-
Ahlak Aşkı
Ahlak Aşkı
Milletimiz, bir-iki asırdan beri, bir yandan çeşit çeşit buhranlar içinde kıvranırken, diğer yandan da, disiplinli-disiplinsiz hummalı bir gayretle, eğitim faaliyetleri, vakıf ve dernek çalışmaları, medya kuruluşları ve mâbedleriyle kendi olarak dirilmenin yollarını ve çarelerini aramakta. Bu millet, eğer, bundan birkaç asır önce, Sonsuz Nur’un neşrettiği ledünniliğe, aşk ahlâkına, ebed için yaratılmış bulunan ve ebede açık olan insanlığın Allah’a yönelme hamlesine bağlanabilseydi, o, bugün yeryüzünün söz götürmez varisi ve devletler muvazenesinin de en hakim unsuru olacaktı.
Batının karanlıklar içinde yüzdüğü bir dönemde, cihanları aydınlatan bizim medeniyet ve rönesansımız, işte bu ledünnili-ğin ve bu aşk ahlâkının eseri olmuştu. Eğer bundan sonra da böyle bir beklentimiz varsa, bu yine aynı dinamikler sayesinde gerçekleşecektir. Üslâm düşüncesinin insanlığa armağan ettiği bu anlayış, kahrolası bir yanlış maddecilik telâkkisi ve kuvvetin gelip, hakkın yerini almasından ötürü, doğru yorumlanamadı.. nurunu tam neşredemedi.. bu yüzden de bazı dönemler itibariyle kendinden bekleneni veremedi.. bu olumsuzlukların, büyük ölçüde günümüzde de bahis mevzuu olduğunu söyleyebiliriz.
Ne var ki, dünya döne döne, Kudreti Sonsuz’un vazettiği fıtri çizgiye doğru kaymakta ve insanımız da, kendi özünü bulma, kendi değerleriyle yeniden dirilme konusunda kararlı görünmekte. Hatta bu mevzuda onun bir hayli mesafe aldığı da söylenebilir. Bir diğer yaklaşımla buna millet ruhunun diriliş hamleleri de diyebiliriz ki; bu hamleleri şu şekilde özetlemek mümkündür:
Talihsiz bir dönemde, topyekün insanlık olarak gidip maddeciliğe aborde olma sonucu düşünce hayatımızda insanın zâti değerlerini yıkarak insanoğlunu eşref-i mahlûkÓ tahtından alaşağı etmiş, alaşağı etmek bir yana, hayvanlardan herhangi bir hayvan derekesine ittirip, sözde eski telâkkileri sorgulama adına, onu hor görmüş ve bütün insani değerlerin altını-üstüne getirmiştik. Ne acıdır ki, telâfisi çok zor bu büyük yanlışlığı yaparken, ne korkunç bir cinayet işlediğimizin farkında bile değildik.. değildik ve o gün-bugün de hâlâ o sadmenin tesiri ile sarsık, kararsız ve teşettüt-ü ârâÓ içinde bulunuyoruz.
Oysa ki, insan denen bu yüce varlık, haklarına kat’iyen dokunulamaz, hürriyetlerine ilişilemez, her türlü tebcil ve takdiri aşkın, dünya kadar hususiyetleri olan müstesna bir varlıktır. Merhum Akif’in ifadesiyle; Onun mahiyeti hatta meleklerden de ulvidir / Avâlim onda pinhândır, cihanlar onda matvidir.Ó Onu hor görme, varlığın yaratılış gayesini hor görme, onu tezyif etme de hilkatin ruhunu tezyif etme demektir. O, hor görülüp tezyif edilmeyecek kadar âli olduğu gibi, asla feda edemeyeceği bir kısım hususiyetleri de olan müstesna bir yaratıktır: Onun hürriyeti elinden alınamaz.. ona tahakküm edilemez.. o kat’iyen zulme uğratılamaz.. ve hele asla sömürülemez; zira bunların hepsi, insanlık mânâsını tahkir ve insani ruha haksızlıktır; dolayısıyla en büyük ahlâksızlıktır.
Bu itibarla da, günümüzde insani değerleri, zannediyorum bir kere daha gözden geçirmek icap edecektir.
Evvela, bizi biz yapan kaynaklarımız ve temel düşüncelerimiz, insana saygıyı emretmekte ve ona değerler üstü değer vermektedir.. değer vermekten de öte, insanı eşref-i mahlûkÓ tahtına oturtarak, onun iradesini, haklarını ve hürriyetlerini selamlamakta ve onun dünya ve ukbâ mutluluğunu bir dantela gibi bu dinamikler üzerinde örgülemesi gerektiğini vurgulamaktadır.
Evet Üslâm, insanı; imanı, marifeti, muhabbeti, aşkı ve ruhani zevkleriyle, bir mânâda meleklerin dahi önünde görür ve onu sevmeyi Yaratan’la münasebetin önemli bir ifadesi bilir.. ve tabii ona karşı saygısızlığı da sahibine karşı ciddi bir hürmetsizlik telâkki eder. Bu itibarla da bizim en başta yapmamız gerekli olan şey, insanoğlunun elinden alınan değerleri yeniden ona iade etmek ve bu değerleri ebed-müddetÓ koruyacak nesiller yetiştirmek olmalıdır.
Sâniyen, cemaat düşüncesi de çok önemlidir. Her ferdin, şahsi duygu, şahsi düşünce ve hissiyatını yüksek bir idealin emrine vererek, onun etrafında akli, mantıki, kalbi, ruhi birleşme mânâsında bir cemaat düşüncesi. Aslında hakiki mânâda bir ahlâkilik veya lâahlâkilik de, ancak dört başı mamur böyle bir cemaatin ferdi olmakla ortaya çıkacaktır. Toplumdan kopuk olan münzevilerin ahlâkilik veya lâahlâkiliklerinden söz edilemez. Kaldı ki, toplum içinde bulunup ve toplu yaşamaktan kaynaklanan bazı olumsuzluklara katlanmayı Üslâm cihad saymıştır. Zaten, gerçek bir ahlâk toplumu da, herkese kendi ihtiyarıyla dünyevi ve uhrevi mutluluk vaadeden ve kendi iradeleriyle bir mefkûreye teslim olan topluluktur. Böyle bir toplum içinde, imanın birleştiriciliği, aşkın eriticiliği, gayenin yüceliği, ego kaynaklı olumsuzluklara yol vermez ki, kaynağı egoizma olan lâahlâkilik o bünyede boy atıp gelişsin.
Bir kere, inancın, aşkın, ihlas hedefli yaşamanın hasıl ettiği aşkınlık, ferdi, kendine ait hususi yanlarıyla toplum içinde öyle yumuşatır ve eritir ki, o kendi olarak kalmanın yanında, âdeta umumileşir ve damla iken derya, zerre iken güneş ve hiç ender hiç iken de her şey olma ufkuna ve zenginliğine ulaşır. Bu açıdan denebilir ki, varlık, yokluktan geçer; zenginlik fakirlikle beslenir; kudret aczin bağrında tomurcuklaşır ve nikmet, aynı nimet olur, şükür de şevke inkılâb eder. Bu yolda hizmet, memuriyetlerin en yücesi; gaye, Yaradan’ın hoşnutluğu, netice de uhrevi mutluluktur. Üşte bu saflardan saf mülâhazaya, az dahi olsa, şahsi çıkar veya cemaat menfaati, cemaat düşüncesi karıştırıldığında, ferde de, heyete de hayat veren sonsuzluk rabıtaları kopar, derken ferd çizgisinden uzaklaşır, cemaat da sarsıntıya girer ve kazanma kuşağında kaybetme fâsit daireÓleri işlemeye başlar.
Evet, her işini, Allah’la irtibatlandırıp götüren bir heyette, ferdi emeller, şahsi hırslar ve kaygılar olmaması gerektiği gibi, gidip sonsuzla noktalanmayan gaye-i hayaller ve mefkûreler de olmamalıdır. Gerçek bir cemaat, ferdleri ebediyete teslim olmuş öyle mukaddes bir topluluktur ki; Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla: Onlar, Allah için işler, Allah için başlar, Allah için konuşur, Allah için görüşür, lillah, livechillah, lieclillah rızası dairesinde hareket ederek ömrünün saniyelerini seneler haline getirir ve fâniliğin çehresine bâkilik damgasını vurur. Evet onun bütün çalışmaları, fevkalâde içten, olabildiğince bir duruluk içinde ve hep sonsuza müteveccihtir.
Bu itibarla da denebilir ki, her kalabalık, cemaat değildir. Hatta ferdleri birbirine karşı olan bazı yığınlar; cemaat olmak şöyle dursun, onların çokluğu, kesir sayılarının çarpımlarında olduğu gibi azalma ve küçülme vesilesidir. Hakiki cemaat ruhuyla serfirâz olan peygamberlerin arkadaşları, kemmiyet itibariyle az oldukları halde güçlü bir cemaatten bekleneni yerine getirebilmişlerdir. Hatta bir Hz. Ebu Bekir ve …mer’i, tek başına bir cemaat ve millet kabul etmek kat’iyen mübalağa değildir. Hz. Mesih’in bir avuç havarisine de en güçlü ordulardan daha güçlü nazarıyla bakılabilir. Aslında, bütün bir tarih boyu, tam kıvamında olan bu ölçüdeki bütün azlarÓ, kıvamında olmayan dünya dolusu yığınlardan daha güçlü ve bereketli olmuşlardır.
Ayrıca ahlâk aşkı, ruhi hayatın disipline edilmesinin en önemli yolu olduğu gibi, toplum içinde istikrarın en ehemmiyetli unsuru ve ahengin de en hayati esasıdır. Doğruluk, emniyet, hakperestlik, sözünde durma, medeni cesaret, başkalarına karşı saygılı olma ve maneviyata bağlılık gibi hususlar, ahlâkın özü ve ruhun da temel dinamikleridirler.
Milli tarihimizin bize armağan ettiği ahlâk anlayışı -son birkaç asrın ahlâk adına benimsediği muzahrafatı söz konusu etmezsek- bizi bütün milletlerin önüne çıkaracak kadar zengin ve sağlam bir ahlâk anlayışıdır. …nümüzdeki yıllar itibariyle hayatımızı bu anlayışa göre tanzim edebildiğimiz takdirde, pek çok milli problemimiz kendiliğinden aşılmış olacaktır ki, o zaman daha doğru düşünebilecek, daha verimli çalışacak, daha hızlı ve ahenkli yürüyecek, daha pratik olacak ve tabii düşünce hayatımızdaki birkaç asırlık boşluğu da daha süratli doldurabileceğiz.
Buna muvaffak olabilirsek, ülkemizin geleceği daha bir canlı, daha bir sıcak ve daha bir renkli olacağa benzer...