Süleyman Hilmi Tunahan (K.S) Mübareğin Talebeliği
Süleyman Efendinin Talebeliği:
Osman Efendi farklı bir gözle bakmaya başladığı oğlunu İstanbula gönderirken, içinde, sevinç, umut, heyecan ve ayrılıkların ayrılmaz parçası olan hüzün, birbirine karışmıştı. Oğluna bakarken, dolu dolu olan gözlerinde muhabbet ve hürmet bir aradaydı.Daha önce kendisinin de geçtiği yollardan geçmek üzere İstanbula gönderiyordu onu.
İstanbul o zaman, zamanın ilim ve medeniyet merkezi, ulemâ-i kirâmın toplandığı bir yerdir. Osman Efendi oğlunu başka yere gönderemezdi. Çünkü ilim sâhasında Mısırda bulunan Ezher Üniversitesi vardı. Mısır, îtikâdî yönden sağlam değildi. Vehhâbi ve reformist cereyanlar orada cirit atıyordu. Ama İstanbul her yönüyle sağlamdı. Ehli takvâ olan Osman Efendi, ümidini bağladığı ciğerpâresini İstanbula gönderirken ona başlıca 3 nasihatte bulunmuştur ki; herkes için geçerlidir.
1- İstanbulda parasız kalmak âhirette imansız kalmak gibi zordur. Onun için iktisatlı ol, on kuruşa alacağın bir şeyi beş kuruşa almaya gayret et.
2- Usûl-ü fıkıh ilmine iyi çalışırsan, dîninde kuvvetli olursun
3- Mantık ilmine iyi çalışırsan, ilminde kuvvetli olursun...
Babasının bu çok fâideli nasihatını gönlünde muhâfaza eden Süleyman Efendi (K.S) hem usûl-ü fıkha, hem mantığa ve hem de diğer bütün derslere iyi çalıştı. Hem de ne çalışma. O insan üstü gayrete, bazen vücudu isyan ediyor, burnundan gelen kan, önündeki kitabın sayfalarına damlıyordu. Fakat o, gene de pes etmiyor, çalışıyor, çalışıyor, çalışıyordu...En büyük düşmanı uykuydu.
Uykunun pençesinden kurtulabilmek için fincan fincan kahve içer, kış gecelerinde pencerenin önünden alarak, avucunun içinde top haline getirdiği karları, gömleğinin yakasıyla ensesi arasına koyardı. Karlar yavaş yavaş eriyerek boynundan sırtına doğru akar ve böylece kendisini uykuya karşı korumaya çalışırdı.
Bir gün ağır şekilde hastalandı ve yatağa düştü. Hastalığı öyle ağırdı ki, hayattan ümidini kesmişti. O böyle yorgan döşek yatarken, üstâzı Salâhuddin İbn-i Mevlânâ (K.S) kendisini ziyarete geldi. Hayattan ümidini kesen Süleyman Efendinin gözlerinden inci gibi yaşlar süzülüyordu. Üstazı, bunun üzerine Evladım, sen hiç üzülme dedi. bu hastalıktan iyileşeceksin. Okuyup büyük adam olacaksın ve çok itibar göreceksin. Hatta sen, kaptan-ı gayr-ı müslim olan bir gemiye binecek olsan, o dahi sana saygı gösterecek...
Tabi ki herkesin yapacağı gibi Süleyman Efendi (K.S) İstanbula -pâyitahta- gelir gelmez ilk iş olarak ecdâdını ziyaret ediyor. Bu meyanda büyük dedesi İdris Bey tarafından akrabalık bağı kurulan, cennet mekân Fatih Sultan Mehmet Hânı ziyarete gider. Fâtih câminin içine girip câminin ortasındaki kuyunun başına gelince Hz. Fatihin ruhâniyeti zuhûr eder. Elinde iki kâse su bulunmaktadır. Süleyman Efendi (K.S) hayretler içinde bakarken, Hz. Fatih elindeki kâselerden birini uzatıp içmesini söyler. Süleyman Efendi(K.S) her ikisini de içer.
Senelerce önce rüyâsında Rasülüllah (S.A.V)i görerek aldığı emirle, Bağdatta kürsüye çıkan Abdülkadir Geylâni (K.S) Hazretleri ne konuşacağını düşünürken yine sevgili peygamberimizin (S.A.V) emriyle
Yâ Ali koş evlâdıma yardım et fermânıyla ve Fahr-i Kâinatın bir mübârek tükrüğü ile bülbüller gibi coşan Abdülkadir Geylâni misâli, ilmin eşiğine gelen Süleyman Efendiye de Rasulüllah Efendimizin izniyle Hz. Fatih tarafından iki kâse su içirilmiştir.
İşte bu iki kâse su, Süleyman Efendi (K.S) nin hem zâhiri ve hem de bâtınî ilimlerde yed-i tûla (zirve) sahibi olacağına işâret ediyordu.
Fatihte Sahn Medresesine kayıt yaptırmak için gelen Süleyman Efendiye medresenin kadrosunun dolu olduğu söylenir, yalnız bodrum katta yer olduğu bildirilir. Burası öyle bir yerdir ki, penceresi dahi yok, mum ışığında ders çalışılabilen bir mekân. Râzı olursan orada kalıp tahsilini yapabilirsin derler. Süleyman Efendi (K.S) medresede okuma hevesiyle bu teklifi seve seve kabul etmiştir. Ne Hikmetse, bir çok müstesnâ büyük âlimlerin yetiştiği yerde o bodrum olmuştur. Süleyman Efendi (K.S) medreseye adım atarken yeni mezun olmuş bir büyük âlimle karşılaşır. O âlim genç Süleyman Efendiye çeşitli sualler sorar. Aldığı cevaplardan çok memnun kalınca medresede okuduğu kitaplarını Süleyman Efendiye hediye eder.
Fatihte Sahn Medresesine kaydolan Süleyman Efendi Büyük lakâbıyla da anılan Bafralı Ahmed Hamdi Efendinin ki bu zât, devrin en büyük dersiâmlarındandır, ders halkasına dâhil olur. Buradaki tahsil hayatı da oldukça parlak ve başarılı geçer. Derslere olan iştiyâkı ve üstün zekâsıyla dikkatleri celbeder. Medrese muhitlerinde kendisi hakkında yetişirse iyi bir âlim olacak görüşü yaygın olur. Ahmed Hamdi Efendi onun hem aklını, hem de derslerini öğrenme hususundaki kâbiliyetlerini takdir eder, o derse gelinceye kadar talebeleri meşgul eder, o gelince derse başlardı. Zaman zaman dersini takip için onu yerine halef bıraktığı oluyordu. Ona olan hayranlığından, nesebi yakınlıkta arzu etmiş, fakat, takdîr-i ilâhi, bu işin gerçekleşmesine müsaade etmemişti.
Süleyman Efendi, İstanbulda ki tahsili sırasında, bir yılda veya iki yılda bir olmak üzere izne gelebilmektedir. Bu sıla-i rahimler sırasında Osman Efendi oğluna gâyet hürmetkâr davranmaktadır.
Günler günleri kovalar ve Süleyman Efendi, tarihler 1916 yı gösterirken, Bafralı Hamdi Efendir17;den icâzetnâmesini alır. Derecesi birinciliktir ve Süleyman Efendi, 28 yaşındadır.
İlmî kariyerine son noktayı koyabilmek ve dersiâm olabilmek maksadıyla, Süleymâniye Medreselerinden Medresetül Mütehassisîne kaydolur.(Hafız Ahmet Paşa Medresesi 30 Eylül 1916) Seçtiği bölüm Tefsir ve Hadistir. Medresetül Mütehassisine kaydolmadan önce, Medresetül Kuzât ( Kâdı yetiştiren mektep)inde (şimdiki Hukuk Fakültesi) giriş imtihanını birincilikle kazanmış, fakat bunu büyük bir sevinçle pederine mektupla bildirdiği zaman ondan aldığı telgraf şu olmuştur.
Süleyman; ben seni cehenneme göndermek için İstanbula göndermedim. Pederleri bu telgraf ile kendisine peygamberimizin üç kâdıdan (hâkimden) ikisi cehennemde, birisi cennettedir. Hadisi şerifini hatırlatıp kâdılığa yönelmemesini istiyordu.
Süleyman Efendi (K.S) pederine telgrafla verdiği cevapta kendisinin asla kâdılığa talip olmadığını, maksadının ise devrinin bütün zâhiri din ilimleri sahasında kemâle ermek ve vukûfa sahip olmak istediğini bildirerek pederlerini rahatlatır. Gönlünü huzûra erdirir.
Süleyman Efendi (K.S) büyük bir iştiyakla Medresetül Mütehassisine devam eder. Azim ve gayretin neticesi olarak daha 2. Sınıftayken 1918 yılında tefsir, hadis ve usul-ü fıkıh şubelerinden İstanbul müderrisliği ruûsuna nâil oluyor. Nihayet 27 Mayıs 1919 da Medresetül mütehassisinin tefsir ve hadis şubelerinden birincilikle mezun olup dersiâm (Ord.Pröfesör) olduğu gibi Medresetül Kuzattan da (Hukuk Fakültesi) iyi derece ile diplomasını alıp Kaadilik rütbesine ulaştı. Böylece hukuk ilimlerinde de yedi tûlâ sahibi olur. Ancak Süleyman Efendi (K.S) hiçbir zaman hâkimliğe talip olmadı. Onun yapacağı işler hazır bekliyordu.
Süleyman Efendi (K.S.) harf inkılâbını tasvip etmiyordu. Bundan fevkalâde rahatsız olmuştu. Konuşmalarında sık, sık bu konuyu dile getiriyor ve alfâbe değişikliğinin getireceği sıkıntılara dikkat çekiyordu. İslâma, İmana, âdet ve ananelere, sanata, ticaret ve ziraate; en zararlısı, İslam harflerinin kaldırıp atılmasıdır, buyururlardı ve misal olarak Japonyayı verirlerdi. Atom bombasının atılmasıyla Japonya Amerikaya boyun eğmek zorunda kaldı, ancak okuyup yazma ve milli kültürleri hususunda serbest bırakılmayı müttefiklerine kabul ettirdi. Bilindiği gibi kısa sürede kendi eserleriyle geliştiler.
Alfâbe değişikliği demek insanın geçmişi ile, kültürüyle bağının koparılması demektir. Dünyalar değerindeki ilmi ve fikri eserlerin kütüphâne raflarında tozlanması, çürümeye terk edilmesi demektir. Bırakın avam kesimi, ilâhiyat tahsili yapan gençlerin bile büyük kısmı bugün bu eserleri okuyup anlayamamaktadır. Bu da sonu yıkıma giden, toplumda maddi mânevi sıkıntılar meydana getiren bir durumdur.
Harf İnkılâbıyla alâkalı olarak, meşhur İtalyan Türkolog Prof. Rossi, Viyana da verdiği bir konferansında Güzel Türkçer17;yi hiçbir kuvvet yıkamamıştır. Yeni harfler yıkacaktır. Bu harfler müslüman Türklerin geçmişleriyle, tarihleriyle, gelenekleriyle alâkalarını koparacaktır. diyordu.
Yeni devrin siyâsi simâlarının hâkim olduğu anlayışı en bâriz şekilde gösteren ifâde, Bizim ne şark ile, ne şark milletleriyle, ne müslümanlıkla, ne islam ilimleriyle münâsebetimiz yok. Onlardan bütün alâkamızı kestik kendilerini tanımıyoruz. Hâriciye vekili Tevfik Rüştü Arasın büyük bir cüretkârlıkla söylediği sözlerdi bunlar. Bu ülkeyi yöneten insanların zihniyeti bu yöndeydi. Buna benzer daha nice ifâdeler, beyânatlar vardır. Merakı olanlar TBMM zabıtlarını ve konuya ilgi duyan, değerli araştırmalar yapan yazarların eserlerini okuyabilirler.
İşte böyle bir devirde Süleyman Efendi vazifesini icrâ etmeye çalışıyordu. Vâizlik hizmetini hiç aksatmadan yapıyordu. Uzun müddet İstanbulun Sultanahmet, Süleymâniye, Yeni câmi, Şehzâdebaşı, Kasımpaşa camii kebir ve daha nice câmilerde vaaz etmiştir. Dedik ya İstanbulda o zaman mevcut olup da vaaz etmediği câmi yoktur desek yeridir. O kendisine Peygamber Efendimizin şu Hadis-i şerifini şiâr edinmiştir. Din nasihatle kâimdir. Din nasihatle kâimdir, Din nasihatle kâimdir.
Aynı zamanda mensubu bulunduğu Nakşî tarikatının başbuğlarından olan Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin Tarikunâ tarîkus-sohbet sözünü kendine düstûr edinmişti. Bulunduğu her mekânda irşad vazifesiyle uğraşmış, din ve îman mevzularını yasak olmasına rağmen her şeyi göze alarak en ince teferruatına kadar anlatmıştır.
Ayrıca Süleyman Efendi Süleymâniye Medreselerinde İslam Hukukundan başka Roma hukuku, Deniz ve Kara Ticaret Hukuku ile Devletler Hukuku da tahsil etmiş bulunmaktaydı. Süleyman Efendi bu kadar kısa zamanda bu ilimleri okumuştu ama nasıl ? Boş vakit geçirmek nedir bilmezdi. Derslere daha fazla vakit ayıra bilmek için uykusunu kısardı. Dünyada makam ve mevkide gözü yoktu. O maddi ve mânevi bütün ilimleri tahsil ederek ileride alacağı mânevi vazifeye hazırlık yapıyordu. Mâlum tek kanatlı kuş uçmaz diye bir söz vardır. Süleyman Efendi dine hizmet etmek, Ümmeti Muhammedr17;in kurtuluşunu temin etmek için bütün gayretini gösterip ilim tahsil ediyordu. İlim tahsili hususunda kapasitesini o kadar zorlardı ki, bazen okuduğu kitapların sahifelerine kanlanan gözlerinden kanlı yaşlar damlardı. Uykuya karşı amansız bir mücadele verirdi. Uykuya mağlup olmayıp, çok ders çalışmak için her gün bol miktarda kahve içerlerdi. Uzun kış gecelerini ders çalışarak, fâideli geçirmek için pencereden uzanıp aldıkları bir avuç karı sıkıştırıp kar topu haline getirdikten sonra, gömleği ile omurilik soğanı arasına koyardı. Vücudunun sıcaklığı ile yavaş yavaş eriyip sırtından aşağı akan kar suyu daima uyanık bulunmasını sağlardı.
Uykuya hasret öyle günleri geçerdi ki; Bir gün kendi kendine şöyle düşünür, Bir ay hiç bir şeyle meşgul olmam, istirahat eder, dinlenirim, bu geçen sıkıntıları unuturum. Ancak ileride de göreceğimiz gibi bu hayallerini uygulama sâhasına geçirmeye fırsat bulamayacaktır. Bu esnâlarda bir rüya görür ve kendisinin uykuya hasret kalacağını, mühim vazifelerin kendisini beklediğini, çok gayret etmesi gerektiği ikâzını alır.
Böylece Süleyman Efendinin maddi tahsil hayatı noktalanmış oluyordu. Devrinin akli ve nakli ilimlerini en iyi derece ile tahsil etmişlerdi. Artık Süleyman Efendi müfessirdi, muhaddisti. Zira Medresetül Mütehassisinin tefsir ve hadis bölümünden icâzet almıştı. İcâzet, işin maddi yönünü gösteriyordu. Fakat o dersiamlık ve vâizlik hayatında bunu bil fiil icra ediyordu. Seçmiş oldukları mevzuu ile ilgili âyet ve hadisleri mutlaka okurlardı.
Süleyman Efendinin Kaadılığı da vardı. Zîra Medresetül Kuzât (Hukuk Fakültesi) mezunuydu. Hukûki meselelere karşı engin bir vukûfu vardı. Lâkin o hiç bir zaman kâdılık yapmaya teşebbüs etmemiştir.
Süleyman Efendi(K.S)r17;nin hayran olduğumuz husûsiyetlerinden biride şu idi. Hazret bir meselenin izâhını yaparken dâima delille konuşurdu. Konuşmaları mutlaka bir âyet-i celîle ve hadis-i şerife istînâd ederdi. Yeri geldiğinde derhal Arapçasını da okurdu. Âyet ve Hadis-i Şerif ile irtibatlandırmadan konuştuğuna hiç rastlamadım. Bunun daha ilerisi var mı? Tam bir Osmanlı müderrisi idi. Ayrıca bir müceddid husûsiyeti taşıdığını her hâl ve hareketiyle ispat ediyordu.
Gerçekten de Süleyman Efendi, zâtına mahsus tatlı bir üslupla hitap ederdi. İstanbulda vaaz etmediği câmi pek kalmamıştır dersek mübalağa yapmış olmayız. Her yerdeki vaazında; onun konuşmalarından istifâde etmek için ve onunla tanışabilmek için büyük kalabalıklar olurdu. Âyet-i Kerimelerin ve Hadis-i şeriflerin sebebi nüzul ve vurûdunu da dikkate alarak tefsirini, îzahını akıllarda en iyi derecede kalacak şekilde yapardı. Konuşmalarında dini, dünyevî, insanlar için faydalı olan şeylerden bahsederdi. O devirde yasaklanmış olan bazı meseleleri bile dile getirmekten korkmazdı. Bir gün Sultan Ahmet Camii vaazında Cezayirli müslümanlardan bahsetmiş , hükümetimizin onların aleyhine olan tutumlarını eleştirmiş devlet yardım etmiyor bâri biz müslümanlar hiç değilse dua ile yardım edelim, Cezayir müslümanları, kadınları kollarındaki bileziklerini, parmaklarındaki yüzüklerini vererek İstiklâl harbinde bize yardım etmişlerdir. Eğer onlara yardım etmezsek, onların hürriyet ve istiklalleri için geceleri kalkıp hiç değilse iki rekat namaz kılıp yalvarmazsak mesul oluruz efendiler deyip onlar için dua etmişlerdir. Bundan dolayı da karakola celbedilerek ifâdesi alınıp mahkemeye sevk edilmiştir. Bir hayli mahkemeden sonra berâet etmiştir.
Süleyman Efendi (K.S.) dünya politikasını dış ve iç siyaseti takip ederdi. Her gün gazete aldırır ve dış politika ile ilgili kısımlarını okurdu. Pratik zekâsının ve tecrübesinin ürünü olarak ilerde nasıl bir siyâsi yol takip edileceğini kestirir ve bunda isâbet ederlerdi. Tahsil hayatının sona ermesinden sonra da boş vakit geçirmek nedir bilmezdi. Hep halkı irşad etmek için vaazlarda bulunur, vaaz haricinde yine kendini sevenlerle bir araya gelip, Ümmet-i Muhammedin evlâdına nasıl fâideli oluruz diye istişârelerde bulunurdu.ALLAH MÜBAREĞİN ŞEFAATLERİNE CÜMLEMİZİ NASİL EYLESİN İNŞALLAH.