Cevap: çekirdekten çınara
Sistematik
Eserin sistematiği de dikkat çekici. Terbiye hadisesi, belli yaşa gelmiş çocukların eğitilmesi gibi hayatın bütününden kopuk münferid bir vak’a olarak algılanmaz. Bilakis, ayet ve hadislerde yer verildiği üzere, anne olarak seçilecek kadında aranacak evsaftan başlatılıp ölünceye kadar safha devam eden uzun bir vetire olarak telakki edilir. Ve bu anlayışın gereği olarak Giriş’te okuyucuyu, terbiye meselesinin ehemmiyeti, vüs’ati gibi hususlarda ikna etmek üzere, umumi meselelere yer verilir. Sözgelimi “Ahlak anlayışımız” diye başlayan bu kısımda “milletlerin yıkılışı”, “öğretmen peygamber”, “Dünya hayatının ziynetleri”, “A’la-yı illiyyin-i insaniyet” vs. şeklinde biri diğerinden uzak gibi görünen başlıklar altında mü’min kişiyi ikna edici ayet ve hadis ağırlıklı delillerle terbiyenin ehemmiyeti üzerine birbirini tamamlayıcı bilgiler sunulur.
Sonra terbiye vetiresinin safhaları ve meseleleri içerisinde yer alan “Evlilik”, “Aile”, “Terbiye hassasiyet”, “Çocuğun dini eğitimi”, “Nasıl anlatmalı?”, “Terbiyenin buudları”, “Kur’an dışı terbiyenin mukayesesi” gibi birbirinden ehemmiyetli ve bir o kadar da ilgi çekici yedi konu işlenir.
Muhteva ile ilgili bu kısa açıklamadan sonra, çalışmada ehemmiyet arzeden bir iki hususa dikkat çekmek istiyorum.
Cevap: çekirdekten çınara
Ailenin Önemi
Muhterem Gülen’e göre, terbiye deyince akla ilk gelen şey ailedir. Çünkü Aile “Talim ve terbiyede en birinci ocak, en birinci mektep, en birinci medresesidir.” “Terbiye, yuvadan başlamalı ki kalıcı olsun. Yuva terbiye esasları üzerine kurulmamışsa, cemiyetin terbiyeli olması da düşünülemez.” Hele Büyük Türkiye’yi kuracak nesil söz konusu ise, her aile bu terbiyeyi vermeye layık olamaz. Çünkü “İdeal nesiller için her şeyden önce ideal bir yuvaya ihtiyaç var”. “Aile cemiyetin en önemli rüknüdür. Bu rüknün sağlamlığı, millet ve devletin de sağlamlığı demektir.”
Böylesine üzerine titrenen ailenin merkezinde kadın yer almaktadır. Bu sebeple:
Aile reisinin ilk sorumluluğu “sâlihât, müslimât, kânitât (itaatkar) hâşiât ve sâdıkâttan” bir hayat arkadaşı seçmektir. İdeal ailede anne-baba, birer terbiye ustası olmalıdırlar. Çocuğun terbiyesinde gerekli olan sorumluluk duygusuna, bilgilere sahip olmalıdırlar: “Anne baba olmak isteyen herkes belli bir seviyede psikoloji, pedagoji ya da en azından Kur’an’ın bu mevzudaki mücmel prensiplerini bilmeli... insan, mutlaka iyi nesiller yetiştirmenin yolarını öğrenmelidir”.
Bu, aslında yetkililere de bir mesajdır. Devletimiz bazı Avrupa memleketlerinde olduğu üzere, bekarlara, anne ve babalıkla ilgili (terbiye, sağlık, ev ekonomisi gibi) bilgilerin verildiği bir kısım kurslardan geçmeyi, evlenme ruhsatı için şart koşan kanuni düzenlemeler yapabilir. Devletten bunu beklemekle birlikte, gerçekleşinceye kadar, fertlerin kendi kendilerini yetiştirmesi gerekir. Kitapta yer alan bu tavsiyelerin gittikçe artan bir kesafetle yankı bulacağına inanıyoruz.
Çocuk Miktarı
Ailenin öncelikle gayesi neslin devamı yani çocuk elde etmek ise de kitapta: “Mühim olan derinliktir, ağırlıklı, çaplı olmaktır” denilerek kaliteli nesil, iyi terbiye verilebilen nesil terviç edilir: “Müslümanlar aded çokluğundan daha ziyade her şeyi Allah’la münasebete, keyfiyete, iç derinliğe bağlamalıdır” denir. Yani asrın her şeyi rakamlara dökme çıkmazına düşmeden, herkese ideal seviyede terbiye verebileceği miktarda çocuk yapması tavsiye edilmiş oluyor.
Cevap: çekirdekten çınara
Terbiyeden Önce Tefekkür
Esere ikna edici bir yön kazandıran husus, okuyucuya hep tefekkürü, muhakemeyi, niçin, neden, sebep aramayı teklif etmesidir. “Terbiyeden önce düşünmek! Neyi iyi, neyi kötü görüyoruz... Çocuklarımızın nasıl yetiştirilmesini düşünüyoruz?... Gece geç vakitlere kadar şurada burada vakit geçirmesine nasıl bakıyoruz... Hangi saatte eve gelirse gelsin kapımızı açacak ve sinemize basacak mıyız?”
Böyle bir tefekkür, kişi için nefis muhasebesidir, bir bakıma terbiye terbiye diyen, çocuğun, eğitimi için niçin fedakarlıkları göze alan bizler bu soruları hiç sorduk mu?, çocuklarımıza vermek istediğimiz mukaddes değerler var mı?, varsa bunlar nelerdir?
Bunları hiç sormadıysak, veya sorulunca düşünmeden verilecek cevabımız hazır değilse, kendimizde bir eksiklik yok mudur?. Bu laçkalığın uyarısı çarpıcı:
Tabiat boşluğu sevmez. Sizin boş bıraktığınız gönlü başkaları doldurur ve siz “hiç farkına varmadan mürted babası olabilirsiniz.”
Din Eğitimi
Çocuk terbiyesinde din eğitim öncelikli bir yere sahiptir, geniş yer verilir. Ayrıca bunun metod ve muhtevası üzerinde de, ısrarla durulur.
Kur’an öğretilmeli, ama bu, “sadece ibare ve lafızlarıyla oyalanma değil.. aksiyon öncelikli, pratik eksenli Kur’an talebeliği” şeklinde olmalı. Çocuk korku ile tehdid ile ezbere değil, içten gelen arzu ile öğrenmeye sevk edilmeli. Kur’an öğretimi, hep yapıldığı gibi, kuru bir ezberden ibaret olmamalı, mutlaka ilahi maksadlar öğretilmeli, çocukta “Kur’an’ı, öğrenme merakı uyandırılmalıdır.” “Ben ruhsuz Kur’an okumanın insanımızı, duygusuz hale getirildiği kanaatindeyim” denir.
Bu sadedde, öğreticinin formasyon ve metoduna da dikkat çekilir. Sözgelimi “Yirmi beş yaşındaki bir gence onbeş yaşı çocuğuna verilmesi gerekin dini bilgi”nin mahzurları hatırlatılırken “her camide çocuklara zebani gibi görünen bazı haşin yaşlılar”a temas edilerek bu işte vetire kadar eğitimcinin de önemi vurgulanır.
Din eğitimi bahsinde verilen en mühim mesaj, Allah’ı tanıtmada, mekteplerde okutulan bütün ilimlerden, hususen fen ilimlerinden istifade edilmesi noktasındaki ısrarı ve ikna edici açıklamalarıdır. Çocuk hikayelerinde bile Allah zikrinin geçmesinden rahatsızlıklarını televizyon ekranlarına getirecek kadar mukaddesat muhalefetinin gemi azıya aldığı bir dönemde, çocuk eğitim üzerine eline kalem alacaklara fevkalade stratejik ve fevkalade hayatî bir hedef gösterilmiş olmaktadır. Hamiyet sahiplerinin bu mesajın gereğiyle organize olacaklarından emîn olabiliriz.
Cevap: çekirdekten çınara
Büyüklerin Formasyonu
Eserin ismiyle ahenktar olmamakla birlikte gayesiyle muvafık olan bir yönü, çocuk değil, büyüklerin, yani terbiyecilerin, mani anne ve babaların formasyonu üzerinde ağırlıklı olarak durmasıdır. Kitap şayet “Anne babaların terbiyesi” adını taşısaydı muhtevaya daha uygun düşerdi. Ancak böylesi bir isim nasıl algılanırdı? En azından kendini yeterli bilenler –ki çoğu insanımız böyledir- veya bu hususu hiç düşünmemiş olanlar, tepki ile karşılayabilirlerdi ve eserin tesiri sınırlı kalabilirdi. Ama öyle yapılmamış, büyük bir ustalıkla, çocuğa verilmesi gereken idealler konusunda ikna edilen anne ve babalara, o ideallerin aktarılmasının öncelikli şartının “örneklik” olduğu işlenmiş, baştan sona hemen her bahiste, “terbiyevî sorumluluk” ile “terbiyede başarının terbiyecenin örnek olmasına bağlı olduğu” temaları üzerinde ısrarla durulmuştur. Bir başka ifade ile, Kur’an ve hadisten kaydedilen nasslar aydınlığında islamî bir âile nasıl kurulur, islamî ailede anne ve babanın birbirleriyle, çocuklarıyla münasebetleri nasıl olmalıdır, ailede dinî hayat nasıl sürdürülmelidir gibi hususlar öz olarak işlenir. Evet aynen katılıyoruz: Büyüklere öğretim, nazarî olabilse de “küçüklere öğretim” fiilen göstermekle, öğreteceğimiz her hususu şahsî hayatımızda yaşayarak onlara göstermekle mümkündür. Nitekim, bütün terbiyecilerce bilindiği üzere, çocuğun hayatında taklit esastır ve taklitçilik onlarda, büyüklere nisbetle kat kat fazlıdır, iyi kötü herşeyi çevreden görerek, taklit ederek hayatlarıyla bütünleştirip meleke haline getirirler.
İşte bu sebeple, ele alınan bütün bahislerde, ibadetten beşerî münasebetlere, ahlakî erdemlere... Allah’a yakarışa varıncaya kadar –çocuğa verilmek istenen ve dinin de emrettiği- bütün güzelliklerinin, ilahî emirlerin, anne ve babalar tarafından fiilen işlenerek yetiştirilen nesle örnek olunması, lisan-ı kalden önce lisan-ı halle ders verilmesi gereği işlenir, tekrar edilir, tarihten misaller verilir.
Söylediklerini yaşayışına aksettiremeyenleri, gözünden bir damla yaş gelmeyen birisinin Allah’a: “Seni andıkça gözyaşlarım ceyhun olur” demesine benzetilir ve bunun “Allah’a karşı bir yalan, bir mürailik” olduğu söylenir.
Muhterem Gülen Hocaefendi, bütün dünyanın takdirini kazanan, başarılarındaki sırrı da keşfetmemize yardımcı olan şu ifadeye de yer verir: “Evet sözler, insanın iç alemine, ledünniyatına, davranışlarına tercüman olursa duyduğumuz, düşündüğümüz, intikalini kararlaştırdığımız şeyler, rahatlıkla muhatabımızda makes buhur. Aksine...”
Bu sadedde hatırlatılması gereken bir ayarı da: “Müsbetlerde örnek olunduğu gibi menfilerde, yasaklarda da hassas olunmasıdır”.
Murakabe
Eserde anne ve babaya terettüp eden çocuğa yönelik en mühim terbiyevî eylemlerden biri olarak murakabe üzerinde durulur. Ailenin, çocuğu başı boş bırakmayıp, yakın takibe alması, çocuğu, verilmesi gereken idealleri alacak şekilde, yönlendirmeleri tavsiye edilir. Sadece “çocuğun okuduğu kitapları tanımak, arkadaşlarını tanımak, hatta bunları önceden tayin etmek, belirtmek yeterli değildir. Defter, kalem alacağı yer, terzi berber, din telkini yapmalı, Allah’ı telkin etmeli, televizyon kullanımı dahi kontrollü olmalıdır”.
Dahası, anne-baba, çocuğun yanındaki muhaverelerine bile dikkat etmeli, çocuğu ilgilendiren, ona vermek istediğimiz esaslar çevresinde olmalı, Allah merkezli olmalıdır.
Bir kısım çevrelerin, insanın en çok yönlendirilmeye muhtaç olduğu bir safhayla ve zamanımız gibi başıboşlara köşe başı tuzakların kurulduğu bir ortamda sistemli olarak, her Allah’ın günü “çocuklara, gençlere müdahale edilmemesi”, “karışılmaması”, “onların serbest bırakılması” gibi propagandaların yapıldığı ve bunun tesiriyle anne babaların ne yapacağını şaşırdığı bir hengamda, Hocaefendi gibi ilmiyle, ihlasıyla güvenilir bir zatın bu uyarısı çölde yolunu yitirene bir pusula ve ab-ı hayat hükmüne geçecektir.
Büyük Türkiye idealine uygun nesil yetiştirme aşkına sahip olan nice samimi muhiblerin, bu ideal için önce kendi yaşayışlarını değiştirme gayretine gireceklerine ve bunun tatlı semerelerinin kısa zamanda milli hayatımızda görüleceğine, hissedileceğine şahsen inanıyorum.
Cevap: çekirdekten çınara
Kaynaklar
Eserde yer verilen fikirlere ve tavsiyelere güven veren husus, her bölümde ele alınan ana fikrin ayet ve hadislere dayandırılmış olmasıdır. Ulemanın ittifakına binaen bu nevi eserlerde bilhassa Kütüb-i Sitte’den muktebes hadislerin sıhhat durumunu belirtmeye ciddi bir gerek olmamasına rağmen zayıf olanlar muttarıdan belirtilmiş, bir dipnotta özrü de kaydedilmiştir.
Kaynaklar arasında bazı Şii büyüklerinin hususen İmam Cafer’in yer alması ve onlara sıkça atıf yapılması çalışmanın bir başka değişik yönünü teşkil etmektedir. Bu tutum, sadece o büyüklerden de istifadeyi sağlamıyor, aynı zamanda Safevi Şiiliği’nin getirdiği taassubla birbirinden kopan Şii ve Sünni dünya arasına –İslam kardeşliğini istemeyenleri çatlatırcasına- köprü atıyor, muhabbet ve kardeşlik kapılarını aralıyor. Bediüzzaman’ın başlatmış olduğu bu tavra Müslümanların sistematik şekilde birbirlerinden koparıldığı zamanımızda gerçekten ihtiyaç var.
Tam Güven Veren Tavsiyeler
Eserin sıradan terbiye kitaplarından farklı olan ve burada belirtilmesi gereken bir hususiyeti, ileri sürülen fikirler, tavsiye edilen düsturlar ve gösterilen hedef veya öngörülen pratiklerde kesin ifadelere yer verilmiş olmasıdır.
İfadeler kesindir, çünkü kaynakları ayet veya hadistir. Muhterem Gülen, bir yerde bu hususu açıklama ihtiyacı duyarak: “Değer hükümlerinde ve yargılarda çok katı ve tereddütsüz cümleler kullanıyorsak, bu konuya Kur’an ve Sünnet perspektifinden bakabildiğimiz inanç ve en azandın o istikamettik kavi zannımıza bağlıdır” der.
Bu, bizce mühim bir husustur. Çünkü, mü’min kişi için güvenilecek, itimad edilecek düstur ve istikametlerin kaynağı kudsi olmalıdır yani Kur’an’dan veya hadisten gelmiş olmalıdır. Hocaefendi’yi sevenlerin, itimat edenlerin yurdumuzdaki çokluğu ve bunların ekseriyetle tuttuğunu koparacak gençler olmaları ve hatta şuur ve entelektüel seviyeleri göz önüne alındıkta, “Büyük Türkiye” idealine uygun nesil yetiştirmede daha kesif, daha sistemli yeni bir dönemin başlayacağını, eserin neşrinin, üçüncü bin yılın başına, ilk aylarına rastlamasının manidar bir tevafuk, bir fe’l-i hayr olduğunu söylemek münasip olur. Şahsen, 80 öncesi yıllarda sınırlı bir dinleyici kitlesine vaaz suretinde sunulan fikirlerin yeni bir bin yılın başında kitaplaştırılmasında şöyle bir mesaj hissediyorum:
- Ey Büyük Türkiye Leyla’sının mecnunları! İdealinizi en az Mecnun kadar sevin. Ancak bu Leyla’ya kavuşmanın yolu başkadır, mecnunluğu bırakın, derlenip toparlanın! En azından yakın geçmişte yaşanan tecrübelerden ibaret ve istifade ile akl-ı selime, ilmin irşadına dönelim. Geçmişte bazı müesseselere ve siyasete fazla güvenip atalete düştük, afaka aldanarak derunu ihmal ettik. Şimdi sorumluluğumuzu müdrik olarak, çocuklarımızın dini terbiye vesair formasyonu ile bizzat daha yakından ilgilenelim, her evi bir mektep haline getirelim.
Ben bu mesajın büyük kitlece alınacağına, en azından hamiyetli muhiblerin faaliyetlerinde dahili ağırlıklı yeni bir dönemin başlayacağına inanıyorum.
Başarı mı?
Bundan şüphe etmiyorum.
Bütün dünyaya Anadolu’nun sesini, bin yıllık tarihinde ila-yı kelimetullah’a alem yaptığı hilal-yıldız bayrağını taşıyan kahramanlar için hac yolunda ölecek karınca teşbihinin muvafık bile bulmuyorum. Yapılanlar, yapılacakların delilidir.
Büyük Türkiye’nin geleceğine katkıda ifadesini bulan “ila-yı kelimetullah” ideali’nin asri Ferhat’ları, Şirin’in Ferhad’ından maşuklarına layık nisbette çok daha güçlüdürler. Evet, bunlar, bütün enerjileri hasıl eden ve dizginleyen şeyi: irade enerjisi’ni keşfetmiş bahadırlardır.
Kimbilir belki de, Hocaefendi’nin diğer bütün aksiyonlarını bin türlü iğfal ve iftira kampanyaları ile boşa çıkarmaya çalışan zihniyet, İslam’ı anlamamada direnerek, bu kampanyalara bir yenisini daha ekleyecek..! Kitabın insaf ve hassasiyetle okunacağını umarım. Şüphesiz böyle olduğu takdirde, geleceğimiz kuran dinamiklerden birisi olacağı muhakkaktır.
Prof. Dr. İbrahim CANAN
Cevap: çekirdekten çınara
GİRİŞ
1. Ahlâk Anlayışımız
Okuyucularımızla bir kısım konularda önceden mutabakata varmamız gerektiğini düşünüyorum. Zira bir kısım temel meselelerde anlaşamadığımız takdirde bu kitaptan istifade etmenin kolay olmayacağı kanaatindeyim. Evet çocuk terbiyesiyle ilgili konuları ele alırken, yurdumuzda-yuvamızda, köyümüzde-kentimizde, yığın yığın ahlâksızlığın yaşanmasından rahatsız olmayanlarla, ahlâk veya ahlâksızlık anlayışında mutabakata varmamız mümkün değildir.
Doğrusu, herşeye rağmen biz halimizden memnun ve çevremizdeki mesâvî de bizi müteessir etmiyorsa artık ne söylenebilir ki? Evlatlarımızın, torunlarımızın, yeğenlerimizin ya da kendilerine dayı, amca, yakın komşu olduğumuz kimselerin ahlâk çöküntüsü karşısında kalbimizde bir ürperti hissetmiyorsak ahlâkı nasıl tartışacağız ki!
Tarih boyunca hiçbir toplum ahlaksızlıkla pâyidar olmamıştır. Bunun istisnasının var olup olmadığını bilemeyeceğim ama, uzun zaman tarih tarafından dışlanmadan ayakta kalabilmiş milletlerin ahlâkî değerlere saygılı olduklarında şüphe yoktur.
2. Milletlerin Yıkılış Sebepleri
Geçmiş medeniyetlerle bir göz atıldığında, hemen hepsinin çöküşü, İrem barajına musallat olan fare gibi, ahlâkî bir kemi riciye bağlanabilir. Ahlaksızlıkla sessiz sessiz toplum değerlerinin altı oyulurken bazen hiçbir şey hissedilmeyebilir. Hissedilince de iş işten geçmiş olur; tıpkı çok duyarlı olduğumuz noktalara metastas yapacağı ana kadar kanseri fark edemediğimiz gibi.. öyle ki çok defa onu farkettiğimiz an, ötelere yolculuk da başlamış olur.
Ferdî bünyede kanser ne ise, milletlerin hayatında da ahlaksızlık aynı şeydir. Başta devleti idare edenler, sonra da aile reisleri, maarifçiler ve topyekün millet böyle bir ahlâkî çözülüşe karşı gafilse, topyekün millet gümbür gümbür yıkılır gider de, bunları ihtimal millî kıyametin tarrakaları bile uyarmaz. Kimbilir belki de bazıları, hayat buymuş diye, enkaz içinde barının varlıklar gibi onu da tabiî kabul ederler.
Evet, tarih boyu, yıkılışların temelindeki sebeplere inildiğinde genel olarak şunlar görülür: Gençlerin bohemleşmesi ve bu serâzâd ruhlarda behîmî hislerin yaşanma arzusu ve şehevânî duygulara inhimak.. toplumun dünyayı esas maksad yayıp, ahireti unutması, Allah’tan uzaklaşıp Kur’an’a sırt çevirmesi.. yüreklerden mehâfet ve mehâbet hissinin silinip herşeyin cismâniyete incirar ettirilmesi...
Osmanlı’ya kadar pek çok devletin yakılışında bu unsurların hemen hepsi söz konusudur. Manevi boşlukların hasıl ettiği buhranların üzerine onları iyice azdıracak dünyeviliklerle gidilmiştir; gidilmiş ve bir fasit daire içine girilmiştir. Oysa ki, dert; milletin maneviyatını kaybetmesi, kur’an ve İslâm esaslarından uzaklaşması ve Allah’ı unutmasından kaynaklanıyordu. Dert-i derûnuna derman arayanlara dert kaynağından derman sunuluyordu. Oysa ki, insanın bir yanını madde-dünya teşkil ediyorsa, diğer tarafını ve hatta özünü mânâ-ukbâ teşkil etmekteydi. İnhiraf noktası açıktı; herşey maddeye inhimak ve mânâyı ihmalden kaynaklanıyordu. Böyle bir eksiği yine maddeyle kapamak imkansızdı. Aslında ikisi birlikte ve kendi buudlarına göre ele alındığı, yani Allah’ın hukuku Allah’ın azametine göre yerine getirildiği, Kur’ân’ın hakkı o ölçekte kabul edildiği; dünyanın çapına göre, ukbaya da ukba kadar değer ve ehemmiyet verildiği takdirde herşey dengelenecekti. Kur’ân-ı kerim: “Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma.” (Kasas/77) buyurmaktadır.
Evet, Allah’ın lütfettiği sıhhat, zindelik, servet ve dimağ değerlendirilerek ahirete hazırlanmalı, ancak dünyadan da nasip unutulmamalıdır! Kur’ân’ın ölçüsü budur. Dünya-ukbâ ve böylesine perişan olmayacaktık. İşte bu sebeble kendine bakan yönüyle dünya, ferdi, Allah’ı anmaktan alıkoyduğu günümüzde, çocuk terbiyesi konusunu işlerken, öncelikle, ahlâkî prensiplerde mutabakata varılabilecek hususların tespitinde zaruret var.
Her milletin, bir yükselişi bir de tedennîsi olmuştur. O millet yüceltici prensiplerle yükselmiş, düşüren sâiklerle de devrilmiştir. Çünkü kâinatın bir parçası olan tabiatı da bu zahiren cebrî kanunlara tâbi yaratılmıştır. Bu sebeple de tabiatta ve âyât-ı tekviniyedeki kanunlara riayet etmek gerekmektedir. Şayet onların müsamahasına güvenerek bir kısım vazifelerinizde kusur ederseniz, onlar tarafından elimine edilir ve yok olursunuz. Onlarda affedicilik yoktur. Allah sizi affeder; ama “âyât-ı tekviniye”, diğer bir tabirle “şeriat-ı fıtriye”deki kanunlar hiçbir zaman affedici değildirler. Bu kanunlar açısından yöntem doğru tayin edildiği takdirde, Allah sizi “âlâ-yı illiyyîn”e çıkarır; aksine sebeblere riayette kusur edilirse –özel bir muamele söz konusu olmadığı takdirde- bu sefer de esfel-i sâfiline düşürür.
Baştaki probleme yeniden dönecek olursak, şu sorulara cevap bulmak icap edecek: Ahlâkın bozulmasında ciddî âmillerin ve bazı objektif sebeplerin bulunduğuna kânî misiniz? Hakikaten bir ahlâk buhranı bulunduğuna inanıyor musunuz? Halihazırdaki şu keşmekeş her hercümerc bir ahlâksızlık mıdır; yoksa normal bir durumun tezahürü müdür?
Cevap: çekirdekten çınara
3. Başka Milletleri Taklit
Ahlâkî çözülme sebebiyle yıkılan milletlerin durumu ile alakalı Rasulü Ekrem (sav) ümmetini uyararak şöyle buyurmuştur:
“Sizden evvelkilerin yolunu adım adım, karış karış, arşın arşın takip edeceksiniz.
Sahabi sorar:
“-Bunlar Yahudi ve Nasârâ mıdır ya Rasulallah (sav)?”
Allah Rasulü (sav):
“Ya kim?” [2] (2. Buhari, İ’tisam, 14; Enbiya, 50; Müslim, İlim, 6.) buyururlar.
Ahlâkta çöküntü yaşayan toplumların yıkılışlarında, dünyaya aldanma, beden-ruh dengesini kuramama ve kendini ayarlayamama gibi plânsızlıklar söz konusudur. Maalesef bu arıza, bu tarihin derinliklerinde başlamış, Yahudi ve Hıristiyanlarla daha sonraki çağlara taşınmış; daha sonra bütün bu mesâviyi Batı tevârüs etmiş ve biraz medeniyet fantazileriyle süsleyerek kendi mukallitlerine intikal ettirmiştir. Bu açıdan, yukarıdaki hadis-i şerif, oldukça mu’cizbeyan sayılır. Evet vahy-i metluv olarak Allah Rasulü (sav)’ne ilham edilmiş, o da bunun kelime kalıplarını belirlemiştir.
Burada, ayrı bir noktaya daha temas etmeden geçemeyeceğim: Amerika, İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkelere ve bu ülkelerin insanlarına baktığımızda, maddî imkânlar noktasında bunları mesud-müreffeh görür ve bütün problemlerini aştıklarını sanırız. Halbuki batılı insan her zaman huzursuzdur. Saadet aramaktadır; ama bir türlü bulamamaktadır. Bir kere Batı’da intihar oranı başka yerlere nisbeten oldukça yüksektir. Erkek-kadın insanları, intihar eden bir milletin mesud olması düşünülemez.
Rabat’ta “Ailenin Tanzimi” adı altında İslâm’da aile mevzuuyla alakalı bir konferansda Amerika’daki boşanma oranının %40 olduğu belirtiliyordu. Bugün bu rakamlar daha da artmış olabilir. Dünyada, dejenere olmuş milletler içinde en dengeli görünen Amerika’dır. Belli konularda duyarlı olduğu için Batı’nın erâcifine tam girmemiş sayılabilir. Bununla beraber, orada da durum bu merkezdedir. Demek ki ne Avrupa’da, ne Asya’da ne de Amerika’da huzurdan söz etmek oldukça zor.
Hıristiyanlığın bu mevzuda çözüm üretememesi, başka terbiye müesseselerinin bulunmaması nesillerin sahipsizliğini ve serâzad yetişmelerini netice vermektedir.
Cevap: çekirdekten çınara
4. Mükerrem Varlık
Her şey insanlığın saadetine matuf olmalıdır. İnsan yeryüzünde Allah’ın halifesi ve onun matmah-ı nazarıdır. Allah, kâinatı insana göre düzenlemiştir. Bu itibarla da medeniyetler insan için olmalı ve her medeniyette insanın mutluluğu hedef alınmalıdır. Bir kere o en muazzez varlıktır. Kur’ân-ı Kerim:
“Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları, (çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık; onlara güzel güzel rızıklar verdik; yine onları, yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık.” (İsrâ/70) buyurur. Kur’ân’a ait bir gerçeği Şeyh Gâlib bir dizesiyle şöyle vurgular:
“Hoşça bak zatına kim, zübde-i âlemsin sen
Merdûm-i dîde-i ekvân olan Âdemsin sen”
Evet Allah nazarında insan mükerrem bir varlıktır. Yeryüzündeki bütün medeniyetler, bütün siyasi, iktisadi, kültürel sistemler, parlementolar, demokrasiler onun değerini kabul hamlelerinden başka bir şey değildir. Bu açıdan insanın mutluluğu hedef alınmadan kurulan sistemlerin hiçbir kıymeti yoktur ve insanlık adına hiçbir şey vaadetmeyecektir.
5. Batı’da Kilise Hakimiyeti ve Ruhbanlık
Bu konuda İslâm ile Batı dünyası arasında mühim bir fark söz konusudur. Batı’da ilmin galebesiyle Hıristiyanlığın ve ruhbanlığın sultası yıkılmıştır. İslâm âleminde ise Batının aksine, ilmin ilerlemesiyle dine yöneliş daha da artmıştır.
Rönesans ve Reform öncesi Avurapa’da, kilise hakimiyeti altındaki fertlere ağır vergiler uygulanıyor.. kilisenin devamlı değişen kanunları karşısında herkes tedirgin, herkes huzursuz ve yarınlarından endişeliydi.
Ruhânî liderlerde ciddi bir ilim düşmanlığı vardı ve ilmî buluşlara hiç mi hiç müsamaha göstermiyorlardı. Hemen bütün ilmî buluşlar, keşifler mahiyetlerine bakılmadan tereddütsüz reddediliyordu. Değişik keşif ve tespitlerinden ötürü engizisyonlarda çok ağır cezalara çarptırılanların sayısı hiç de az değildi.
İnsanlar, bu baskıcı anlayışa karşı hiçbirşey söyleyemiyorlardı. Az bir aristokratın dışında hemen herkesin, hususiyle fakirlerin ezilmesi, kadın hakları diye birşeyden söz edilememesi, hatta değişik iş yerlerinde kadının yarım insan sayılarak yarım ücretle çalıştırılması neticesinde, hemen her sınıfta dine karşı bir küskünlük hasıl olmuştu.
İşte bu umumi antipatiden ötürü değişik yerlerdeki Reform hareketleriyle kiliseye ait her şey gümbür gümbür yıkılmış, kilise bu sarsıntıyla yıkılırken
Cevap: çekirdekten çınara
6- İslâm’da Din-Devlet İlişkisi
İslâm dünyasında hiçbir ilim adamı küstürülmemişti. Dinin hiçbir zaman ne devlet ne de millet üzerinde baskısı söz konusuydu. Her zaman kuvvet hakkın emrinde, umera da halkın hizmetindeydi. Hak adına söylenen bir söz karşısında hükümdarlar dahi dize gelebiliyor ve hakkı kabule teşne olduklarını gösteriyorlardı.
Fatih hazretleri ile Hızır Çelebi arasındaki muhakeme bu konudaki örneklerden sadece bir tanesi...
Hz. Ömer (ra), Hz. Ali (ra) gibi raşit halifeler, bir Yahudi ile hakim huzurunda mürafaa olabiliyorlardı. Kuvvetin hakta görülmesi sayesinde bu dünyada hiçbir zaman Batı’da olduğu ölçüde ceberut söz konusu olmamıştı. Bundan dolayı da dinden, dinin hakimiyetinden kimse küskün değildi. Başkalarının ütopyalarda aradığı bir hayat bu dünyada ahval-ı âdiyedendi...
7. Ahlâkî Prensipler
Neyi iyi, neyi kötü görüyoruz? Çocuklarımızın nasıl yetiştirilmesini düşünüyoruz? Bu konuda gerçekleştirmeyi tasarladığımız bir plân ve proje var mı?
Oğlumuzun nasıl yetişmesini düşünüyoruz? “Ben çocuğumu şöyle görmek istiyorum” deyip sonra da bunu tahakkuk ettirmek için ne yapıyoruz? Gece geç vakitlere kadar şurada-burada vakit geçirmesine nasıl bakıyoruz? Ve hangi saatte eve gelirse gelsin kapımızı açacak ve sinemize bakacak mıyız?
Neyi, nereye kadar kabul ediyor; nelere ahlâk diyor, neleri ahlâkın dışı diyebiliyoruz? Nelere iyi, nelere kötü nazarıyla bakabiliyoruz?
Çocuklarımıza nereye kadar müsaade edeceğiz? Kılık ve kıyafetlerine karışma mevzuunda bir prensibimiz olacak mı?
Olanlardan hoşnut değilsek şu ana kadar neler düşündük? Başvurduğumuz bir çare oldu mu? Çare arama yolunda ne kadar kapı çaldık, kaç mütehassısa başvurduk, kaç damla göz yaşı döktük? Bu konu bizi bir yakınımızı, bir komşumuzu ya da milletimizi alakadar edebilir; ancak bütün bu konularda hiç gerçekten bir çözüm arayışı içerisinde olduk mu?
Bu mevzuda bir hesabımız, bir plânımız yoksa, demek ki biz de Rasulü Ekrem'in (sav) hadis-i şeriflerinde ifade buyurdukları gibi adım adım, karış karış, arşın arşın bizden evvelkilerin izine takılmış, onlara uymuş ve aynı gayyalara sürüklenmiştik veya sürüklenme çizgisinde bulunuyorduk. Aslında bütün bunların temelinde Allah’ı Rasulü Ekrem'i (sav) ve Kur’ân’ın prensiblerini bir yana itip heva ve hevesimize kulak etme vardır.
Bugün hemen hepimizin, az çok müşteki olduğu bir evladı vardır. Acaba onun bir kısım zikzakları karşısında ne düşünürüz? Sadece düşünebilmek bile çok mühimdir. Evet şöyle-böyle mutlaka düşünmemiz gerekiyor. Kendimize dönerek: “Hakikaten biz bu mevzuda ne yapabiliriz?” sorusu üzerinde durmamız gerekiyor. Tabi kendimizi de; acaba biz müsamahalı bir insan mı, haşin mi, yoksa vurdum duymaz birisi miyiz? Evimizde olup bitenleri bir ölü hissizliği, sessizliği içinde seyretmekle mi yetiniyoruz, yoksa hergün evde ayrı bir kızıl kıyamet mi koparıyoruz..?
Bu soruları daha da çoğaltabiliriz. Mesela; bir kayyim gibi çocuğumuzun arkasına takılıp, onun arkadaşlık kurduğu kimseleri tanıma gayreti gösteriyor muyuz? Her zaman ona iyi bir vasat hazırlayabiliyor muyuz? Bugüne kadar onu ne tür arkadaşlarla tanıştırdık? Biz tanıştırmadıksa o kimlerle gezip tozuyor? Sadece okula kaydettirmek veya muallime teslim etmek ya da bir kur’ân kursuna yerleştirmek yeterli midir? Hatta sadece camiyi göstermek, imamla tanıştırmak yeterli midir?
Bu iç içe soruların, bu sorulara cevap aramanın yanında, kendi hayatımızın düzeni, derinliği, içtenliği, kararlılığı ve bize ait albenisi de çok önemlidir.