Semavi Afetlerin Anlattığı
SEMAVÎ AFETLERİN ANLATTIĞI
Soru: Son günlerde İstanbul’da meydana gelen sel, Senirkent’teki heyelan ve Pamukova cephane yangını gibi felaketler (Allah korusun) daha büyük felaketlerin bir öncüsü müdür, yoksa onlara karşı bir paratoner midir? İzah eder misiniz?
Cevap: Bu soruya cevap vermeye geçmeden önce musibet nedir, kime ne ifade eder ve nasıl değerlendirilmelidir... gibi hususlar üzerinde durmak gerekir. Doğrusu, musibet ister yangın, ister sel, ister deprem ve isterse heyelan olsun onun bir mânâ ifade etmesi sadece ve sadece inanmış insanlar için söz konusudur. İnkar, dalâlet, küfran ve gaflet içinde yuvarlanıp giden, Kur’ân’ın ifadesiyle “Summün, bukmün, umyun= Kör, sağır ve dilsizler” ufkunda yaşayanlar için musibetler uyarıcı bir mânâ ifade etmezler. Onun içindir ki, Allah Rasûlü (sav): “Mü’minin durumu şayan-ı takdirdir; niye olmasın ki; onun her işi hayırdır ve bu da mü’minden başkası için müyesser değildir. O, neş’e ve sevinç ifade eden bir duruma mazhar olunca şükreder; bu onun için bir hayır olur; herhangi bir sıkıntıya maruz kaldığında da sabreder, bu da yine onun için hayır olur” şeklinde bu önemli hususa işaret buyurmaktadır. O halde zelzele, yangın, sel veya Güneydoğu bölgemizdeki terör vs. hepsi inanan insanlar için pek çok mânâ ifade etse de, kör, sağır ve dilsizler için anlamsız sayılırlar.
Bu hakikatı böylece tesbit ettikten sonra, geçelim suale cevap teşkil edecek hususlara:
1- Başımıza gelen semavî ve arzî musibetlerin niçin ve nedenlerini kavrayabilmek bir ölçüde “te’vil-i ehâdis”i bilmeye bağlıdır. Yusuf Suresi’nde geçen bu tabiri her ne kadar bazıları, sırf rüyaların yorumu şeklinde ele alsalar da, rüya tabirlerinin yanında onun bir diğer anlamının da eşya ve hâdiselerin akışından çıkarılan mânâlar olduğunda şüphe yok. Yani “te’vil-i ehadis” Cenab-ı Hakk’ın varlığı ve birliği adına eşya ve hâdiseleri sürekli tetkik ederek, değişik istinbatlarda bulunma, “Hel min mezid= Daha yok mu?” ufkunda dolaşarak onları didik didik etme, böylece Allah’a olan imânını sürekli artırma.. muhabbetullaha, zevk-i ruhanîye ulaşma.. tasavvufî yaklaşımla “seyr ilallah”da bulunma anlamlarına da gelir.
İşte bu çerçevede, son günlerde ülkemizde cereyan eden felaketlerde İlâhî ikazın sezilmesi çok önemlidir ki, böyle anlamak da te’vil-i ehâdisin bir yanı olsa gerek... Buna göre yangın, sel, heyelan, patlamalar ve diğer bütün musibetler bu ülke insanına Cenab-ı Hakk’ın bir ikazı, bir tembihidir. Tabii, musibet televvünlü bu ikazlar, bizler için hep rahmet buudunda cereyan etmektedir. Yani dış görünüş itibariyle bunlar her ne kadar şer gözükse de, varlığın perde arkası ve neticesi itibariyle hayırdır. Ne var ki, bunları herkesin sezmesi ve kavraması da âdetâ imkânsızdır.
Meselâ; Rihter ölçeğine göre 3 derecelik bir deprem olur. Bununla önce birçok insan, Rabbiyle olan münasebetleri açısından teyakkuza geçer. Sebeplerin bütünüyle sukût ettiği o hengamda ve onu takib eden günlerde, müsebbibu’l-esbab olan Allah’a öyle bir yönelir ki, o yönelişte “sırr-ı tevhid” içinde “nur-u ehadiyet” tecelli eder. Ve sanki bu yönelişiyle herkes, Allah ile direkt telefonla görüşüyor, konuşuyor gibi olur. İşte böyle bir münasebet, bir “ân-ı seyyâle” bile sürse, insan onunla velî olabilir. Hatta o bir ân-ı seyyale, insana cennet hayatını bile kazandırabilir.
Veya yine bu deprem vesilesiyle, günümüzün büyük problemlerinden biri olan çarpık şehirleşme, gecekondu, binaların statik hesaplamalarının iyi yapılması vs. gibi dünyevî hayatımızı ilgilendiren noktalarda gerek halk, gerekse idarî erkan çeşitli düzenlemeler içine girebilirler..
Bu itibarla denebilir ki; Rihter ölçeğine göre 3 derecelik bir deprem olduğunda, bazı binalar çatlamış, camlar kırılmış, eşyâ harab olmuş, hatta bazıları ölmüş olabilir; ölmüş olabilir ama; yukarıda arzetmeye çalıştığımız sonuçlarıyla deprem yine de bizim için “mahz-ı hayr” sayılır. Bir diğer ifadeyle “şerr-i kalil”e maruz kalınmış olur ama hayr-ı kesîre de birçok kapılar açılmış demektir.
Veya bir yerde sel felaketi olmuştur. Orada cezaya istihkakı bulunanlar cezasını bulmuş, istihkakı olmayanlar ise ölmüşseler şehid olmuş; zâyi olan mal-mülk de sadaka hükmüne geçmiş sayılır. Öte yandan bu vesile ile birçok insan da, ciddi bir teyakkuzla Rabbilerine yönelerek kurbet (Allah’a yakınlık) kazanmışlardır ki; zannediyorum bununla elde edilen yakınlık günde bin rekat namaz kılmakla bile elde edilemez.
Ayrıca bu vesile ile, heyelanların önlenmesi adına mühendisler tarafından arazinin tetkiki, uzmanların, akademisyenlerin bu mevzuda teyakkuza geçmesi, gönüllü kuruluşların ve devlet erkanının bu işe sahip çıkması gibi güzel neticeler de elde edilir ki, bunlar bütünüyle mahz-ı hayırdır.
2- İlâhî ikaz olan bu hâdiselerde kat’iyen teşe’üme (şerre yorma) gitmemelidir. Zira yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bunlar musibet de olsa, sonuçları veya melekût cihetleri itibariyle rahmet buudunda tezahür eden İlâhî ikaz ve tecellilerdir. Mesela, Allah, bazen sizin ayağınıza bir diken batırır ve o dikenle sizi teyakkuza sevkeder ki, daha büyük, daha çok diken ayağınıza batmasın..
Kaldı ki kâinatta hiçbir hâdise tesadüf eseri değildir. Herşeyin zimamı ve herşeyin anahtarı O’nun elindedir. Herşey O’nun kader pergeline göre plânlanmıştır ve mevsimi gelince de plânlanan o şeyler yine O’nun meşiet ve kudretiyle sahneye konulmaktadır. Bütün bu olan-biten şeylerde bizim irademiz sırf bir şart-ı âdi plânında devrededir. Bu açıdan da, her zaman insan, iradesini hayra yönlendirmeli ve onu hayır cihetinde kullanmalıdır.
Netice olarak, başa gelen musibetleri değerlendirirken teşe’üm etmemeli, onların arkasındaki hayır perdelerini aralamalı ve sürekli iradelerimizi hayır istikametinde kullanarak Rabbimizle olan münasebetimize devam etmeliyiz.
3- Objektif olmadığı için, manevî irtibatını tam ayarlamamış olan insanların, belki de anlayamayacakları, hatta itiraz edecekleri sübjektif bir değerlendirmedir bu. Bahsi geçen semavî, arzî bela ve musibetlerle, neticede masum, bîgünah kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar ölüyor veya öldürülüyorlar ise, demeli ki, bunlar, tıpkı bir paratoner gibi belaları üzerlerine çekiyor ve umumî musibetlerin gelmesine engel oluyorlar... Yalnız böyle bir yaklaşım, ledünnî ve ehlullahın keşfen görebileceği bir husustur. Evet, bu insanlar “Felamme eslema ve tellehü lilcebin..” (Saffat, 37/103) ruhunun temsilcileridir. Onlar İbrahim ve İsmail gibi, âdetâ kurbanlık koyun misali boyunlarını Hakk’a uzatır, “çal bıçağı” derler. Veya;
“Bir biçare aşığım ey yâr senden dönmezem
Hançer ile yüreğimi yar senden dönmezem
Ger Zekeriyya tek beni baştan ayağa yarsalar,
Başıma erre koy neccar senden dönmezem.
Ger beni yandırsalar, külüm ottan kavursalar
Toprağımı savursalar Settar senden dönmezem”
derler. (Nesîmî)
İşte bu itibarla denebilir ki, PKK ile vuruşmada ölen insan bizim insanımız. Bizi orada birbirimize vurduran Ermeni ve Nusayrî güçleridir. Ve tabii ki onların arkasında süper güçler (!) var. Ama arada olan bize oluyor. Çoluk-çocuk, kadın-erkek ölenleriyle, yetim ve dul kalanlarıyla, yıkılan evleriyle, harabe elleriyle, kimsesiz çölleriyle olan bize oluyor. Herşey hasret oluyor ve sînelerimizi dağlıyor, biz de her gün ağlıyoruz. Ama zannediyorum bunlar da daha büyük gailelere karşı yine paratoner vazifesi görüyorlar. Evet bana öyle geliyor ki, belki de bu PKK musibeti, bizim daima sıcak tutulan Yunanistan ve Suriye ile olan savaş ihtimaline bir paratoner gibidir.
Hasılı küçük musibet, büyük musibete karşı bir sed veya küçük kaymalar, büyük kaymalara karşı ikaz edici birer mânâ ifade etmektedir.