-
beklentiler
KÜLTÜR HAYATIMIZ ADINA BEKLENTİLER
Soru: Günümüzde kültür hayatımızın bizden bekledikleri nelerdir?
Cevap: Şu anda bizlere düşen en önemli vazife, bu milletin irfan hayatına hizmet etmektir. Şayet bu önemli işi aksatacak olursak herşeyi aksatmış oluruz. Bence en zararlı bir gericilik, yobazlık, mürtecilik varsa işte o da budur. Çünkü böyle bir duruma düşünce, ya çağın mes’elelerini hiç takip etmeme veya geriden takip etme söz konusudur. Oysa ki, Kur’ân’dan Sünnete, ondan da müçtehidlerin safiyane içtihadlarına ve günümüzde rehberlik adına ortaya konulan düsturlara kadar uzanan çizgide, asla sadakatla beraber, eğer inkılâpçı olamazsanız, gelişen hâdiselerle, Allah’ın lütfettiği ihsanları tanımada ve onlara motive olmada zorluk çeker, belki de onlarla hiç motive olamazsınız. İrşad edelim derken, bir kenara çekilir ve insanları karanlık dehlizlere davet ediyor gibi bir duruma düşer ve: “Gel hele, üç-beş arkadaş şurada menkıbe okuyalım” der onunla teselli olursunuz. Halbuki, şartlar değişmiş, çok şey başkalaşmıştır. Meselâ İslâm’a ait konular artık anfilerde, konferans salonlarında ele alınmaktadır. Ve yine şartların işâretçi okları size üniversiteleri, akademileri, araştırma merkezlerini göstermektedir.
Bugün, hem müsbet ilimler hem de dinî ilimler sahasında halledilmesi gereken dünya kadar mes’ele var. Muhakemat eseriyle çağa tenbihte bulunan ve isti’dâtlı kafaları düşünmeye davet eden çağın düşünürü Bediüzzaman diyor ki: Bana göre İslâm milleti sekiz asırdan beri durgunluk yaşamaktadır. Demek ki, topyekün İslâm dünyasında, bu birkaç asırlık zaman zarfında çağın problemlerini kucaklayacak ilim adamı yetişmemiştir.
Biz, nisbetler perspektifinde bazı ilim adamlarımıza, haklı oldukları büyüklükleri vererek onları, başımıza taç yapsak da, bu büyüklük bize göredir. Onların bizim başımıza taç olmaları gerçek büyüklüğün ifadesi değildir. Gerçek büyüklük, birinci, ikinci, üçüncü ve hatta dördüncü asırda gerçek buudlarıyla gerçekleşmiştir; günümüzde de ona yakın tahakkuk edebilir. Evet, Hicri 5. asırda bir düğümlenme olmuştur. Ve bu düğümlenmede Nizamiye âdetâ hem bir baş hem de son gibidir. Bir açıdan denebilir ki, en son âlem-i İslâm’a vereceği her şeyi Nizamiye Medreseleri vermiştir. Bu son kaynak İmam Gazalî’den Fahruddin-i Râzî’ye uzanan çizgide pek çok kimseye feyiz kaynağı olmuş ise de, daha sonraları gayesinin çok gerisinde kalmış ve beklenen misyonu eda edememiştir.
Yeniden günümüze dönüyorum.
Hizmet çerçevesi içerisinde bazı hususları anlamada gecikmeler olduğu gibi takılıp kalmalar da olmuştur.. ve ileride de olacaktır. Bu bir talebeyi alıp eve yerleştirmeden alın da, pansiyon, yurt, okul açmalara kadar kültür hayatımız adına aşılması ve atlanması gereken hemen her merhâlede pek çok insanın takılıp kaldığını, vak’ayı rapor mahiyetinde hatırlatmakta fayda görüyorum. Bu bize, değişik tekevvünlere girilirken alınması gereken tedbirler adına da uyarıcı olacaktır.
Evet, öyle olmuştur. Bir pansiyon açalım, dendiği zaman, “bizde var mı,” diyerek mes’elenin münakaşası yapılmış ve kızıl kıyametler koparılmıştır. Mecburi istikametle okullar açılması teklif edildiğinde, “benim bir türlü bu işleri aklım almıyor,” diyen insanlar çıkmış ve efkârı bulandırmışlardır. Gazete, mecmua, televizyon ve üniversite kurma gibi teşebbüslerde, o eski düşünce ve anlayışına takılıp kalanlar hep bu seviyeli hamleleri engellemek istemişlerdir. Bu tür insanlar, öteden beri bilgi, düşünce ve fikir hayatlarıyla hep içinde bulundukları çağları birkaç asır geriden takip edegelmişlerdir. Ve zannediyorum, ileride bu kabil kimselerin sayısı daha da kabaracaktır. Zira, çağın bilgisayar, kompüter ve ilim buudlu süratine pek çoklarının ayak uydurması zor olacaktır. Oysa ki, aydınlık gelecek adına temel esaslara sadakatin yanında inkılâpçı ruhlara ihtiyaç var. Böyle bir ruhtan mahrum olanlar, gelecekte ya dökülüp elenecek, ya da başkalarını engelleyeceklerdir. Elbette ki, onların imânları, Cenab-ı Hakk’la olan irtibatları ve davaya bağlılıkları önemlidir ama, yine de söz konusu durumlarından dolayı onlara “gerici” demek en uygunudur.
Ehl-i dünyanın, şeytanın konuşturmasıyla hakkımızda söyledikleri bazı şeylerin kanaatimce bir mahmili olmalı. Evet, bizim içimizde biraz evvel arzettiğim ölçüler çerçevesinde, Kitaptan Sünnet’e, ondan müctehidîn-i izamın sâfiyane içtihadlarına ve ondan da çağımızın rehberinin prensip ve düsturlarına uzanan çizgide sabit-kadem olma mahfuz, inkılâpçı olamayan ve bir kısım değişikliklere hazırlıklı bulunmayan bir hayli mürteci ruh var. Ehl-i dünya, şeytanın iş’arıyla bunu hissediyor olmalı ki; durmadan, hakiki Müslümanlar’a olmasa bile, bize “gerici” deyip duruyor. Ölçüyü yine Bediüzzaman’dan alalım, diyor ki: “Ben, içimde çok az dahi olsa ihlasa münafi bir şey hissedince, ehl-i dünya keşif ve keramet ölçüsünde bir duyarlılıkla beni ta’zir ediyorlar...” Evet, ehl-i dünya kendi anladığı mânâda bize “gerici ve yobaz” derken, tepeden tırnağa haksızdır ve bize zulmetmektedir. Ancak, mes’eleye bir de kendi gerçek kriterlerimizle bakınca, onların, o ifadelerinde bir doğruluk payının olduğu da muhakkaktır. Aslında böyle bir detayla şunu arzetmek istiyorum: Kendimize sormalıyız. Çağımızda Kur’ân’ı ona yakışır şekilde temsil edebiliyor muyuz? En azından hicrî bir, iki, üç ve dördüncü asırları günümüzün şartlarına uygun şekilde hayata geçirebiliyor muyuz? Eğer bunlara müsbet cevap veremiyorsak, bir kısım küfür yobazlarının bize yönelttikleri sözleri “intak-ı bi’l-hak” kabul edip, bunları Allah konuşturuyor demek doğru olmaz mı? Bu hususu, “insanların zulmettiği aynı şeyde kader adalet eder” ölçüsüyle de değerlendirebiliriz.
Düşünelim bir kere, bizde tercih plânında bile değil, başkalarının tercih ettiği mes’eleleri bir araya getirerek yazılmış en son fıkıh kitabı, Fatih Sultan Mehmed döneminde yaşamış ve Fatih Camii’nde imamlık yapmış merhum Üstad Halepli İbrahim Efendi’nin yazdığı Mülteka’l-Ebhur ve yine aynı döneme âit Molla Hüsrev Hazretleri’nin yazdığı “Dürer ve Gurer”dir. Aradan bunca asır geçmiş ve elbette çok şey değişmiştir. Halbuki heyetler teşkil edilebilir ve bu sahada ehil insanlar yetiştirilerek çağ kucaklanabilirdi. Ve böylece geçen dört-beş asır da, daha öncekiler gibi bizim asrımız olurdu. Ama işin doğrusu şu ki, biz yedi-sekiz asırdır belli şeylere kilitlenip kalmışızdır.
Bizim bu söylediklerimiz uzak ve yakın selef-i salihîni hayırla yâd etmeye mâni değildir. Allah zerrât-ı kâinat adedince onlardan razı olsun! Ancak selef-i salihîni hayırla yâd etmek, bir yönüyle de onlar gibi davranmakla mümkündür. Nasıl ki onlar bulundukları dönemde, çağlarını kucaklamışlar, hatta aşmışlar; bizler de aynı şekilde davranmak ve onlara yetişmek mecburiyetindeyiz.
Sözün buraya kadar olan kısmını, bundan sonra söyleneceklere bir mukaddime, bir girizgâh kabul edebilirsiniz. Milletçe eğitim problemlerimizi çözmek ve topyekûn insanlığın kültür hayatına kendi kültürümüzü hâkim kılma mecburiyetindeyiz. Bugün bizim teşebbüs ettiğimiz üniversiteler kurma -ki, bu henüz bir projedir- hangi derslerin, ne oranda okutulması gerektiğine dâir plânıyla, programıyla gerçekleştirilebilirse, çağı yakalama adına önemli bir adım atılmış olacaktır. Bu arada ciddi araştırma merkezlerinin kurulması da çok önemlidir. Buralarda istihdam edilecek ilim adamları, ilim adına bugüne kadar söylenen her şeyi yeniden sorgulayacak ve ilmi bir kere daha yorumlayacaklardır ki bu yapılamadığı takdirde, düâlizmden kurtulmamız mümkün değildir. Bu son cümleyle bilhassa şuna işaret etmek istiyorum: Günümüzde mevcut pozitif ilimler hemen bütün şubeleriyle, Batı materyalizmine dayanır. Batılıya göre madde esastır. İlk patlama ve termodinamik prensipleri tartışılmaz doğrulardır. Tabiî bu arada bizler, din adına bunları aşarak birşeyler söylerken, mes’eleleri, tıpkı bir yamalı bohça gibi takdimden kendimizi kurtaramıyoruz. Sızıntı, Zafer, Sur gibi mecmualar bu mevzuda büyük hizmetler görmüşlerdir. -Allah sa’ylerini meşkûr ve arkalarındaki insanlara da sınırsız sevaplar lütfeylesin!- Ne var ki şu realiteyi de görmemezlikten gelmek doğru değildir. Yapılan değerlendirmeler Batılının ilim anlayışıyla senteze gidilerek yapılmakta ve bu da ister istemez sun’î olmaktadır. Oysa ki beklenen gerçek değerlendirme bu değildir. Ve ne acıdır ki, henüz o seviyeye ulaşılamamıştır. Çünkü bizim okuduğumuz fen ilimleri henüz bizim kriterlerimiz açısından sağlam bir blokaja oturtulamadı. Günümüzde, cephemize ait ilim tarihi yazarları çeşitli hipotezler ileri sürerek bu mevzuda bir neticeye ulaşmaya çalışıyorlar. Ancak ilmi Batı’dan alıp ona İslâmî bir buud kazandırma düşüncesine dayalı bu hipotezlerle de sağlam bir neticeye ulaşılması mümkün değildir. Zannediyorum ilim, bugün oturduğu aynı zeminde oturmasına devam ettiği sürece, onu Müslümanlaştırmak mümkün olmayacaktır. Ancak, bir gün, Müslümanlar, Batılılara ait mevcut kriterleri, ellerinin tersiyle itip, keşfedilen herşeyi tekrar laboratuara alıp incelemeye tâbi tutabildikleri ölçüde müsbet neticeye ulaşmanın mümkün olabileceği söz konusu olabilir. Şu anda ilmin oturtulduğu zemin yanlıştır. Yanlışla doğruya varmak ise imkânsızdır. Doğru bir maksadın vesileleri de doğru olmalıdır.
Bu önemli misyon için de yine inkılâpçı ruh gerekiyor. Onlar, şu anda mevcut her türlü düşünce ve anlayışı, İslâmî mes’eleler dahil, yeniden kurcalayacak, Kitap ve Sünnet’le tesbit edilmiş nassların dışında herşeyi bu yeni anlayışla değerlendirmeye tâbi tutacaklardır. İşte böyle yapıldığı takdirde, biz de ilim adına dual yaşamaktan kurtulmuş olacağız. Buna nasıl hayır denilebilir ki? Şu kâinat Allah’ın kudret, irade, meşiet ve ilmiyle meydana gelmiş bir kitaptır. Kur’ân-ı Kerîm de bu kâinat kitabı adına bir beyândır. Bu iki kitap arasında, esas itibariyle herhangi bir zıtlık söz konusu değildir. Bizim de yakalanmasını istediğimiz anlayış işte budur. Bu gerçekleştirildiğinde çağ aşılmış olacaktır.
Bugün artık, akademik çalışmalara girilmesi kaçınılmaz hâle gelmiştir. Bu çalışmaları sadece fen ve teknikle sınırlandırmak eksiklik olur. Hadis, fıkıh, tefsir, kelâm gibi İslâmî bütün ilim dalları da bu akademik çalışmalara dahil edilmelidir. Bunun için de, tekniğin en ileri seviyedeki imkânlarından mutlaka yararlanılmalı ve meselâ, konu hadis ise, rical kitapları bir daha gözden geçirilmeli, metin, metin kriterlerine göre kontrol edilmelidir. Zira, ihtimal bazı şeyler gözden kaçmış olabilir. Nitekim kendilerinden sonra bazı âlimler onların gözünden kaçan ricalle alâkalı pek çok hususu tesbit edip kitaplarına almışlardır. Bu konuda Darekutnî, Hâkim ve İmam Beyhâkî gibi zatlar hatırlanabilir. Böyle yapılması ne İmam Buharî’nin, ne de İmam Müslim’in büyüklüğüne zarar vermez. Fakat bugün bilgisayar ve kompüterlerle yapılacak tesbitler zannederim geçmişteki tesbitlerden daha sağlıklı olabilecektir.
Evet mes’ele, sadece inananları cennete yönlendirmek değildir. Cennete giderken dünyanın bütün kapılarını da Firdevslere açık hâle getirmektir ki, bence aslolan da budur. Bu da; ilimle, irfanla ve arkada miras bırakılacak sağlam İslâmî anlayışla, hatta onu hayata hayat kılmakla ve onu herkesin hüsn-ü kabul göstereceği bir sistem hâlinde takdim etmekle olacaktır. Bu ise ancak, bütün İslâmî mes’elelerin akademik seviyede ele alınmasıyla mümkündür. Avamca düşünce ve avamca görüşlerin bu vadide birşey va’dedeceklerine ihtimal vermek ihtimallerin en zayıfıdır.
Kültürümüz, hakiki kültüre sahip insanlar tarafından diriltilip hayata geçirilecek ve yine onlar tarafından hayatiyeti devam ettirilecektir. Tabiî böyle bir misyonu yüklenecekleri yetiştirmek de yine bizlere düşmektedir.