hadiselerde onun tanınıp anlaşılması, anlaşılıp, aralarındaki muta*bakat yollarının tesbit edilmesi, vazgeçilmesi imkânsız bir esastır. Evet, O’nun Kelâm sıfatından gelen Furkan-ı Azîmüşşan, bütün varlığın ruhu, dünya ve ukba saadetinin biricik kaynağı; kâinat kitabı da bu gerçeğin cesedi, temsili ve hâvi bulunduğu değişik ilim dalları itibariyle, dünya hayatının doğrudan doğruya, ukba hayatının da dolayısıyla çok önemli bir dinamiğidir…
· Gerçek insanî derinliklerin, duygu, düşünce ve karakterde aranması lâzım geldiği gibi, insanın Hakk’ın nazarında ve halkın yanındaki itibarı da, yine bu hususlarda aranmalıdır. Üstün insanî vasıflar, duygu, düşünce derinliği ve karakter sağlamlığı, hemen her yerde geçerli bir kredi kartı mesabesindedir… Hakk da, halk da insanları, insanî vasıfları, üstün karakteriyle değerlendirir ve ona göre mükâfatlandırır. Bu itibarla da, insanî değerler itibarıyla fakir, karakterleriyle de zayıf kimseler, çok iyi birer mü’min görünümünde olsalar da, büyük başarılar elde etmeleri ve elde ettikleri başarıları koruyabilmeleri; aksine, iyi bir Müslüman görünümünde olmadıkları halde, sağlam karakteri ve üstün insanî vasıfları itibarıyla birkaç kadem ileride olanların da, bütün bütün başarısız kalmaları mümkün değildir. Bundan ayrı olarak, İslâmî çizgide olanlar için her işte gaye-i hayalin meşru olması bir hak, o hakka ulaşmada başvurulacak vesilelerin meşruiyeti de bir vecibedir.
· Hür düşünebilme ve düşünce hürriyetine saygılı olma: Hür olabilme, hürriyeti duyabilme, insan iradesinin önemli bir derinliği ve benlik sırlarına açılmanın da sihirli kapısıdır… Okumanın, düşünmenin, hissetmenin ve yaşamanın tahdit edildiği bir ortamda yenileşme ve gelişme bir yana, insanın insanî melekeleriyle kalabilmesi bile mümkün değildir… Bugün her şeyden ziyade hür düşünceyi kucaklayabilen, ilme ve ilmî araştırmalara açık olabilen, kâinattan hayata uzanan çizgide Kur’ân ve Sünnetullah arasındaki mutabakatı sezebilen engin sinelere ihtiyaç var.
· Meşveret (danışma) ve kolektif şuur.
· Riyazî düşünce: Bir dönemde Asya’daki ilkler, daha sonra da Batı, Rönesansını riyazî kanunlarla düşünme sayesinde gerçekleştirdi… Matematik olmayınca, ne eşyanın ne de insanın birbirleriyle münasebetlerini anlamak mümkün değildir. Matematik, kâinattan hayata uzanan çizgide bir ışık kaynağı gibi yollarımızı aydınlatır, bize insan ufkunun ötelerini, hattâ düşünülmesi taşınılması çok zor imkân âleminin derinliklerini gösterir ve bizi ideallerimizde buluşturur.
· Sanat düşüncesi. (Ruhumuzun Heykelini Dikerken, 27-37)
Cevap: Fethullah gülen’in islâm anlayışı
FETHULLAH GÜLEN’İN DÜŞÜNCESİNDE DİN VE İSLÂM’IN RUHU
Fethullah Gülen’e göre, insanoğlu, varolduğu günden bu yana gerçek huzuru din sayesinde elde etmiş ve ancak din sayesinde mutlu olabilmiştir. Dinin olmadığı bir yerde ahlâk ve faziletten bahsetmek mümkün olmadığı gibi, mutluluktan bahsetmek de oldukça zordur. Zira, ahlâk ve faziletin kaynağı vicdandır. Vicdana hükmedecek yegâne unsur da, Allah’la irtibattan ibaret olan dindir.
Din, güzel huylar adına açılmış, en feyizli en bereketli bir mekteptir. Bu yüce mektebin talebeleri de yediden yetmişe bütün insanlardır. Bu mektebe intisap edenler, huzur, emniyet ve itminana ererler. Dışarıda kalanlar ise, özleri dahil her şeylerini kaybederler.
Din, insanları kendi iradeleri ve ruhî hürriyetleriyle hayırlara sevk eden İlâhî prensipler mecmuasıdır. Din, Allah’ı bilip birlemek, O’nun yolunda hareketle ruh saffetine ulaşmak, O’nun namına ve O’nun emirleri istikametinde insanlarla münasebetlerini düzene koymak, hattâ O’nun hesabına bütün varlığa karşı derin bir alâka ve muhabbet duymanın ünvanıdır.
Din ile gerçek ilim bir hakikatın iki yüzü gibidirler. Din, insanı doğru yollarda gezdirir ve mesut edecek neticelere ulaştırır. Gayesi ve hedefi belli olan ilim ise, bir meşale gibi, bu yollarda onun önünü aydınlatır.
Din sağlam düşünceye, akl-ı selime ve ilme istinat eder. Bu zaviyeden de onun hiçbir meselesini tenkit etmeye imkân yoktur. Onu tanımazlıktan gelenlerin, ya düşünce sistemleri bozuk, ya ilim anlayışları yanlış, ya da muhakemeleri yetersizdir.
Irz, namus, millet gibi yüksek mefhumları takdir eden dindir. Din, gerçek medeniyet prensiplerini ihtiva eden bereketli bir kaynaktır. Din sayesinde insan gönül ve his dünyasında ulvîleşir, başı fizik ötesi âlemlere ulaşır ve bütün hayırların, güzelliklerin, faziletlerin asıl kaynağından doya doya içmeye muvaffak olur. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 26–9 )
Fethullah Gülen, dinle ilgili bir diğer yazısında konuya din-ilim beraberlik ve mukayesesiyle birlikte, yanlış din anlayışları açısından yaklaşır. Ona göre, hakikat sevgisinin bir yanını ilim, diğer yanını da din teşkil eder. Evet, insanın idrak ve şuuruyla, varlık arasındaki münasebet ve alâkanın bir tarafında hakikatı keşif ve tesbit, öbür tarafında da ona karşı belirlenecek tavır söz konusudur. Birinci hususu, dinin bilgi kaynakları da dahil ilim takip eder. İkinci hususu ise, din belirler. Temelinde, varlığın tahlil ve izahı, hakikatı keşfetme aşk ve iştiyakı olmayan ilim kör ve onun tesbitleri de çelişkiden hâli değildir. Ferdî, ailevî, içtimaî bir çıkar mülâhazasıyla elde edilmeye çalışılan ilmin, her zaman bir kısım tıkanıklıklarla karşılaşması mukadder olduğu gibi, bir zihniyet, bir düşünce, bir parti ve bir doktrine bağlı olarak ulaşılan bilginin de gidip er-geç sarpa sarması kaçınılmazdır. Din, kendi içindeki bilgi kaynaklarıyla engin bir ilim havuzu olması itibarıyla, hakikat aşkı, hakikat tutkusu açısından hayatî bir unsur, önemli bir dinamik ve bilginin ufkunu aşan konularda da açık üsluplu, ama derin edalı yanıltmayan bir rehberdir. Ne var ki, her zaman ilmin, belli düşünce, belli cereyan ve belli doktrinlerin yedeğine verilerek, ufku sığlaştırılıp, hazımsız, kavgacı ve hakikatın yolunu kesen bir gulyabanî haline getirilmesi mümkün olduğu gibi, semavî bir gerçek olan dinin de, fanatik düşüncenin elinde kin, nefret, gayz, intikam hislerine mehaz gösterilmesi her zaman ihtimal dahilindedir. Bir objenin kendi zıddı gibi vehmedilmesi ne büyük çelişki!
Gülen, ilim veya bilim ile din bağnazlığına bir arada dikkat çekerek, şu mütalâada bulunur: “Bir toplumda eğer bazıları ilim diyor ve bilim yuvalarını kendi villalarıymışçasına arzularının, heveslerinin, ideolojilerinin vitrini gibi kullanıyorlarsa, o ilim yuvaları çoktan mabet olmadan çıkmış, arzuların, hırsların, nefretlerin bilendiği bir arenaya dönüşmüştür. Yine bir cemiyette eğer bazıları dindarlık diyor ve kendileri gibi düşünmeyenlere; düşünmeyip onlarla aynı siyasî mülâhazaları paylaşmayanlara kâfirlik, zındıklık, münafıklık sıfatlarını yakıştırabiliyorlarsa, böylelerinin temsilinde din, – günahı bu sahte temsilcilere ait – insanları Allah’tan uzaklaştırma, onların gönüllerini karartma ve ümit kapılarını yüzlerine kapama gibi tamamen onun gönderiliş gayesine zıt bir fobi haline getirilmiş demektir. Doğrusu, kinle, nefretle, gayzla köpüren ağızlarda ve ruhları karartan kalemlerde din düşmanlığı ne ölçüde bir bağnazlık ve şeytana sunulmuş onu memnun eden bir armağansa, din deyip falan görüşü, filan düşünceyi kritik adına sıkılarak havaya kaldırılmış yumruklar da, o ölçüde bir yobazlık ve gök ehlini hüzne boğacak bir cehalet örneğidir.”
Bu satırların ardından, “görünümü ne olursa olsun bir insan, hakikî imanın ne olduğunu, vicdanın ne ile seslendiğini bilemiyor, İlâhî aşk ve muhabbetten nasipsiz, Allah nezdinde büyük olan şeyleri büyük, küçük olan şeyleri de küçük görüp, küçük kabul etmiyorsa, böyle birini tam dindar görmek, dinin semavîliğine ve evrenselliğine karşı en büyük bir saygısızlık olsa gerek” diyerek, ilim (bilim) gibi dini de yanlış anlamanın sebeplerinin tahliline geçen Fethullah Gülen, bu konuda da şunları kaydeder: “Dinin de, ilmin de en büyük düşmanı, heva, heves ve bir kısım arzularımızın, yerinde fikir zannedilmesi, yerinde de bir dindarlık gibi gösterilmesidir. Bu husus insanlarda geniş zeminli bir boşluktur ve bu boşluğun kaynağı da onların zaaflarıdır. Bu zaafların başında da, olduğumuzun üstünde görünme ve yeteneğimizin kat kat üstünde beklentilere girme zaafı gelir. İşte bu zaaftır ki, maşerî vicdanın (kamu vicdanı) kutsal kabul ettiği ilim ve dine ait bir kısım değerlerle doldurulmaya çalışılmaktadır. Daha doğrusu din, bazılarınca, kendi boşluklarını doldurmada tıpkı bir dolgu maddesi gibi kullanılmak istenmektedir.”
Bundan sonra Gülen, böyle bir zaaftan kurtuluşun yolu olarak da şu noktaya parmak basar: “Vicdanın, böyle beşerî bir zaaf karşısında hakka kilitlenmiş en güçlü silahı, hakikat aşkı ve ilim sevdasıdır.. evet, bilgiç görünen dimağların yosununu, dine taraftar gibi görünen düşüncelerin de pasını silecek bir iksir varsa, şüphesiz o da Allah aşkı, O’ndan ötürü bütün varlığa sevgi ve hakikat aşkıdır. Gönüller aşkla coşup, ruhlar muhabbetle şahlanınca, bütün beşerî boşluklar, zaaflar ya tuz-buz olur gider veya yararlı birer hayat iksirine inkılâp ederler (dönüşürler). (Sızıntı, Kasım 1997)
Fethullah Gülen, “dünya değişip ne hâl alırsa alsın, ilim ve fen ne seviyede ilerlerse ilerlesin, insanoğlunun telakkîleri ne denli değişirse değişsin, din hissinin, tarih boyu, ilmî ve fikrî hayatın şekillenmesinde, yeni yeni medeniyetlerin doğup-büyümesinde ve insanlığın tekâmülünde en birinci âmil olduğu gibi, bugün de hâlâ o büyüleyici gücüyle, dünyanın büyük bir bölümünde, bir numaralı müessir olarak tesirini sürdürdüğüne ve gelecekte de sürdüreceğine” inanır. Ona göre, bugün yeryüzünde iki büyük medeniyetten birinin Müslümanlığa, diğerinin de Hıristiyanlığa ait olması bunun en canlı, en çarpıcı misâlidir ve din, yenilmez bir güce sahiptir. (Günler Baharı Soluklarken, 88-89)
Gülen, bugün insanlığın beklediği veya ihtiyaç duyduğu şeylerin kalp ve ruhun açlığıyla alâkalı, buna rağmen, bütün gayretlerin cismanî arzuları tatmine yönelik olmasını büyük bir “yanılgı” olarak niteler ve şöyle der:
Deniz suyu ile susuzluğumuzu giderme gayreti ne ise, manevî açlık ve tatminsizliklerimizi giderme adına cismaniyet ve bedeni semirtme gayretlerimiz de aynı şeydir. Yıllar ve yıllar var ki, topyekün insanlık ve hususuyla da bizim dünyamız, hep böyle fasit bir daire içinde dönüp durmuştur. Bedenî arzularını tatmin gayreti adına her hamlesi, onu biraz daha kendi ruhundan uzaklaştırmış ve her uzaklaşma insiyakı da, onda yeni yeni hezeyanlar meydana getirmiştir. O, bu dönemde bir taraftan ruhî ve kalbî hayatındaki boşluklarıyla cismanî ihtiyaçların pençesinde kıvrım kıvrım mükap (kat kat) açlıklar yaşarken, diğer taraftan da bedeni itibariyle küstahlaştıkça küstahlaştı ve nefsanî isteklerini bütün insanî değerlerin biricik hakimi haline getirdi. Oysa ki, topyekün insanlığın gerçek açlık ve susuzluğunun temelinde İslâm’ın ruhundan uzaklaşma yatıyordu. İslâm’ın ruhu derken elbette ki bu, şimdilerde bakış zaviyemiz ve değerlendirmelerimiz açısından matlaşmış, renk atmış ve semavî cazibesi itibariyle buğulanmış İslâm ruhu değildi; o, kendi renk ve desenleriyle halâ bir kısım temiz ruhlarca duyulup zevk edilen, Saadet Asrı’ndaki insanın hissedip yaşadığı İslâm Ruhu’ydu. Bu ruh, hemen her dönemde tertemiz, dupduru ve hiç bir zamana ve mekâna ait düşünce kirlerinin bulandıramayacağı kadar derin deryalar gibi hep dalgalanıp durmuştu. Ne var ki, ona ulaşmak ve ondan tam istifade edebilmek için belli bir niyet ve nazara, belli bir cehd ve gayrete, belli bir teveccüh ve güvene ihtiyaç vardı.
Fethullah Gülen, bu ifadelerinin ardından İslâm’ın, daha çok ferdî ve sosyal hayatı kendi öz potasında eritip şekillendiren ruhunu, âhenkli, dinamik, herkese mutluluk bahşeden sosyal prensipleriyle şöyle anlatır:
Hak, adalet, eşitlik ve evrensel güven gibi konuları, belli hedeflere ulaşmada birer vesile ve belli doktrinleri gerçekleştirmede birer vasıta olarak kullananlara karşılık İslâm, bu âlemşümul değerleri, halkın mutluluğu ve Hakk’ın hoşnutluğu birleşik noktasında ele alarak, hem Yaratan’ın hem de yaratılanların isteklerini birden gerçekleştirmiştir. O, Müslümanların da bu espriye bağlı kalmalarını ister. Bu itibarla, eğer bugün Müslümanlar da konunun hassasiyeti ölçüsünde “hak”, “adalet”, “eşitlik” derken, bu yüksek mülâhazalarını cismanî ve nefsanî isteklerine alet etmez ve Hakk’a bağlı götürürlerse, şimdilerde olmasa da yarın herkesin imreneceği bir konuma yükselecekleri muhakkaktır. Bu konum, Allah’ı sevme, Allah tarafından sevilme ve insanlar tarafından da gıpta ile takip edilme konumudur.
İslâm’ın, dıştan ithal edilen herhangi bir ideoloji ve doktrin gibi propagandaya ihtiyacı yoktur. O’nun referansı kendisi ve vefalı temsilcilerinin tavırlarıdır. O, her zaman hakkın yanında olmayı, hakkı tutup kaldırmayı yeğler ve hakka saygıyı en büyük ibadet sayar… İslâm, her zaman, kuvvetin hakta olduğu prensibine göre hareket eder ve asla, zalim ve azgın kuvvetlerin dayatmaları karşısında “pes” etmez. Hep dik durur, merdane yürür; ne zulmü alkışlar, ne de zalime serfüru eder.
İslâm, adalet ve istikameti, en geniş çerçevesiyle ferdî, ailevî ve içtimaî bir hayat tarzı olarak kabûl eder. Evet, hayatını İslâm’a bağlayan bir fert, dosdoğru düşünür, dosdoğru yaşar, hep hakkaniyet çerçevesi içinde kalmaya çalışır; kendinden başlayarak zulme ve haksızlığa karşı tavır belirler ve kendi haklarını koruma, kollama mevzuunda gösterdiği hassasiyet ölçüsünde, hattâ ondan da ileri, başkalarının hukukunu gözetmede titiz davranır ve hayatını âdeta bir teraziye bağlı yaşıyor gibi hep tartılı ve ölçülü yaşar.
İslâm, eşitliği, Hakk’ın isteği ve insana saygının gereği olarak görür.. ve onun sarsılmasını ya da tamamen ortadan kaldırılmasını insanlığa karşı işlenmiş büyük bir cinayet sayar. O, renk, ırk, bölge ve seviyeli ailelerden gelmeye bağlı imtiyazlara karşı açıkça tavır alır ve her zeminde bu çarpık anlayışla fikren mücadele eder. O, her zaman istidat ve beceri farklılıklarını alkışlayıp öne çıkarmada, herkese aynı fırsat eşitliğinin verilmesi ve aynı imkânlardan yararlandırılması konusunda fevkalâde hassastır. İslâm, soya-sopa bağlı yapılanmaları tasvip etmediği gibi, hayatın sadece tek bir ünitesinde bile olsa, belli bir sınıfın hakimiyetini de (bir çeşit oligarşi) açıkça reddeder. O, her zaman ferdî kabiliyetlerin önünü açar, başarıları alkışlar; buna mukabil, her türlü monarşik mülâhazaya karşı da mücadelesini sürdürür.
İslâm, toplumun her fert ve her kesimini aynı sıcaklıkla bağrına basar. Herkesin ihtiyaç ve beklentilerini eşit bir çizgide değerlendirir ve avazı çıktığı kadar kimsenin kimseden üstün olamayacağını haykırır; haykırır ve hem eşitliği hem de fırsat eşitliğini ısrarla vurgular. O, istidatları alâkasızlığın ağında söndürme ve kabiliyetleri seçkin doğmamışlıkla zincire vurup felç etmenin üzerine hışımla yürür.. ferdin iç dinamizmi ve samimî gayretlerine dayanmayan yükselmelerin, büyümelerin karşısına dikilir ve açıktan açığa bunun gayr-ı ahlâkî olduğunu ilan eder. Gayr-i ahlâkî bu tür davranışları da büyük ölçüde ruh sefaletine bağlar. İslâm, böyle bir ruh sefalet ve zilletini, hem onun maddî sebep ve sâiklerini ortadan kaldırarak, hem de iman, marifet ve ihsan şuuruyla ferdî iradeleri güçlendirerek ruhlardan söküp atmaya çalışır.
Asr-ı Saadet topluluğu ve millî tarihimizin büyük mimarları, nefisleriyle yaka-paça olarak, gayr-ı meşrû dairedeki bütün cismanî arzulara karşı savaş açtı ve faziletli bir sistemin faziletli temsilcileri olarak, hayatlarını başkalarını mutlu etmeye bağlayıp, yaşamadan daha çok yaşatma azmi içinde bulundular.. her zaman bir kısım beşerî zaafları olabileceği mülâhazasıyla, hep tetikte ve temkinli davrandı ve kaymamaya çalış*tılar.. sürçtüklerinde de, gönüllerinin bütün samimiyetiyle tevbe, inabe ve evbelerle yeniden Hakk’a yöneldi ve amûdî (dikey) yükselme yol*larını araştırarak, hep şahikalarda dolaşmaya programlı olarak yaşadılar. Azlığa bağlı ezilmeler, yalnız kalıp gariplik yaşamalar, tehdit edilip bas*tırılmalar, hattâ yer yer maruz kaldıkları mağduriyetler, mazlumiyetler, mahrumiyetler karşısında daima dimdik durdu ve katiyen “pes” etme*diler. Bu ölçüdeki mukavemetlerinin yanında hep birer muhabbet fedaisi gibi davrandı; herkesi kucakladı, herkese bağırlarını açtı, her düşünceye saygılı davrandı ve “insan-ı kâmil” olmanın bütün icaplarını yerine getirdiler. Kur’ân’dan ve Sünnet’ten ruhlarına akan bilgilerden yepyeni bir dünya kurdu ve potansiyel insanî değerlerini realite planında da ortaya çıkararak, arkadan gelenlere örnek oldular.
Yaratıcı’ya yönelen, gerçek kıblesini bulup Hakk’a kullukla çeşit çeşit kulluklardan kurtulan; arzulara kulluk, kuvvete kulluk, şehvete kulluk, şöhrete kulluk gibi, insanı sefilleştiren bayağılıklardan sıyrılmış o insanlar bizim köklerimizdi.. onlar bizlerdik.. bizler, onların halihazır*daki temessülleri; onlar bizim aslımız, arkadan gelecekler de bizim faslımız olacaktır. (İslâm Ruhu, Yeni Ümit, Nisan-Mayıs-Haziran 2000)
Bu yazıda İslâm’ın ruhu adına Fethullah Gülen’in öne çıkardığı prensipleri bir de maddeler halinde vermek, herhalde anlaşılmayı daha da kolaylaş*tıracaktır:
· Hak, adalet, eşitlik ve evrensel güven ve bunları cismanî ve nefsanî isteklerine alet etmeden, Hakk’a bağlılık içinde temsil etme;
· Hakkın yanında olma, hakkı tutup kaldırma, hakka saygılı olma;
· Zulmü alkışlamama, zalim ve azgın kuvvetlerin dayatmalarına boyun eğmeme;
· Adalet ve her işte doğruluğu en geniş çerçevesiyle ferdî, ailevî ve sosyal bir hayat tarzı olarak kabûl ve tatbik etme: doğru düşünme, doğru yaşama, hep hakkaniyet çerçevesi içinde kalmaya çalışma;
· Zulme ve haksızlığa karşı tavır belirleme ve kendi haklarını koruma, kollama mevzuunda gösterdiği hassasiyet ölçüsünde, hattâ ondan da ileri, başkalarının hukukunu gözetmede titiz davranma ve hayatını âdeta bir teraziye bağlı yaşıyor gibi hep tartılı ve ölçülü yaşama;
· Renk, ırk, bölge ve aileye bağlı imtiyazlara karşı açıkça tavır alma;
· Soya-sopa bağlı yapılanmaları tasvip etmeme; hayatın tek bir ünitesinde bile sınıf hakimiyetini açıkça reddetme;
· Ferdî kabiliyetlerin önünü açma, başarıları alkışlama; buna mukabil, her türlü monarşik mülâhazaya karşı mücadele verme;
· Toplumun her fert ve her kesimini aynı sıcaklıkla bağrına basma;
· Herkesin ihtiyaç ve beklentilerini eşit bir çizgide değerlendirme ve avazı çıktığı kadar kimsenin kimseden üstün olamayacağını haykırma;
· Bütün kötülüklerin öncelikle ruh sefaletinden kaynaklandığını kabul etme ve iman, marifet ve ihsan şuuruyla ferdî iradeleri güçlendirerek, bu kötülükleri ruhlardan söküp atmaya çalışma;
· Hayatını başkalarını mutlu etmeye bağlayıp, yaşamadan daha çok yaşatma azmi içinde bulunma;
· Maruz kalınan mağduriyetler, mazlumiyetler, mahrumiyetler karşısında pes etmeme;
· Her zaman bir muhabbet fedaisi gibi davranma; herkesi kucaklama; herkese bağrını açma;
· Her düşünceye saygılı davranma;
· Sürekli “insan-ı kâmil” olmanın yollarını arama ve bu yolun bütün gereklerini yerine getirme;
· Hakk’a kullukla, arzulara kulluk, kuvvete kulluk, şehvete kulluk, şöhrete kulluk gibi, insanı sefilleştiren çeşit çeşit kulluklardan kurtulma, bayağılıklardan sıyrılma.
Cevap: Fethullah gülen’in islâm anlayışı
FETHULLAH GÜLEN’İN İSLÂMÎ ANLAYIŞINDA
DİĞER ÖNEMLİ UNSURLAR
Yukarıda da ortaya koymaya çalıştığımız gibi, Fethullah Gülen’in İslâmî anlayışında öncelikli yer, kalbin, başta iman olmak üzere dinin manevî boyutu ve dinî ilimlerle tertemiz hale gelmesi ve buna paralel olarak ruhta dirilme, aklın ise fenler veya (tabiî) ilimlerle aydınlanması ve bu ikisinin izdivacından ortaya hikmet temelli bir aksiyon veya yaşayış çıkmasıdır. Onun dinî anlayışındaki diğer unsurlar, daima bu temele oturur. Fethullah Gülen, belki çoklarının bilmediği veya farkında bulunmadığı bir gerçek olarak, manâ ve muhtevasını daha çok İslâm tasavvufunda bulan ve bu sahanın büyükleriyle temsil edilen İslâm’ın ruhî hayatı üzerinde durduğu kadar, denebilir ki, başka bir şey üzerinde durmaz. Bu çerçevede onun en çok önem verdiği husus, Ulûhiyet hakikatıyla ubûdiyet (kulluk) hakikatının çok iyi kavranmasıdır. Bu kavrayışta kula düşen, tasavvuf dilinde marifet denilen Allah bilgisine ulaşması, bunu bir vicdan kültürü haline getirmesi ve kulluğunun şuuruna varmasıdır. Bu da, her şeyden önce Allah karşısında, O’nun mutlak Kudreti karşısında kulun mutlak aczini ve ancak O’nun Kudretiyle, bu Kudret’e dayanmakla kadir ve muktedir olabileceğini; O’nun mutlak servet ve istiğnası karşısında mutlak fakrını, yani her şeyiyle O’na muhtaç bulunduğunu kavramak ve bunun karşılığında şevk içinde O’na kulluk ve şükürle gerçek kudret ve servete ulaşmakla mümkün olabilir.
Kulluğu idrakle tevhide ulaşma
İslâm’daki Allah ve kul münasebeti, başka dinlerdeki gibi değildir. Allah karşısında hiçliğini idrakle O’na kul olan, O’nun Kudret ve Serveti’ne dayanan, başka her şeyin kulluğundan kurtulur; Fethullah Gülen’in yukarıda İslâm’ın ruhunu anlatırken parmak bastığı gibi, Allah’a kullukla arzulara kulluk, kuvvete kulluk, şehvete kulluk, şöhrete kulluk gibi insanı sefilleştiren çeşit çeşit kulluklardan kurtulur, bayağılıklardan sıyrılır. Bu nokta, Fethullah Gülen’in üzerinde en fazla durduğu bir noktadır. Onun pek çok yazılarında ve pek çok sohbetlerinde bu konunun tekrar tekrar ve hassasiyetle ele alındığı görülür. Meselâ, kayda ve kitaba geçmiş bir sohbetinde bu konuda söyledikleri oldukça önemlidir:
Alvarlı Efe hazretleri, “(İnsan için) belâ-yı ekber oldur ki, özünü gaflete salmış” derdi. Günümüzde Müslüman olanlar veya Müslümanlıklarını yeni keşfedenler, ne hikmetse, hemen radikalizme kayıyor; siyasî ve içtimaî sahaya yöneliyor. Halbuki, bütün meseleler “ben”de başlar ve “ben”de biter. Allah, “Ben” dediği zaman, ilk taayyün meydana gelmiş ve yaratılışın kapısı açılmıştır. İnsan, kendinde bütün İlâhî İsimler’in tecelli ettiği ve dolayısıyla Allah’a en câmî (kapsamlı) bir ayna olarak, O’nun “Ben” demesinden de nasibini almış ve bu, onun “ego”su olarak tecelli etmiştir. Fakat, insanın “ben”i bağımsız, insana ait, bizzat insan tarafından yaratılmış bir “ben” değildir. O, çok ince bir çizgi, görünür-görünmez bir nokta, tabir-i diğerle, bir sıfırdır. Ne var ki, bu ‘sıfır’da, Sonsuz’un bütün isimleri, tecellileri akseder durur. Eğer insan, kendisinde vehmettiği her şeyi; güç, hayat, irade, bilgi, güzellik, kısaca, hayır ve kabiliyet adına neye sahipse, Allah’a verir de kendini Yaratan’ın şeffaf bir aynası ve bir sıfır olarak görürse, o zaman, yaratılmış varlıklar hiyerarşisinde en üst mertebeye (âlâ-yı ılliyyîne) çıkar. Allah’ın Kudretiyle kadîr, Servetiyle ğanî (zengin), İradesiyle mürîd (dileyen), İlmiyle âlim olur. Sıfır iken âdeta sonsuzlaşır. Tekrar etmek gerekirse, bütün bunlar, onun kendi benliğinin, egosunun, hiçbir şeye mâlik olmayan şeffaf bir sıfırdan, bir aynadan ibaret bulunduğunu görmesine bağlıdır.
Buna karşılık, insan, özünü gaflete salar ve egosunu Allah’ı tanımada, arz edildiği şekilde bir vâhid-i kıyasî (mukayese birimi, ölçüsü) olarak kullanmak yerine, Allah’ın kendisine vedia olarak yerleştirdiği her şeyi; hayatını, gücünü, servetini, kabiliyetlerini, güzelliğini ve muvaffakiyetlerini, onların asıl sahibinden gaspla kendine mal eder; Allah karşısında “Sen Sen’sin, ben benim” rekabetine girişirse, bu defa ego kalınlaşır; bir cemaat veya kavme, bir mesleğe, bir gruba mensubiyet (aidiyet) hisleriyle şişer ve sahibini yutacak hâle gelir. Sonra, Allah’ın mülkünde, O’nun tasarrufunu başka gerçek veya hayâlî varlıklara da taksime girişir; kendince bir takım ilâh veya ilâheler üretir. Tarihteki pek çok firavunlar, nemrutlar, Ebû Cehiller böylesine şişip, sahibini yutmuş birer ego oldukları gibi; tapınılmış putlar da, bu egonun birer sembolü olarak ortaya çıkmıştır. Günümüzde, kendisine âdeta yaratıcılık verilen tabiat ve tabiat kuvvetleri gibi vehmî varlıklar; hattâ bu tavrı, bu yönelişi besleyen bilim de, yine egonun, Allah’ın mülkünü ve mülkündeki tasarrufunu paylaşma adına ürettiği bir tağuttan ibarettir. Netice olarak, hayatın içtimaî, iktisadî, siyasî bütün sahalarında ortaya çıkan problemlerin hem kaynağında, hem de çözümünde, egonun kendi mahiyet ve hüviyetini, sonra da, bu mahiyet ve hüviyet adesesinden Rabbini ve yaratılışı tanıyıp tanıyamaması yatmaktadır.
İnsana düşen, egonun gerçek mahiyetini tanıyarak, zâtında âciz ve fakir bir varlık olduğunu idrakle, hakikî kudret ve servet sahibine yönelmek ve her şeyin O’nun tasarrufu altında olduğuna inanmaktır. (Ünal, 2001:104-106)
Fethullah Gülen, tevhidin, yani kişinin Allah’ın birliğine inanmasının temeli gördüğü bu konuda o kadar hassastır ki, yine konuyla alâkalı bir başka sözlerinde şöyle der:
Hiçbir kul, gücü, bilgisi ve imkânları ne ölçüde olursa olsun, Allah muvaffakiyet vermezse, müsbet hiçbir şey yapamaz. İnsanın yapısı hayra değil, günaha ve tahribe yöneliktir. Müsbet netice ve muvaffakiyetlere gelince, bir defa, bunların tahsili için gerekli mekanizmayı kuran Allah’tır. İnsanın yaptığı, bu mekanizmada bir düğmeye dokunmaktan daha fazla değildir. Ona o imkân ve gücü bahşeden, dokunmasına müsaade eden, o dokunmaya sevk eden de Allah’tır. Eğer Allah izin vermemiş, onu öyle bir donanımla dünyaya getirmemiş, o işi yapmaya sevk etmemiş olsa idi, bir düğmeye dokunmak bile olsa, insanın elinden ne gelirdi? İnsanın ekl ve şürb (yeme-içme) gibi en basit ve iradesine taallûk eden işlerde dahi rolü binde bir bile değildir. O halde, hele, sanki Firavunca ve Nemrutça “ben yarattım” dercesine, “ben yaptım, ben başardım; bu, bendeki güç ve ilimden dolayı böyle oldu; falan yerde konuştum, işte şu kadar insan müteessir oldu; şöyle yazdım, şu kadar insana tesir ettim” şeklinde hezeyanlar sarf etmek, hattâ bunları düşünmek, akıldan geçirmek, küstahlıktan başka ne manâya gelir?
Allah’a binlerce hamd ve senâ olsun; olsun da, nâil kılındığımız lütufların zerresini kendimizden bilmeyelim; bilmeyelim ki, O, lütuflarını sonuna kadar devam ettirsin. Bu lütufların bir tanesini, hattâ bir zerresini bile kendimizden bilsek, bilgimize, tedbirimize versek, O, vâridât-ı Sübhaniyesini keser ve “haydi yürüyün bakalım, yürüyebilirseniz,” der. Allah korusun, âhir ömrümüzde kendi kendimize bırakıldığımız için hizlana uğrarız. O’ndan diler ve dileniriz, bizi göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, Allah Rasûlü’nün o mübarek dualarından ayırmasın: “Göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, bizi nefsimizle baş başa bırakma!” Her şey O’ndan; ne veriyorsa, aczimize, fakrımıza, zaafımıza merhameten veriyor. Vasiyetim olsun, elinizden geldiğince çevrenizi kendi benliğinden, egosundan uzaklaştırmaya çalışın.
Mü’min, her halinde mütevazi olmalı, mahviyet ve hacalet (utanç) içinde bulunmalı. Onun için, mü’minler hakkında Kur’ân-ı Kerim’de, “Mü’minlere karşı tevazu kanatları ve yüzleri yerlerde, kâfirlere karşı ise onurlu” buyurulur. Hiç kimse, kendisini müzekkâ (temiz) bilmemeli; böyle bilmek şöyle dursun, hadisteki ifadesiyle, kendini “racül-ü fâcir” bilmeli. Kimse, “ben müfsidim” demez; demez ama, bilmeyerek ifsat etmediği ne malûm? Acaba, vicdanında kendini ikna edecek şekilde, “hakikaten ben bir müfsit miyim?” diye bir mülahazası bulunmalı değil mi?
Kendisine zerre kadar bile itimad eden insan, İlâhî teveccühleri kaybetmiş demektir. Kimse, nefsine güvenmemeli, âkıbet ve âhireti hususunda emniyette olduğunu sanmamalıdır. Bu manâda mutlak emniyet küfürse, onun en küçüğü de küfre yakınlıktır. Yani, nasıl yeis (akıbet ve Âhiret konusunda ümitsizlik) küfürse, bir insanın âkıbeti ve âhireti hususunda ameline güvenmesi, Cennet’e gireceğinden emin olması da küfürdür. Böyle bir emniyetin en küçüğünün bulunması da, küfür istikametinde bir adım demektir. (Ünal, 2001:183–87 )
Fethullah Gülen, bu çerçevede “mahviyet, tevazu ve hacalet” üzerinde de hassasiyetle durur. Ona göre, bir mü’min, kendisini Allah karşısında hiç hissetmeli, Allah ve insanlar karşısında daima mütevazi bulunmalı ve günahları ve yapması gerektiği halde yapmadıklarından dolayı yüzü daima yerde olmalıdır:
Yüzü yerde olanlar, Hak katında da halk katında da sonsuz payelere ulaşırlar. Burunlarını dikip böbürlenenler, herkesi hakir görüp çalım satanlar ise, hemen her zaman halk tarafından istiskale uğramış; Hak tarafından da azaba çarptırılmışlardır.
Alçak gönüllülük, ferdin olgun ve faziletli olmasının, kibirlenip büyüklük taslamak ise, onun seviyesiz ve eksik olmasının tezahürüdür. En kâmil kimseler, en çok insanlarla beraber bulunup, onlarla hem-dem olanlardır. En eksik kimseler ise, insanlarla beraber bulunmayı, onlarla düşüp kalkmayı gururlarına yediremeyen talihsizlerdir.
Bir insanın insanlığa yükselmesi, onun tevazuu ile, tevazuu da, makam, mansıp, servet ve ilim gibi halkın itibar ettiği şeylerin onu değiş*tirmemesiyle belli olur. Anılan hususlardan biriyle düşünce ve davranış*larında değişikliğe uğrayan bir şahsın ne tevazuundan, ne de insanlığa yükselmesinden bahsedilebilir.
İnsan, başkalarına karşı iyi-kötü bütün davranışlarında nefsini ölçü kabûl ederek, her şeyi onunla tartmalı; nefsine hoş gelen şeyleri başkaları için de istemeli, nefsinin hoşlanmadığı bir muameleden başkalarının da hoşlanmayacağını katiyen hatırdan çıkarmamalıdır. Böylece o, hem yanlış davranışlardan, hem de başkalarını rencide etmekten kurtulmuş olur. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 103-104)
Cevap: Fethullah gülen’in islâm anlayışı
Rıza, ihlâs, takva ve yakin; sıdk (sadakat) ve emniyet
Fethullah Gülen’in İslâmî yaklaşımındaki temel noktanın ana çizgilerini, bir başka açıdan rıza, ihlâs ve takva oluşturur. Rızanın iki boyutu vardır: birinci boyutu, hiçbir düşünce, davranış ve yapılan hiçbir işte Allah’ın rızası dışında başka bir gaye taşımama, daima O’nun rızasını, hoşnutluğunu hedeflemedir. Kulluğun önemli bir temeli de budur:
Dünyevî bir ikbal arzumuz ve dünya ile bir alâkamız yoktur. Biz, karşısında cennetlerin bile ucuz kaldığı Allah’ın (cc) rızasına talibiz. Vali olmak, milletvekili olmak, bakan olmak, zengin olmak vs. bunun karşısında ne anlam ifade eder ki? Rıza-i İlâhî’ye talip olan, böylesine küçük ve hasis şeylere itibar eder mi?
Evet, gönlümüzde dünyaya karşı hiçbir arzu, hiçbir meyil, hiçbir iştiyak olmamalıdır. Kaldı ki, bizim için manevî terakkiye bile talip olmamak çok önemli bir esastır. Hasılı, namaz kılarken Cennet’i görseniz, ondan bile kaçmalısınız. (Fasıldan Fasıla 1, s:90)
Gülen, bir başka yerde ise şöyle der:
Âhireti kazanmak için gönderildiğimiz şu dünya kışlasında ‘askerlik’ çok iyi yapılmalı. Her hareketimizde rıza-yı İlâhî amaçlanmalı ve Cennet’e gitme bile olsa – ki hemen hemen herkes bunun iştiyakiyle kavruluyordur – bu hedeflere ulaşmayı geciktirecekse, bundan şimdilik vazgeçmelidir. (Fasıldan Fasıla 2, s:345)
Yine bir başka yerde, onun şu sözlerine rastlarız:
Hedefte Allah’ın rızasının olması her mü’min için bir kemal meselesidir. Ve bu konuda ölçü şudur: İnsan yaptığı her şeyi emredildiği için yapmalı, her işinde Allah’ın hoşnutluğunu hedeflemeli ve yapılan işlerin neticesini de burada değil ötede beklemelidir. İşte halis kulluk!. Bütün mesele de bu kulluğu yakalamaktır. Böyle bir kulluk için halis niyet şarttır. Niyet, yani belli bir düşünceye programlanmak, bazen amelden de öte tesirli bir iksirdir. Mükemmel niyet, mükemmel insanların şiarı; avam için ise zorlardan da zor bir gaye. Elbet insan kendini zorlamalı.. olabildiğince zorlamalı ki, niyetle aynı çizgide, hattâ ondan da öte imana ermek ve bu imanla rıza makamını elde etmek mümkün olabilsin. Şahsî çıkarlardan arınmak, menfaat düşüncelerini kafadan çıkarıp atmak, tenperverlikten sıyrılmak ve daima ruhu kanatlandırıcı ideallerle meşgul olmak.. ve bunlardan da önce Allah’ı bilip tanımada her an ayrı bir marifet peteği örmekle meşgul oluyor gibi fikrî, ruhî ameliyede bulunmak, işte rızaya ulaştıracak vesilelerden sadece birkaçı.!
Rıza, makamların en büyüğüdür ve Peygamberane bir azim ister. Yani bütün mülahazaları kafadan çıkarıp atma ve hayatı Cenab-ı Hakk’ın hoşnutluğuna göre planlama, dizayn etme. İşte rıza ve işte rızadan gaye..! (Fasıldan Fasıla 2, s:30)
Rızanın bir diğer boyutu ise, İlâh ve Rabb olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, rasûl olarak Hz. Muhammed’den (s.a.s.) razı olmak; Cenab-ı Hakk’ın ulûhiyetine rıza göstermek, O’nu sevmek, O’na karşı saygıyla dopdolu bulunmak; beklediklerimizi yalnız O’ndan beklemek; O’nun hakkımızdaki bütün hüküm ve takdirlerini gönül rahatlığıyla karşılamak, başlangıcı acı görülen hadiselerde, şokun atlatılacağı âna kadar sükûneti bozmadan, acele karar vermeye kalkışmamak ve kulları hakkındaki bütün tasarruflarında Allah’a inanıp güvenmek; Hz. Muhammed’in (s.a.s.) elçiliği konusunda, ona şartsız teslim olmak; akıl, mantık ve muhakememizi onun emrine vermek; İslâm’la ilgili olarak ise, onu hayatımıza hayat yapmaktır. (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 149–50)
Kısaca, Fethullah Gülen, bir Müslüman’ın bütün düşünce, davranış ve hareketlerinde Allah’ın rızasını kazanmayı hedeflemesini ve bu hedef istikametinde karşılaştığı her şeyi gönül hoşnutluğuyla kabullenmesini, imanın ve Müslüman olmanın olmazsa olmaz şartı görür. Bunun önemli bir boyutu ihlâstır. İhlâs, doğru, samimi, katışıksız, dupduru, riyadan uzak olma ve kalbi bulandıracak şeylere karşı kapalı yaşama veya gönül saffeti, düşünce istikameti, Allah’la münasebetlerinde dünyevî garazlardan uzak kalma ve tam bir sadakatla kullukta bulunma demektir. Bir başka tanımla ihlâs, ferdin, ibadet ü taatinde Cenab-ı Hakk’ın emir, istek ve ihsanlarının dışında her şeye karşı kapanması, kul ve Allah münasebetlerinde sır tutucu olması, yaptıklarını Hakk’ın teftişine arz mülahazasıyla yapması, bir diğer ifade ile, vazife ve sorumluluklarını O emrettiği için yerine getirmesi, yerine getirirken de O’nun hoşnutluğunu hedeflemesi ve O’nun Âhiret’te vereceği mükâfatlara yönelmesinden ibarettir. (Kalbin Zümrüt Tepeleri 1, 93)
Fethullah Gülen, ihlâs üzerinde durduğu kadar, insanları, ihlâsın zıddı olan riyadan sakındırma üzerinde de ısrarla durur. Bu konu, onun irşad edicilik yanı ele alınırken tekrar gündeme gelecektir.
Takva, İslâm anlayışında manevî-ruhî boyutu her zaman öne çıkaran Fethullah Gülen’in üzerinde en hassas olduğu bir diğer husustur. O, takvaya alışılagelmiş tariflerden artık bir tarif getirir. Ona göre takva, İslâm gibi iki boyutludur. İslâm, insanların kendi iradeleriyle tâbi olmak üzere Allah’ın en son olarak Hz. Muhammed (s.a.s.) vasıtasıyla en kâmil şekilde gönderdiği dinin adı olduğu gibi, ayrıca, irade sahibi insan ve cinler gibi varlıklar dışında kalan bütün varlıklar Allah’a teslim olup itaat ettiği, O’nun kanunları doğrultusunda hiç sapma göstermeden hayatlarını sürdürüp, vazife veya fonksiyonlarını yerine getirdiği için de Müslümandırlar; yani İslâm, insan ve cinler dışındaki varlıkların da tâbi oldukları din veya İlâhî kaideler, kanunlar bütünüdür. İşte, Allah’ın, insanın inanç, ibadet, ahlâk, yaşayış tarzı için koyduğu kanunlar, kaideler olduğu gibi, kâinatın işleyişi ve insan hayatı için koyduğu kanunlar da vardır ve bunlar, ‘tabiî’ ilimlerin, yani fiziğin, kimyanın, astronominin, biyolojinin, sosyolojinin konusu olan kanunlardır, ki bunlara, İslâmî terminolojide Şeriat-ı Tekviniye veya Fıtriye denilir. İşte takva, “Allah’ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma, O’nun koruması altına girme” demek olduğundan, takvalı olabilmek, yani dünyada ve Âhiret’te Allah’ın koruması altına girebilmek, bu iki kanunlar bütününden ikisini de yerine getirmeğe bağlıdır. Dolayısıyla takva, bu her iki kanunlar bütününe uymanın adı olmaktadır. (Kalbin Zümrüt Tepeleri 1, 74-79)
Takva tarifinde, Fethullah Gülen’in temel İslâm anlayışını bulmak mümkündür. Bu anlayış, fenler veya ‘tabiî’ ilimler yoluyla aklın aydınlan*masına ve dinî ilimler, bir de nefsi arıtma yoluyla – ki bu yol, İslâm tarihinde öncelikle Tasavvufun konusu olmuştur – kalbi cilalama ve ruhta diriliğe ermeye dayanmakla, takva, bunun her ikisini de içine alan bir kavram olmaktadır. Bu bakımdan takva, “paha biçilmez bir hazine, en zengin hazinelerin en mutena (en gizli, en çok korunan) yerinde eşsiz bir cevher, bütün hayır kapılarını açan sırlı bir anahtar ve Cennet yolunda bir burak” (Kalbin Zümrüt Tepeleri 1, 76) olarak, Fethullah Gülen’in İslâm anlayışında çok önemli bir yer tutar.
Doğru, sağlam ve kesinlerden kesin bir bilgiye, hem de herhangi bir tereddüt ve kuşkuya düşmeyecek şekilde ulaşmak demek olan yakîn, iman esaslarını ve bilhassa imanın en büyük rüknü olan Allah’ın varlığını ve birliğini aksine ihtimal vermeyecek şekilde bilmek, kabullenmek, duyup hissetmek ve onun insan benliğiyle bütünleştiği irfan ufkuna ulaşmak demektir. Onu, imanda delil ve bürhanları aşarak, iç-kalbî lâtifeler (fakülte) ve vicdan yoluyla gaybları müşahede, eşyanın perde arkasını kavrama ve sırları muhafaza şeklinde de tarif etmişlerdir. Yakîn, bütün bilgi kaynaklarını, eşyanın varlığını, varlığın sırlarını ve iman hakikatlarını keşfetme yollarını kullanarak varılan noktalar ötesi bir noktadır. (Kalbin Zümrüt Tepeleri 1, 171–72)
Yakîn, İslâm’da inanmanın, Hıristiyanlık’ta veya bir başka dindeki gibi olmayıp, ayrıca, imanla bilgiyi kesin hatlarla ayıran ve imanı sadece taklidî bir kabûl, işin özünü, esasını kavrama gereği duymadan bağlanma olarak algılayan modern düşüncenin de tersine olarak, kesin bilgiye dayandığını, en azından onunla birlikte olduğunu gösteren çok önemli bir sıfattır. Onun ilme’l-yakin mertebesi, inanılması gereken esaslara akıl, delil, bürhan, gözlem ve vahyin ışığında bütün şüphelerden kurtularak inanmayı ifade ederken; ayne’l-yakin mertebesi, modern düşüncenin habersiz bulunduğu keşif, müşahede (kalble ve daha iç duygularla görüp kavrama) ve duyup hissetmenin ruha kazandırdığı engin ve tarifler üstü marifete ulaşma halidir. Hakka’l-yakin mertebesi ise, gerçekleri, iman esaslarını ve hakikatlarını perdesiz, hattâ niteliksiz ve tasavvurlar üstü bir şekilde kavrama ve kulun benlik, enaniyet ve nefis cihetiyle fena bulup, Zât-ı Hakk’la kaim olması şeklinde yorumlanmıştır (Kalbin Zümrüt Tepeleri 1, 174–75) Kısaca, taklide, taassuba, cehalete, hikmetsizliğe, abesiyete vurulmuş en büyük bir darbe olan yakîn, İslâm’ın temellerinden biri olmakla, Fethullah Gülen’in İslâm anlayışının da nirengi noktalarından birini oluşturmaktadır.
İslâm’ın bütün rükünlerine, her birinin İslâm’daki yeri oranında önem veren Fethullah Gülen, İslâm’ın en önemli esaslarından biri ve bilhassa günümüzde her zamankinden daha çok ehemmiyet kazanmış bulunan sıdk (doğruluk) ve emniyet (güvenilirlik) üzerinde de hassasiyetle durur. Bunların her ikisi de, Peygamberliğin ve peygamberlerin vasıfları arasındadır. O, doğruluğa peygamberliğin mihveri olarak bakar. Çünkü Peygamberlik, doğruluk yörüngesi üzerinde hareket eder. Peygamberin ağzından çıkan her şey tasdik edalıdır. Çünkü peygamberler, gerçek dışı hiçbir şey söylemezler. Kur’ân-ı Kerim bazı peygamberlerin büyüklüğünü anlatırken, bize onların bu vasıflarından söz eder: “Kitap’ta İbrahim’i de an. O dosdoğru (sıddîk) bir nebîydi” (Meryem/19: 41). “Kitapta İsmail’i de an; O sözünde dosdoğruydu.. resûl ve nebîydi” (Meryem/19: 54). “Kitapta İdris’i de an. O, dosdoğru bir nebîydi. O’nu yüksek makamlara yücelttik” (Meryem/19: 56-57). Hz. Yusuf (a.s.)’a hapishane arkadaşının hitabını Kur’ân naklederken, yine aynı vasıftan bahsetmektedir: “Ey özü sözü doğru Yusuf!” (Yusuf/12: 46). Onlar nasıl doğrulukla mücehhez olmaz ki, Allah (c.c.) sıradan insanların dahi doğru olmalarını istiyor ve Kur’ân’da doğru olanları yüceltiyor: “Ey îman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun” (Tevbe/9: 119). “Gerçek mü’minler, ancak Allah ve Rasûlü’ne iman eden, O’ndan asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerdir. İşte doğrular ancak onlardır” (Hucurât/49: 15). Sadıklar övgüye lâyıktır ve sözünün eri sadıklar Kur’ân’da yüceltilir: “Mü’minler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var ki, işte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar, hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir” (Ahzab/33: /23). (Sonsuz Nur 1, 99-100)
Sıdk (doğruluk), insanın, duygu, düşünce, söz ve davranışlarda doğruluğu tabiatının bir parçası haline getirmesi; şahsi hayatından insanlarla olan münasebetlerine, hakkı ilân adına şahitliğinden, şakalarına kadar, hattâ dost ve arkadaş çevresi itibariyle hep doğruluk aramasıdır ki, Hakk’a ulaştıran yolların en sağlamı, amelin ruhu ve özü, düşünce istikametinin en yanıltmaz mihengidir. Doğrulukla mü’min münafıktan, Cennet ehli de Cehennem ehlinden ayrılır. Sıdk, ferdin, düşünce ve davranış uygunluğunu, iç-dış bütünlüğünü yaka*layabilmek için halden hale girmesi ve kıvrım kıvrım kıvranmasıdır. (Kalbin Zümrüt Tepeleri 1, 123–24)
Peygamberlere ait ikinci sıfat olan emanet, yani güvenilir olma, emanete asla ihanet etmeme, iman ile aynı kökten gelir. Mü’min, inanan ve emniyet telkin eden insan demektir. Peygamberler, mü’min olarak zirve insan oldukları gibi, emin olma, emniyet telkin etmede de en baştadırlar. Kur’ân-ı Kerim, onların bu sıfatlarına bir çok âyette işaret eder. Meselâ: “Nuh kavmi de peygamberlerini yalancılıkla itham etti. Hani kardeşleri Nuh, onlara şöyle demişti: (Allah’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin” (Şuarâ/26: 105-108). “Âd kavmi de peygamberlerini yalancılıkla itham etti. Hani kardeşleri Hûd onlara şöyle demişti: (Allah’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim” (Şuarâ/26: 123–25). Ve: “Semûd (kavmi) de peygamberlerini yalancılıkla itham etti. Hani kardeşleri Salih, onlara şöyle demişti: (Allah’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim” (Şuarâ, 26/141-143). Keza: “Lût kavmi de, peygamberlerini yalancılıkla itham etti. Hani kardeşleri Lût, onlara şöyle demişti: (Allah’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim” (Şuarâ, 26/160-162). Konuyla alâkalı âyetleri çoğaltmak mümkündür. Fakat, konu hakkında bir fikir vermek için verdiğimiz âyetler yeterli olsa gerektir.
Mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden biri olduğu gibi, aynı zamanda O’na inananların da en önemli isimlerindendir. Allah (cc)’a niçin mü’min denir? Çünkü O, güven kaynağıdır. Bize güveni veren de O’dur. Bize, damla damla veya şelâleler halinde güven, hep O’ndan gelir. Peygamberleri güvenli kılan ve onları emniyet sıfatıyla serfiraz eden de yine O’dur. Öyle ise, emniyet, güven, emanet ve iman dediğimiz mesele, bizi peygamberlere ve önemli bir ölçüde peygamberleri de Allah’a bağlar. Nihayet topyekün bu bağlılık bizi, Yaradan-yaratılmış münasebetine götürür. Bütün bu manâlar, emanet kelime*sinde mevcut olan manâlardır ve zaten mevzunun bir önemli yönü de, bu münasebeti kavramaktır. Peygamberlerin ve Peygamberimiz’in en önemli sıfatı emanet olduğu gibi, Kur’ân’ı Peygamberimize getiren Hz. Cebrail’in (a.s.) en önemli vasfı yine emanettir. Kur’ân, O’nu bize şöyle anlatır: “O, kendisine uyulan, emin bir elçidir” (Tekvir/81: 21). Evet, Cibril (Cebrail), Allah (c.c.)’a itaatkâr ve O’nun nezdinde ihraz ettiği vazife itibariyle de güvenilir bir elçidir. İşte, Kur’ân da bize bu güvenilirler kaynağından gelmiştir.
Allah, Mü’min’dir. O’nun beyanı emniyet telkin eden bir beyandır. Kur’ân, Allah’ın emin dediği Cibrîl vasıtasıyla gelmiştir. Ve emin olmak peygam*berimiz Hz. Muhammed’in (s.a.s.) de en önemli vasıflarından biridir. O kadar ki O, daha peygamber olmadan önce Muhammedü’l-Emîn diye çağrılıyordu. (Sonsuz Nur 1, 174–76 )
Cevap: Fethullah gülen’in islâm anlayışı
İbadet, dua ve ahlâk
İslâm, temelde imana dayanır; Fethullah Gülen’in İslâmî anlayışında çok önemli yerleri olan ve yukarıda üzerinde durduğumuz bütün unsurlar imandan kaynaklanır, imana dayanır ve imanın neticesi veya meyveleridir. İslâm’da imandan sonra ibadet gelir; iman, tefekkürle birlikte ibadet toprağında gelişir, olgunlaşır, meyvesini verir. Dolayısıyla ibadetsiz iman düşünülemeyeceği gibi, imansız ibadet de zaten kabul değildir. İman ve ibadet, insanı potansiyel insan olmaktan kâmil insan olmaya yükseltir ve bunun da göstergesi ahlâktır. Bir hadis-i şerifte, “Ben, güzel ahlâkı, bütün ahlâkî faziletleri tamamlamak için gönderildim” buyurulur. Yani, peygamberlerin gönderiliş gayesi, insanların Allah’ı tanıması, O’na hakkıyla inanıp ibadet etmesi ve neticede ahlâkî faziletlerle donanıp, gerçek birer insan olmalarını sağlamaktır. Dolayısıyla, İslâm’ın günümüzde öncelikle bu temel unsurlarına eğilen Fethullah Gülen’in ibadet ve ahlâk üzerinde durmaması mümkün değildir. Onun gerek doğrudan kaleme aldığı yazılarına, gerekse sonradan kitaplaştırılan sohbetlerine bakanlar, ibadet, özellikle İslâm’ın şartları içinde yer alan namaz, oruç, zekât ve hac üzerinde ne kadar durduğunu, daha sonra da ahlâk ve karakter konusunda ne ölçüde hassas olduğunu göreceklerdir.
İbadet ve ahlâktan ayrı olarak, bir bakıma Allah’a kulluğun adı olan dua da, Fethullah Gülen’in yazı ve sohbetlerinde üzerinde ısrar edilen husus*lardandır. “Ey Rasûlüm, de ki, duanız olmasa, Allah size niye önem versin?” (Furkan/25: 77) âyetinin manâ ve önemine paralel olarak, Fethullah Gülen de duaya o nispette önem verir.
“İbadet, insanın, varlık, hayat, şuur, idrak ve iman gibi nimetlere karşı, mazhar olduğu bütün bu şeylerin diliyle bir teşekkür; ibadetsizlik ise, mutlak bir körlük olmasa bile, kaba bir nankörlük olduğunda şüphe yoktur” diyen Fethullah Gülen, ibadetin, imanla hedeflenen dünya ve ukba saadeti gibi hususları elde etmek için, bizlere imanı emreden Zât’ın, açıp önümüze sürdüğü bir vuslat yolu ve bir vuslat âdâbı olduğunu ve bu yolu bulamayanların, bu âdâbı elde edemeyenlerin Hakk’a ulaşmalarının mümkün bulunmadığını kaydeder. Ona göre, ömürlerini, hakikat adına nazarî meselelerin hikâyeleriyle tüketen gerçeğe kapalı ruhlar, bütün bir hayat boyu en fasih dillerin, en sihirli beyanların büyüleyici ikliminde yaşasalar dahi, bir çuvaldız boyu yol alamazlar. Çünkü ibadet, insandaki iyilik, güzellik ve doğruluk düşüncesine kuvvet veren bereketli bir kaynak ve nefsin kötülük temayüllerini iyileştirip melekler âlemine çeviren sırlı bir iksirdir. Her gün birkaç defa zikr u fikriyle bu kaynağa müracaat eden ruh “insan-ı kâmil” olma yoluna girmiş ve bir ölçüde nefsin desiselerine karşı da siperini bulup mevzilenmiş sayılır.
İman ve ameli, yani imanın günlük hayattaki yansıması veya tatbikini, biri olmazsa diğeri de olmaz iki esas olarak zikreden Fethullah Gülen, imanı, “inanılması gereken esaslara, aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanma” tarifi içinde, ameli ise ibadet çerçevesinde ele alır ve şu değerlendirmede bulunur: “Bir mü’minin kendi olması ve özüyle bütünleşmesi ancak ibadetle müm*kündür. Kant’ın, “Allah, nazarî akılla değil, amelî (pratik) akılla bilinir” tesbiti de, bu hükmün bir başka ifadesidir. İbadet, tabiatının bir parçası haline gelmeyen ve onda derinleşmeyen bir insanın kayması ve yoldan çıkması, her zaman söz konusu olabilir… Bu sebeple, 20’nci ve 21’inci asrın münevver gençleri, tamamıyla fiziğe ait dünyalarda bile metafiziğe açılan kapılar aralamalı, nazariden pratiğe yönelmelidirler.” (Fasıldan Fasıla 3, 132–33)
Gülen, ibadet anlayışına, İslâm’a yaklaşımındaki temel kalkış noktaların*dan biri olarak, insanlara faydalı olmayı da katar. Ona göre, ibadetin en faziletlisi Allah’ı (c.c.) bilip, Allah’ı (c.c.) sevmek ve insanlara faydalı olmaktır. Bu zirvenin zirvesi de, doğruyu gösteren vicdan ibresiyle her işte Hakk’ın hoşnutluğunun gözetilmesi, “Emrolunduğun şekilde dosdoğru ol!” sesiyle harekete geçerek, bir mü’min için ideal olan gerçek doğruluğun araştırılmasıdır. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar 3, 123)
Allah’a imanının gereği olarak ibadete bu derece önem veren Fethullah Gülen’de mabet düşüncesi, hem dinî açıdan, hem de tarihî, mimarî ve İslâm medeniyeti açısından, ‘bamteli’ mesabesinde bir yere sahiptir. O, mabedin manâsını şöyle dile getirir:
Ma’bed, insan ruhuna seslenen müphem bir lisan, gönülleri kendine çeken büyüleyici bir beyan ve sessiz duruşu içinde, Yüce Hakikat adına her dille bir şeyler anlatan bir sırlı tercümandır. İnsan, ma’bedde, bugünü dünle, dünü sonsuzla iç-içe duyar.. ma’bed, ibadet düşüncesi, ibadetin kaynağı ve ibadetin manâsıyla dopdolu bir deryada yüzüyor gibi olur. Bir de ma’bedin bu talâkatlı beyanına üstad, kudretli ve mâhir bir ses refakat ederse, zevk tarif edilmez doruğa ulaşır ve gönüllerde inanılmaz bir tesir bırakır. Evet, ma’bedin sessiz, temkinli, vakur, binbir îmâ ve işaretlerle mırıldandığı manâ; lisanını gönlünün emrine vermiş, gırtlağını akord edebilmiş mahir bir okuyucunun ruhundan yükselen İlâhî nağmelerle birleşip yağmur gibi duyguları*mızın üzerine dökülmeye başladığı, akıp ruhumuzu doldurduğu zaman kendimizi bahara uyanmış güller, çiçekler gibi taptaze hisseder ve iliklerimize kadar varolmanın zevkini duyarız. Sanki ma’bedin dışında varlığa karşı susan ve gönül dünyası itibariyle varlık ötesine kapanan bizler, ma’bedi, ruhlarımızın derinliklerinde saklı bulunan duygu ve düşüncelerimizi bedenin karanlık mahbesinden kurtararak, göklere duyuracak bir müezzin, bir hatib gibi bulur ve onun sesin sessizliğe, sessizliğin sese karıştığı mübarek hariminde başımızın sonsuzluğa ulaştığını hissederiz.
Bizler, ma’bedden yükselen bu sesleri, varolmanın manâ, gaye ve esası olarak, gönüllerimizden taşan birer feryat halinde duyar, ruhumuzun kubbesinin delindiğini hisseder ve âdeta birer ışık, birer hava gibi, uçup göklerin ezelî şevkine ulaştığımızı, iç dünyamızın İlâhî esintilerle sarıldığını sezer ve kendimizden geçeriz. Kulaklarımızda çınlayan her ses, gözlerimizin önünde tüllenen her manâ, başımızın üstünde muhteşem, azametli kubbeler kuruyor gibi olur ve farkına varmadan kendimizi sonsuzluğa açılan heybetli kapıların önünde buluruz. Bu esnada herbirerlerimiz, bulunduğumuz yerlerden sıyrılır, yükselir, herkesin ve her şeyin üstünde kanat germiş ve gölgelerimizi cemaatin başına salmış gibi oluruz. Bazen içinde bulunduğumuz halkada, öne-arkaya, sağa-sola o kadar genişler, o kadar yayılır ve o kadar uzarız ki, mesafeler sıkışır ve buudlar çatlayacak hale gelir. Bu noktada, kendimizi, meleklerle, ruhanîlerle, cinlerle sayılmazlığa ulaşmış bir cemaat içinde ve bir bilinmez metafta tavaf ediyor gibi görür; varolmanın gerçek gayesini, hayatın hakiki lezzetini ve lezzetlerin sonsuzlaştığını anlar, duyar ve yaşarız.
İbadetin şekli kadar, hattâ bu şekli vermesi açısından ondan daha öte manâ ve ruhuna eğilen Fethullah Gülen, görünüşte cemaatleriyle belki dolu bile olsa, günümüzde mabedin eski ve görmesi gereken fonksiyonunu görmediği düşüncesindedir. Taşıyla tuğlasıyla, direkleri ve kubbesiyle var, fakat manâsını büyük ölçüde kaybetmiş mabetleri gerçek hedefine kavuşturacak bir gönül veya manâ erleri bekleyişi, dolayısıyla, bir mabet hicranı içindedir o:
Asırlarca, bu mübarek dünyaya hayat üfleyen ma’bed, bugün boynu buruk, ruhunun çizgilerini şerhedecek manâ mimarlarını beklemenin yanında, ses-söz üstadı gönül erleriyle kuruluş niyetine esas teşkil eden buudlara ulaştırılmayı beklemektedir. Bilmem ki, bamteli kopmuş ma’bedi, kim imar ederek eski hüviyetine ulaştırıp, yeniden gürül gürül seslendirecek? Kim bu hırıl hırıl sesleri akord edip, ruhları coşturan nağmeler haline getirecek? Kim kaybettiğimiz ma’bedi yeniden bize iade edecek..? (Sızıntı, Eylül 1988)
İbadet ve mabet denince ilk akla gelen namazdır. Namaz, İslâm’da imanla imansızlığın ayrışma noktası gibi telâkki edilmiş ve kendisine o derece önem verilmiştir. Bütün ibadetlerin başı, ibadet manâ ve muhtevasının kendisinde bütünüyle yoğunlaştığı namaz, Gülen’in İslâm anlayışında en önemli esaslardan birini oluşturur. Denebilir ki, pek çok yazısında olduğu gibi, pek çok sohbetinde de sözü döndürüp dolaştırıp namaza getiren Fethullah Gülen, nasıl mabet konusunda, onun sahip bulunduğu ruh ve manâya dikkat çekiyorsa, aynı şekilde namaz konusunda da, namazı namaz ve ibadetlerin başı yapan öze dikkat çeker. O, namazla namazda duyduğunu, herkesin duyması gerekeni dile getirir:
Namaz, mü’minin miracı, mirac yolunda ışığı-burağı.. yollardaki inanmış gönüllerin sefinesi-peyki-uçağı.. kurbet ve vuslat (Allah’a yaklaşma ve ulaşma) yolcu*sunun ötelere en yakın karargâhı, en son otağı, gaye ile hemhudut (sınırdaş) en büyük vesilelerden biridir.
İnsanı, arşiyeler gibi döndüre döndüre sonsuzluğun semalarında dolaştıran ve götürüp tâ melekler âlemine ulaştıran mirac enginlikli bu mübarek ibadet, günde beş defa kendimizi içine salıp yıkanacağımız bir çay gibidir ki, içine her dalışımızda bizi hatalarımızdan bir kere daha arındırır; alır ummana taşır ve sürekli başlangıçla son arasında dolaştırır ki, bu da, buudlarımız dışında bir uhrevîleşme ve ebedîleşme temrinatı (egsersiz) demektir.
Evet, namazın göklerdeki âhengiyle bütünleşmiş olanlar için imamın arkasındaki her hareket, her söz, insanoğlu için yitik cennet adına bir hasret ve bir daussıla sesi verir; bir ümit ve bir vuslat duygusuyla tüllenir. Kendini, namazın mirac buudlu havasına salan hemen herkes için o, cennet dönemlerimizin ve ötedeki cennetlerin nazlı, hülyalı günlerinin fecir tepelerine benzer.
İnsan ruhunun, duyuş ve sezişleriyle şuhud ve vücudu aşıp gayb noktasına ulaştığı namaz ufku, onu duyan ruhların bütün hasretlerini, hicranlarını ve daussılalarını söyler. Aynı zamanda kalbin itminanını, insanî duyguların revh u reyhanını, varlığın ezelî serencâmesini, yıldızların yeryüzü temaşasını, göklerin sırlarını, ukbanın ışıklarını, Cennet’in yamaçlarını, yamaçlarda salınan ağaçlarını, ağaçların altında her zaman çağlayan ırmaklarını söyler.. rükünleriyle söyler, içindeki Kur’ân’la söyler, dualarla söyler; söyler ve söylediklerini yepyeni bir eda ve üslupla ruhlarımıza kevserler içiriyor gibi tekrarlar… (Sızıntı, Temmuz 1994)
Kuşkusuz ruhunun müşahhaslaşmış şekli olan kılınış tarzını asla ihmal etmemekle birlikte, sürekli namazın ruhunu gündeme getiren Fethullah Gülen, bu ruhla onun kılınma şeklinin kaynaşmış, özdeşleşmiş halini de şöyle ifade eder:
Namazı dert edinmek lâzımdır. Kıyam, kıraat, rükû, sücûd vs. namazın şekillerinden ibarettir. Oysa asıl olan, muhteva ve ruhtur. Nasıl ki yeme-içme cismaniyetimiz için bir ihtiyaçtır, namaz da manevî hayatımız ve ruhumuz için bir gıdadır. Namaz, fıtratımızın bir gereği haline getirilmelidir. Ruh, gıdasını ancak, bu şekilde kılınan bir namazdan alabilir. Meselâ, Kevser sûresi’ni 1000 defa okur, her seferinde ayrı şeyler hissedersiniz. Sonra da bu hale şaşar kalır ve “Kevser sûresi bir satırlık bir şey ama, meğer içinde kitapları dolduracak muhteva varmış” der, kendinizden geçersiniz. Onun için, namazları angarya kabilinden kılmamak gerekir. (Fasıldan Fasıla 1, 99)
Namazda olsun, namaz haricinde olsun, gönlün her teli tıpkı bam teli gibi ses vermeli. Bilhassa da namazda böyle olmalı. Sazların bir tane bam teli var, fakat gönlün her teli bam teli gibi olmalı. Öyle namaz kılmalı ki, herkesin namazı bir diğerine misal olsun ve secde, doyulmaz bir neşveye, dualar, insana bıkkınlık vermeyen gıdaya; rükû ayrı bir edaya ulaşsın; kıraat de, dane dane canlı kelimeler armonisi halini alsın.
Muhbir-i Sadık, “Namazınızı veda namazı olarak kılın” buyuruyor. Size, “bir vakit namaz kılacak kadar ömrünüz kaldı” deseler, o namazı nasıl özene-bezene kılarsınız. İşte her namazı böyle özene-bezene kılmalısınız. Evet “bu benim son namazım olabilir” mülâhazasıyla kılınan namaz veda namazıdır.
Namaz kamil manâda kılınırsa, – birçok hadis-i şerifte de işaret bu*yurulduğu gibi – günahları siler, temizler. Zira, namazda tevbenin şuur haline gelmesi söz konusudur. Yani, namaz ile yapılan tevbe kasdî ve iradî olmamakla beraber, insanın namazla bütünleşmesi ve bu bütünlük içinde Rabbin huzuruna gelmesi onda tevbe adına bir şuur mayalar. Yeter ki, namaz istenen ölçüler çerçevesinde eda edilmiş olsun.
Diğer taraftan namaz, yekpare tevbe demektir. Tevbe namazın bütün rükünlerine öyle sinmiştir ki, onu tevbeden ayrı mütalâa etmek âdetâ imkânsızdır. Her tevbe elbet namaz değildir; fakat şuurla kılınmış her namaz aynı zamanda bir tevbedir.
Namaz, insanın hayatında yapacağı şeylerin en güzelidir ve en güzeli olmalıdır. Hayatın en tatlı hatıraları namazla ilgili bulunmalıdır. Zira miraca namazla çıkılır.. Allah’a namazla ulaşılır, enbiyânın huzuruna namazla varılır. O halde, illâ namaz, illâ namaz, illâ namaz... (Fasıldan Fasıla 1, 92)
Herkesin namazı, içinde bulunduğu mertebe ve dereceye göre farklılık arzeder. Siz kılmış olduğunuz namazı, İmam-ı Rabbani’ye anlatsanız, belki size güler. Veya İmam-ı Rabbani, İbn-i Arabi’ye anlatsa, o da güler. Zira buudlar farklıdır. Burada önemli olan nokta, bizim gibi avam-ı nâsa, hakikî namaz mülâhazasına, düşüncesine yol açmaktır. Bir zerre iken, kendini deryaya salıverme ve damla iken derya olma... Bunun ötesinde de, Rabbim lûtfederse, şu anda mahiyetini, keyfiyetini dahi bilmediğimiz, ama dedikodusunu, nakilciliğini yaptığımız o mertebelere ulaştırılabileceğimizi yine O’nun rahmetinden bekleye*biliriz. (Fasıldan Fasıla 1, 99)
Namaz gibi, zekât ve oruca da, İslâm binasında sahip bulundukları yer nisbetinde önem veren ve bunlara da sürekli dikkat çeken Gülen’in, bu çalışmanın boyutları içinde sadece hacc konusunda yazdıklarından bir miktar nakilde bulunabileceğiz:
Kâbe, hepimizde ürperti hâsıl eden mehip dağ ve tepeler arasında daha çok filizlenmiş bir nilüfere benzemesinin yanında, içinde varlığın esrarını taşıyan bir sır fanusu, Sidretü’l-Müntehâ’nın izdüşümü veya gökler ötesi âlemlerin üsaresinden meydana gelmiş bir kristal gibidir. İnsan o sır fanusunun çevresinde şuuruyla döndüğü sürece, akıp dışarıya sızan dünya kadar gizli şeyler hissettiği gibi, zaman zaman da, Sidretü’l-Müntehâ’ya kilitli bu prizmadan gökler ötesi âlemleri de temaşa eder. Evet, hemen herkes, onun harîmine sığınır-sığınmaz, zaten ruhlarında mevcut olan his ve düşünce enginliğinde daha bir derinleşerek Kâbe’yi, kendi varlıklarını ve Cenâb-ı Hakk’ın matmah-ı nazarı bu iki unsurun birbirleriyle münasebetlerini düşüne düşüne, içlerine açılan bir kısım sırlı kapılardan geçerek, o güne kadar tanımadıkları en mahrem dünyalara açılırlar. Elbette ki bu duyuş ve bu seziş, bu manâ ve bu ruh ancak, sağlam bir iman, mükemmel bir İslâmî hayat ve tastamam bir ihlas ve yakîn birleşiminden hasıl olacaktır. Yoksa, mücerret kalıpların hissesi kalıpların çerçevesine bağlı kalacaktır. Kâbe’deki bu derinlik ve bu zenginlik sayesinde oradaki hemen her şey, diğer zamanlarda olduğunun üstünde, hac duygusuyla renklenince, bir başka ihtişam, bir başka mehabetle tüllenir.. tüllenir de insan onun büyüsüne kapılarak, âdeta ışıktan bir helezonla, vuslata tırmanıyor gibi döne döne yükselir ve özündeki bir cazibeyle gider Ma’buduna ulaşır. Bu noktaya ulaşan ruhun eda ettiği tavaf namazı aynı şükür secdesi, içtiği zemzem de Cennet kevseri veya vuslat şarabı olur.
Günler bayrama doğru kaydıkça, metaf, zemzem ve mes’â gizli bir gurbet ve hasret duygusuyla lacivertleşir.. Kâ’be, bize araladığı pencerelerin panjurlarını yavaş yavaş indirir.. ve her hadise ile fâniliğini anlayan insan, buradan göçme zamanı geldiğinde ayrılması icap ettiği gibi, bir gün mutlaka dünyadan da ayrılacağını düşünür ve kendi içine, kendi hususî dünyasına çekilerek âdeta bir ruhî inzivaya bürünür. Ama henüz her şey bitmemiştir; Hakk’a yürüyen bu insanları bekleyen hâlâ upuzun bir yolculuk var. İnanılmaz tılsımı ve baş döndüren füsunuyla güzergâhı kesmiş duran “Mina” onları bekliyor.. gök kapılarının gıcırtılarının duyulduğu “Arafat” onları gözlüyor.. “Müzdelife”, onlara mini bir şeb-i arus yaşatmadan salıvereceğe benzemiyor.. daha ileride teslimiyetlerini soluklayıp akl-ı meaşlarını taşa tutacakları yerler gelecek ve Allah’a nefislerinin fidyelerini sunup, kendi duygu dünya*larında beraatlerinin bayramını yaşayacak; sonra da, Kâbe’de, kâbe-i kalplerine yönelerek, Hakk’tan yine Hakk’a urûc ve nüzûllerini noktalayarak, “fenâ fillâh” ve “beka billâh” tedâîlerinin ilhamlarıyla talihlerine tebessümler yağdıracaklar.
Postunu fedakârlık iklimine sermiş bulunan Mina, o büyüleyen parıltı*larıyla, şiirini tâ Müzdelife’nin tepelerine duyurur.. onun içine girmek ister.. hattâ onu da aşarak ötelerdeki Arafat’ı selâmlar.. selâmlar ve yirmidört saatlik misafirlerine referans verir.. ve bu bir günlük konuk*larını Arafat’a emanet eder. Bence Mina, fedakârlıkla şefkatin, emre itaatteki inceliği kavramakla muhabbetin tüllendiği arzda semavî bir kuşak ve sımsıcak bir kucaktır. Mina, âdeta bir teslimiyet kovanı ve bir hasbîlik yuvası gibidir. Eski hâli itibariyle tamamen, şimdiki durumu itibariyle de kısmen, hemen herkesin, evsiz-barksız, yurtsuz-yuvasız birkaç günlüğüne ikamet ettiği Mina, öyle sırlı bir yerdir ki, ukbâya bütün bütün kapalı olmayan her gönül, o dağlar ve vadiler arasındaki âramgâhta neler hisseder neler..!
Arafat’ta, sabahlar da gurublar da hep derinlik soluklar ve ihtimal ki, en yüksek şairlerin bile terennüm edemeyeceği nüktelerini kalplerimize boşaltır ve bize varlığımızın gayeleri adına neler ve neler fısıldarlar. Bence, ruhun uhrevîleşip incelmesi için insan hiç olmazsa ömründe bir kere Arafatlaşmalı, Arafat’ı yaşamalı ve Arafat’ın tulû’ ve gurubunu oksijen gibi ciğerlerine çekmelidir. Arafat’ta insan, duanın, yakarışın, iç çekiş ve iç döküşün en ürperticilerine şahit olur. Hele ikindi sonrasına doğru, biraz da buruksu veda havasıyla eda edilen dualar, daha bir derinlikle tüllenir, sesler, soluklar, gökler ötesi meleklerin çığlıklarını hatırlatan bir enginlik ve duruluğa ulaşır… Hele, güneş guruba kapanıp da, kararan ufukların her yana buğu buğu veda duyguları saldığı dakikalarda ümitlerin cisimleşip içimize aktığını, şuurlarımızın Arafat vâridatıyla aydınlandığını ve tıpkı rüya âlemlerinde olduğu gibi, kalıplarımızdan sıyrılıp, bir kısım mânevî anlaşılmazlıklara açıldı*ğımızı.. Arafat gibi çığlık çığlığa inlediğimizi.. batan güneşle beraber eriyip gittiğimizi.. kulaklarımıza çarpan âh u efgan gibi birer feryat haline geldiğimizi.. kuşlar gibi hafifleyip bir tür kanatlandığımızı.. ve mahiyet değiştirip birer mânevî varlığa inkılâp ettiğimizi sanır ve hayretler içinde, olduğumuz yerde kalakalırız.
Vicdanlarımızdan, Müzdelife’nin bizi beklediği mesajını alır almaz, içinde bulunduğumuz ışıklardan ve ümitle bize tebessüm eden Ara*fat’tan ayrılır, rükûa nisbetle secde seviyesinde Allah’a yakın olmanın ünvanı sayılan Müzdelife’ye yürürüz.. sonsuza, mekânsızlığa, ebediyete ve Allah’a yürüdüğümüz gibi Müzdelife’ye yürürüz. Kendimizi orada, Hakk’a ulaştıran ayrı bir rıhtım, ayrı bir liman ve ayrı bir rampada bulur; Kâbe’den beri değişmeyen halleriyle, göklerin pırıl pırıl çehresinin, hacıların simalarındaki akislerini, Allah’a yönelmiş yalvaran bu sadık bendelerin seslerini bedenlerimizde, ruhlarımızda, gözleri*mizde ve gönüllerimizde duyarak ötelerde dolaşıyor gibi öteleşir, meleklerle ve melekutla hemhâl olur uhrevîleşir ve kendimizi bütün bütün rahmetin enginliklerine salarız. İbn Abbas, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, Arafat’ta ümmeti adına sarih olarak elde edemediği önemli bir reçete ve beraati Müzdelife’de elde ettiğini söyler. Gönlüm bu tesbitin yüzde yüz doğru olmasını ne kadar arzu ederdi..!
Dünyada, Kâ’be ve çevresi kadar, biraz hüzünlü de olsa, ama mutlaka füsunlu daha cazip bir başka yer göstermek mümkün değildir. İnsan, onun harîminde her zaman efsanevî bir güzelliğe şahit olur ve her şeyi en olgun, en tatlı bir meyve gibi koparır ve yer. Oralara yüz sürme talihliliğini paylaşan ruhlar, ebediyen başka bir ibadet mahalli arama vehminden kurtulurlar.. ve oraların öteler buudlu cazibesini ömürlerinin gurûbuna kadar da asla unutmazlar. (Sızıntı, Haziran 1994)
İslâm’a bir din, öncelikle bir iman, ibadet, ahlâk ve davranış manzumesi olarak yaklaşan Fethullah Gülen, dua hakkında, “Dua; bir çağrı, bir yakarış ve küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya, arzdan, arzlılardan semâlar ötesine bir yöneliş, bir talep, bir niyaz ve bir iç dökmedir. Dua eden, kendi küçüklüğünün ve yöneldiği kapının büyüklüğünün şuurunda olarak, fevkalâde bir tevazu içinde ve istediklerine cevap verileceği inancıyla el açıp yakarışa geçince, bütün çevresiyle beraber semâvîleşir ve kendini ruhanîlerin “hay-hû”yu içinde bulur. Böyle bir yönelişle mü’min, ümit ve arzu ettiği şeyleri elde etme yoluna girdiği gibi, korkup endişe duyduğu şeylere karşı da en sağlam bir kapıya dayanmış ve en metin bir kaleye sığınmış bulunur” der.
Duanın temelde, Allah’a saygı, güven ve O’nun gücünün her şeyi yettiğine, olmaz görülenleri oldurduğunu itiraf manâsına geldiğini belirten Gülen’e göre duada, “Ne halimiz varsa hepsi de Sana ayân / Dua, kapı kullarından miskince bir beyan..” manâsına hâl-i pür-melâlimizi dile getiririz. istediklerimizi Hakk’ın dergâhına sunar ve ebedî mihrabımız olan O’nun kapısına yönelerek, ruh dünyamızı şerh eder, içimizi O’na döker ve “huzurun edebi” diyerek ağzımızı sımsıkı kapatarak sükut murakabesine geçeriz ki, bazılarınca böyle bir hâl –ihlâs ve samimiyetin derecesi ölçüsünde- en belağatlı sözlerden daha beliğ ve en yüksek ifadeleri aşkın bir beyan ve bir arz-ı hâl sayılır. Aslında dualarımızla biz, beşerî isteklerimizin gerçekleştirilmesinden daha çok, Rabbimiz’e saygımızı, güvenimizi ve O’nun gücünün her şeye yettiğini itiraf eder; son noktayı bazen bir sükutla, bazen de –esbâba tevessül mülâhazası mahfuz- her şeyi O’ndan bekleme durumunda bulunduğumuzu vurgulama adına: Evet, bazen Kur’ân-ı Kerim, bazen de sözleri lâl ü güher Söz Sultanı’ndan alıntılarla Allah, gizli-açık her halimizi bildiğine göre, duada sözden daha ziyade öz önemlidir. Zaten Cenab-ı Hakk da, “Kullarım beni Sen’den sorarlarsa; bilmeliler ki, Ben onlara çok yakınım; Bana dua edenin duasına icabet ederim” buyurur. O, arzu ve isteklerimizi bilmede, bize bizden daha yakındır. Bu itibarla da, istek ve dileklerimizi huzur mülâhazasına bağlayarak, sessizlikle seslendirmek, hususiyle de o seviyenin insanları için edebin ta kendisidir. Rabbimiz: “Siz bana dua edin ki, Ben de icabet edip karşılık vereyim” buyurarak, bizi duaya teşvik etmekte ve dua etmemeyi anlamsız bir istiğna ve bir kopukluk saymaktadır.
“Dua eden bir kimse, bütün gönlüyle Allah’a yönelip yalvarışa geçebildiği takdirde, kendine her şeyden daha yakın olan Rabbisine karşı, kendi beden ve cismaniyetinden kaynaklanan uzaklığını aşarak O’nun her zaman var olan yakınlığına saygısını ifade etmiş ve kendi uzaklığının vahşetinden kurtulmuş olur” diyen Fethullah Gülen, Cenab-ı Hakk’ın da, dua ile Kendisine yönelen kuluna duyması gerekenleri duyurup, görmesi gerekenleri göstereceğini söylemesi gereken şeyleri söyletip, yapması lâzım gelen şeyleri de yapmaya muvaffak kılacağını ifade eder. Allah’ın kulu ile bu seviyede bir münasebetini veya kulun O’na bu ölçüdeki yakınlığını, nafilelerle de ulaşılan hususi bir yakınlık olarak değerlendiren Gülen’e göre, böyle bir mazhariyetle şereflendirilen “kurb” (yakınlık) kahramanının görmesi gözler ötesi bir gözle, işitmesi kulaklar ötesi bir kulakla, diğer aktiviteleri de kendi benliğinin üstünde farklı bir kimlikle gerçekleşmeye başlar. Artık o kul, bir hamlede gider, ayrı bir buudun insanı olma seviyesine yükselir; derken, her fırsatta Rabbi’yle dua ve icabet alış-verişinde bulunur, yalvarış ve yakarışa, O’nun sonsuz Kudretine itimadın ifadesi olarak sımsıkı sarılır ve sırtını sarsılmayan bir güce dayamış olmanın güveniyle, dilinde dua, en olumsuz gibi görünen şeylerin üzerine yürür.
Fethullah Gülen, duanın bir kulluk edebi olduğuna dikkat çekerek, “Bizim acz, fakr, za’f ve ihtiyaçlarımıza karşılık O’nun, bizi var eden, besleyen, büyüten, arzu ve isteklerimizi görüp-gözeten ve bizi asla başkalarına bırakmayan bir engin rahmet sahibi olması, O’na karşı tavırlarımızı devamlı ince ayara tabi tutmamız bakımından fevkalâde önemlidir” der ve ilâve eder: “Bizler âciz, zayıf ve muhtaç, O ise, her şeye hükmeden mutlak bir Hakim’dir. Bu itibarladır ki, biz hemen her zaman, küçüklüğümüzün şuurunda ve O’nun büyüklüğünü takdir hisleriyle hep iki büklüm yaşar ve isteyeceğimiz her şeyi, kavlî, fiilî ve hâlî talep çerçevesinde sadece ve sadece O’ndan ister ve O’na karşı müstağni davranmayı küstahça bir çalım, O’nunla dua ve ibadet münasebetlerimizde lâubalî, gayr-ı ciddî bulunmayı da bir saygısızlık kabul ederiz; ederiz de, O’na teveccühlerimizde her zaman ümit ve endişe, mehabet ve beklenti mülâhazalarımızı beraber götürmeye çalışırız.”
Fethullah Gülen’e göre dua, kulluğun anlamını muhtevî olup, sözle ve fiille yapılan bir ibadettir. Fiilî dua, arzu edilen bir neticeye ulaşmak için gereğini yerine getirmektir. Dünya, hikmet ve sebepler yurdu olduğundan, meselâ çiftçinin vaktinde tarlayı sürüp toprağı ekmesi, hastanın ilaç kullanması fiilî bir duadır. Bu tür dualar, genellikle, eğer Cenab-ı Hakk’ın başka bir muradı yoksa, meselâ, çiftçiye ektiğinin karşılığını vermemekle, başka bir hatasının karşılığında ceza vermek veya onu bir şekilde bir hikmete binaen imtihan etmek dilemiyor, hastanın da artık o hastalıktan dolayı vefatı gelmemiş veya hastalığı çekmesi hakkında daha hayırlı değilse, bu tür dualar genellikle kabul görür. Şu kadar ki, tarlayı sürüp tohumu ekmek, uzman doktora gidip ilaç kullanmak, bunlardan ayrı olarak ayrıca Allah’a el açıp, sözlü olarak aynı istikamette yalvarmaya da mani değildir; tam tersine, fiilî dua ile kavlî (sözle) dua birleşmelidir.
Sözle duada, Cenab-ı Hakk, kulunun istediğini aynen vermeyebilir. Eğer kul içten ve şartlarına riayet ederek duada bulunur ve hakkında da öyle hayırlı ise, Cenab-ı Allah, onun istediğini aynen verir; eğer aynen vermek hakkında hayırlı değilse, hakkında hayırlı olanı verir veya hiç vermez de, duanın karşılığını görmeyi Âhiret’e bırakır ve Âhiret’te kulunu çok daha büyük bir mükâfatla karşılar. Bunu, bir hastanın haline benzetebiliriz. Meselâ, soğuğa maruz kalmış bir hasta su içmek isteyebilir; fakat bu su, onun hastalığını artıracaksa, bu isteğini yerine getirmek hasta için zararlı olandır. Veya, hasta diline tatlı gelen bir ilacı kullanmak isteyebilir; fakat doktor ona, kullanması gereken ilacı verir. Bunun gibi, Cenab-ı Hakk da, genellikle kulu için hayırlı olanı verir; isteneni her zaman vermez. Gülen, bu konuda, “dualarımıza cevap verilmesini, bizim isteklerimizin ayniyle yerine getirilmesi şeklinde anlamak da doğru değildir” der ve açıklamasını şöyle sürdürür: “Biz bazen, sadece bu günü, hâlihazırdaki heves ve arzularımızın gereğini düşünerek kendi talep çerçevemizi daraltmış, yarınları ve bizimle münasebeti olan daha başka şeyleri gözden çıkarmış olabiliriz. O ise, hem bizim için, hem her şey için, hem bugünümüzü hem de uzak-yakın yarınlarımızı iç içe görüp-gözeterek, bizim daralttığımız hususları açar, genişletir; dünya-ukba vüs’atine ulaştırarak, merhamet ve hikmetinin derinliğine göre çok buudlu cevaplarda bulunur. O, hâl-i hazırdaki durumumuzu aydınlatırken yarınlarımızı karartmaz; bugünün ışıklarını yarınların zulmeti haline getirmez ve bize iltifatlarda, teveccühlerde bulunurken, başkalarına katiyen mahrumiyet yaşatmaz; herkese ve her şeye çok derinlikli cevaplar verir, dualarımızı duyduğunu, isteklerimizi nazar-ı itibara aldığını gösterir ve huzuruyla gönüllerimize tasavvurlarımızı aşkın ne inşirahlar, ne inşirahlar verir.”
Duada, asıl kulun, “kul, ellerini açıp yakarışa geçince, kendisini gören, soluklarını duyan, içinden geçenleri bilen ve iniltilerini değerlendiren her şeye Kâdir, her şeye Hakim, istediğini istediği gibi yapan, yaptığı her şeyde farklı hikmetler gözeten birinin var olduğu” düşüncesiyle sürekli ruhî teneffüs yaşayacağını belirten Gülen, dua edenin, ayrıca, “O’nun merhameti, iradesi, meşieti sayesinde her şeyin üstesinden gelebileceği inancıyla gerilir ve en karanlık anlarında bile sürekli huzur yudumlar, itminan soluklar ve ümitle oturur-kalkar” der. Gülen’e göre, bu çerçevede günde birkaç defa O’na yönelmek, kalbin gözü kulağıyla fizik ötesi şeyleri görüp işitmeye çalışmak o kadar derin ve anlamlıdır ki, bir kere bu mazhariyeti duyup tadan birinin, bir daha da o kapıdan ayrılması düşünülemez.
Fethullah Gülen, dua ile ilgili düşünce ve mütalâalarını bir dua ile bağlar:
Ey, varlığı canlarımızın cânı, nûru gözlerimizin ziyası Yüce Varlık! Sen tenlerimize can vermeseydin, bizim çamurdan, balçıktan ne farkımız olurdu.! Sen gözlerimize ziya çalmasaydın, kâinatları, eşyayı nasıl değerlendirebilir ve Seni nasıl bilebilirdik.! Sen bizi önce taştan–topraktan, sonra da iman ve marifet bahşederek iki kez var ettin. Sana kâinatın zerreleri adedince hamd ü senâda bulunsak, yine de hakkıyla şükür vazifesini yerine getirmiş sayılamayız...
Ey, her zaman güzellikler izhar edip çirkinlikleri örten ve en çirkin görünen şeyleri dahi izâfî güzelliklerle bezeyen Güzeller Güzeli! Gönüllerimizi güzellik duygularıyla ma’mur kıl ve bize her zaman güzel kalmanın yollarını göster!
Ey, günahlarla kirlenmiş kimseleri hemen cezalandırmayan, haddini bilmezlerin ayıplarını görmezlikten gelerek onlara manevî kirlerinden arınma fırsatları veren Merhametliler Merhametlisi! Bizi günahlarla, ha*talarla kirlenmekten koru; kirlendiğimizde de mağfiret ve merhametini bizden esirgeme! Biz, Senin var etmenle var olduk ve Senin lütuflarınla ayaktayız. Her zaman Senin cömertliğini soluklamakta ve Senin ihsanlarını yudumlamaktayız. Dimağlarımıza aydınlık veren Sen; gö*nüllerimizi iman zevkiyle ma’mur kılan da Sensin. Akıl Sen’i buluncaya kadar şaşkınlıklar içinde bocalayıp duruyor, nefis de bâğîlikler peşinde koşturuyordu. Aklı rehber haline getiren Sen, nefsin arzularını frenleyip, ona itmi’nan ufkunu gösteren de Sensin.. Senin lütuflarınla kendimizi bulduk ve şurada-burada zayi olup gitmekten kurtulduk.
Gönüllerimiz, Sen’in marifetinle itmi’nana erip oturaklaştı; düşünce*lerimiz, Sana teslim olmakla öldürücü hafakanlardan sıyrılabildi. Bizler hemen hepimiz, ellerimiz Senin kapının tokmağında boynu bükük dilencileriz - Allah, bu dilenciliği sonsuza kadar devam ettirsin. Dua*larımızla Seni mırıldanıyor, içlerimizi çekiyor ve vereceğin cevabı bekliyoruz. Bugüne kadar Sen’den başka bizi duyan, yüzümüze bakan ve şefkatle başımızı okşayan olmadı. Ne bulduk, ne gördükse Sen’de bulduk, Sen’de gördük ve Sana inancımız sayesinde hayretten, deh*şetten, gurbetten ve yalnızlıktan kurtulduk. Bütün benliğimizle son bir kere daha Sana yöneliyor, af ve afiyet dileniyoruz.
Kalb katılığından, gafletten, başkalarına bâr (yük) olmaktan, aşağılıktan, aşağılanmaktan, miskinlikten, cehaletten ve faydasız bilgiden, ürper*meyen gönülden, doyma bilmeyen nefisten, kabul edilmeyen duadan, nimetlerinin zeval bulmasından, lütuflarının değişip başkalaşmasından, ansızın bastıran azabından, gelip çatan gazabından Sana sığınıyoruz. Sen’den her zaman, yalvaran diller, haşyetle ürperen gönüller istiyoruz. Tevbelerimizi kabul buyur, bizi günahlardan arındır, dua ve istek*lerimize cevaplar lûtfeyle! Delil ve bürhanlarımızı hedefine yönlendir, kalblerimizin ufkunu aç, dilimizi doğruluğa bağla ve gönül kirlerimizi temizle! Allahım, Sen’den her işimizde sebat, Kur’ân yolunda kararlılık ve nimetlerine karşı da duyarlılık hissi bekliyoruz. Kapına yönelenleri boş çevirme, itaatte bulunanlara bol bol karşılık ver, Sana baş kaldıran*lara da doğru yolu göster; muzdariplerin dualarını icabetle taçlandır, sı*kıntıda bulunanları lûtfunla şâd eyle, hasta ruhlara hususi muamelede bulun, küfür ve ilhad içinde bocalayanlara da nûrunu göster; göster de kalmasın hiç bir yanda muzlim bir nokta..! (Sızıntı, Nisan 2000)
Fethullah Gülen, Türk tarihinin parlak dönemlerini, bir bakıma ruh yüceliğine ve aşk ahlâkına bağlar ve bu iki faktörü, bütün gerçek dirilişlerin temeli sayar. Gülen, gidip maddeciliğe aborde olmayı, insanı, yaratılmışların en şereflisi olma tahtından alaşağı ettiğini ve bütün insanî değerlerin altını üstüne getirdiğini belirtir. Ona göre, insanın temel haklarına dokunulamaz; temel hürriyetlerine ilişilemez. O, hor görülüp, küçümsenemeyecek kadar yüce ve asla feda edemeyeceği bir takım özellikleri olan bir varlıktır. Ona zulmetmek, haklarını ve hürriyetlerini gasbetmek, ona tahakkümde bulunmak, insanlık manâsını tahkir ve insanî ruha haksızlıktır.
Gülen, İslâm’ın insanı; imanı, marifeti, muhabbeti, aşkı ve ruhanî zevkleriyle, bir manâda meleklerin dahi önünde gördüğüne inanır ve onu sevmeyi Yaratan’la münasebetin önemli bir ifadesi olarak kabul eder. Bu bakımdan, maddecilikle insanın elinden alınan bütün değerler insana iade edilmelidir. Bunların başında inanç, aşk, ihlas ve doğruluk, emniyet, hakperestlik, sözünde durma, medenî cesaret, başkalarına karşı saygılı olma ve maneviyata bağlılık gibi ahlâkî faziletler gelir. (Yeşeren Düşünceler, 184–89)
Gülen’e göre ahlâk, insanoğlunun davranışlarıyla alâkalı bir kısım yüksek düsturlar ihtiva eder ki, hepsi de ruhun yüksekliğinden kaynaklanır. Bu sebeple, kendi ruhuyla içli-dışlı olamamış kimselerin, ahlâk kaidelerini de uzun zaman temsil edebilmeleri oldukça zordur. Gülen, ilmi de değerli kılanın ahlak olduğuna inanır ve “Âlim olmak başka, insan olmak başkadır. Âlim, ilmiyle insanlığın emrine girip, ahlâk ve faziletiyle ilmini temsil ettiği ölçüde, hafıza hamallığından kurtulur ve yüksek bir insan olma payesine ulaşır. Aksine o, ömrünü beyhude heder etmiş bir zavallıdan farksızdır. Zaten demir mahi*yetindeki cehaleti, altın gibi faydalı ve kıymetli kılan da ancak, ahlâk ve fazilettir” der. Gülen, “aldatılsan dahi sakın kimseyi aldatma..! Ayrıca, yüksek bir fazilet olduğu halde, çok defa insanların kaybetmesine sebebiyet veren sadakat ve istikametten asla ayrılma!” nasihatında bulunur.
Fethullah Gülen, lâik ahlâk, şuyuî ahlâk (sosyal-sosyalist ahlâk) gibi modern ahlâk (etik) düşüncelerinden çok farklı olarak, insanı potansiyel insan olmaktan, gerçek insan, insan-ı kâmil olmaya yükselten kaideler üzerinde durur ve bu kaideler, temelini dinde bulur. Bu ahlâk anlayışında, modern ahlâk anlayışlarında olduğu gibi, “öteki” yoktur. Kardeşlik vardır; onun da ötesinde, Kur’ân-ı Kerim’de ‘kurşunla perçinlenmiş bina’, bir hadis-i şerifte, tek bir vücut olarak değerlendirilen insan topluluğunda “öteki” “ben”in kendisidir. “Kendin için istediğini, kardeşin için istemedikçe (kâmil) mü’min olamazsın” Peygamberî düsturu, bunun belki herkeste olması gerekeni işaretlerken, “Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, (kardeşlerini) kendilerine tercih ederler” (Haşr/59: 9) âyeti, gerçek mü’minin vasfını ortaya koyar. İşte bu vasıf, Gülen’in ahlâk anlayışının da temelini oluşturur.
“Kendi menfaatini başkalarının menfaatine feda etmek, ruh yüksekliği ve civanmertliktir. Karşılığında herhangi bir menfaat beklemeden hep hayır işleyenler, beklenmedik bir yerde bütün hayırlı düşünce ve işleriyle karşılaşınca hayret ve hayranlıkla iki büklüm olacaklardır.” (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 146–47) türünden ifadeleriyle sık sık bu ‘isar’ ruhunu öne çıkaran Fethullah Gülen’ı tanımada, bir bakıma en önemli pencerelerden biri olan, yaşatmayı yaşamaya tercih etme, kendisi için değil başkaları için yaşama prensibini, onun şu sözünde de görürüz: “Bir ağacın boy atıp gelişmesi için kökleri ne ise, bir insanın da maddî-mânevî füyûzat (gelir, gelişme) hislerinden fedakârlığı aynı şeydir. Ağaç, köklerinin sağlamlığı nisbetinde serpilip geliştiği gibi, insan da menfaat düşüncesinden, bencillikten sıyrılıp, başkaları için yaşadığı sürece gelişir, yükselir ve başı bulutlara erer.” (Buhranlar Anaforunda İnsan, 43–5)
Fethullah Gülen için ahlâk, toplumu ayakta tutan en önemli dinamiklerden biri, belki de en birincisidir. Ona göre, ahlâkî çöküntünün önlenemediği veya ahlâksızlığın pirim gördüğü toplum ve cemiyetlerde, içtimaî erozyon çok hızlı bir sürece girmiş demektir. Kur’ân-ı Kerim’de, ahlâksızlığın sebep olduğu yıkılışları anlatan pek çok âyet vardır. Kur’ân, o yıkılışları birer ibret levhası şeklinde tablolaştırır.
Gülen, en önemli ahlâkî prensiplerden birinin, insanın, kendisine Yaratıcı tarafından verilen nimetlere, nimetin cinsinden şükretmesi olduğunu ifade eder. Bu şükür duygusu canlı olduğu müddetçe bir toplum, fert, aile, cemiyet ve devlet planında varlığını devam ettirebilir. Söz konusu nimetin şekli önemli değildir. Bu, huzur, sükun, güven, refah olabileceği gibi, teknik sahada amûdî (dikey) yükselişler de olabilir. Bir insan için mal, menal, makam, mevki, ilim, irfan, maddî-manevî füyuzat hisleriyle dolup taşma hepsi birer nimettir. Fert veya toplumlar, şükürle ve bu nimetlerin getirdiği sorumlulukları ifa ederek üzerlerine düşeni yapmaya devam ederlerse, bu nimetlere liyakatları devam ediyor demektir ve herhangi bir değişikliğe maruz kalmazlar. Ama durum aksi olunca, netice de aksi olur. (Fasıldan Fasıla 2, 26–7)
Fethullah Gülen için, gerçek insanî derinlikler, duygu, düşünce ve karakter sağlamlığı, hemen her yerde geçerli bir kredi kartı mesabesindedir. Ona göre, Hakk’ın takdir ve mükâfatı sıfatlara göre olduğu gibi, insanların hüsn-ü kabulü de bir ölçüde yine sıfatlara bağlıdır.” (Fasıldan Fasıla 2, 130)
Gülen, fazilet konusunda da şu görüşleri serdeder:
· Ebedlere kadar devam edecek olan ruhun için, hep yeni yeni şeref ve mansıblar ara! Kazandığın şerefleri kaybetmemeyi de bir lâhza hatırdan çıkarma!
· Fazilet, insanların takdir edip, hayvanların hoşlanmadığı; rezilet de, insanların ürperip uzaklaştıkları, hayvanların ise umursamadan yapageldiği davranışlar cümlesindendir.
· Din, millet, vatan, namus ve devlet gibi yüksek mefhumlara duyulan şiddetli muhabbet, civanmert ruhların işidir. Onlar, bu yüksek hakikatleri çiğnemez, çiğnetmez; gerektiğinde tereddüt göstermeden bunlar uğrunda seve seve ruhlarını feda ederler. Bu durumdan mahrum olan talihsizler ise, buna divanelik derler.
· Fazilet, hak edilen hürmete ehemmiyet vermeme, gurur ise hak etmediği yerlerde dahi hürmet bekleme ruh haletidir. Fazilet söylerken, gurur benliğin bağrına sığınır ve ızdırapla dinler...
· Haklı şöhretleri takdir ve onları saygı ile yâd edenler, bir gün mutlaka hürmetle yâd edilirler. Şöhretleri tenkit ve düşürmekle meşhur olmak isteyenler ise, pek fena bir şöhret kazanırlar...
· Kendini bilmek basiret, kendini görmek ise körlüktür. Kendini bilen, hem Hakk’a hem de halka yaklaşır; kendini gören ise, benliğinden başka her şeyden uzaklaşır.
· Fazilet, halk içinde minderde veya yerde oturur; gurur, muhteşem koltuklara bile sığmaz. Gurur, kubbe görünümlü tersine dönmüş bir kuyuya benzetilecek olursa, fazileti, ufka inmiş gibi görünen semaya benzetebiliriz...
· Cehalet, gurura; hikmet, fazilete götürür. Gurur, cehaletin nesepsiz çocuğu; fazilet, hikmetin soylu evlâdıdır. Gurur, istibdat taraftarıdır; fazilet ise, hürriyet ve müsavat...
· Gurur, hep yalnızlık içinde dolaşır ve emsal arar; fazilet, emsalini bulmuşluk huzuru içinde sürekli halkla beraber olur. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 88, 148)
Gülen’in pek çok eserlerinde ahlâk ve faziletten mutlaka bahsettiği ve bu konuya ne kadar önem verdiği açıkça görülür. Meselâ, sadece Ölçü veya Yoldaki Işıklar adlı eserinde ahlâk ve fazilet üzerinde ayrıca durduğu gibi, önemli ahlâkî prensipler veya güzel ahlâk unsurları olarak düşünceye saygı, muhabbet, insana hürmet, alçak gönüllülük, insanlık, mürüvvet, sır tutma, muamele ve davranış güzelliği, diğergâmlık, iyilik düşüncesi, dostluk ve arkadaşlık, anne-baba hakları, çocuğun hakları, terbiye, nasihat, hak, adalet ve iç-dış bütünlüğü gibi konulara sayfalar ayırmasının yanısıra; cehalet, yalan, çok konuşma, tamah, düşünce sapması, makyavelizm, rahata düşkünlük, makam düşkünlüğü, ölçü bozukluğu, bencillik gibi kötü huyları da nazara verir ve bunlardan sakınmaya çağırır.