Milletin Yolunu Kesen Kanlı Kabus
Milletin Yolunu Kesen Kanlı Kabus
Sen karanlık düşüncelerin esiri, ikide bir zamanın çıkmazına düşen ve elli def’a burnunu yerlere sürtmeden kendine gelmeyen içi geçmiş ruh.! Sürekli ufuksuz.! Bilinmezlere yelken açan sarhoş ve şaşkın kaptan.! Diyelim ki, bir-iki adım öteden habersiz yaşıyorsun-rakip tanımayan ve herkese tepeden bakan halinden utan!- Ayağının altında mağmalar gibi gürleyen ve çevreye dehşetler saçan, lavlar gibi köpürüp göklere yükselen şu kıyamet emarelerini de mi duymuyorsun?. Söyle bana Allah aşkına, yoksa sen gerçek bir kıyamet mi bekliyorsun! Son bir-iki asırlık kızıl kıyametlerle dahi kendine gelmediğine göre, pek uyanacağa benzemiyorsun!
Şimdi istersen uyu; çünkü bundan sonra kopacak kıyamet senin kıyametin olacaktır! Evet, yakın bir gelecekte sen, sırtında bir kambur gibi Tarihî mesuliyetlerin, derdest edilip tarihleşeceğin gayyaya götürülürken, senin ihmaline, senin iğfaline, senin hıyanetine uğramış, bütün ihmalzedelerin, bütün iğfalzedelerin, bütün hıyanetzedelerin kahredici bakışları, çıldırtan çığlıkları ve arş-ı adaleti ihtizaza getiren tazallümleriyle, ölüp ölüp dirilecek ve “keşke, ben de toprak olsaydım deyip inleyeceksin..!
Bir mutlu gelecek adına her hâdise, tıpkı bir sihirli beyan, bize bunları anlatıyor.. sezebildiğimiz kadarıyla, vak’aların perde arkası böyle büyülü bir değişikliği haber veriyor.. daha şimdiden kulaklarımıza kadar gelip ulaşan tatlı bir mûsikî veya ürperten bir uğultu, bize, ayrı ayrı bu iki hâdiseden çok sesli bir şeyler mırıldanıyor: Bütün batı ve batı patentli medeniyetler, kâbuslu bir bekleyişten sonra, şimdilerde ürperten bir ölüm çukuruna, bir girdaba doğru kaymaya başladılar bile...
Sen, “çağdaşlık,i “çağ atlamai nakaratıyla kendi kendini avuta dur; kazanç, gelir dağılımı, refah, mutluluk, keyif, neşe gibi gevezeliklerle teselli olmaya devam et; beraberlerinde bulunmayı şeref saydığın “çağdaşi dünyaların arş-ı nizamlarından kopup gelen sur sesi çoktan bir korkulu rüyâ gibi her yanı sardı...
Aslında senin, çağdaşlığın da çağı yakalaman da sadece bir züğürt tesellisi ve kendi kendini aldatma; senin icraatın sırf bir taklit ve başkalarına bakıp geviş getirme; idaren de, kurtları çobanlığa yükseltip, çobanları da sürüleştirmekten ibaret. Yakın tarihimiz itibariyle senin bu kabîl hataların, sayılamayacak kadar çok, ağıza alınamayacak kadar da utandırıcı olmuştur. Evet sen, dünden-bugüne bir kerecik olsun hatalarını aşamadın.. aksine “hatamı aşayım, onu zihinlerden sileyimi derken, ikinci bir hata işledin.. işte milletçe, son bir-bir buçuk asırlık sarsıntı, perişaniyet ve buhranlarımız da, senin sebebiyet verdiğin bu “hatalar fâsit dâireisinin bir ürünü.. belli ara-lıklarla gece baskınların, kendi milletine karşı güç denemelerin, aşağılık duygusunun verdiği tuhaf bir ruh haletiyle, sıksık kendini isbatlama gayretlerin de onun ayrı bir buudu! Tarihin hiçbir devrinde, hiçbir bahtsız millet, bu kadar çok felâketin, bu kadar dar bir zamana sıkıştırıldığını görmemiştir. Ey, kinin, nefretin, garazın, muhâkemesizliğin âzat kabul etmez kölesi! Ey, kendi Tarihinin sayfalarını kanla kirleten tarihin kanlı delisi, cinnetin de bir sınırı olmalı değil miydi!?
Evet, yirminci asra doğru gelinirken, bütün dünyada, farklı buudlarda ve gözle görülür şekilde ciddi bir değişiklik gözleniyordu.. ve bu kaçınılmazdı da. Ne var ki, aynı dönemde bizde, içtimâî, iktisâdî, siyâsî bünyenin yenilenmesi adına, zamanın hiçbir diliminde, Tarihin hiçbir çağında eşi-benzeri görülmemiş bir ihtilal humması yaşandı. Vâkıa, çokları tarafından hâlâ büyük bir hâdise, bir Tarihî başlangıç gibi gösterilmek istenen ve insanlığa çok yararlı olduğu vehmedilen Fransız İhtilali’nden bu yana, bütün dünyada olduğu gibi, ülkemizde de belli bir tempo ile devam edegelen bir yıkma, bir değiştirme, bir yeniden şekillendirme gayretleri vardı ama; asrımıza gelince bu hareket daha da hızlandı, daha da aşırılaştı ve milletimiz için âdetâ, bir kanlı kâbus hâlini aldı.
Mabet ve saray, kalblerden, kafalardan silinirse, insanlığın duyguda, düşüncede hürleşeceği ve böylece insânî değerlere uyanacağı vehmediliyordu.. hatta biz, bahtsız bir zaman diliminde bu dramın acı acı yaşandığını da gördük; gördük ama, umduklarımızdan hiçbirini elde edemedik.. elde etmek şöyle dursun, kaybettiklerimizin hadd u hesabı yok. Herşey alt-üst olduktan sonra, mabet ve saray otoritesinin vârisi olduğunu iddia eden bir sürü otorite heveslisi türedi: Millet, halk, devlet, parlamento, işçi, bürokrat ve yer yer kendini hissettirme çıkışları yapan askeriye bu mirasçılardan sadece bir kaçı... “Kuvvet hakta olmalıi yoksa, istibdâdı yıktık diyenler onu daha geniş bir zemine yaymış ve önü alınmaz hâle getirmiş olurlar. Bizde de öyle oldu; gidenler, milletin beklentilerini veremeden gittiler; gelenler de bir sürü şerlerle geldiler.. peygamberlerin sundukları mesajlarla doğup gelişmiş bulunan kollektif duygu ve davranış nizamını alt-üst eden yenilik hareketleri, mabet yerine apartmanı, Ma’bud’un marziyatı yerine de, ferdin hevâ ve hevesini, beden ve cismânî hazlarını yerleştirdi. Bu dönem itibariyle idi ki, Kur’an’ın “eşref-i mahluki diye tanıyıp tanıttığı insanoğlu, yiyen - içen-hazmeden -uyuyan- cinsî arzularını yaşayan ve ıtrahta bulunan sefil bir varlık durumuna düşürüldü.. ve yine bu dönemde, üzerinde kıymet ifade eden hiçbir çizgi ve Tarihî iz, geçmişe ait hiçbir hâtıra ve olgunluk emâresi bulunmayan bu alabildiğine şapşal ve ablak yüzlü düşüncenin elinde, eski değerlerin hepsi tapanlanıp1 gitti; yerlerine de hiçbir şey konamadı. Zaten inkârcı ve nihilist bir dünya görüşünün boşluk ve hevâî üslubundan, başka birşey de beklenemezdi...
Evet, diyebiliriz ki, bu sisli-dumanlı dönemde, ferdî, içtimâî pekçok şey vadedilmiştir ama, bunlardan hiçbiri gerçekleştirilememiştir. Aksine, bütün Milli, dinî ve Tarihî değerler yıkılmış ve onların yerini de ürperten bir mâzî hasreti ve içlerimizi endişe ile dolduran bir gelecek kuşkusu almıştır. Şimdi, sînelerimiz her tarafta, kanlı gözlerle kendi dünyasını ve kendi üslubunu arıyor.
1) Tapanlama: Ekilmiş tarlada, tohumun örtülmesi için toprağın düzlenmesi.