-
TevekkÜl
İmâm-ı Muhammed Gazâlînin �rahmetullahi teâlâ aleyh�, fârisî (Kimyâ-i se�âdet) kitâbının [1281] senesinde Hindistân baskısı, beşyüzsekizinci sahîfesinde, dördüncü rükn, sekizinci aslı, aynen terceme edilerek aşağıya yazıldı:
Cenâb-ı Hakka yaklaşanların geçdiği makâmlardan biri de, tevekküldür ve derecesi çok yüksekdir. Fekat, tevekkülü öğrenmek güc ve incedir. Yapması ise, dahâ gücdür. Çünki bir kimse, hareketlerde, işlerde, Allahü teâlâdan başkasının te�sîr etdiğini düşünse, bu kimsenin tevhîdi, noksân olur. Eğer, hiçbir sebeb lâzım değildir dese, islâmiyyetden ayrılmış olur. Eğer sebebleri araya koymak lâzım değildir derse, akla uymamış olur. Lâzımdır derse, sebebleri hâzırlıyana tevekkül etmiş olur ki, bu da tevhîdde noksânlık olur. Görülüyor ki, tevekkülü, hem akla, hem islâmiyyete, hem de tevhîde uyacak şeklde anlamak lâzımdır. Böyle anlıyabilmek için, derin bilgi ister. O hâlde, herkes anlıyamaz. Biz, önce, tevekkülün kıymetini, sonra ne demek olduğunu, dahâ sonra, nasıl elde edileceğini bildireceğiz:
Tevekkülün fazîleti: Allahü teâlâ, herkese, tevekkülü emr eylemişdir. (Tevekkül îmânın şartıdır) meâlindeki âyet-i kerîme, bu emrlerden biridir. Sûre-i Mâidede, 23.cü âyet-i kerîmede, (Eğer îmânınız varsa, Allahü teâlâya tevekkül ediniz!), sûre-i Âl-i İmrânda, 159.cu âyet-i kerîmede, (Allahü teâlâ, tevekkül edenleri elbette sever), sûre-i Talâkda, 3.cü âyet-i kerîmede, (Bir kimse, Allahü teâlâya tevekkül ederse, Allahü teâlâ, ona kâfîdir), sûre-i Zümerde, 36.cı âyet-i kerîmede, (Allahü teâlâ, kuluna kâfî değil midir?) meâllerinde dahâ nice âyet-i kerîme vardır.
Resûlullah �sallallahü aleyhi ve sellem� buyuruyor ki, (Ümmetimden bir kısmını, bana gösterdiler. Dağları, sahrâları doldurmuşlardı. Böyle çok olduklarına şaşdım ve sevindim. Sevindin mi, dediler, evet dedim. Bunlardan ancak yetmişbin adedi hesâbsız Cennete girer dediler. Bunlar hangileridir diye sordum. İşlerine sihr, büyü, dağlamak, fal karışdırmayıp, Allahü teâlâdan başkasına, tevekkül ve i�timâd etmiyenlerdir buyuruldu). Dinliyenler arasında Ukâşe �radıyallahü anh�, ayağa kalkıp, (Yâ Resûlallah! Düâ buyur da, onlardan olayım) deyince, (Yâ Rabbî! Bunu onlardan eyle!) buyurdu. Biri kalkıp, aynı düâyı isteyince, (Ukâşe senden çabuk davrandı) buyurdu.
Bir hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâya tam tevekkül etseydiniz, kuşların rızkını verdiği gibi, size de gönderirdi. Kuşlar, sabâh mi�deleri boş, aç gider. Akşam mi�deleri dolmuş, doymuş olarak döner) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, Allahü teâlâya sığınırsa, Allahü teâlâ, onun her işine yetişir. Hiç ummadığı yerden, ona rızk verir. Her kim, dünyâya güvenirse, onu dünyâda bırakır) buyurdu. İbrâhîm aleyhisselâmı mancınığa koyup, ateşe atarlarken (Hasbiyallah ve ni�melvekîl), ya�nî (Bana Allahım yetişir. O iyi vekîl, yardımcıdır) dedi. Ateşe düşerken, Cebrâîl �aleyhisselâm� gelip, (Bir dileğin var mı?) dedikde, (Var, amma sana değil) dedi. Böylece (Hasbiyallah) sözünün eri olduğunu gösterdi. Bunun için Vennecmi sûresinde, (Sözünün eri olan İbrâhîm) meâlindeki âyet-i kerîme ile medh buyuruldu. Allahü teâlâ, Dâvüd aleyhisselâma, (Bir kimse, herşeyden ümmîd kesip, yalnız bana güvenirse, yerde ve göklerde bulunanların hepsi, ona zarar yapmağa, aldatmağa uğraşsalar, onu elbette kurtarırım) meâlindeki âyet-i kerîme ile vahy gönderdi. Sa�îd bin Cübeyr diyor ki, elimi akreb sokmuşdu. Annem, elini uzat da, efsûn etsinler, ya�nî uydurma şeyler okusunlar diye and verdi. Diğer elimi uzatdım, efsûn okudular. Sa�îd elini okutmadı. Çünki, Resûlullah �sallallahü aleyhi ve sellem�, (Efsûn yapan ve ateş ile dağlıyan kimse, Allahü teâlâya tevekkül etmemiş olur) buyurdu. İbrâhîm-i Edhem �kuddise sirruh�, bir papasa sordu ki, (Nerden geçiniyorsun?). (Nerden gönderdiğini, rızkımı verene sor, ben bilmem!) dedi. Birine sordular ki, (Hergün ibâdet ediyorsun. Ne yiyip, ne içiyorsun?). Cevâb olarak, dişlerini gösterdi. Ya�nî, (Değirmeni yapan, suyunu gönderir) demek istedi. Herem bin Hayyân, Üveys Karnîye [Veysel Karânî de denilir] sorup, (Nerede yerleşeyim?) dedikde, (Şâmda) buyurdu. (Acabâ Şâmda geçim nasıldır?) deyince, Üveys, (Rızklarından şübhe eden kalblere yazıklar olsun! Bunlara, nasîhat fâide etmez!) buyurdu.
Tevekkül, kalbin yapacağı bir işdir ve îmândan meydâna gelir. Îmânın çeşidleri vardır. Fekat tevekkül, bunlardan ikisine dayanmakdadır. Bunlar, tevhîde îmân ve lutf ve merhamet-i ilâhînin çokluğuna îmândır.
Tevekkülün esâsı olan tevhîd: Tevhîdi anlatmak, uzun sürer ve tevhîd ilmi, bütün ilmlerin sonudur. Biz burada, yalnız tevekküle lâzım olacak kadarını göstereceğiz: Tevhîdin dört derecesi vardır. Ya�nî bir özü vardır ve özünün de özü vardır. Bir de kabuğu vardır ve kabuğun da kabuğu vardır. Demek ki, iki özü, iki de kabuğu vardır. Tevhîd, tâze cevz gibidir. Cevzin iki kabuğunu ve içini herkes bilir. Özünün özü de, yağıdır.
Tevhîdin birinci derecesi, yalnız dil ile (Lâ ilâhe illallah) deyip, kalb ile inanmamakdır. Münâfıkların tevhîdi böyledir.
İkinci derece: Bu kelime-i tevhîdin ma�nâsına, kalbin inanmasıdır. Bu inanış, yâ başkalarından görerek, işiterek olur ki, bizim gibi câhillerin inanışı böyledir. Yâhud delîl ile, aklın isbât etmesi ile inanır. Din âlimlerinin, kelâm ilmi üstâdlarının inanması böyledir.
Üçüncü derece: Bir yaratanın, herşeyi yaratdığını görmek, her işin, tek bir fâ�il tarafından yapıldığını, başka kimsenin, hiçbirşey yapmadığını anlamakdır. Bu görüş ve anlayış için, kalbde bir nûrun parlaması lâzımdır. Böyle hâsıl olan îmân, câhillerin ve kelâm âlimlerinin îmânına benzemez. Onların îmânı, taklîd ve isbât hîleleri ile kalbe çekilen bir perde gibidir. Bu görüş ve anlayış ise, kalbin açılması, perdelerin kalkmasıdır. Meselâ, bir ev sâhibinin, evde bulunmasına inanmak üç dürlü olur:
1 � Birisinden işiterek inanmakdır. Taklîd ile olan îmân, bunun gibidir.
2 � Ev sâhibinin, hergün kullandığı binek hayvanını, başlığını, ayakkabılarını evde gördüğü için inanmakdır. Bu da kelâm âlimlerinin îmânına misâldir.
3 � Ev sâhibini evde görerek inanmakdır. Bu, âriflerin tevhîdine misâldir. Böyle tevhîd, herne kadar yüksek derece ise de, bunun sâhibi, mahlûkları görmekde ve Hâlıkı görmekde, bunların Hâlık tarafından yaratıldığını bilmekdedir. Mahlûkları gördüğü için, tevhîd tam olamaz.
Dördüncü derece: Bir var görür. Birden başka birşey görmez. Tesavvufcular bu hâle, (Tevhîdde fenâ) derler.
Yukarıdaki dört dereceden birincisi, münâfıkların tevhîdi olup, cevzin dış kabuğuna benzer. Cevzin dış kabuğu, acı olduğu gibi ve dış yüzü güzel yeşil ise de, iç yüzü çirkin göründüğü gibi ve yakılınca bol duman yaparak ateşi söndürdüğü gibi ve birkaç gün cevzi korumakdan başka, bir işe yaramadığı gibi, münâfık tevhîdi de, onu dünyâda ölümden korumakdan başka, birşeye yaramaz. Ölümden sonra, beden çürüyüp, rûh yalnız kalınca, birşeye yaramaz. İkinci derece olan, câhillerin ve kelâm âlimlerinin tevhîdi, cevzin tahta kabuğu gibidir. Bu tahta kabuk cevzi birkaç zemân korumakdan başka işe yaramadığı gibi, bu derecedeki tevhîd de, yalnız insanı Cehennem ateşinden korumağa yarar. Üçüncü derece, cevzin özü gibidir. Öz, cevzin asl işe yarayan kısmı ise de, cevz yağı ile ölçersek, posayı taşıdığı görülür. Üçüncü derecede de, mahlûkları görmek, posa gibidir. Hakîkî tevhîd, dördüncü derecedir ki, Hakdan başka, birşey bulunmaz. Kendini de unutur.
-
Cevap: TevekkÜl
Süâl � Tevhîdin dördüncü derecesine kavuşmak gücdür. Herşeyi, bir varlık görmek nasıl olur. Çeşidli sebebler görüyoruz ve yeri, gökü, mahlûkları görüyoruz. Bunlar, aynı şey midir?
Cevâb � Birinci, ikinci, üçüncü derece tevhîdleri anlamak kolaydır. Anlaması güc olan, dördüncü tevhîddir. Fekat, tevekkül için, bu tevhîde lüzûm yokdur. Bunu tatmıyana anlatmak gücdür. Kısaca şöyle diyebilirim ki, birçok farklı şeylerin bir bakımdan benzerliği olur. Bu bakımdan aynı birşey gibi düşünülebilir. İşte, bir ârif, herşeyi, hepsinde bulunan birşey olarak görünce, hepsini birşey görür. Meselâ, insanda et, deri, baş, ayak, göz, kulak, mi�de, ciğer gibi şeyler vardır. Fekat, insanlık bakımından, bir şeydir ve bir insanı düşününce, ayrı ayrı parçaları hâtıra gelmeyip, birşey olarak düşünürüz. Bize ne düşünüyorsun denirse, birşeyden başka düşünmüyorum deriz. Bir insanı görünce, birşeyden başkasını görmedim deriz. Tesavvufda, öyle bir ma�rifet [ya�nî bilgi] derecesi vardır ki, bu dereceye yetişen bir ârif, var olan her şeyi, bir bakımdan, birbirlerine bağlı görür. Dünyâdaki çeşidli cismleri, bir insanın uzvları gibi görür. Mahlûkların, yaratana karşı hâlini yalnız bir bakımdan görerek, insan uzvlarının akl ve rûh karşısındaki hâli gibi bulur. (Allahü teâlâ Âdemi, kendi sûretinde yaratdı), hadîs-i şerîfinin ma�nâsını anlamıyan kimse, bu sözlerimizi anlıyamaz. (Kimyâ-i se�âdet) kitâbının başında, bu hadîs-i şerîfi biraz açıklamışdık. Dahâ fazla açmağa gelmez. Akl ermez ve yanlış anlaşılır.
Tevekkül için, tevhîdin üçüncü derecesi yetişir. Bu tevhîdi, (İhyâ-ül�ulûm) kitâbımızda uzun açıklamışdık. Oradan okuyabilirsiniz. (Kimyâ-i se�âdet) kitâbında, şükr faslında bildirdiğimiz gibi, güneş, ay, yıldızlar, bulut, yağmur, rüzgâr ve tabî�atdeki bütün kuvvetler, hep Allahü teâlânın irâdesinde, emrindedir. Kâtibin elindeki kalem gibidir. Allahü teâlâ irâde etmeyince, hiçbirşey hareket etmez. O hâlde, işleri bu sebebler yapıyor demek doğru değildir. Bir müdîrin takdîr emrini, kâğıddan, kalemden bilmeğe benzer. İnsanın irâdesine, ihtiyârına bakarak, insanın elinde birşey vardır zan etmek de yanlışdır. Çünki, insana ihtiyârı veren de Allahü teâlâdır. İnsan, bir işi kudreti ile yapıyor. Kudreti de irâdesine bağlıdır. Fekat, [Eş�arî mezhebine göre], irâdesi nasıl yaratılırsa, onu ister. İrâde elinde olmadığı için, kudreti de, yapdığı iş de elinde olmaz. Bunu dahâ iyi anlamak için, insanların hareketlerini üçe ayıralım:
1 � Tabî�î [Fizik] hareketleridir. Meselâ, suya basınca batmak, fizik hareketidir.
2 � İrâdî hareket. Nefes almak gibi.
3 � İhtiyârî hareket. Konuşmak, yürümek gibi.
Tabî�î hareketler, insanın elinde değildir. Çünki, sudan ağır olan her cism gibi, insan da suya batar. Taşın suya batması, taşın istemesi ile olmadığı gibi, insanın batması da, arzûsu ile değildir.
İrâdî hareketler, meselâ nefes almak da böyledir. Çünki, nefes almamak istesek yapamayız. Nefes almak irâdesi, kendiliğinden hâsıl olur. Bir insanın gözüne iğne uzatsak, ister istemez gözünü yumar. Gözleri kapamak elinde olmaz. Çünki o ânda gözlerini kapamak irâdesi kendiliğinden hâsıl olur. Tıpkı suda batmak gibi, tabî�î sebeblerle göz kendiliğinden kapanır. Demek ki insanlar, irâdî hareketlerinde mecbûrdur.
Söylemek, yürümek gibi ihtiyârî hareketleri incelemek gücdür. Böyle hareketleri, insan isterse yapıyor, istemezse yapmıyor. Fekat, insanın istemesi için, o işi aklın beğenmesi, iyi demesi lâzımdır. Hattâ, yapıp yapmamağı, bir zemân düşünüp, iyi olduğunu bildikden sonra, irâde mecbûrî hâsıl olup, uzvlar hareket ediyor. İğneyi gören gözün kapanması gibi, a�zâ hareket ediyor. Şu kadar fark var ki, iğnenin göze zararı ve göz kapamanın fâidesi, her ân bilinmekde, düşünmeğe lüzûm kalmadan, irâde hâsıl olmakda, irâdeden kudret meydâna çıkmakdadır. Burada, düşünmek olmadığı için, gözün kapanması, suya batmak gibi olmakdadır. Meselâ, bir kimseyi sopa ile kovalasalar, kaçarken önüne uçurum çıksa, zararı az olanı yapar. Ya�nî, uçuruma atlamağı, sopa yemekden az zararlı görürse, atlayıp kaçar. Atlamağı tehlükeli görürse, ister istemez ayakları durur, gidemez. Görülüyor ki, hareket, irâdeye, irâde de akla bağlıdır. Nitekim, bir kimse kendini öldürmek istese, elinde silâh olduğu hâlde, öldüremez. Çünki, eli hareket etdiren kudret, irâdeye bağlı, irâde de, aklın vereceği karâra bağlıdır. Akl iyi ve fâideli deyince, irâde harekete geçer. Hâlbuki akl da serbest değildir. Akl, bir ayna gibidir. İyi olan şeyin sûreti, akl aynasında görünür. Fâideli olmazsa görülmez. İnsan bir belâya düşer, buna dayanamayıp, ölümü dahâ iyi bilirse, o zemân görünür. Böyle hareketlere ihtiyârî demenin sebebi, fâideli olduğu görüldüğü içindir. Yoksa, fâideli olduğu kendiliğinden, hemen hâsıl olsa, nefes almak, göz kapamak gibi, mecbûrî olur. Her ikisinin mecbûrluğu, suya batma gibi olur. İşte, sebebler birbirine bağlıdır. Sebebler zincirinin halkaları çokdur. Bunu (İhya-ül�ulûm) kitâbımızda dahâ geniş anlatdık. İnsanda yaratılmış olan kudret, bu zincirin halkalarından biridir. Görülüyor ki, insanın, iyi bir iş yapmakla öğünmesi doğru değildir. İyi işden insanın payı, ona mahal ve vâsıta olmakdan başka birşey değildir. Ya�nî fâideli işin yapılmasına sebeb olan ihtiyâr ve kudret, kendisinde yaratılmışdır. Ağacda kudret ve ihtiyâr [ya�nî seçmek] yaratılmadığı için, ağacın rüzgârla sallanmasına zarûrî ve mecbûrî hareket diyoruz. Allahü teâlâ, herşeyi yaratırken, kudret-i ilâhiyyesi, kendinden başka hiçbirşeye bağlı olmadığından, Onun işlerine (İhtirâ�), ya�nî yaratmak denir. İnsan böyle olmayıp, kudret ve irâdesi, kendi elinde olmıyan başka sebeblere bağlı olduğundan ve işleri, Allahü teâlânın işlerine benzemediğinden, insanın işlerine halk etmek, ihtirâ� denmez. Fekat insan, ağaç gibi de olmayıp, kendinde ister istemez hâsıl olan kudret ve irâdenin yeri olduğundan, insanın işine cebr, zor ile de denemez. Her iki çeşid işden ayırmak için, başka bir ism aramışlar, (Kesb) demişlerdir. Demek ki, insanın işi herne kadar kendi ihtiyârı ile ise de, ihtiyârı elinde değildir. O hâlde, elinde birşey yokdur.
[Allahü teâlânın emrleri iki nev�dir: Evâmir-i teklîfiyye, Evâmir-i tekvîniyye. Birinci emrler, insanlara ve cinne verdiği emrleri ve yasaklarıdır. Bunları, insanların, irâde etmelerinden, istemelerinden sonra, kendisi de diler ve yaratır. İkinci nev� emrlerini, sebebleri ile birlikde hemen yaratmakdadır. Bütün tabî�at olayları böyledir. Meyvenin uzun zemânda olgunlaşması, bir anda yaratdıklarının topluluğudur.]
Süâl � İnsanın elinde birşey yoksa, niçin sevâb ve azâb oluyor ve niçin dinler, şerî�atler gönderiliyor?
Cevâb � Bu süâle (Şerî�atde tevhîd) ve (Tevhîdde şerî�at) denir ki, burada çok kimseler boğulmuşdur. Bu tehlükeden kurtulmak, ancak bu deryâ üzerinde gidebilenlere veyâ hiç olmazsa, yüzebilenlere nasîb olur. İnsanların çoğunun bu tehlükeden kurtulması, bu deryâya girmemeleri sâyesinde olmuşdur. Câhil halk, bu deryâda yüzmeği bilmediğinden, bunlara acıyıp, boğulmakdan korumak için, bu denizin kenârına bırakmamalıdır. Bunlardan, tevhîd deryâsına düşenlerin çoğu boğulmuşdur. Yüzmeği öğrenmesini de düşünmiyorlar. Çokları, bizim elimizde birşey yokdur. Herşeyi Allahü teâlâ yapıyor. (Şakî), ya�nî kâfir yazılan bir kimse, ne kadar uğraşsa, bunu değişdiremez. (Sa�îd), ya�nî Cennetlik yazılan kimsenin de, çalışmağa ihtiyâcı yokdur, diyerek boğulmakda, helâk olmakdadır. Bu sözler, hep câhillikden, yanlış düşünmekden ileri gelmekdedir. Bunların hakîkatini anlatmak, kitâblara yazmak her ne kadar uygun değilse de, söz bu yola döküldüğü için, az birşey bildirelim:
Sevâb ve azâb nedendir, süâline karşı deriz ki: Azâb, kötü iş yapdığından dolayı, biri sana kızıp, intikam almak için, canını yakması değildir. Sevâb da, işini beğendiği için, mükâfât değildir. O gün, Allahü teâlâdan başka, intikam alacak kimse yokdur. İnsanın kanı, safrası bozulduğu veyâ başka zararlı şeyler vücûdde çoğaldığı zemân, bedendeki değişikliğe, hastalık dediğimiz gibi ve ilâc te�sîr etdiği zemân hâsıl olan hâle sıhhat dediğimiz gibi, insanda şehvet ve asabiyyet artınca, câna bir ateş düşer. İşte insanın felâketinin sebebi, bu ateşdir. Bunun için, hadîs-i şerîfde, (Gadab, ya�nî asabiyyet, Cehennem ateşinden bir parçadır) buyuruldu. Akl ışığı kuvvetlenip, şehvet ve asabiyyet ateşini söndürdüğü gibi, îmân nûru, Cehennem ateşini söndürür. Nitekim, Cehennem, mü�minlere: (Ey mü�min! Çabuk geç ki, nûrun ateşimi söndürüyor) diyecekdir. Bu söz, ses ile olmıyacak, su yangını söndürdüğü gibi, Cehennem, mü�minin nûruna dayanamayıp sönecekdir. Şehvet ateşi de, akl nûru ile söner. Kıyâmetde, sana azâb için başka yerden birşey getirmiyecekler. Nitekim, (Cehennem, dünyâda yapdığınız kötü işlerden başka birşey değildir. Bunların, size geri çevrilmesidir) buyuruldu. O hâlde, Cehennem ateşinin tohmu, insanın şehveti ve gadabıdır. Bunlar insanın içindedir. İlm-i yakîn ile bilen, bunları görebilir. Nitekim, sûre-i Tekâsürdeki 5.ci ve 6.cı âyet-i kerîmede meâlen, (İlm-i yakîn ile bilseydiniz, Cehennemi elbette görürdünüz)dür.
Zehr insanı hasta yapar. Hastalık da, insanı mezâra sokar. Fekat, zehr ve hastalık insana kızmış ve intikam almış denilemez. Günâh ve şehvet de, kalbi hasta eder. Bu hastalık, kalbin ateşi olur. Bu ateş, Cehennem ateşi cinsinden olup, dünyâ ateşi gibi değildir. Miknâtis taşı, demir parçalarını kendine çekdiği gibi, Cehennem ateşi de, bu ateşi taşıyanları kendine çeker. [Cehennemin ve Cehennem zebânîlerinin, ya�nî azâb meleklerinin] kızması ve intikam alması olmaz. Sevâb işliyenlerin hâli de böyledir. Anlatması uzun sürer.
[Allahü teâlâ, insanların yapdığı işleri iki kısma ayırdı. Bir kısmını beğendiğini, bunları yapanlardan râzı olduğunu, her iş karşılığında, bunlara ni�metler, râhatlıklar, iyilikler vereceğini va�d etdi. Va�d etdiği iyiliklerin ölçü birimine, (Ecr) ve (Sevâb) denir. Dünyâda yapılan her iyiliğe karşılık olarak, âhıretde çeşidli mikdârlarda ni�metler verilecekdir. Ni�metlerin verileceği yere, (Cennet) denir. Allahü teâlâ insanların yapdığı işlerden bir kısmını beğenmediğini, bunları yapanlardan râzı olmadığını, fekat pişmân olup tevbe edenleri veyâ şefâ�ate kavuşanları afv edeceğini, afv edilmiyenlerin kötü işlerine kıyâmetde, çok acı karşılıklar vereceğini, Cehennem ateşinde yakacağını bildirdi. Bu acı karşılıklara, (Azâb) denir. Azâbların şiddetlerini, çokluğunu bildiren ölçü birimine, (İsm) ve (Günâh) denir. Allahü teâlânın beğendiği şeylere (Hayrât, Hasenât), ya�nî iyi şeyler denir. Beğenmediklerine (Seyyiât), kötü şeyler denir. Allahü teâlâ, hangi işlerin Hasenât olduklarını, hangi işlerin de Seyyiât olduklarını bildirdi. Hasenât yapanlara sevâb vereceğini va�d etdi. Allahü teâlâ, va�dinde sâdıkdır. Sözünden hiç dönmez. O hâlde, Kıyâmet günü, ni�met ve azâb olarak, başka yerden birşey getirilmiyecek, dünyâda yapılanların karşılıklarına kavuşulacakdır.]
İslâmiyyet niçin geldi? Peygamberler �aleyhimüssalevâtü vetteslîmât� neden gönderildi? Bu süâlin cevâbına gelince: Bunların gönderilmesi kahrdır, cebrdir. İnsanları cebr zinciri ile Cennete çekmek içindir. Nitekim (Zincirlerle Cennete çekilen insanlara hayret mi ediyorsun?) buyuruldu. İslâmiyyet, Cehenneme gitmemeleri için, insanları bağlıyan bir kemenddir. Nitekim (Siz, pervâne gibi, kendinizi ateşe atıyorsunuz. Ben kemerinizden tutup geriye çekiyorum) buyuruldu. Allahü teâlânın cebbârlık [her istediğini yapmak] zincirinin halkalarından biri de, Peygamberlerin �aleyhimüsselâm� sözleridir. İnsanlar, doğru yolu, iğri yollardan, bu sözler ile ayırabilir. Onların gösterdiği tehlükeden, insanda korku hâsıl olur. Bu ayırış bilgisi ile korku, akl aynası üzerindeki tozları temizler. Akl cilâlanıp, âhıret yolunu tutmanın, dünyâ zevklerine kapılmakdan dahâ iyi olacağını anlar. Bu anlayış, âhıret için çalışmak irâdesini hâsıl eder. İnsanın uzvları, irâdesine tâbi� olduğundan, uzvlar âhıret için çalışmağa başlar. Allahü teâlâ, bu zincir ile, seni zorla Cehennemden uzaklaşdırmış, Cennete sürüklemiş olur. Peygamberler �aleyhimüsselâm�, koyun sürüsünün çobanına benzer. Sürünün sağ tarafında çayır olsa, sol tarafında mağara bulunsa, mağarada kurdlar olsa, çoban, mağara tarafında durup, sopa sallayıp, koyunları korkutarak, çayır tarafına kovalar. İşte Peygamberlerin �aleyhimüsselâm� gönderilmesi de, buna benzer.
Cehennemlik olanın çalışması ne fâide verir, süâline gelince: Bu söz, bir bakımdan doğru, bir bakımdan yanlışdır. Doğru olması şöyledir ki, bu söz, söyleyen kimsenin felâketine sebeb olur. Çünki, ezelde Cehennemlik yazılmış olmanın alâmeti, bu süâlin hâtıra gelmesi, bundan dolayı çalışmayıp, tohm ekmemesidir. Dünyâda tohm ekmiyen, âhıretde biçemez. Bir kimsenin açlıkdan ölmesi, ezelde takdîr edilmiş olmasına alâmet, (Ezelde açlıkdan ölmek alnıma yazılmış ise, yiyip içmek fâide vermez) düşüncesinin kalbine gelmesidir. Böyle düşündüğü için, yiyip içmez ve açlıkdan ölür. Bunun gibi, fakîrlik kaderim ise, çalışmanın ne fâidesi olur diyen biri de, çalışmaz, elbette fakîr kalır. Se�âdet, zenginlik kaderi olan kimseye de, şöyle düşünce verir ve der ki, (Zengin olması takdîr edilenler, çalışır, kazanır). Bu düşüncesi, onu çalışmağa sürükler. Demek ki, bu düşünceler boş değildir. Ezeldeki yazı sebebi ile, kalbe gelir. O yazının meydâna çıkmasına sebeb olur. Bir insan ne iş için yaratıldı ise, o işin sebeblerini onun önüne getirirler. Yoksa onu, sebebsiz olarak, o iş başına geçirmezler. Bunun içindir ki, (Çalışınız, herkes, ne iş için yaratılmış ise, o iş, ona kolaylaşdırılır!) buyuruldu. O hâlde, herkes, sürüklenmiş olduğu hâllerden ve işlerden, alnının yazısını ve âhıretde başına gelecekleri anlıyabilir. Derslerine çalışan, vazîfelerini yapan bir talebe, bu hâlini, sınıf geçeceği, ileride mevkı� sâhibi olacağı takdîr edilmiş olduğuna müjde ve alâmet bilmelidir. Yoksa eğer, kalbine (Câhil kalacağım alnıma yazılmış ise, ne kadar çalışsam fâidesi olmaz) düşüncesini getirirler, o da çalışmaz boş vakt geçirirse, alın yazısının câhil kalmaklığı olduğunu anlamalıdır. İşte âhıretdeki hâl için, kazâ ve kaderi de böyle bilmelidir. Nitekim sûre-i Lokmandaki 28.ci âyet-i kerîmede meâlen, (Hepinizin dünyâya getirilmesi ve âhıretde tekrâr diriltilmesi, bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir) ve sûre-i Câsiyedeki 21.ci âyet-i kerîmede meâlen, (Onların âhıretdeki hâlleri, dünyâdaki hâlleri gibidir) buyurulmuşdur. Bu yazdıklarımızı iyi anlıyanda, tevhîd hâsıl olur. İslâmiyyetin, aklın ve tevhîdin birbirine uygun olduğunu anlar.
Tevekkülün temeli olan ikinci îmân, Allahü teâlânın rahîm, hakîm, latîf olduğuna inanmakdır. Onun inâyeti, şefkati, karıncadan insana kadar, her mahlûka yetişir. Kullarına olan merhameti, iyiliği, bir ananın, yavrusuna olan merhametinden dahâ çokdur. Böyle olduğu hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. Lutfü, merhameti o kadar çokdur ki, dünyâyı ve dünyâda olan herşeyi en iyi şeklde yaratmışdır. Bundan dahâ iyisi mümkin değildir. Rahmetinden, lutfünden hiçbir mahlûku mahrûm bırakmamışdır. Yer yüzündeki akl sâhiblerinin hepsi bir araya gelip araşdırsa, Onun yaratdığı herhangi birşeyin, dahâ uygun, dahâ iyi bir şeklini bulamaz. Herşeyin, olması gerekdiği gibi yaratılmış olduğunu anlarlar. Çirkin yaratılan birşeyin, en uygun, en kâmil şekli, çirkin olmasıdır. Çirkin olmasa noksânlık olur, yersiz olurdu. Çünki, çirkinlik olmasaydı, meselâ güzelliğin kıymetini kimse bilemez, güzellik tatlı olmazdı. Kusûrlu şeyler olmasaydı, kusûrsuz şeylerin kıymeti bilinmez, kusûrsuzluk tatlı olmazdı. Çünki, kâmil ve nâkıs, birbiri ile ölçerek anlaşılır. Meselâ, baba olmasa, çocuk olmaz. Çocuğu olmıyan, baba olmaz. Böyle şeylerden, birinin var olması, ötekinin varlığı ile belli olur. Ölçmek, iki şey arasında olur. İkilik olmazsa, ölçü ve ölçmenin sonu elde edilemez. Allahü teâlânın işlerinin fâidesini, insanlar anlıyamıyabilir. Fekat, en fâideli, en iyi şeklin, Onun yaratdığı şekl olduğuna inanmak lâzımdır. Sözün kısası, dünyâda bulunan herşey, hastalık, kuvvetsizlik, hattâ günâhlar ve küfr, yok olmak, kusûr, derd ve elem, hikmetsiz, fâidesiz, yersiz değildir. Hepsi, en uygun, en fâideli şeklde yaratılmışdır. Fakîr yaratdığı bir kimseye, en uygun şey, fakîr olmakdır. Bu kimse zengin olsaydı, felâkete düşerdi. Zengin yaratdığı da, bunun gibidir. Bu da, tevhîd kısmı gibi, engin bir denize benzer. Çok kimse, bu deryâda boğulmuşdur. Bu da, kader mes�elesi gibi anlaşılmaz ve anlatmağa izn yokdur. Bu deryâya dalarsak, söz çok uzar. Fekat, buna, söylediğimiz kadar îmân etmek yetişir.
Tevekkül, ne demekdir? Tevekkül, kalbde hâsıl olan bir hâldir. Tevhîde ve Allahü teâlânın lutf ve ihsânının pekçok olduğuna îmân etmekle hâsıl olur. Bu hâl, kalbin vekîle i�timâd etmesi, güvenmesi ve Ona inanması ve Onun ile râhat etmesidir. Böyle bir insan, dünyâ malına gönül bağlamaz. Dünyâ işlerinin bozulmasından üzülmez. Allahü teâlânın, rızkı göndereceğine güvenir. Dünyâda, bunun benzeri, bir kimseye iftirâ edip, mahkemeye verseler, kendine bir avukat tutar. Üç şeyde avukata güvenirse, bu kimsenin kalbi râhat olur. Biri, avukatın, iftirâyı, hîleyi iyi bilmesi. İkincisi, bildiğini iyi anlatmak için doğruyu söylemekden çekinmemesi ve iyi ve açık konuşabilmesi. Üçüncüsü, avukatın, buna acıyıp, hakkı kurtarmağa cândan uğraşmasıdır. Avukatına, böyle inanır, güvenirse, kendisi ayrıca uğraşmaz. Sûre-i Âl-i İmrândaki 173.cü âyet-i kerîmenin, (Allahü teâlâ bize yetişir. O, çok iyi vekîldir) meâlini iyi anlayıp, herşeyi Allahü teâlâ yapar. Ondan başkası birşey yapamaz diyen, ilminde, kudretinde noksân, kusûr olmadığına ve rahmetinin, iyiliğinin sonsuz, çok olduğuna inanan bir kimse, Allahü teâlânın fazlına i�timâd ederek tedbîre, sebeblere güvenmez. Rızk takdîr edilmiş, ayrılmışdır, vakti gelince bana yetişir der. Allahü teâlâ, bana, kendi büyüklüğüne, merhametine yakışacak işleri yapar der. Ba�zı kimseler, buna inanır. Ammâ, içinde bir korku, bir ümmîdsizlik bulunur. Çok kimse vardır ki, birşeye îmân eder, inanırlarsa da, tabî�atleri, îmânlarına uymayıp, evhâm ve hayâllere uyar. Hattâ bu hayâllerin yanlış olduğunu bildiği hâlde, yine bunlara tâbi� olur. Meselâ, tatlı yirken, başka biri tatlıyı pis birşeye benzetirse yiyemez. Bu sözün yanlış olduğunu, pisliğe benzemediğini bildiği hâlde, yine yiyemez. Ve meselâ, ölü bulunan bir odada, yalnız yatamaz. Ölünün taş gibi olup hareket edemiyeceğini bildiği hâlde, yatamaz. Görülüyor ki, tevekkül için, hem kuvvetli îmân, hem de kuvvetli kalb lâzımdır. Böylece, kalbinde şübhe kalmaz. İ�timâd ve râhatlık tam olmadıkca, tevekkül tam olmaz. Çünki, tevekkül, kalbin, her işde, Allahü teâlâya i�timâd etmesi, güvenmesi demekdir. İbrâhîm aleyhisselâmın îmânı, yakîni tam idi. Fekat kalbinin râhat etmesi için, (Yâ Rabbî! Ölüleri nasıl diriltiyorsun? Bana göster!) dedi. Sûre-i Bekarada 260.cı âyet-i kerîmede bildirdiği gibi, (İnanmadın mı?) buyuruldukda, (İnandım. Fekat kalbim râhat etmek için istedim) dedi. Kalbinde yakîn vardı. Fekat, kalbinin, sükûnet, râhatlık bulmasını istedi. Çünki, kalbin râhat etmesi, önce his ve hayâle bağlı olup, sonra kalb de, yakîne tâbi� olur ve artık açıkdan görmeğe muhtâc olmaz.