-
Kara Sevdalılar
GÜNÜMÜZÜN KARASEVDALILARI
Yüksek düşünceleri, yüce gâyeleri, büyük ve evrensel projeleri ancak, her zaman yüksek uçabilen, uzun soluklu; yürüdüğü yolda hız kesmeden yürüyen, durduğu yerde kararlı duran, uhrevî zevklerle gerilmiş karasevdalılar gerçekleştirebilir. Şimdilerde bizim şuna-buna değil, bu seviyede düşünen, inanan, düşüncelerini hayata geçirerek önce kendi milleti-ni, sonra da bütün insanlığı aydınlığa çıkarıp, onların Hak'la buluşmalarını sağlayabilen, kendini hakikate adamış ruhlara ihtiyacımız var. Düşünülmesi gerekli olan şeyleri düşünüp, bilinmesi icap eden şeyleri bilen, bildiklerini hemen pratiğe dönüştüren ve bütün ölü ruhları yeni bir "ba'sü ba'del mevt"e hazırlama azmiyle sûru dudağında İsrâfil gibi gezen; gezip her yerde herkese hayat üfleyen; ifade kabiliyeti var ise beyan gücüyle, eli kalem tutuyorsa kalemin diliyle, bediiyyâta açıksa herhangi bir sanatın desen ve çizgileriyle, şairse şiirin sih-riyle, mûsikîşinassa değişik beste ve nağmelerin büyüsüyle her zaman ruhunun ilhamlarını haykıran, her fırsatta iç ihsaslarını seslendiren, dili gönlünün derinliklerine bağlı, gönlü de samimiyetle çarpan en yüce hakikate adanmış ruhlara...
Bu kahramanları, sahnedeki örnekleriyle değerlendirecek olursak; bunlar hacca gidiyor gibi dünyanın dört bir yanına seyahatler tertip eder, seyahatlerini hicret ruhuyla taçlandırır ; uğradıkları herkese hâl ve gönül diliyle bir şeyler fısıldar, çevrelerine hep sevgi mırıldanır, karşılaştıkları ruhları sevgiye uyarır ve yürür, sînelere sevgiden tahtlar kurarlar. Dirilir onlar sayesinde muhabbete susamış ruhlar ve dinler onları bütün dirilen gönüller. Hem bu duygu ile göç edenler hem de onları kabullenenler, her türlü dünyevilikten uzak ve tamamen ihlas edalıdırlar: Söyleyenle dinleyen, özündeki ruh ve mânâyı sergileyenle onu temâşâ eden, elinde hayat kâsesi taşıyanla toparlanıp kendine gelen ve destekleyeniyle des-teklenen arasında herhangi bir çıkar ilişkisi bahis mevzuu olmadığı gibi, Allah rızasının dışında herhangi bir mülâhaza da kat'iyen söz konusu değildir. Bu derin ve gönülden münasebetler, tamamen evrensel insanî değerlere dayanmakta ve bu değerlere karşı duyulan müşterek saygıdan kaynaklanmaktadır.
Bizler, yakın geçmişimiz itibarıyla, sağlam bir ruh köküne bağlı bulunduğumuzu, tarih boyu pek çok yüksek medeniyetler kurduğumuzu bütün bütün unutarak mazisi olmayan bir millet görünümü sergilemeye başladık. Dahası, bir kısım komplekslere girerek kendimizi de, geçmişimizi de inkâr ettik. Hatta bazılarımız itibarıyla millî kimliğimizden utanır hale geldik. Böylece her gün biraz daha kendimizden uzaklaşarak âdeta yabancı değerler bağımlısı olduk. Şanlı geçmişimiz itibarıyla her zaman, düşünen, konuşan, kendini ifade eden, uğradığı her yere inanç ve estetik telâkkilerini aksettiren abideleriyle tarihin "yâd-ı cemil"i olmuş bir milletin; evet bu ölçüdeki bir bilinirliğin, şehametin, ihtişamın zirvelerinden; bilinmezliğin, tanınmazlığın, saygı duyulmazlığın çukurlarına yuvarlanması ne hazindir!
Bu millet böyle hazin bir duruma müstahak değildi ve bu meş'um durum "ilelebed" böyle sürüp gidemezdi de. O, şimdiye kadar elli defa ölüm çukurlarını -Allah'ın izniyle- diriliş şehrahlarına çevirmiş, elli defa inkıraz gibi görünen durumları yenilenme vesilesi gibi değerlendirmiş ve her zaman olağanüstü bir performans göstererek -bir kısım beden insanı menfaatçiler, gününü gün etmek isteyen çıkarcılar veya millî ve dinî değerlerimizi inkâr eden küfür yobazları istemeseler de- aydınlık geleceğe yürüme adına yepyeni yöntemler geliştirmiş ve hemen her sarsıntıdan sonra, bir kere daha "vira bismillah" deyip ayakları üzerine doğrulmuş; kendine ait duyguları ve düşünceleriyle yeniden dört bir yana açılabilmiştir . Şöhret u şandan uzak, her türlü âlâyiş ve gösterişe kapalı, tevazu ve mahviyetle kanatlı, sadakat ve emniyet edalı, nefsanî arzular karşısında da fevkalâde mukavemetli bu hamiyet erleri, atalarından tevarüs ettikleri tarih şuuruyla dinî ve millî değerlerimizi dünyaya tanıtma-nın havarileri olmuş ve tıpkı ilkler gibi: "Girdik reh-i sevdaya..." diyerek zahmeti rahata tercih edip çağın en önemli hâdiselerinden birini gerçekleştirmişlerdir.
Bugün, dünyanın dört bir yanında kızaran güller renklerini bu ay yüzlülerden ve bu ay yüzlülerin ruhlarında taşıdıkları mânâlardan almakta; içtimaî coğrafya onların düşünce kanaviçelerine göre çağ edalı bir dantelâ gibi örgülenmekte ve bütün insanlık âdeta onların kadim fakat eskimeyen bestelerini mırıldanmakta. Bu tertemiz duygu ve düşünceler mebde'lerine ait görüntüleriyle küçük birer damla gibi görünseler de, işin ruh ve mânâsını kavrayabilenlerce, her zaman değişik vâridâtla köpüren engin denizler mahiyetindedirler.
İşin tabiatının gereği, belli süre sadece kendi çevrelerini aydınlatmakla meşgul görünen bu ışık süvarileri, şimdilerde, hakikî derinlik ve ruh güçlerini öne çıkararak, tıpkı yağmur yüklü bulutlar gibi, sevinç olup, neş'e olup, ümit olup, sevgi olup şakır şakır her yana boşalarak muhabbete, hoşgörüye susamış kupkuru gönülleri cennet bahçelerine çevirme humması yaşıyorlar. Denebilir ki, bugün yeryüzü, bir baştan bir başa, onların saçtıkları to-humlarla yeni bir bahara hâmile ve bir kutlu vilâdet heyecanı içinde; tekmil insanlık da böyle bir oluşumun "hissi kable'l-vuku" esintileriyle gelen bişaretlerle coşkun mu coşkun . Sesler, nağmeler farklı farklı olsa da, vicdanlarda duyulup sezilen hep aynı mânâ.. ve seherlerde esen yeller Eyyub'a hayat ırmağından bir ses, Yakub'a Yusuf'un gömleğinden İbrahimî bir koku duyurmakta.
Bu bizim, son bir kere daha geriye dönüşümüz, hakikî konumumuza yürüyüşümüz sayılabileceği gibi, bütün insanlığa alternatif bir diriliş mesajı da sayılabilir. Aslında bugün, değişik buhranlarla kıvrım kıvrım hafakanlar yaşayan milletler de, ümit adına böyle bir meltem beklemekteydi. Ne mutlu, böyle bir meltemi harekete geçirecek olan merkezdeki kutlulara!. Ne mutlu, bu diriliş esintilerine karşı sînelerini açıp bekleyenlere!.
Biz, sevgiye açık ve kendilerini, insanî değerler abidesini ikame etmeye adamış bu kahramanlarla bir gün mutlaka dünyanın renk ve deseninin değişeceğine ve insanlığın rahat bir nefes alacağına inanıyoruz. İhtimal, geleceğin dünyasında, insanî düşünce son bir kere daha ışığını onlarla parlatacak.. insanî emeller onlarla realize edilecek ve ütopyalara inat pek çok hülyalarımız da onlarla gerçekleşecektir.. evet bir gün bütün bunlar mutlaka olacak ve mevsimi gelince, o gönlü boş, talihi karanlık kimseler, bu aydınlık ruhlar karşısında diz çöküp af dileyecek ve ettiklerine nadim olup ağlayacaklardır. Ne var ki, kaçırdıkları fırsatları da hiçbir zaman telâfi edemeyeceklerdir. Keşke duyguları süflî, düşünceleri azgın, tavırları da haşin bu kaba ruhlar; bir yakın gelecekte, çaresiz vicdan azabıyla kıvranacakları gün gelmeden, hakperestlik ve kadirşinaslık duygularına sığınarak biraz daha insaflı olabilselerdi; insaflı olup yarınlarını karartmasalardı..! Günümüzde fedakârlığın sahâbîcesiyle, dört bir bucağa, yedi cihana yetişmeye çalışan ve her zaman yaşama tutkularını baskı altına alıp yaşatma hisleriyle hareket eden ve hareket ederken de gösterişe-âlayişe girmeyen; her halleriyle tevazu ve mahviyet diyen bu esâtirî kahramanlar, bütün olumsuzluklara rağmen, o hiçbir zaman dinmeyen aşk u şevkleri, sürekli köpürüp duran himmet ü heyecanları ve insanlığa hizmet iştiyaklarıyla tarihte emsali az görülmüş bir civanmertlik sergilemekte; uğradıkları herkese gönüllerinin dilinden bir şeyler fısıldamakta; her yere taze fideler dikip her yanı cennetlere çevirmekte; her zaman canlı, her zaman hızlı, her zaman müthiş bir performans göstererek kendilerini ifade etmeye çalışmakta ve tabiî herkesi sonsuza çağırmaktadırlar; imanlı, azimli, kararlı ve gelecek adına da ümitle dopdolu olarak... Yürüdükleri yol yürünmez gibi görünebilir; ne var ki onlar, zaten bunun böyle olacağının farkındadırlar. Evet onlar bir gün yolların bütün bütün sarpa saracağını; bütün köprülerin yıkılacağını daha baştan hesaba katmışlardı; biliyorlardı zaman zaman bir kısım gulyabanîler tarafından yollarının kesileceğini.. çevrelerinde kin, nefret ve düşmanlık fırtınalarının estirileceğini; evet yürüdükleri yolun doğru olduğuna inançları tamdı ama, akla-hayale gelmedik bazı şeylerle engellenebileceklerini de hiçbir zaman gözardı etmemişlerdi. Bu itibarla da onlar, bütün olup biten bu şeyleri ve olacakları Hak yolunun hususî meşakkatleri sayıyor ve heyecanlarından hiçbir şey kaybetmeden sürekli koşuyor; endişelerine takılan menfilikler karşısında da Allah'a teslim oluyor, imanın o sarsılmaz kalesine sığınıyor, yaşadıkları çağı ve hâdiseleri iyi okumaya çalışıyor ve Cenâb-ı Hakk'ın muvaffakiyet vaadine güvenerek yürüyorlardı/yürüyeceklerdi rıza ufkuna doğru.
Aslında, kalb-kafa bütünlüğü mülâhazasına bağlı yaşayan, özü-sözü doğru bu insanları, şimdiye kadar inandıkları değerlerden vazgeçirmeye kimsenin gücü yetmediği gibi, onları Allah rızası yörüngesinde hareket etmekten ve bu duygularını da, Yaratan'ı, bütün cihanlara anlatma gayretine bağlamaktan alıkoyamazdı. Onlar böyle bir sorumluluk duygusu ve vazife şuuruyla ömür boyu sıradağlar gibi dimdik yerlerinde durabilmiş, her zaman tipiye-borana meydan okumuş, sürekli karla-buzla savaşmış ve her mevsim meyve veriyor olmanın sırrını keşfederek hep gül yetiştirmiş ve gül türküleri söyleyegelmişlerdir.
Onlar, hareketleri itibarıyla her zaman bir saat gibi ahenkli, beyanları itibarıyla da heyecan, tazelik ve istikamet örneğidirler. Ne hareketlerinde bir aritmi ne de sözlerinde bir halâvetsizlik vardır. Kalbleri bir melek kalbi gibi saf ve duru, dilleri de iç derinliklerinin sadık birer tercümanıdır. Bu itibarla da, onlar hemen her zaman tavır ve davranışlarıyla imrendirici, söz ve beyanlarıyla da heyecan uyandırıcı olmuşlardır. Onların gönül dünyalarında sürekli Hak mülâhazası köpürür durur; beyanlarında ise, derin bir Allah aşkı, varlık sevgisi ve insanlara karşı da bir muhabbet, bir şefkat, bir müsamaha, bir af nümâyândır. Hak rızası, onların kilitlendikleri biricik hedef; eşya ve hâdiseleri doğru okuyup, doğru yorumlamak, vazgeçemeyecekleri bir tutku; insanları sevip herkese sîne açmaları da tabiatlarının gerçek rengidir.
Onlar, o derinlerden derin aşklarıyla Hakk'a bakan duruşlarını seslendirdikleri aynı anda, sevginin sırlı ve sihirli anahtarlarıyla da paslanmış ve küflenmiş gibi görülen en katı kalbleri, en sert tabiatları balmumu gibi yumuşatarak içine girer ve Yüce Yaratıcı'nın teveccühüne mazhariyetin hakkını eda etmeye çalışırlar. Sevilirler, severler; en amansız ve imansız saldırılar karşısında dahi peygamberâne bir azimle sarsılmadan, hep dağlar gibi yerlerinde dururlar; çevrelerine bakarken de göklerin gözleriyle bakarlar; ne hışımla gelip çarpan fırtınayla devrilir ne de en müthiş zelzeleyle sarsılırlar. Gelen dalga ve sağanaklara bağırlarını açarlar; gidenlere de bir avuç toprakla dahi olsa cömertlik saçarlar.
Bu koçyiğitler, Hak rızası gibi en büyük bir işe gönül vermiş olmanın şuurundadırlar ve ona ulaşma uğrunda da her şeyi göğüslemeye kararlıdırlar. Şahısları itibarıyla hep mum gibi başları önlerinde küçük görünümlü, yanıp aydınlatmaya teşne ve iddiasız göründükleri aynı anda her zaman gerilimde ve kanatlarını germiş bekleyen üveyikler gibi ruhânîlerle yarışmaya da hazırdırlar. Onlar, duruyor gibi göründükleri zamanlarda bile, iç aktiviteleriyle hep canlı, hep kararlı ve hep hummalıdırlar. Yer yer, denizler gibi çevrelerini dalgalarıyla sularlar, zaman zaman da uzakları buharlarından oluşan bulutlarla serinletirler. Yakın-uzak her tarafa âb-ı hayat sunar ve nice yıldan beri sürüm sürüm hale gelmiş cansız cesetlere diriliş üfler gezerler. Oturur-kalkar hiç durmadan çevrelerine ruhlarının diliyle gönül hikâyeleri söyler ve her türlü dedikoduya ve toplum içinde kin-nefret uyaracak tartışmalara karşı sürekli kapalı dururlar. Ve yine onlar, her zaman insanlara yararlı olma hülyalarıyla yaşarlar; insanlığın değişik bunalım ve mânevî ızdıraplarını ruhlarının derinliklerinde duyar; semtlerine uğrayanlara sürekli açık durur; dert dinler, dertlerle inler, dertli sîneler arar; kendileri gibi muzdarip gönüllerle el ele vererek âh u efgân dindirmeye koşarlar. Yerinde fitne-fesat ateşleri üzerine yürür; dikenler arasında da olsa mutlaka gül diker ve hep gül türküleri söylerler.
Bazen o gül renkleri filizinden dışarıya fırlamış tomurcuklar gibi bin bir ızdırabın teessürüyle kan rengine bürünür; bazen hafakandan çatlayacak hale gelir, nağmeleri âdeta bir çığlığa dönüşür; ama her şeye rağmen, ellerini göğüslerine kor, bir "eyvallah" mırıldanır ve yürürler hedeflerine doğru çevrelerine tebessümler yağdırarak; yürürler ve uğradıkları her yer, cennet bahçeleri gibi yeşerir.. el verdikleri kimseler âb-ı hayat içmiş gibi dirilir.. himmet elleri "yed-i beyzâ" gibi göz kamaştırır.. gayretleri bütün sihirbazların büyülerini bozar ve gezip uğradıkları yerlerde en firavunca düşünceler dahi dize gelir.
Onlar, iman kaynaklı öyle bir vâridât ve zenginliğe sahiptirler ki, Karun'un hazineleri onların servetlerine nispeten çer çöp gibi kalır; hatta eğer isteseler, bu ilâhî servet ve gınâ ile cihanları bile peyleyebilirler. Onların ömürlerinin kazanç ve mevhibe kefesi her zaman dopdolu; ziyan kefesi ise, şeytanları çileden çıkaracak mahiyettedir.
Onlar, ömür sermayelerini nerelerde değerlendireceklerini çok iyi bilirler.. ve fâni şeyleri bâki hakikatlerle değiştirmede fevkalâde mahirdirler. Vakitlerini asla boş geçirmez; iş ve hizmette geri kalmayı ise kat'iyen hazmedemezler. Himmetleri âlî, iradeleri güçlü, azimleri de mütemâdîdir; iman ve aksiyon onların en önemli birer kalb ve davranış disiplinidir. Allah'tan başka kimseden korkmaz, kimseden endişe duymaz ve her zaman dimdik dururlar; dimdik durur yürürler fevkalâde bir tevazu ve mahviyet içinde cihanları aydınlatmaya doğru. Her zaman yüzleri yerde ve alçak gönüllüdürler. Bazen o semavî düşünceleriyle rüzgârlar gibi eser ve her tarafa tohumlar saçarlar ; bazen de her yana yağmurlar gibi boşalır, yeryüzünde hayat olur akarlar. Ne işlerinin iyi gitmemesi, ne ticaretlerinin kesada takılması, ne üst üste krizlerin, buhranların ümitleri alıp götürmesi kat'iyen onları sarsamaz. Sık sık ahd ü peymanlarını yeniler ve Allah'ın kendilerine lütfettiği maddî-mânevî her çeşit nimeti; şeâiri ihyâ mânâsına ruhlarının abidelerini ikame etme yolunda harcarlar. Din-diyanet nerede ve Yaratan'ın teveccühü hangi yönde ise hep orada durmaya çalışır ve sürekli O'nun isteklerini yerine getirme istikametinde koşarlar. Bunu yaparken de dünya işlerinde başarılı olmaya fevkalâde özen gösterirler. Öyle ki, o koçyiğitleri sadece bu yönleriyle görüp tanıyanlar, onları Ahiret-bilmez dünyalılar sanırlar. Hak rızasıyla irtibatlarını gördüklerinde de, onların aşk u heyecanıyla ürperir ve kendilerini ilk saftakilerin arasında zannederler.
Onlar boş durmayı ve avare ömür tüketmeyi hiç mi hiç sevmezler. Sürekli hareket halinde ve her zaman din ü dünyayı imar peşindedirler: okuyup yazma biliyorlarsa, bir şeyler karalayarak, bilmiyorlarsa bilene bir kalem armağan ederek, ne yapıp yapıp hizmet kervanına iştiraklerini devam ettirmeye çalışırlar. Her zaman ilmi sever; âlime karşı saygılı davranır; aklı başında ve kalbi hüşyar kimselerle oturur-kalkar ve sürekli, sohbet-i Cânan'la nefes alır verirler.
Yeryüzünde hakikî insan kalmasa, dört bir yandan ufukları toz duman kaplasa, sokaklar bütün bütün çamur seylaplarına yenik düşse; her tarafı dikenler sarsa ve zakkumlar gülleri gölgede bıraksa; meydanlar saksağanlarla dolsa ve saksağan sesleri bülbül nağmelerini bastırsa, bal kâselerinin etrafında eşek arıları uçuşup dursa; ormanların ürperten vahşeti sokaklarımızda kol gezse, ilme hürmet kalmasa, mârifet kapı kapı kovulsa, insanlık bütün bütün vefasızlığa kurban gitse; dostluklar yıkılıp dostlar düşman tavrını alsa onlar sarsılmadan hep yerlerinde durur ve "Her şey devrilebilir ben ayaktayım ya.! Her taraf kupkuru çöle dönmüş; gözyaşları gibi bir kaynağım olduktan sonra ne ehemmiyeti var.! Yürümek için Allah iki ayak lütfetmiş, iş yapmak için de iki pençe; iman gibi bir sermayem var, gönlüm gibi de bir serhaddim.. dünyaları imara yetecek fırsatlar değerlendirme bekliyor; Rabbime dayanıp bun-larla cihanı cennetlere çevirebilirim.. toprağa atılan her tohum birkaç başak verdikten sonra, gelecek adına gam u keder de niye.! Ve hele bir de, Allah ötede birleri binlere ulaştıracağını vaad ediyorsa!." der yürürler hedeflerine doğru, harap olmuş yollara ve yıkılmış köprülere rağmen. Yürür ve ırmaklar gibi geçtikleri her yere hayat götürür, herkesin ve her şeyin ateşini söndürür.. ateş gibi kendilerini yeyip bitirme pahasına başkalarını soğuktan korur.. mumlar gibi erir gider; erir gider ama, binlerce göze ışık olur akarlar. Kâh leylîler gibi pusuya yatar ve bağırlarını rahmet esintilerine açarlar, kâh eşref-i saatlerde âhlarla inler ve ızdırap rıhtımla-rından ekstra inayetlere yürürler. Onların yürüdükleri bu yol, hak dostlarının gelip geçtiği bir güzergahtır ve bu yolda yürüyenlerin de yolda kaldıkları hiç görülmemiştir.
Onlar her zaman imanlı, ümitli, pür-heyecan ve her şeylerini Hak yolunda bezledecek kadar da cömerttirler; burada bir verip, ötede onlarcasını elde edecekleri ümidiyle ömürlerini hep verme şölenleriyle geçirirler. Onların nazarında, dini koruma, kollama ve onu dünyanın dört bir yanında imrendirecek seviyede temsil etmeden daha büyük bir pâye yoktur. Bu yüce pâyeye ermeyi hayatlarının biricik gayesi bilir ve dünyada bulunmalarını da sadece ve sadece ona bağlı götürmeye çalışırlar. Hep bu duygularla nefes alır verir; her zaman bu düşüncelerini projelendirme etrafında bir araya gelir ve bir araya gelişlerini de Hak'la irtibatlandırarak derinleştirirler.. "Mele-i A'lâ"nın sakinleri de, onları tebrik neşideleriyle alkışlar ve te'yid dilekleriyle yollarına sular serper.
Onlar, hiçbir zaman kendi rahatlarını düşünmez; sürekli "Allah" der, "fazilet" der ve insanî değerler arkasında koşarlar, peygamberâne bir tavırla herkese sînelerini açar ve her zaman başkaları için yaşarlar. Onların bu ölçüdeki hasbîliklerine karşılık Allah da, ellerin-ayakların işe yaramadığı çetin bir günde, bu gönül insanlarına melek kanadından tüyler ihsan ederek dünyada onları beklenmedik muvaffakiyet sürprizleriyle şereflendirir; ötede de vuslat gölgesiyle serinletir.. kudsîler arasına alır.. özel konuklarına gösterdiği iltifatı gösterir .. sonra da bütün bu lütuflarını hoşnutluğuyla taçlandırır.
-
Cevap: Kara Sevdalılar
Şimdi eğer, yarınlarımızı düşünüyor ve dipdiri geleceğe varmayı düşlüyorsak, yolların yürünerek alınabileceğini ve zirvelere azim, irade ve plânlarla ulaşılabileceğini asla hatırdan çıkarmamalıyız. Ulaşılmaz gibi görünen zirveler şimdiye kadar defaatle aşıldı; defaatle yüksek tepeler azmin, iradenin ayaklarına yüz sürdü ve onlarda ulaşılmaz şahikalara ulaşma azmini coşturdu. Aslında hangi devirde olursa olsun yürüdüğü yolun, yöneldiği gayenin ve dayanıp bel bağladığı kuvvetin farkında olanlar bu şuur ve kendi iç dinamikleri sayesinde tekrar tekrar o zirveleri aşmış ve o şahikalara ulaşmışlardır. Arz onların ayaklarının altında küçüldükçe küçülmüş, gökler onların irfanlarına sine açmış, mesafeler onların gayretlerine selâm durmuş ve karşılarına çıkan engeller de onları hedefe taşıyan birer köprü hâline gelmiştir.. evet bu babayiğitler karşısında karanlıklar her zaman bozgun yaşamış, musibetler rahmete inkılâp etmiş, sıkıntılar kurtuluş yolu olmuş, tazyikler de birer terakki rampası...
İşte böyle birinin bugününü bütün bütün yıksalar, o yönelir yarınlara ve yoluna o kulvarda devam eder; yarınlarını da yok etseler atını mahmuzlar ve öbür günlere koşar. Başedemezler böyle biriyle ve edememeliler de. Zira o imanı, azmi, ümidi sayesinde, bozgunlar yaşadığı ya da yıkıldığı durumlarda bile hep bir başka muvaffakiyet ve zaferin projeleriyle serinlemiştir. İnanan Sarsılsa da Devrilmez (Sızıntı, Mayıs-2001)
***
.............................. ..Bundan sonrası için de, kendini milletine adamış, maddî-mânevî her türlü beklentiye kapalı, bitip-tüken-me bilmeyen bir aşkla dopdolu, imanlı, azimli, ümitli bir has-bîler kadrosuna ihtiyaç var. Elindeki büyük projeleriyle ülkeyi bir baştan bir başa imâr etmeye kararlı, büyük düşüncelerin, büyük tasarıların fikir mimarları... Ve gurubları tulû’lar gibi değerlendiren, çevre karardıkça daha bir şevklenen, engeller ve mânialar çoğaldıkça peygamberâne bir azimle coşan hasbîler kadrosuna. (YD, s. 109, Dirilmek Bizim de Hakkımız, Aralık-1994)
***
Bu hareketin temel dinamiği iman ve ümit, devamının teminatı da onun akli, mantıki ve hissi boşluklara meydan verilmeden peygamberâne bir hususiyet ve peygamberâne bir azimle sürdürülmesidir. (YD, s. 147, Ümit Ufku, Eylül 1995)
***
Önce Plân, Herhangi bir iş ve teşebbüsü plânlarken, neticeye götürücü sebeplerin yanında ihtimâlî engeller de bir bir gözden geçirilmelidir ki, daha sonra zuhur edecek aksiliklerle ne kader tenkit edilsin, ne de bizlere güvenenlerin itimadı sarsılsın
Plân, Bir atelye, bir fabrika iyi bir plân, sağlam bir fizibilite üzerine kurulduğunda, devamlılık ve istikbal vadetmesine karşılık, temelinde sağlam bir düşünce, esaslı bir hesap bulunmadığı zaman fiyasko ile neticelenmesi mukadderdir. Ya bütün bir millete ait işler; devlet idaresi ve insan gibi her yanı ayrı bir bilmece olan bir anlaşılmaz varlığın insanlığa yükseltilmesi..! (Ölçü, s. 210)
Allah ve Hadiseler karşısında Peygamberane Duruş (Yeni Ümit, Ekim-2000)
Tarihe mirasçı olmak demek, geçmişin bilinen-bilinmeyen, büyük-küçük bütün birikimine, bu birikimi nemâlandırmaya, yeni terkipler meydana getirmeye, sonra da bütün bunları gerçek mal sahibi olan gelecek nesillere intikal ettirmeye varis olmak demektir. O bugünle, yarınla alâkalı bu tarihî misyonu eda etmediği takdirde, bugünü berbat, yarını da zâyi etmiş sayılacaktır. Bu öyle bir sorumluluktur ki, mirasçı gaflet ve tekasüle düştüğü, ya da onu havale edecek bir başkasını aramaya durduğu, hatta âhiretin cazibedar güzelliklerine kapılıp öteleri arzu ettiği takdirde, belli ölçüde Davaya ve tarihe ihanet etmiş ve dolayısıyla da gelecekle aramızdaki köprüleri yıkmış sayılır. (RHD, s. 86, Ruh Mimarları Rabbanîler, Nisan-1995)
IŞIĞA GÖNÜL VERENLER (Kırık Mızrap, s. 29)
–“Mehlika Sultan” şâirine ithâf olunur–
Işığa gönül vermiş bu yiğitler,
Bir gece sonsuza yelken açtılar.
Işığa gönül vermiş bu yiğitler,
Geçerken her yere nûrlar saçtılar.
Rûhlarını sardığı günden beri,
Solmayan güzelliklerden akisler;
Her gece rüyâlarında bir peri,
Onlara öteden türküler söyler...
Yâr yâr deyip yandıkları her zaman,
Menendi olmayan bir eşsiz dilber,
İltifat eder diye bir gün cânan,
Gözetirler dört bir yanı beraber.
Aşk u şevkten kanatlarla günlerce,
Koştular hep ümitlerle dopdolu.
Ne visâl hülyâlarıyla her gece.!
Sevinseler de gözleri buğulu.
Dağlı, dereli bir uzun yolculuk,
Onlar harıl harıl; yollar öğünsün..
Allah kapısında ebedi kulluk;
Bilmeyen bahtsız âh edip dövünsün...
Dâvâmızın kara sevdâlıları,
Varacaklar dünyanın ötesine;
Bir “yâd-ı cemîl” olacak adları
Girecekler millî rûh bestesine...
Her biri bin gönülde yaşayacak,
Sîmâlarında ebediyet rengi..
Hâtıraları asla solmayacak,
Öte taraftaki güllerin dengi...
Işığa gönül vermiş bu yiğitler,
Seyrettikçe çevreyi mest ü mahmûr,
Dirilip bir daha ölmek dilerler,
Ellerinde kevserler dolu fağfûr...
***
“Günümüzde her şeyden daha çok, Allah’a karşı vazifesini yerine getirme şuuruyla gerilmiş mes’uliyet nesillerine ve topluma rehber olabilecek ideal insanlara ihtiyaç var. İnsanlığı, birkaç asırdan beri içinde bocalayıp durduğu ilhad, cehâlet, dalâlet ve anarşi gayyalarından kurtararak, imana, irfana, istikamete ve huzura ulaştıracak ideal rehberlere.” (IGU, s. 131, İnanmış İnsanın Nitelikleri, Mayıs-1999)
***
Bugün bizim, şuna-buna değil; (benim milletimin maddi-manevi mutluluğu için cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım) diyenlere...Şahsi menfaat ve bencillikleri bir tarafa iterek Hakk ve millet yolunda fani olanlara...Toplumun ızdıraplarıyla kıvrım kıvrım kıvranıp, hep inilti kovalayanlara...Elinde ilim meş’alesi, her yerde bir çırağ tutuşturup cehalet ve görgüsüzlüklerle mücadele edenlere..üstün bir inanç ve azimle, dökülüp yolda kalanların imdadına koşanlara..maruz kaldıklar karşısında isyan etmeden, ümitsizliğe düşmeden bir küheylan gibi yoluna devam edenlere..yaşama arzusunu unutarak yaşatma zevkiyle şahlanan babayiğitlere ihtiyacımız var. (YCD, s. 28, Izdırapla Bütünleşen Ruhlar, Şubat-1985)
***
“Her halde iyilik aşkıyla kendi sınırlarını zorlayan böyle bir ruhî seviye, insanın en derin yanı ve kayda değer en engin yönü olsa gerek. O, bu yanı ve bu yönüyle Hak katında da, halk katında da değerler üstü değerlere ulaşacaktır ki, işte onun “ahsen-i takvim”e mazhariyeti de bu derinliği itibarıyladır. Bu ölçüde, Allah ile iyi münasebetin neticesi olarak herkese karşı duyulan böyle bir alâka, ferdiyet plânında bir mefkûre; “beni şehid eyle, milletimi aziz eyle” sözleriyle seslendirilen düşünce yüksek bir millî mefkûre; “milletimin imanını selâmette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım” ifadeleriyle dile getirilen civanmertlik aşkın bir mefkûre; hayatına kastedenlere karşı; “Allahım ümmetimi bağışla, onlar beni bilmiyorlar” kelimeleriyle ifade edilen âlemşümul şefkat ise mes’uliyet eksenli, merhamet derinlikli kuşatan bir mefkûredir.
Kanaatimce, toplumumuzun şimdilerde, şuna-buna değil, bu ölçüde mefkûre kahramanlarına ihtiyacı var. Önce kendi milletimize, sonra da bütün bir insanlığa merhamet duygusuyla ellerini uzatabilen ve ellerini Rabbine her kaldırışında başkalarını dileyen mefkûre kahramanlarına. Böyle büyük bir ihtiyacı başkaları karşılayamayacağına göre, konumumuzun gereği kendi içimizden başlayarak onu seslendirmek de yine bize kalıyor.” (IGU, s. 142, Mefkûre İnsanı, Ekim-1998)
***
Bizim, içten ve dıştan gelecek ihsanlara, düşünce sistemlerine değil; bizim, topyekûn milletimizde mes'uliyet ve ızdırap şuuru uyarabilecek ruh ve düşünce hekimlerine ihtiyacımız var. Gelip-geçici saadet va'di yerine ruhlarımızda derûnîlik meydana getirecek ve bizi bir hamlede, mebde' ile müntehayı birden görebileceğimiz seviyeye ulaştıracak ruh ve düşünce hekimlerine.
Evet, şu anda biz, icabında cennete girmekten dahi vazgeçip ve şayet girmişse, dışarıya çıkma yollarını araştıracak kadar mes'uliyet ve Dava âşıkı insanlar bekliyoruz. "Güneşi bir omuzuma, ayı bir omuzuma kovsalar, ben bu işten vazgeçmem!" diyen insanlar.. bu bir Peygamber ufkudur. Bu ufuktan akıp gelen ışıklarla coşkun bir dimağ, yerinde: "Gözümde ne cennet sevdası, ne de cehennem korkusu var; milletimin îmanını selâmette görürsem cehen-nemin alevleri içinde yanmağa razıyım" der iki büklüm olur.. veya ellerini açar, "Vücudumu o kadar büyüt ki cehennemi ben doldurayım, başkalarına yer kalmasın" çığlıklarıyla semavâtı lerzeye getirir.
Evet, bugün insanımızın, her şeyden daha çok, milletinin günahları için ağlayan, insan-lığın affedilip bağışlanmasını, kendi bağışlanmasının önünde bekleyen.. ve A'raf'ta durup cennetliklerin hazlarıyla yaşayan, cennete girse dahi şahsî hazlarını duymaya vakit bulamayan derûnîlere ihtiyacı var...( RHD, s. 87, Ruh Mimarları Rabbanîler, Nisan-1995)
***
Evet, bu ülkenin parti ve hizipçilikten daha çok, îmanla, ümitle donanmış; aşkla, heyecanla dopdolu; maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî garazlardan sıyrılabilmiş ilim, ahlâk ve fazilet havârisi babayiğitlere ihtiyacı var. Onlarla buluşup, onlara teslim olacağımız âna kadar, nisbî de olsa, bu iç içe gurbet ve esaretlerimiz devam edeceğe benzer. Rahmeti Sonsuz'dan, ellerinde hayat kâsemiz, yıllardan beri ufukta emareleriyle müteselli olduğumuz o Hızır çeşmesi görmüş ölümsüzleri imdadımıza göndermesini niyaz ederiz.. (RHD, s. 107, Milletimizin Ana Davası, Nisan-1996)
Tarihî büyük hâdiseler düşünüldüğünde, düşünce ile aksiyonun iç içe yaşadığı görülür. Bir taraftan aksiyonun fikirle beslenmesi, plânlanması, diğer yandan da hamle ve hareketin yeni düşünce ve projelere zemin teşkil etmesi mânâsına bir iç içelik. Bu mânâda, düşünce, aksiyon için bir semâ ve yağmur, bir atmosfer ve hava; aksiyon da düşünce için bir zemin ve saksı, bir toprak ve topraktaki kuvve-i inbâtiye gibi farz edilebilir. Evet, böyle bir mütekabiliyeti kabul etmek yanlış olmasa gerek. Zira her hamle, bir düşünce ve plânın tahakkuku, her düşünce de, o istikametteki hareketlerle gerçek çerçevesini bulabilmesi ve hedefine ulaşabilmesi için bir başlangıç ve bir vetiredir. İradenin ilk merhalesi, bir iç temâyül, nihâî sınırı da azim, karar ve teşebbüstür. Düşünce bu vetirede, mebde'den müntehâya tıpkı atkı ipleri mesâbesinde, şuurlu faaliyetler de bu atkılar üzerine işlenen dantelâlar gibidir. Düşüncesiz, plânsız davranışlar çok defa falso ve karmaşaya sebebiyet verir; hareketsiz fikirler de, düşüncenin nihâî buudu sayılan model oluşturmayı engeller ve iradenin ruhunu zedeler. (RHD, 76,Bizim Dünyamıza Doğru, Ocak-1995)
وَأَنذِرْ عَشِيرَتَكَ الْأَقْرَبِينَ Önce en yakın akrabalarını uyar. (Şuarâ, 26/214)
وَهَـذَا كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ مُبَارَكٌ مُّصَدِّقُ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ وَلِتُنذِرَ أُمَّ الْقُرَى وَمَنْ حَوْلَهَا وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالآخِرَةِ يُؤْمِنُونَ بِهِ وَهُمْ عَلَى صَلاَتِهِمْ يُحَافِظُونَ
İşte bu da bir feyiz kaynağı ve daha önceki kitapları tasdik edici olarak, bir de hem Anakenti, hem de bütün çevresindeki insanları uyarman için indirdiğimiz bir kitap! Ahirete iman edenler, buna da inanırlar ve onlar namazlarını hakkıyle kılmaya devam ederler. (En’am, 6/92)
اللّهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُواْ يُخْرِجُهُم مِّنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّوُرِ Allah iman edenlerin yardımcısıdır, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. (Bakara, 2/257)
***
Bu kudsîlerin asıl vazifelerine gelince, o da insanları küfür ve dalâlet karanlıklarından kurtararak imanın aydınlığına çıkarmak, ruhları uyararak gönüllere Hakk'ı duyurmak, eşyanın perde önü ve perde arkasını olduğu gibi göstererek dimağlardaki şüphe ve tereddütleri gidermek, varlığın yüzüne nurlar saçarak onun bir kitap gibi okunmasını, bir meşher gibi temâşâ edilmesini sağlamak, bir sanat eseri olarak onu yorumlayıp resmetmek, sonra da çağın idrak ufkuna göre seslendirmek ve bu fâni güzergâhı, bâki âlemlerin bir basamağı, bir köprüsü, bir mezraası, bir pazarı hâline getirmektir. (Allah ve Hadiseler Karşısında Peygamberâne Duruş,Yeni Ümit, Ekim-Kasım-Aralık 2000)
Servet yerine davâ ve düşünce şerefinin, menfaat yerine gerçeğin, lüzumsuz gösteriş yerine alçak gönüllülüğünün; şiddet, hiddet, öfke yerine yumuşaklık ve anlayışın koruyucusu olacak; istidat ve kabiliyetlerinin bütününü, evvelâ kendi dünyalarının, sonra da umum insan-lığın gerçek hayata ermesi ve yükselmesi uğrunda seferber edeceklerdir. Yalan ve aldatmaya ruhlarında yer vermeyecek, bencillik ve gururdan, yılandan çiyandan kaçar gibi kaçacaklardır. (BAİ, s. 131, Fikir Çilesi, Ağustos-84)
Cihad: Allah yolunda verilen kavga içe doğru ve dışa doğru olmak üzere iki cephede cereyan eder. İçe doğru verilen mücadeleyi, insanın kendi özüne erme gayreti, dışa doğru verilen mücadeleyi de başkalarını özlerine erdirme ameliyesi olarak tarif edebiliriz. Bunlardan birincisine ‘büyük cihad’ ikincisine de “küçük cihad’ denir ki, birincisiyle; İnsanın kendi özüyle arasındaki engelleri aşıp nefis marifetine ve neticede de marifetullah, muhabbetullah ve zevk-i ruhaniye ulaşması, ikincisiyle de, imanla insanlar arasındaki manialar bertaraf edilerek, herkesin imana ulaştırılması ve marifeti ilahiyle tanıştırılması esas alınmıştır. (İ’la-yı Kelimetulah veya Cihad, s. 13.)
وَسَارِعُواْ إِلَى مَغْفِرَةٍ مِّن رَّبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمَاوَاتُ وَالأَرْضُ أُعِدَّتْ لِلْمُتَّقِينَ
Rabbiniz tarafından bir mağfirete, Genişliği göklerle yer kadar olan ve Müttakiler için hazırlanmış olan bir cennete doğru yarışırcasına koşuşun! (Âl-i İmrân sûresi, 3/133)
***
حدثنا أبو مصعب عن محرز بن هارون عن عبد الرحمن الأعرج عن أبي هريرة أن رسول الله صلى الله عليه وسلم قال بادروا بالأعمال سبعا هل تنتظرون إلا فقرا منسيا أو غنى مطغيا أو مرضا مفسدا أو هرما مفندا أو موتا مجهزا أو الدجال فشر غائب ينتظر أو الساعة فالساعة أدهى وأمر Tirmizi, Zühd, 3
وَتَنسَوْنَ أَنفُسَكُمْ وَأَنتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَ أَفَلاَ تَعْقِلُون أَتَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ “Halka iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz yoksa? Halbuki siz kitabı (Tevratı) okuyup duruyorsunuz. Artık aklınızı başınıza almayacak mısınız?” (Bakara sûresi, 2/44)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ “Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz?” (Saf sûresi, 61/2)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا كُونوا أَنصَارَ اللَّهِ كَمَا قَالَ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ لِلْحَوَارِيِّينَ
مَنْ أَنصَارِي إِلَى اللَّهِ
Ey iman edenler! Siz Allah’ın tarafında olunuz. O’nun dinine yardım ediniz. Nasıl ki Meryem’in oğlu Îsâ vaktiyle, havarilere: “Allah’ın yolunda giderken kim bana yardımcı olmak ister?” diye sorunca, havariler: “Allah’ın dinine biz yardımcı oluruz” diye cevap vermişlerdi.
من عمل بما علم فتح الله له ما لا يعلم “Bildikleriyle amel eden kimseye Allah bilme-diklerinin de kapısını açar.” (Ebû Nuaym, Hilyetu’l-evliya, 6/163)
يجاء بالرجل يوم القيامة فيلقى في النار فتندلق أقتابه في النار فيدور كما يدور الحمار برحاه فيجتمع أهل النار عليه فيقولون أي فلان ما شأنك أليس كنت تأمرنا بالمعروف وتنهانا عن المنكر قال كنت آمركم بالمعروف ولا آتيه وأنهاكم عن المنكر وآتيه Buhârî Bed'ül-Halk, 10
من ازداد علما ولم يزدد في الدنيا زهدا لم يزدد من الله إلا بعدا “İlmi artmasına rağmen dünyada zühdü artmayan kimsenin Allah’tan uzaklaşma dışında bir kazancı (!) olmaz. (Münâvî, Feyzu’l-kadir, 6/52)
Ne var ki, böyle bir iç derinlik, hemen birdenbire elde edilemez. O, vicdanlarımızın derin-liklerinde uzun bir mayalanma döneminden sonra ortaya çıkan bir merhamet tezâhürü ve gön-lün dilinden bir insanî çağrıdır. Bu çağrı, gönül adamının vicdanından fışkırır, her yana kendi boyasını çalar ve zamanla da her şeyi kendi diliyle konuşturmaya başlar. O doğrudan doğruya kalbten yükseldiği için de dıştaki şerârelerden ve şurada-burada havayı kirleten parazitlerden de asla müteessir olmaz. (IGU, s. 141, Mefkûre İnsanı, Ekim-1998)
Kaynaklar 100 bin sahabenin olduğundan bahsediyor oysaki Medine’den medfun sahabi sayısının 10 bini aşmadığı ifade edilmektedir.
Kaldı ki daha şimdiden bu mefkûre muhacirlerinin uğradığı hemen her yerde, insanlar arasında bir sevgi çağlamaya başladı bile. (Örnekleri Kendinden Bir Hareket, Sızıntı, Ağus-tos-2001)
***
.............Bu itibarla, her Kudsinin kaderinde değişmez şu çizgiler, âdeta bir fasl-ı müşterektir: Önce îman ve aşk, sonra yığınları saran yanlışlık ve inhiraflara karşı mücâdele, sonra da gerekirse insanlığın mutluluk ve saadeti uğrunda, yurt-yuva herşeyi fedâ ederek, başka âşinâ gönüller aramak üzere yeniden yollara dökülmek...
Hemen her yeni dirilişte bu iki esas ve iki merhâle çok önemlidir. Birinci merhâle, ferdin şahsiyet kazanması, inançla şahlanıp aşkla gerilmesi, nefis ve benliğini aşarak Hakk’ın âzâd kabul etmez kölesi olma merhâlesidir. Bu merhâledeki cihad, bütün buudlarıyla nefsin dümenlerine karşı, benliği yenmeye müteveccih ve insanın kendisini yeniden inşâ etmesiyle alâkalıdır. Bu itibarla da cihadların en büyüğü “Cihad-ı Ekberidir. İkinci merhâle ise, her gö-nülde bir kor, bir alev hâline gelen inancın aydınlık tufanı, artık çevreye çeşitli dalga boyla-rında şualar neşretmeye başlar. Çok defa bu safhanın tahakkukuyla beraber hicret de gelip kapıya dayanır.
Aslında, bu devreye kadar geçirilen safhalarda dahi, ruh plânında bir hicretten bahsetmek her zaman mümkündür: İnsan, içinde bulunduğu durumdan olması gerekli olan duruma; hareketsizlik ve dağınıklıktan aksiyon ve sisteme; donmuşluk ve bozulmuşluktan kendini yenilemeye, binbir günahın boğucu atmosferinden ruh ve kalbin hayat derecesine yükselme gibi.. hususların hemen hepsinde bir hicret mânâsı vardır ve bu mânâlarda o, hep hicret edip durmaktadır. Kanaatimizce, ikinci hicretin, fonksiyonunu tam edâ edebilmesi de, birinci merhâledeki hicretlerin yapılıp yaşanmasına bağlıdır. Nefsinden kalbine, cisminden ruhuna, dış şatafatlardan vicdanındaki ihtişâma, özünden özüne hicrette başarılı olanlar, öbür hicret ve ötesinde de başarılı olurlar. Bunu tam temsil edemeyenler, çok defa diğer hicret ve ona bağlı olanları da kusursuz temsil edemezler.
Bu mânâda hicret, ilk defa, insanlık semâsının ayları, güneşleri sayılan Hz. İbrahim, Hz. Lût, Hz. Musâ, Hz. İsâ gibi yüce kâmetler tarafından başlatıldı; sonra da bu aydınlık yolun eşsiz rehberi, insanlığın iftihar tablosu, zaman ve mekânın Efendisi bu yoldan yürüyüp gitti. Kapıyı da kıyâmete kadar arkadan gelenlere açık bıraktı...
Bir kere, yüksek bir mefkûre uğrunda göç eden her ferd, hayatının her lahzasında, göçe sebeb teşkil eden yüksek gayenin baskısını vicdanında hissedecek ve hayatını bu yüksek duyguya göre düzenleme mecburiyetini duyacaktır. (YCD, s. 8-9, Mukaddes Göç, Ekim-1985)
***
Çağın kudsîlerine gelince; onlar “Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek, barınacak birçok yer ve genişlik bulacaktır. Kim evinden Allah rızası için ve Resûlullah’ın yolu deyip ayrılıp da yolda ölecek olursa onun mükafatı Allah’a aittir” diyerek dünyanın her yanına dağılacak ve asrın gerektirdiği usûl ve metodlarla soluklarını her tarafa duyuracaklardır. Onların bu hicretleri sayesinde imana, Kur’an’a uyanacaklar olabileceği gibi, vicdanlarında dostluğu ve diyaloğu duyanlar da olacaktır.
Evet onlar, Hira Dağından ruhlarına akseden mirası, gezip her yerde soluklayacak.. ümitsizlikle uyuşmuş gönüllere diriliş yollarını gösterecek.. mantıkla İlâhi vâridâtı birden duyup, herkese duyuracak.. kalp ile Kur’an arasındaki engelleri kaldırarak şu birkaç asırlık ayrılığı sona erdirip bir en büyük buluşmayı sağlayacak ve hareketlerinin tamamen iman, aşk ve heyecan yarışı olduğunu, günümüzün sarsık, yeisle kıvrım kıvrım ve tutarsız çocuklarına öğ-reterek, onları fâni hayatın dar ve boğucu atmosferinden kurtarıp bir kere daha onlara var ve hür olma yollarını, sevme ve saygılı davranma adabını öğreteceklerdir. (YD, s. 135, Hicret, Haziran-1995)
***
Şimdi sırada tekmil çağın garipleri var,
"Hicret" deyip dökülmüş yollara O’nu arar.
Dolaşıp dururlar her koyda ayrı bir bahar.
Onların bağına dikenler eken gül toplar.
Onların hamurunu Kudret Eli yoğurur,
Onların bağında saksağan tâvus doğurur!
Onlar, varlığın gâye ölçüsünde nüktesi,
Dillerinde ötelerin güftesiz bestesi...
Felek, onların ikbaline boyun eğmekte,
Kader, geçecekleri yollara su serpmekte.
Allah tutkusuyla her zaman başları mahmûr,
İklimleri Cennet kokusuyla buhûr buhûr... (Kırık Mızrap, s. 406, Hicret Ekseni)
Biz “Hâlin yanında dilin, beyanın sözü mü olur.! Temsil konuşunca tebliğe hacet mi kalır!” deriz ki doğrudur. Onlar bu doğrunun temsilcileriydi. (Örnekleri Kendinden Bir Hareket, Sı-zıntı, Ağustos-2001)
***
İç-Dış Bütünlüğü, Dünyayı düzeltmeye kalkanlar, önce kendilerini düzeltmelidirler. Evet, önce içlerini kinden, nefretten, kıskançlıktan, dışlarını da her türlü uygunsuz davranışlardan temiz tutmalıdırlar ki, çevrelerine misal teşkil edebilsinler. Kendi içini kontrol edememiş, nefsiyle savaşamamış, duygu âlemini fethedememiş kimselerin etrafa sunacakları mesajlar, ne kadar parlak olursa olsun, ruhlarda heyecan uyaramayacak, uyarsa da sürekli tesir bırakamayacaktır. (Ölçü, s. 208)
***
-
Cevap: Kara Sevdalılar
Dünya İslam’a İslam da temsilciye muhtaç.
***
...her şey, ama her şey, teveccühü ölçüsünde teveccühle şereflendirilir ve eğilimlerine göre mükâfatlandırılır. Gönüller İslâm’a kulak vermeyince o da sesini duyurmaz; davranış ve temsil sözü derinleştirmeyince, onun da sesi kısılır ve kat’iyen ruhlarda teveccüh uyaramaz. Söz, temsil kanatlarıyla uçurulabildiği ölçüde gönüllerde heyecan uyarır ve bütün enginlikleri aşarak gider her istidâda ulaşır. Sîneleri her zaman saygıyla İslâm diye çarpanlar, oturup kalkıp onun heyecanıyla yaşayanlar, kendi gönülleri de dahil, ne kalebentler aşmış, ne beldeler fethetmiş ve ne vicdan medeniyetleri kurmuşlardır.! (IGU, s.4, İslamın Büyüsü, Haziran-1999)
Sevgi yaşatan bir iksirdir; insan sevgiyle yaşar..sevgiyle mutlu olur ve sevgiyle çevresini mutlu eder. İnsanlık sözlüğünde sevgi bizim canımızdır; biz birbirimizi onunla hisseder onunla duyarız. Allah, insanları birbirine bağlama konusunda sevgiden daha güçlü bir irtibat unsuru, bir zincir yaratmamıştır. (IGU, s. 34, İnsanı Sevmek, Sızıntı, Eylül-1999)
***
Geleceğin aydınlık ve mesut dünyalarını ancak, muhabbetle şahlanmış sevgi kahraman-ları kuracaktır. Dudaklarında muhabbetten tebessüm, gönülleri sevgiyle harman, bakışları insanî duygularla buğu buğu, herkese ve her şeye şefkatle gamze çakan; doğup-batan güneş-lerden, yanıp-sönen yıldızlardan hep muhabbet mesajları alan sevgi kahramanları...(Ölçü, s. 192)
***
IGU, s. 102, Gönüller Sevgi Arıyor, Mayıs-1998
يَا أَيُّهَا الَّذِين آمَنُواْ اسْتَجِيبُواْ لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُم لِمَا يُحْيِيكُمْ Ey iman edenler! Allah ve Resulü size hayat verecek hakikatlere sizi dâvet ettiğinde ona icabet edin. (Enfâl sûresi, 8/24)
“Bizim medeniyetimizin sikkesi ve mührü sayılan bu mâbedler, şuradan-buradan alınmış herhangi bir hendesî şablon ve plâna değil de, şeâiri ilan esprisine bağlı engin, uhrevî buudlu, bizlere öteleri rasat etme imkânını veren bir blokaja oturtulmuş gibidirler. Onların çehrelerine dikkatle bakıldığında, bu çehrelerde, engin ruh zenginliğimizi, buğu buğu sonsuzluk duygula-rımızı, mücerredin çerçevesinde iman esaslarına ait tasavvurlarımızı, İslâm şeâirinin renkli çizgilerini, kendi yolumuzda sevinç ve kederlerimizi aksettiren işaretleri, ümitlerimizden fışkıran ışıkları, zaferlerimizden taşan renkleri, hamaset destanlarımızdan en canlı motifleri, kendi romantizmimizden aşk u vuslatları temâşâ edebiliriz. Kezâ, bu mâbedlerin çehrelerinde, büyük niyetlerin nurlarını, yürekten nezirlerin televvünlerini, ana-babaya armağan edilmiş olmanın saygısını, evlât hatırasına inşa edilişin şefkatini, bir hasret ve bir hicrana karşı teselli olmanın izlerini, hatalara kefaret duygusunun solgun renklerini, değişik mazhariyetlere ait şükranın parıltılarını görmek de mümkündür.. evet, bir uçtan bir uca bu mâbedler medeniyetini ne zaman temâşâ ve dinlemeye koyulsak, yukarıda söz konusu edilen hususlardan hiç olmazsa birkaçıyla karşılaşır ve bu Hak evlerini bizden biri gibi buluruz; biz öyle buluruz, onlar da karşılaştığımız her yerde bizim üzerimizde âdeta birer canlı hissi uyarır ve hayallerimize, heykellerinin arkasındaki ruh ve mânâyı aksettirirler.” (Mabedlerin Büyülü Dünyası veya Mabed Medeniyeti, Sızıntı, Mart-2001)
-
Cevap: Kara Sevdalılar
Sanata karşı ciddi bir temayülünüz var...
Temayül mü, onu bilemem de, sanata karşı, büyük bir hayranlığım olduğu açık. Diyelim ki bir bina yaptıracaksınız yapacağınız binada öncelikle ihtiyaçlarınızı göz önüne alarak mimara bazı doneler verirsiniz. Şimdi bizim ihtiyacımızla bir başkasının ihtiyacının aynı olması beklenemez bir farklılık olacaktır. Çünkü duygu ve düşüncedeki farklılık ihtiyaca da ayrı bir farklılık buudu kazandırır. Bizim inanç ve geleneklerimizde bir mahremiyet vardır mesela. Bağışlayın ama, banyo ve tuvalette bile farklılıklar çıkıyor ortaya. Ayrı bir soyunma odası anlayışımız var. Evin mahrem alanına uygun bir konumu var. Misafir için ayrılan bölümler bütün ihtiyaçlar göz önüne alınarak düzenlenir. Bunlar haliyle mimariye de yansıyor. Evvela Allah’a inancınız varsa bir kere hayat tasavvurunuz değişiyor. Yediğiniz yemeğin adabı bir yana, yemeklerinizin kırıntılarını bile düşünmeye başlıyorsunuz. Kırıntıların kanalizasyonlara akmamasına kadar her şeyi planlıyorsunuz. İbadet ve tefekkürünüze uygun bir mescit hazırlı-yorsunuz. Bizim vahdet ruhu içinde estetik anlayışımız ihtiyacın bir buudunu teşkil eder. Batı’da olduğu gibi, estetiği ihtiyacın dışında, bir buud olarak düşünüp Emile Zola romantizmi içinde düşünemeyiz. Bir resmin göbeğine bir gül yapıyor mesela... oysa bizde, ‘şu kubbe niye böyle olmuş’ diye sorulur ve mimarinin bütün unsurları göz önüne alınır. Öncelikle bu bir ihtiyaca binaen olmuştur. Aynı zamanda akustik düşünülmüştür. Aynı zamanda isten mürek-kep çıkartmak meselesi vardır. Ve bir de mânâ ifade etmesi söz konusudur.
-
Cevap: Kara Sevdalılar
Bu şekilde üzerinizde etki bırakan yapılar oldu mu?
Askerlikten evvel Edirne’de, imamlık yapıp çok feyizlendiğim II. Murat’ın yaptırdığı üç şerefeli cami vardı. Kubbesinde işlenen motifler, husûsiyle o günün estetik anlayışı içerisinde ele alınacak olursa, insanı bayıltacak güzelliktedir. Kullanılan mürekkep, dâimiyet, sabitiyet ve âhenk karşısında hayran kalmamak mümkün değil. Fakat aynı zamanda mimarîde bir kanaat resmedilmiştir. Bir yönüyle İslâm’ın içinde birbirinden farklı gibi gösterilen ayrı dinamikler, ayrı rükünler, ayrı esaslar vardır. Fakat İslam estetiği bu ayrılıkları aşarak aynı zamanda bir kompleks halinde tevhid anlayışını aksettirmiştir. Kubbelerin her biri birbirinden farklıdır. Fakat bu farklılıklar adeta birbirine içirilerek bir vahdete irca edilmiştir. Bunun yanı sıra bütün bir yapı iki direk üzerine oturtulur. Bunu yapan hünkar, Mimar Hayrettin’e Ayasofya minarelerinin kaidelerini yaptırır. O da Fatih’in karşısına çıkıp, “Hünkarım minarelerin kaidelerini yaptım, İstanbul’u fethedip minarelerini koymak size kalıyor” diyen Mimar Hay-rettin. Mimar Sinan’a dede olabilecek bir insan. Yetiştirdikleri, Sinan’ı yetiştirmiş. Hünkar ona doneler veriyor ve diyor ki: Ben buraya bayram namazının resmedilmesini istiyorum. Bayram namazının tekbirleri farklıdır. İftitah tekbiri farzdır. Zevâid tekbiri farklıdır. Rükû tekbiri farklıdır. Koca Mimar düşünüyor ve 600 sene geçmiş olmasına rağmen cami müthiş statik üzerine müesses olarak dimdik duruyor. Şimdi bu işin bir tarafı. Teferruatına girdiğinizde o muhteşem mimarinin kendi inanç kökümüz etrafında şekillendiğini de görürsünüz. Bu sanat abidesi iki sütun üzerine oturtulmuştur. Bunu, bayram namazının rekatlarından hareketle düşünmüş. Dokuz tane kubbe koymuş ve her kubbede bir farklılık sergilemiş. Yapı olarak ayrı, nakış olarak ayrı, arabesk olarak ayrı... ve böylece kendi ruhunu, bu küçük küçük kubbelerden parça parça fakültelerden geçirip adeta sonsuza doğru yürütmüş... kubbeye geldiğiniz zaman, azıcık bir delik açılsa oradan Cenâb-ı Hakk’ın arşının eteklerini görecek gibi olursunuz. Sanatta çok erken dönemlerde bunu yakalama meselesi oldukça önemlidir ve Osmanlı ileriki dönemlerde –bazı eleştirilerimize rağmen- erken dönemlerinde yakalanan bu seviyeyi, bu ufku zirvesine çıkarmayı da bilmiştir. Maalesef bu ruh sonradan kaybedilmiş. Bu anlayış, bu ruh geliştirilebilirdi. Bir Kurtuba Camiî seviyesine ulaştırılarak semâvileştirilebilirdi... (Ufuk Turu, 106-108)
İşte böyle birinin bugününü bütün bütün yıksalar, o yönelir yarınlara ve yoluna o kulvarda devam eder; yarınlarını da yok etseler atını mahmuzlar ve öbür günlere koşar. Başedemezler böyle biriyle ve edememeliler de. Zira o imanı, azmi, ümidi sayesinde, bozgunlar yaşadığı ya da yıkıldığı durumlarda bile hep bir başka muvaffakiyet ve zaferin projeleriyle serinlemiştir. İnanan Sarsılsa da Devrilmez (Sızıntı, Mayıs-2001)
***
Ah, katil şöhret, imansız şehvet, nâmert tamahkârlık!.. Nice ruhlar, semtinize bir kere uğramakla sararıp soldu. Nice gönüller, sizin ikliminizde hazan vurmuş gibi yaprak yaprak dökülüp gitti. Ve nice servi kâmetler, sizin şûh kahkahanızla mâbetten ayrılıp, meyhâneye düştü. Evet, atmosferinize uğrayan yiğitler kılıbıklaştı, sünepeleşti; civanlar da civarınızda pîr olup gitti!.. (Ölçü, s. 204)
Onlar, âlayişsiz ve gösterişsizdirler... Duygu ve düşüncelerini anlatmak için, ne yüce mahfillere, ne de muhteşem kürsülere ihtiyaç hissetmezler. Derûnî duygularının simâlarına aksetmesi, onlar için en yüce en samimâne bir anlatma yoludur. (Çağ ve Nesil, s. 21, Geleceğin Mimarları, Eylül-1980)
Hücumât-ı Sitte (29 Mektup, 6. risale, 6. kısım)
1) Hubb-u cah: İnsanda, ekseriyet itibarıyla, hubb-u cah denilen hırs-ı şöhret ve hodfuruşluk ve şan ve şeref denilen riyâkârâne halklara görünmek ve nazar-ı âmmede mevki sahibi olmaya, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz'î, küllî arzu vardır. Hattâ o arzu için hayatını feda eder derecesinde şöhretperestlik hissi onu sevk eder.
2) Hiss-i havf: Ehl-i dünyanın hafiyeleri ve ehl-i dalâletin propagandacıları, avâmın ve bilhassa ulemanın bu damarından çok istifade ediyorlar, korkutuyorlar, evhamlarını tahrik ediyorlar.
3) Tamah: meşru rızık, iktidar ve ihtiyarın derecesine göre değil, belki acz ve iftikarın nisbetinde geliyor.
4) Hamiyet-i milliye (Irkçılık): o hamiyet-i milliye uğrunda çok mukaddesâtı feda ediyorsunuz
5) Enaniyet: insanda en tehlikeli damar enâniyettir. Ve en zayıf damarı da odur. Onu okşamakla çok fena şeyleri yaptırabilirler. Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz, sizi enâniyette vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar. Hem biliniz ki, şu asırda ehl-i dalâlet ene'ye binmiş, dalâ-let vadilerinde koşuyor. Ehl-i hak, bilmecburiye, eneyi terk etmekle hakka hizmet edebilir.
Bencillik Girdabı (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 218)
6) Tembellik ve Tenperverlik: Ey kardeşlerim, dikkat ediniz. Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir. Her bir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir.
Rahata Düşkünlük (Ölçü, s. 212)
Makam Düşkünlüğü (Ölçü, s. 214)
Cismaniyetle Gönül Arasındaki Denge (Ölçü, s. 98)
وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ Sana tâbi olan müminlere (tevâzu) kanatlarını indir. (Şuara sûresi, 26/215)
لاَ تَمُدَّنَّ عَيْنَيْكَ إِلَى مَا مَتَّعْنَا بِهِ أَزْوَاجاً مِّنْهُمْ وَلاَ تَحْزَنْ عَلَيْهِمْ وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِلْمُؤْمِنِينَ
Sakın o kâfirlerden bir kısmına geçici bir zevk olarak verdiğimiz dünya nimetlerine göz atma. Onların iman etmemelerinden ötürü üzülme ve müminlere (tevâzu) kanatlarını indir, on-ları şefkatle koru. (Hicr sûresi, 15/88)
وَاخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلِّ مِنَ الرَّحْمَةِ وَقُل رَّبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَانِي صَغِيراً
Şefkatle, tevazu ile onlara kanadını indir ve şöyle dua et: “Ya Rabbî, onlar küçüklüğümde nasıl beni ihtimamla yetiştirdilerse, ona mükâfat olarak Sen de onlara merhamet buyur!” (İsra, sûresi, 17/24)
من تواضع لله درجة رفعه الله درجة حتى يجعله في عليين ومن تكبر على الله درجة وضعه الله درجة حتى يجعله في أسفل السافلين (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/76)
-
Cevap: Kara Sevdalılar
Acz-Kudret, Fakr-Gına, Naks-Kemal, Secde-Akrabîni yakalama, Tezkiyesizlik-Tezkiye, Zillet, İzzet.
EY ÜMİT TOMURCUKLARI! Din hakikatını yeniden yeryüzüne getirip ikame edecek sizlersiniz. Siz öyle bir kökün sürgünleri ve öyle bir ışık kaynağının hüzmelerisiniz ki, onlar, tarihin karanlık bir döneminde cihanları ışığa boğdu ve bir “şecere-i tûba” gibi dal, yaprak ve çiçekleriyle her yana yayıldılar. Ve işte o dönemde soylu milletimiz, devletlerarası görüşmelerde, her sözü emir kabul edilen hâkim bir devlet haline gelmişti. -İnşaallah- içinde bulunduğumuz karanlık günleri -ki çok çabuk geçeceğine inanıyorum- atlatarak o aydınlık çağları yine sizler ihyâ edeceksiniz. Yerin altındakiler de, üstündekiler de sizden bunu beklemekte.. ve bilhassa, ruhaniyatıyla her zaman aranızda dolaşan.. bazen siz hissetmeseniz, görmeseniz de başınızı okşayıp, sırtınızı sıvazlayan Hz. Muhammed Aleyhisselâm da, o ümit dolu bakışlarıyla, her çizgisi şefkat bûsesi tebessümleriyle sizden bunu beklemektedir.
Siz, emin insanlar olarak istikametten ayrılmaz ve çevrenize hep emniyet ve itmi’nân mesajları sunabilirseniz.. evet, bunu başarabildiğiniz zaman topyekün insanlığın kalp kapıları, ardına kadar size açılacak ve ilkler gibi siz de, o kalblerde tahtlar kuracaksınız. Unutmayın ki, bu neticeye, daha doğrusu bu zirveye ulaşabilmenin en önemli şartı da emanette emin olmaktır.
Eğer, dünya muvazenesinde yeniden denge unsuru olmak; ve dünyanın kaderiyle alâkalı kararlar alınırken gözünün içine bakılır bir millet haline gelmek istiyorsak -ki, buna mecburuz- o zaman, hakkın, adaletin, istikamet ve güvenin temsilcileri olmalıyız...(Sonsuz Nur, 1/198)
Hayatın disipline edilmesi; yeyip-içme ve yatıp-kalkmanın hamd ü şükür gayeli ve ihtiyaç ölçüleriyle mukayyet hâle getirilerek dengelenmesi şeklinde yorumlayacağımız riyâzet; so¬fîye ıstılahında, nefsin terbiyesi ve ahlâkın tehzibi mânâlarında kulla¬nılmış, yemek-içmek-uyumak dahil, nefsin arzu ettiği şeylere kar¬şı kesin tavır belirleyerek cismanî istekleri gemleme yolu kabul edilmiştir.
Riyâzet insanı, aynı zamanda bir sadâkat eridir. O hem Hak’la muâmelesinde hem de halkla münasebetlerinde hep ve¬fâ ve sadâkat peşindedir. Zaten, insanın, dünyevî eğilimler¬den ve cismanî temayüllerden sıyrılarak, kendini Cenâb-ı Hakk’a adayıp, hakikat eri olmayı hedeflemesi mânâsına gelen riyâzetin gayesi de, nefsin terbiye edilip insanlığa yükseltilmesi, Allah sevgisinin, insânî duygu, düşünce ve davranışların kay¬nağı hâline getirilmesi; yani hep Allah için düşünülmesi, Allah için konuşul¬ması, Allah için muhabbet duyulması “lillah, livechillah, lieclil¬lâh” dairesi içinde kalınarak, her zaman Hakk’ın soluklanmasından ibaret sayılmıştır. (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2, Riyâzet)
***
Bizde, nefsin frenlenmesi, ferdin kendi kendini yenmesi bir esasdır. Bu itibarla, nefsinin esir ve zebûnu olan bir insan, İskender dahi olsa zavallıdır ve acınacak haldedir. (Çağ ve Nesil, Zafer, Haziran-1981)
***
Sakınıp, bir kere dahi olsa nefsin hakemliğine düşmemelisin; zira ona göre senden başka herkes mücrim, her fert de talihsizdir. Bu ise, en doğru sözlünün beyanında şahsın helâki demektir. Sen, nefsine karşı oldukça sert, başkalarına karşı da yumuşaklardan yumuşak ol...! (Ölçü, s. 101-102)
***
-
Cevap: Kara Sevdalılar
NEFİS
Nefis insanın özü, ifadesi ve hızı,
Hep değişik havalar çalar elinde sazı..
Ona takılan er-geç sürüklenir zevâle,
Bir bilinmez yolla ki, gelmemiştir hayâle.
Nefsiyle insanlar hem diridir hem de ölü,
Ölüp gidenler benlik mezarına gömülü..
İnsanî duygular birer za’f, nefis bir avcı,
Onun ağına düşmek acılardan da acı...
İnsan bu serkeş ata gem vurup bağlamalı,
Ona her takılışında bin yıl ağlamalı..! (Kırık Mızrap, s. 320)
***
-
Cevap: Kara Sevdalılar
Nefsi bırakmanın ve O’na yürümenin zaruri olduğunun beyanı,
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, bizleri Zatı ile eylesin; bir lahza dahi gayrına bırakmasın.
Allah’ım, bizi göz açıp kapayıncaya kadar olsa da, nefsimize bırakma; helak oluruz. Hatta daha az zaman dahi bırakma zayi oluruz.
İnsanın başına gelen her bela, ancak nefsine duyduğu alakadandır. Nefsin elinden halas mümkün olunca, Hakkın gayrı şeylerden de halas hasıl olur. Hatta putlara tapanlar dahi nefislerine taparlar. Bu mana bir ayeti kerimede şöyle anlatılmıştır:
“Baksana kendi heva ve hevesini ilah edinen kimsenin haline” (Casiye suresi, 45/23)
Nefsini bırak da gel. Zira, nefsi bırakmak ve ondan geçmek farzdır. Nefse yürümek ve O’na seyr dahi lazımdır. Zira vicdan O’ndadır; O’nun haricinde vicdan yoktur. Yani, ne bulunacaksa O’nda bulunacak.
Şiir:
Yakında bileceksin olmayacak uğrağın;
Ancak sanadır sonuna varacağın durağın.
Seyr-i afaki, uzaklık içi uzaklıktır; seyr-i enfüsi yakınlık içi yakınlıktır. Eğer bir müşahede olacaksa, bu nefiste olur; eğer bir marifet hasıl olacaksa, bu dahi nefiste olur. Eğer bir hayret hasıl olacaksa, yine nefiste olacaktır. Hasılı, nefsin haricine adım atmaya mecal yoktur. (İmam Rabbani, Mektubat, c.1, 154. Mektub)
Aslında daha şimdiden bir hiss-i kable’l-vukû (önsezi) ile topyekün dünya, onları sezdiği her yerde, onlara yöneliyor, onları dinliyor, onlara güven besliyor ve kurtuluşu adına Hak inayetinin onlarda temessül ettiğine inanıyor gibi.. bundan dolayı da, gittikleri her yörede iltifatlara mazhar oluyor, alkışlanıp takdirle karşılanıyor ve köpük köpük aşk u heyecanla selâmlanıyorlar.. selâmlanıyorlar ama hallerinde, ne takdir edilip alkışlanmanın hasıl ettiği şımarıklık, ne çevrelerindeki hüsn-ü zan tufanına karşı küstahlık, ne de ferdî enaniyetlerini besleyen âidiyet mülâhazası ile bir fâikiyet tavrı yok onlarda, olmayacak da; inşâallah onlar hep sade yaşayacak, sade düşünecek ve sade konuşacaklardır. Gönül verdikleri yüce hakikat sayesinde, hayatları hep ukbâ buutlu ve öteler televvünlü cereyan edecek.. içtimaî münasebetleri hep meleklerinki gibi garazsız ivazsız olacak.. ve tabiî üsluplarında da asla alafrangaya girmeyecek; düşüncelerini kendi enstrümanlarıyla seslendirecek.. sözlerinin belâgatını samimî olmalarında arayarak düşüncelerini ihlasla besleyecek; hiçbir zaman cümlelerini süsleme lüzumunu duymayacak ve beyanlarında da asla dekolteye sapmayacaklardır.. halktan birer insan olarak onlar gibi oturacak, onlar gibi kalkacak, hislerini onlar gibi seslendirecek ve onlar gibi konuşacaklardır. Hattâ bazen her şeyi tavır ve davranışlarının cereyanına salarak muhataplarını gönül diliyle ağırlayacak ve onlara hâlin en tabiî, en fıtrî bestelerini sunacaklardır. (IGU, s. 75, Buhranlar Ufku ve Beklentilerimiz, Aralık-1996)
ارْكُضْ بِرِجْلِكَ هَذَا مُغْتَسَلٌ بَارِدٌ وَشَرَابٌ Eyyûb’a: “Ayağını yere vur! dedik, İşte sana kullanıp yıkanacağın ve içeceğin soğuk bir su!” (Sad sûresi, 38/42)
اذْهَبُواْ بِقَمِيصِي هَـذَا فَأَلْقُوهُ عَلَى وَجْهِ أَبِي يَأْتِ بَصِيراً..............
فَلَمَّا أَن جَاء الْبَشِيرُ أَلْقَاهُ عَلَى وَجْهِهِ فَارْتَدَّ بَصِيراً قَالَ أَلَمْ أَقُل لَّكُمْ إِنِّي أَعْلَمُ مِنَ اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
Şu gömleğimi alın babamın yanına varıp onun yüzüne sürüverin, o zaman gözü açılacaktır.......... Müjdeci gelip de gömleği Yâkub’un yüzüne sürünce gözleri açıldı ve: “Ben sizin bilmediklerinizi Allah tarafından vahiy yolu ile bilirim dememiş miydim?” dedi. (Yûsuf sûresi, 12/93-96)
Gelecek, hem bir mes’uliyet manzarası hem de başarı meşherleriyle, bu önemli misyonu temsil edecek olan Rabbânîlerin eseri olacaktır. (RHD, s. 86, Ruh Mimarları Rabbaniler, Nisan-1995)
***
Oysaki varlık ve bekâmız adına, geleceğe bizim olacağı nazarıyla bakmak elzemdir. Onu, duygularımızın, düşüncelerimizin, plânlarımızın birinci maddesi olarak bir serlevha haline getirmek, hareket aktivitemiz adına çok önemlidir. Bunun aksi ise, milletimize karşı bir saygısızlık ve ihanettir. (RHD, s. 86, Ruh Mimarları Rabbaniler, Nisan-1995)
***
Şimdilerde, hadiselerin umumi manzarası ve hayatın geçmiş dönemlere nisbeten daha farklı bir çizgiye girmesiyle, inanan gönüllerden taşan aşk u şevk ve her ruhta hissedilen diriliş humması hemen her yerde yan yana.. öyle ki her vadide binlerce dil, alevden nefesleriyle karbonlaşmış düşüncelere hayat üflüyor ve topyekün dünya, ışıkların kol gezdiği iklimlere doğru kayıyor ki; bu Hızır soluklular çevrelerine böyle sürekli hayat üfledikleri ve dünya da yoluna devam ettiği sürece ışığa muhtaç bütün gönüller bu parıldayan yüzleri ve onlara ait yürekleri delen sözleri er-geç duyacak ve tıpkı karanlıklarda kaynaşıp duran, ışığı sezince de hemen ona koşan pervaneler veya her zaman güneşe yönelen çiçekler gibi kaynağı sonsuz kadar eski, çağdaki televvünleriyle de yepyeni sayılan bu ışığa koşacak; derken bütün kalbler aynı hummayla coşacak, bütün ruhlar da yeniden bir kere daha dirilecek ve dünya, büyük ölçüde ukbâ buudlu bir şehrâyine dönüşecektir. (YD, s. 195, İlahi Günleri Düşünürken, Ağustos-1996)
***
Gözlerimi yummuş, hayatın bir güneş gibi yeniden doğduğunu, dört bir yanın güzelliklerle ağardığını, al, pembe, sarı çiçeklerin salınıp etrafa gamzeler yağdırdıklarını, papatyaların raksa durup erguvanların lâleden alev aldıklarını, çeşit çeşit güzelliklerle dolgunlaşan umûmî hava ve atmosferin gönüllerimizi saadet vaadiyle kapladığını, ruhlarımızda ebed televvünlü engin bir ferahın çağladığını, koyun-kuzu melemesi, kuş cıvıltısı, ağaç sesi, su sesi, yaprak hışırtısı ile dolu, anne heyecanı ve çocuk neşesi tadındaki bir “ba’sü ba’de’l-mevtiin, sevilen çehrelerdeki gibi büyülü ve tesirli, seven gönüllerdeki gibi dolgun, inandırıcı, nazik ve ince tüllenişlerini duyuyor, düşünüyor, zevkten zevke intikal ediyor ve yaşadığım zamanın dar hendesesinden sıyrılarak kendimi bu güzellikler armonisi içine atasım geliyor. Ben atmasam da zaten, emareleri zuhur etmiş o mutlu geleceğin renkli, sıcak, lezzetli ve mavi günleri, hayallerimin menfezlerinden akıp akıp gönlüme boşalıyor, benim oluyor ve bana tasavvurlarımı aşan saadetler va’dediyor. (YD, s.88, Hülyarımdaki Yarınlar, Eylül-1994)
***
Gözlerimi yummuş, ümid meşcereliğimde çimlenen yarınlarda geziyorum. Varlığın dört bir yanında duyulup görülen güzelliklerin, evlerimizden çarşı-pazara, mektep ve mabede, kışla ve meclise; oradan da yeniden evlerimize, hatta yatak odalarımıza, salon ve mutfaklarımıza gelip aktığını, bir buğu, bir ışık halinde her yanımızı sardığını, ışığın renklerle omuz omuza verip, bir gökkuşağı teşkil ettiğini görüyor, bu semâvî tâkın altından geçmek için durmadan koşuyor ve onu bütün bir ömür boyu gönlümüzde, gözlerimizde yaşatıyoruz.; (YCD, s. 48, Mutlu Yarınlar, Aralık-1987)
***
Ağaç, canlı kaldığı sürece meyve verir; insan ise, zafer meyveleriyle canlılığını sürdürür. Zafer duygu ve düşüncesinden mahrum bırakılınca da, hemen pörsür ve söner. (Çağ ve Nesil, Zafer, Haziran-1981)
***
Geleceği kendi derinlikleriyle duymak, anlamak, şimdilerde hülya gibi görünse de, o bir gerçektir; ama, inanç, ümit, azim ve kararlılıkla beslenen bir gerçek. (YD, s.136, Hülyalarımızdaki Yarınlar, Temmuz-1995)
***
İmanlarımız ve ümitlerimizle dopdolu, irade ve azimlerimizle yay gibi gergin, hülyalarımızla yarınların yemyeşil yamaçlarına sarkmış, tatlı bir rûhi temâşânın çağrıştırdıklarını şuurlarımızın lisanına dökerek bir kere daha “gelecek” diyoruz. Mânâ ve ruhla mamur bir kökün; fil dişinden, sadeften, inciden, mercandan, billurdan inşa edilmiş bir geçmişin; sırmadan, şaldan, ipekten, atlastan, canfesten örülmüş bir kültürün üzerindeki sis bulutlarının aralandığını, sihirli bir dünyanın uzaktan gözlerimize, gönüllerimize büyüler çalıp geçtiğini âdeta müşahede ediyor ve insiyaklarımız itibariyle, tıpkı mızrabını yemiş bir “bam teli” gibi ruhlarımızda ürpertiler hasıl edecek olan heyecanlı günlerin arefesinde bulunduğumuz velvelesini duyar gibi oluyoruz. (YD, s. 146, Ümit Ufku, Eylül-1995)
***
Öyle ümit ediyoruz ki -tabiî Allah'la vefa münasebetimizi bozmazsak- çok yakın bir gelecekte, Nasr suresinin muhtevası bütün ihtişamıyla bir kere daha yaşanacak.. ve Amerika'dan Avustralya'ya, Balkanlar'dan Çin Seddi'ne ve Avrupa'dan Afrika'nın derinliklerine kadar her yerde, İslâm şemsiyesi altında îman, ümit, emniyet, dolayısıyla da huzur ve itminân son bir kere daha dalgalanacak.. ve beş milyar insanlık, hayal edilebilenin çok üstünde yepyeni bir cihan düzeniyle tanışacak ve hemen herkes, fıtrat ve düşünce dünyasının müsaade ettiği ölçüde bu yeni esintiden mutlaka istifade edecektir. (RHD, s. 1, Döl Yatağındaki Dünya, Ekim-1992)
***
Kim ne derse desin, kim nasıl düşünürse düşünsün, öyle inanıyoruz ki, çok yakın bir gelecekte din, basîret buudlu, düşünce derinlikli vefâlı temsilcileri sâyesinde, mutlaka kendini bir kere daha temiz vicdanlara, sâlim akıllara ve müstakim ruhlara, küfrün, ilhadın hırçınlığına rağmen kabul ettirecek ve bir kere daha ölümsüzlüğünü bütün cihana duyuracaktır. Böyle bir kabul ve îlân aynı zamanda topyekün insanlığın, cihanşümûl İslâmî değerlere yeniden uyanması ve senelerden beri bir insafsız ayrılığın pençesinde kıvranan aklî ve kalbî hayatın yeniden “Şeb-i arûsu ve beşeriyetin de son diriliş fırsatı olacaktır. (GBS, s. 14, Günler Bahara Kayarken, Mart-1992)
***
Tarihi devr-i dâimlerle Hakk inâyetinin tecellîlerine açık yeni bir çağın sath-ı mâiline girmiş bulunuyoruz. Bizim dünyâmız adına 18. asır, özünden uzaklaşanların ve muhâkemesiz mukallitlerin; 19. asır, kendini değişik fantezilere kaptırmış, geçmişiyle ve Tarihî dinamikleriyle zıtlaşanların; 20. asır, bütünüyle yabancılaşanların, kendini inkâr edenlerin, dolayısıyla da ışık ve rehberini hep dışarıda arayanların çağı olmuştur. Dört bir yanda tüllenen emârelerin de te’yidiyle, 21. asır ise bir inanç ve inanmışlar asrı ve bizim için bir Rönesans çağı olacaktır. (ZAD, s. 157, Yeni İnsan, Mart-1991)
***
Düşlerdeki Türkiye (Sızıntı, Haziran-1992); Kendi Medeniyetimize Doğru (Yeni Ümit, Nisan-1998); Buhranlar Ufku ve Beklentilerimiz (IGU, s. 71, Aralık-1996); Ümit (sızıntı, Aralık-1980); Yeniden Varolma (Sızıntı, Şubat-1990); Kendi Dünyamıza Doğru (RHD, s. 22, Ekim-1993); Dirilmek Bizim de Hakkımız (Sızıntı, Aralık-1994); Aydınlık Yarınlara (Yeni Ümit, Temmuz-1989); Yarınki Dünyaya Doğru (RHD, s. 16, Temmuz-1993); Bizim Dünyamıza Doğru (RHD, s. 76, Ocak-1995); Hülyalardaki Gerçek (Kırık Mızrap, 1/76); Güneş Doğacak (Kırık Mızrap, 1/78); Beklenen Nevbahar (Kırık Mızrap, 1/118); Devlet-i Ebed Müddet (Kırık Mızrap, 1/254); Hülyalarımdaki Dünya (Kırık Mızrap, 2/444)
Başlı başına ele alınıp tahlil edilmesi gerekli olan böyle bir konuda sırf sizlere fikir mülâhazasıyla bir-iki buuduna dikkatlerinizi istirham edip geçmek istiyorum. Evet, fedakârlık da tebliğ adamının en mühim hususiyetlerinden birisidir. Baştan fedakârlığı göze almayan, alamayan insanlar, asla dâvâ insanı olamazlar. Dâvâ insanı olmayan kimselerin başarılı olmaları da söz konusu değildir. Evet, gerektiği yerde mal, gerektiği yerde can, hatta evlad ü iyal, makam, mansıp, şöhret.. vs. gibi çoklarının dilbeste olduğu, gaye-i hayâl bildiği şeyleri, bir çırpıda terketmeye hazır olanlar ve bunların sahip çıktıkları dâvâ neticede varıp zirvelere oturması muhakkak ve mukadderdir.
İşte Allah Resûlü (s.a.s) de Mekke'de dâvâsının temellerini atarken başta kendisi ve sonra da yakın çevresinden başlayarak, dâvâsına gönül veren bütün insanlara bu fedakârlık ruhunu aşılamış, anlatmış ve yaşayarak da göstermiştir. Mesela, Hz. Hatice (r.anha), Nebiler Serveri'nin ilk eşi, dünya ve âhiretin sultanı Hz. Muhammed (s.a.s)'e daha isteme sıkıntısını bile yaşatmadan, varını-yoğunu inandığı o kudsî dâvâ uğruna harcamıştır. Mekke müşriklerine İslâm'ı anlatmaya yönelik verilen ziyafetlerin tüm masraflarını O karşılamıştır.. ve İslâm öncesi Mekke'nin en zenginlerinden biri olan bu şanlı kadın, vefat ettiğinde her hâlde kefen bezi alacak kadar bile olsa imkânı kalmamıştı.
Her dâvâ insanı, mâlik olduğu maddî imkânları sarfetmesinin yanında, doğup büyüdüğü çevreyi yine sadece dinini, düşüncesini, hürriyetini, insanlığını daha iyi duyup yaşayabilmesi için icabında terk etmesi de, yani onun hicreti de fedakârlığın ayrı bir buududur. Bakın, başta Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali (r.anhüm) olmak üzere zengin-fakir, genç-yaşlı, kadın-erkek.. hemen hepsi hicret etmişlerdir. Ve hicret edip ata yurtlarını, ana yurtlarını terk ederken, bütün mal varlıklarını da, Mekke'nin zalim ve cebbar insanlarına bırakmışlar ve ancak yol azığı olabilecek miktarda çok az bir şeyi beraberlerinde götürebilmişlerdir. Evet, Muhacirler inandığı, gönül verdiği dâvâlarını tebliğ ve temsil etme için böylesi fedakârlığa katlanırken, Medine'de onlara kucak açan, onları bağırlarına basan Ensar da fedakârlığın ayrı bir derinliğiyle onlara karşılık vermiştir. Evet, Ensar aynı dine inandıkları Mekkeli kardeşlerini, fakir olmalarına, çiftçilikle geçinmelerine rağmen bağırlarına basmış ve onlara fevkalade civanmertçe davranmışlardır.99
Günümüzün irşâd ve tebliğ erleri de, hemen her sahada hep bir zirve toplumu sayılan Ashab-ı Kiram tarafından temsil edilmiş bu fedakârlık anlayışını hayatlarına tatbikle aynı performansı göstermek zorundadırlar. Aksi hâlde başta da ifade ettiğimiz gibi, bu kişilerin tebliğ çalışmalarında başarılı olmaları düşünülemez. (İrşad Ekseni, s. 215)
***
Mükemmel bir mü’min, sadece kendi donanım ve şahsî kıvamına da bağlı kalmaz; o, peygamberâne bir azimle herkese açılır, herkesi kucaklar ve kendini ihmal edecek ölçüde hayatını başkalarının dünyevî-uhrevî mutluluğuna bağlar ve hep bir sahabi gibi yaşar; yaşar da, tıpkı mumlar gibi özündeki aydınlatma usâresiyle sürekli çevresini nura gark eder ve kendine rağmen bir yol izler.. evet o hep, gece gibi karanlık iklimleri kollar.. zulmetlerle yaka-paça olur.. her zaman par par yanar.. yandıkça içi “cız” eder boynu bükülür ama, ne sürekli yanması, ne de yanıp tükenmesi, onu başkalarını aydınlatmadan alıkoyamaz. (IGU, s. 261-262, Husûsî Bir Açıdan İman, Mayıs-1999)
***
Bir gün huzur-u risalet penâhi’ye birisi geldi. Bu gelen zat Ebu Hureyre idi. Devs’in Aslanı, Allah Rasûlü’ne yaklaştı ve şöyle dedi: “Ya Rasûlallah! Birkaç günden beri yiyecek birşey bulamadım. Üst üste aç olarak oruca niyetlendim.” Allah Rasûlü etrafına nazarını gezdirdi. Fakat onu evine götürüp misafir edecek kimse göremedi. Neden sonra Allah Rasûlü’nün çok sevdiklerinden Ebu Talha ayağa kalktı ve: “Ya Rasûlallah onu ben misafir edeyim” dedi. Sonra da alıp evine götürdü. Her şeylerini İslâm uğrunda harcayan bu insanların ellerinde avuçlarında hiçbir şey kalmamıştı.. ara sıra evlerinde bir çorba ya pişerdi veya pişmezdi. İhtimal o gün, hanımı Ümmü Süleym çocuklarına bir parça çorba yapabilmişti. Ve onu çocuklara içirecekti. Misafir eve gelince karı koca aralarında konuştular: “Bu gece çorbayı Allah Rasûlü’nün misafirine yedirelim. Biz nasıl olsa bugün de aç olarak oruç tutabiliriz. Çocuklar, ikna edilip yatırılmalı... Sabah onların da çaresine bakarız.” Siyer yazarları naklediyorlar. Yapacakları şey şu idi: Yemek sofraya konunca, hanım yanlışlıkla mumu söndürecek ve ev sahibi kaşığını boş getirip götürecek.. zira çorba iki kişiyi doyuracak kadar değildi.. böylece misafir de karnını doyuracaktı. Plânladıkları gibi de yaptılar. Derken sabah oldu ve sabah namazında da Allah Rasûlü’nün arkasında yerlerini aldılar. Allah Rasûlü (sav) sabah namazını kıldırdı. Yüzünü onlara döndü, sonra da Ebu Talha’yı ve Ebu Hureyre’yi arayarak onlara sordu. “Bu gece ne yaptınız ki, hakkınızda şu âyet nazil oldu: “Kendileri sıkıntı içinde bulunsalar dahi başkalarını kendi nefislerine tercih ederler” (Haşr 59/9). (Sonsuz Nur, 2/74-75)
***
-
Cevap: Kara Sevdalılar
Hansâ’nın Kahramanlığı
Hansâ, kardeşinin ölümü üzerine yazdığı mersiyelerle cihanı ağlatmıştı. Bu büyük kadın o gün için henüz câhiliye-nin sisinden, dumanından kurtulamamış, Hz. Muhammed’e uyanmamış, O’nu tanıyamamış, Kur’ân’ın füsunkâr büyüle-yici beyanına kulak verememiş ve ona açılamamıştı.. Kur’ân’ı tanıyınca birdenbire değişti. Hem de nasıl değişti! Cahilî kardeşine destan kesen bu yüce ruh, Kadisiye’de dört oğlu da birden ve peşi peşine şehid düşer.. hem de ilhama açık analarının ruh aynasına çarpa çarpa.. bir ana olarak inler, kıvranır ama, bir büyük teslimiyetle şunları mırıldanır:
“Allahım Sana hamd olsun. Bana verdiğin dört oğlumu hayatta iken Sana armağan etmek imkânını bana bahşet-tin!” İşte Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın insanları değiş-tirmesi ve mucize elinin büyük değiştiriciliği.. O’nun karanlıktan ışık çıkarması ve zulmette nur cilveleri göstermesi... Bir kere daha tekrar ediyorum: İnsanları birdenbire böyle değiştirme, mucize değil de ya nedir? (Sonsuz Nur, 2/75-76)
***
Allah Resûlü, Medine’ye gelir gelmez, Ensar ve Muhacirin’i birbiriyle kardeş yaptı. Onların ruhlarına öyle bir kardeşlik üfledi ki, aralarında gerçekleştirilen bu kardeşliği, nesebî kardeşlikten daha ileri görüyorlardı.. hatta bir aralık aralarında veraset de cereyan etti! Evet bu öyle bir kardeşlik anlayışıydı ki Ensar her şeyini ikiye böldü ve bir bölümünü muhacir kardeşine verdi. Ve işte bu esnada akıllara durgunluk verecek şu hâdiseye şahit oluyoruz:
Allah Resûlü, Sa’d b. Rabi ile Abdurrahman b. Avf’ı kardeş yapmıştı. Bu kardeşlik o kadar içten ve derince idi ki, cihanda bir benzerini daha göstermek mümkün değildir.
Sa’d b. Rabi (ra) bir gün kardeşinin elinden tutar ve ona şöyle der: “Kardeşim siz her şeyinizi Mekke’de bırakıp öyle geldiniz. Şu anda sen bekarsın, benim ise iki hanımım var. Allah (cc) için söylüyorum: Sen bu hanımlarıma bak! Hangisi hoşuna giderse, ben onu boşayayım sen al!..”
Abdurrahman b. Avf (ra), gözleri dolu dolu ona şu karşılığı verir: “Kardeşim, Allah (cc) hanımını sana mübarek etsin! Sen bana çarşının yolunu göster, bu bana yeter.”
Bir müddet sonra, Abdurrahman b. Avf (ra) evini geçindirecek hâle gelir ve ilk işi de evlenmek olur. Bu da evlerine girip çıktığı insanların hissiyatına karşı bir saygının ifadesi, apayrı bir ruh inceliği ve nezaket örneğidir.
Bu kardeşliğin çözemeyeceği hiçbir problem yoktur. Bu derece birbirine kenetlenmiş diğergamlar aynı zamanda dünyanın fethine namzet en seçkin insanlardır. Medine’de üfül üfül esen bu kardeşlik havası zamanla bütün dünyanın demine-damarına işleyecektir...(Sonsuz Nur, 2/116
***
-
Cevap: Kara Sevdalılar
İstiğna ve Civanmertlik Çatışması
Allah Resûlü tek başına oturuyordu. Bir ara kapı aralandı ve içeriye Muhacirin’in ileri gelenleri girmeye başladı. Aralarında Ensar’dan hiç kimse yoktu ve manzara oldukça dikkat çekiciydi. Acaba niçin sadece Muhacir’den insanlar gelmiş ve Ensar’dan hiç kimseyi çağırmamışlardı? Müsaade istediler ve Allah Resûlü’ne maruzatlarını şu şekilde arzettiler:
“Ya Resûlallah! Biz buraya Allah (cc) için hicret edip geldik. Bütün düşüncemiz Allah yolunda Sen’inle beraber olmaktı. Halbuki Ensar kardeşlerimiz bize öyle bir alâka gösterdiler ki, korkarız, âhiretin sevabını burada bitireceğiz. Kardeşlerimiz müsaade etsinler, artık biz, kendi bakım ve görümümüzü kendimiz yapalım. Onların bize ayırdıkları payları kendilerine iade edelim. Minnet altında kalıyor ve çok mahçup oluyoruz.”
Bunları söylerken de hepsi ağlıyordu. Allah Resûlü de gözyaşlarını tutamamıştı. Belki de şu manzara gök sakinlerini de gözyaşına boğmuştu. Bu bir cihetle, istiğna ile diğergamlığın çarpışmasıydı. O güne kadar yeryüzünde, bu kadar güzel bir kavga hiç görülmemişti.
Çünkü biraz sonra Allah Resûlü Ensar’ı huzuruna çağırıp olanları anlatınca, hepsi birden itiraz edecek ve bu istiğnaya karşı çıkacaklardı. Onlar için böyle bir teklifi kabullenmek, vücudlarının yarıdan biçilmesine razı olmaktan farksızdı. Zira onlar, kardeşleriyle öyle bütünleşmişlerdi ki, ayrılmaları âdetâ ölümdü. Biraz sonra hepsi de Resûlullah’ın huzurundaydı ama, Ensar ağlıyor ve Muhacirler ağlıyordu. Aynı beldede oturmalarına ve günde beş defa -en azından- mescidde beraber bulunmalarına rağmen, paylaştıkları odadan ve sofradan ayrı kalmaları onlara giran geliyordu. Evet, bir taraf, istiğnayı, diğer taraf da mürüvvet ve diğergamlığı temsil ediyordu. Taraflardan Muhacirler söz alarak meâlen: “Ya Resûlallah! Biz Allah (cc) için hicret ettik ve Medine’ye geldik. Yurdumuzu, yuvamızı Allah için terk ettik. Dinin i’lâsından başka birşey düşünmedik; fakat bu Ensar kardeşlerimiz bize, çok fazlasıyla sahip çıktı ve civanmertçe davrandılar.. korkuyoruz, ahirete ait bütün kazançlarımızı yeyip bitirmekden.. Yâ Resûlallah, Ensar kardeşlerimize kabul ettiremedik, ne olur nâmımıza, lütfen onlara söyleyiniz bıraksın-lar bizi, kendi kendimize bir yerde kalalım, artık kendi mahsüllerini bize getirmesinler, yemek pişirip önümüze koymasınlar, bize bakımı, görümü düşünmesinler, bu minnet yeter artık.” Çok duygulanmışlardı, çocuk gibi ağlıyorlardı. Allah Resûlü de duygulandı. Ensar-ı Kirâm’a:“Muhacir kardeşleriniz diyorlar ki: ‘Bunlar bize çok bakıyor, bizi mahçup ediyorlar, nerde kaldı Hakk’ın rızası’, karşılığını alacaksak yap-tığımız şeylerin? ” İşte Allah Resûlü onların ruhlarına bu kardeşliği böyle üflemiş, onları böyle büyülemiş, böyle kaynaştırmış ve âdetâ bal mumu gibi yoğurmuş ve şekillendirmişti. Tıpkı bir ceset gibi olmuşlardı. (Sonsuz Nur, 2/117)
***
وَالَّذِينَ تَبَوَّؤُوا الدَّارَ وَالْإِيمَانَ مِن قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ إِلَيْهِمْ وَلَا يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَة مِّمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ وَمَن يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Bunlardan önce Medine’yi yurt edinip imana sarılanlar ise, kendi beldelerine hicret edenlere sevgi besler, onlara verilen ganimetlerden ötürü içlerinde bir kıskanma veya istek duymazlar. Hatta kendileri ihtiyaç duysalar bile o kardeşlerine öncelik verir, onlara verilmesini tercih ederler. Her kim nefsinin hırsından ve mala düşkünlüğünden kendini kurtarırsa, işte felah ve mutluluğa erenler onlar olacaklardır.” (Haşr sûresi, 59/9)
Kendi kurtuluşlarını kurtarmaya bağlayan, ikbal ve geleceklerini başkalarının mutluluğu adına toprak gibi ayaklar altına serebilen; hava gibi herkesin demine damarına karışıp, her bünyede kan gibi deveran edip duran; su gibi hasret ve hararetlerin üzerinde çağlayıp her yana hayat üfleyen; sonra da bütün hareketlerini ruhunun derinliklerinde mefkûreleştirebildiği bir mes’uliyete bağlayan; ferdî sorumluluk sınırlarını aşkın bir merhamet irâdesi ve bütün insanlığı kucaklayacak enginlikte bir şefkatle bize yitirdiğimiz ruh ve mânâyı kazandırmaya çalışan; çalışıp son bir kere daha bize insanî muhtevâmızı hatırlatan bu yüksek idealler sayesinde öyle zannediyorum ki, bütün insanlığın yüzü gülecek, şu birkaç asırlık muzdariplerin ızdırapları dinecek ve belki de dünya yeniden bir kez daha mihverine oturacaktır.. tabiî bu arada, bunca zamandır mefkûresiz yaşayan âvâre ruhlara da birer örnek teşkil edeceklerdir. (IGU, s. 138, Mefkûre İnsanı, Aralık-1987)
***
İdeal insan, kendine rağmen bir mum gibi yanar ve başkalarını aydınlatır...(Ölçü, s. 108)
***
Olgun insan ve gerçek dost, Cehennem’den çıkışta ve Cennet’e girişte bile “Buyurun” demesini bilendir. (Ölçü, s. 121)
***
Onun içindir ki, “ebed-müddet” var olmayı düşünen herkes, mutlaka başkalarını da kurtarıp kucaklamayı ülkü edinmelidir ki, ebediyet yolunda kurtarıp kucakladığı herkes tarafından da kucaklanabilsin. (IGU, s. 140, Mefkûre İnsanı, Aralık-1987)
***
Bizim, her zaman ısrarla üzerinde durduğumuz; yaşatmak için kendilerini ihmal edecek kadar ömürlerini samimiyet, vefa ve diğergâmlık içinde geçirenler, ruhumuzu kendilerine emanet edeceğimiz tarihî hakikatlerin hakiki mirasçılarıdırlar. Onlar, kat’iyen, kitlelerin kendilerini takip etmelerini istemezler.. istemezler ama, onların mevcudiyeti, önü alınamayan öyle güçlü bir çağrıdır ki, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, bir cazibe merkezi gibi herkes bu Rabbânîlere koşar.. ve hatta onların arkasında güle güle ölüme gidebilir. (RHD, s. 85-86, Ruh Mimarları Rabbaniler, Nisan-1995)
***
Nâm u nişân nedir bilmez, makama, mansıba eyvallah etmezler. İçlerinde tutuşturdukları sonsuzluk ateşi, onları her şeyden müstağni kılmıştır. Bir mum gibi eriyen benliklerinde, cihânlar aydınlığa kavuşur ama, onların göz hadekaları (göz bebeği) şuânın zerresini bile kendi hesabına kullanmak istemez. “Yol yapma bize, rahat yürüme başkalarına; sa’y u gayret bize, ganimet başkalarına...i Bilmem ki, bir bilmece olan mâhiyetlerini, böyle birkaç hecede ifâde etmek kâbil olur mu...? (Çağ ve Nesil, s. 21, Geleceğin Mimarları, Eylül-1980)
***
Evet, bir kere daha hatırlatmalıyım ki, toplumu kurtarma hedefine göre plânlanamamış ferdî kurtarma projeleri neticesiz ve akîm kalacağı gibi fertlerin irade, şuur ve gönüllerinde öldürdüğümüz değerleri toplumda var etmemiz de mümkün olmayacaktır. Evet, kurtarıcılık hedeflenmeden kurtulma plân ve projeleri birer kuruntu, ferdî dirilişi baltalayarak milletçe bir yere varılabileceği zannı da bir avuntudur.
Yaşatma tutkusu, kahramanımızın davranışlarını belirleyen önemli bir faktördür. Böyle bir misyona ehliyet arayışı onun her zamanki kaygısı.. en yüksek hırslardan daha yüksek bir hırsla Hak hoşnutluğunun arkasında olması ise onun en bâriz vasfıdır. O ölüp ölüp dirilirken bile, diriltme şuurunun hazzı ile ne bir acı duyar ne de herhangi bir sarsıntı yaşar. Elde ettiği başarılarını Hak inayetinin bir tezahürü kabul eder ve her gün birkaç defa kendini sıfırlar.. dahası, vesile olduğu işlere arzuları, hisleri karışmış olabileceği mülâhazasıyla tir tir titrer ve “Bana Seni gerek Seni” der inler. (IGU, s. 191,194, Merhamet Çağrısı, Şubat-1998)
***
Kendi saâdetlerine karşı yabancı ve alabildiğine diğergâmdırlar. Nübüvvetin özünden gelen bir uzantı ile, daha çok başkalarının lezzet ve acılarıyla dolu ve onlar için vardırlar. (Çağ ve Nesil, s. 22, Geleceğin Mimarları, Eylül-1980)
***
Hasbîlik bizim ilin gülüdür. Diğergâmlık (5) bizim bahçelerin lotus’udur. Bizde bulunur, vâsıl olup tatmamak. Bizdedir, yaşatma arzusuyla yanıp tutuşmak ve yaşamayı unutmak. Bizim insanımız bilir, hizmette önde, ücrette arka sıralarda bulunmayı. Dünya, bizde gördü, bizde tanıdı sevilmeden sevmeyi... (Çağ ve Nesil, s. 143, Mayıs-1981)
***
.....Her zaman yeryüzünde yığın yığın güzel insan olmuştur. Ancak bu sonuncuların edâ ve şivesi çok başkaydı. Onlara eşleri-menendleri yok diyemem. Ne var ki, “göster” denince de hemen bir şey söyleyemem. İhtimal, “bunlar ruhânilere benziyor” der geçerim. (Örnekleri Kendinden Bir Hareket, Sızıntı, Ağustos-2001)
Azimli ve kararlıdırlar. Bayrama erecekleri güne kadar, ne dünyaya karşı oruçlarını bozar, ne de cennetlere girme arzusuna kapılırlar. Bir buhurdan gibi devamlı tüter durur ve çevrelerine mâverâdan gelmiş güzel kokular saçarlar. (BAİ, s. 57, Geleceğin Fikir İşçileri, Ocak-1983)
وَلَمَّا رَأَى الْمُؤْمِنُونَ الْأَحْزَابَ قَالُوا هَذَا مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَصَدَقَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَمَا زَادَهُمْ إِلَّا إِيمَاناً وَتَسْلِيماً
Müminler saldıran o birleşik kuvvetleri karşılarında görünce: “İşte bu, derler, Allah ve Resulünün bize vâd ettiği zafer! Allah da, Resulü de elbette doğru söylemişlerdir.” Müminlerin, düşman birliklerini görmeleri onların sadece, iman ve teslimiyetlerini artırdı. (Ahzab sûresi, 33/22)
أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُم مَّثَلُ الَّذِينَ خَلَوْاْ مِن قَبْلِكُم مَّسَّتْهُمُ الْبَأْسَاء وَالضَّرَّاء وَزُلْزِلُواْ حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللّهِ أَلا إِنَّ نَصْرَ اللّهِ قَرِيبٌ
Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öyle ezici mihnetlere, öyle zorluklara dûçar oldular, öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ile yanındaki müminler bile “Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?” diyecek duruma geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır. (Bakara sûresi, 2/214)
HİZMET İNSANI, Hizmet insanı, gönül verdiği dâvâ uğrunda kandan-irinden deryaları geçip gitmeye azimli ve kararlı; varıp hedefine ulaştığında da her şeyi sahibine verecek kadar olgun ve Yüce Yaratıcı'ya karşı edepli ve saygılı.. hizmet adına her ses ve soluğu zikir ve tespih, her ferdi mübeccel ve aziz bilip, muvaffakiyetlerinden ötürü alkışlayacağı kimseleri de, putlaştır-mayacak kadar Rabb'in iradesine inanmış ve dengeli.. ortada kalmış herhangi bir iş için herkesten evvel kendini mes'ûl ve vazifeli addedip, hakkı tutup kaldırmada, yardıma koşan herkese karşı hürmetkâr ve insaflı.. müesseseleri yıkılıp plânları bozulduğu ve birliği dağılıp kuvvetleri târumâr olduğunda fevkalâde inançlı ve ümitli; yeniden kanatlanıp zirvelerde pervaz ettiği zaman da mütevâzi ve müsamahalı.. bu yolun sarp ve yokuş olduğunu baştan kabul edecek kadar rasyonel ve basiretli; önünü kesen cehennemden çukurlar dahi olsa, geçilebileceğine inanmış ve himmetli.. uğruna baş koyduğu dâvânın kara sevdalısı olarak, cânı-cânânı feda edecek kadar vefalı ve geçtiği bu şeylerin hiçbirini bir daha hatırına getirmeyecek kadar da gönül eri ve hasbî olmalıdır. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 188)
Gerçi mevcut durum, bir yıkık rüyaya benzeyen hâliyle bana oldukça dokunuyor ve yapılanlar çok gücüme gidiyor; ama yürüdüğümüz yol millet yolu olduğuna göre, neye maruz kalırsak kalalım, başımıza gelen her şeyi sabırla, tevekkülle karşılamaya kararlıyız. Gönül gözlerimizle milletimizin mutlu yarınlarını süzerek, yaşatma zevkiyle hasret ve hicranlarımızı tadil edip, yolda bulunmanın hakkını vermeye çalışacağız.
Bir kısım yobazca düşünceler, yürüdüğümüz yolları yürünmez birer patika hâline getirse de, hâlâ her tarafta salınıp duran yeşillikler, gönüllerimizde yol yürüme heyecanı uyaran yol arkadaşları, insanî duygularıyla diyaloğa açık sîneler; el sıkışmasını, kucaklaşmasını ve etrafına tebessümler yağdırmasını devam ettiren gönül insanları; günahını bilen vicdanlar, hatalarına pişmanlık duyan ruhlar, geleceği mantık ve muhâkeme üzerine bina etmek isteyen dimağlar mevcudiyetlerini devam ettirdikleri sürece, ruhumuzun sarsılan sistemlerini yeniden derleyip toparlayacak ve "yeni baştan" deyip herkesi sevmeye devam edeceğiz. (Çatlayan Rüya, Sızıntı, Nisan-2001)
***
Her yolun zevki, safası olduğu gibi; çilesi, ızdırabı da vardır. Hele bu yol sonsuzlukla kucak kucağa ve iç içe ise...
Evet, ebedî mutluluk bir ulûfe (3) olmayacağı gibi sonsuz nimetler de bir buluntu değildir. Aksine, her saadet, aşılması çok zor sarp tepelerin arkasında ve her nimet de, bin konağı olan, uzun bir yolun en son dura-ğındadır.
Evet, her nimet, upuzun külfetlerin gelip geçdiği yollarda gelişir ve her saâdet de, bir sürü mahrûmiyetlerden sonra elde edilir.
Mısır’a hükmedebilmek için, kova gibi kuyuya salınmak, bir tutsak gibi esir pazarlarında dolaşdırılmak ve bir mücrim gibi zindanlara atılmak şart ise, bunu değiştirmeye kimsenin gücü yetmeyecektir. Ve bunları görüp tatmadan da asla hedefe varılamayacaktır.
Hikmet elinin açtığı yolu kim değiştirebilir ki..? Onu değiştirmeye kalkışmak, fıtrata ve eşyanın tabiatına ilân-ı harp demektir. Şu sıkışmış bulutun hâline, şu doğum yapan ananın iniltilerine ve binbir güçlükle yuvasını örmeye çalışan, şu kuşun, şu örümceğin sa’y ve gayretine dikkat edin! Fıtrat kanunlarının herkes için aynı değişmezlik içinde olduğunu göreceksiniz...
İnsan ruhu da öyledir. Başaşağı maddenin bağrına indiği günden itibaren, aslına avdet edebilmek için, kalıpdan kalıba girer; ızdırab görür, ızdırab duyar; ızdırapla haşr u neşr olur ve madde ile bütünleşerek ebedî saâdetini örmeğe çalışır. “İnsan, sıkıntılar için yaratılmışi ve yolunu yığın yığın ızdırabın beklediği çileli bir yolcudur. Onun asıl kahramanlığı da, yolundaki bu güçlükleri yenmesine bağlıdır.
Ah keşke! Bütün bunları insanımızın ruhuna duyurabilseydik! Geçeceği dikenli yollardan, yolunu kesen gulyâbânilerden, zulümlerden, gadirlerden ve önündeki tepe tepe vahşetlerden bahisler açarak, ona gerçeğin yüzünü gösterebilseydik...
Evet, bu karasevdalıların yolunda “bir an belâ-yı dertden cûdâi kalmanın mümkün olmadığını anlamak, hakikatın ifâdesi ve bu dertliler yolunun esasıdır.
Kendi insanına, hizmet yolunda koşanlara, bu hakikatın anlatılmasında zaruret vardır. Aksine, onlar bu hakikatı anlayıncaya kadar, ne yoldan ne de yolcudan bahsetmeye imkân yoktur. (Çağ ve Nesil, s. 62-64, Yollar, Ağustos-1981)
***
Evet, bu ölçüde enginleşmiş ufuklu bir ruh, her zaman kendini yepyeni âlemlere açılma rampalarında, olabildiğine gerilimli ve insanî normları aşkın bir azim ve kararlılık içinde duyar.. sahip olduğu iman ve o imanın arkasındaki kuvvet sayesinde daha ne mazhariyetlere ereceğini ve ne başarılara imza atacağını düşünür.. ufku açık, önü açık, iradesi hür ve gönlü huzur içinde yorgunluğunu hissetmeden koşar durur. Uğradığı her konakta, kendisine ve çevresine alâkası daha bir artar ve derinleşir. Tam farkına varır veya varamaz; ama ruhunu dinlediğinde, sürekli kendini, bitmeyen, tükenmeyen bir huzur sath-ı mâilinde görür; başkaları için söz konusu olan onca gurbet ve yalnızlık sâikine rağmen o, kat’iyen yol yalnızlığı ve gurbet yaşamaz; yaşamaz, çünkü nereden geldiğini, niçin geldiğini, nereye sevk edildiğini bilir ve dünyadaki bütün toplanmaların, dağılmaların farkında, gâyesi ve hedefi belli bir kulvarda koştuğunun da şuurundadır; ne yol meşakkatini duyar ne de başkalarının yaşadığı korkuları, endişeleri ve ızdırapları yaşar. Allah’a güvenir, ümitle şahlanır ve mutlu yarınların masmavi hülyalarıyla zirveye ulaşma neşvesini yudumlar durur. (IGU, s. 134, İnanmış İnsanın Nitelikleri, Mayıs-1999)
***
Bazen dünyevî hâdiseler ve dünyalılar yol vermezler insana; bazen de başa gelenler, altından kalkılmayacak şekilde çetin cereyan eder; eder de yıllar hep Muharrem gibi gelir geçer ve yollar gider Kerbelâ'ya takılır. Ne var ki, Hak'tan fermanlı gönüller, görüp duydukları bu şeyler karşısında ne sarsılır ne sendeler ne de tereddüde düşerler. Her hâdiseyi müteâl iradenin bir muamelesi kabul ederek, başa gelenleri imtihan sayar, imtihanları tevekkül ve teslimiyetle göğüsler, yolunu kesen töre bilmezlere insanlık dersi verir, her hareket ve davranışını ötelerden gelen emirlere uyma inceliğiyle değerlendirir; bir gözü kendi tavırlarında diğeri o müteal kapının aralığında yürür himmetini dağıtmadan yücelerden yüce hedefine doğru -Hak rızası olan o hedefe canlarımız kurban olsun- ve hayallerini bile her zaman pâk tutar ağyar düşüncesinden. (Allah ve Hadiseler Karşısında Peygamberâne Duruş, Yeni Ümit, Ekim-Kasım-Aralık 2000)
***
لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي كَبَدٍ Biz insanı meşakkat, imtihan ve çile yüklü bir hayata gönderdik. (Beled sûresi, 90/4)
وَكَأَيِّن مِّن نَّبِيٍّ قَاتَلَ مَعَهُ رِبِّيُّونَ كَثِيرٌ فَمَا وَهَنُواْ لِمَا أَصَابَهُمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَمَا ضَعُفُواْ وَمَا اسْتَكَانُواْ وَاللّهُ يُحِبُّ الصَّابِرِينَ * وَمَا كَانَ قَوْلَهُمْ إِلاَّ أَن قَالُواْ ربَّنَا اغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَإِسْرَافَنَا فِي أَمْرِنَا وَثَبِّتْ أَقْدَامَنَا وانصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ * فَآتَاهُمُ اللّهُ ثَوَابَ الدُّنْيَا وَحُسْنَ ثَوَابِ الآخِرَةِ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
Nice peygamberler gelip geçti ki onlarla beraber, kendisini Allah’a adamış birçok rabbanîler savaştı. Onlar, Allah yolunda başlarına gelen zorluklar sebebiyle asla yılmadılar, Zayıflık göstermediler, düşmanlarına boyun da eğmediler. Allah böyle sabırlı insanları sever. * Evet onların bu durumda dedikleri sadece şu oldu: “Ey bizim kerîm Rabbimiz, günahlarımızı ve işlerimizdeki aşırılıklarımızı affet! Ayaklarımızı hak yolda sabit kıl ve kâfirler gürûhuna karşı bize yardım eyle.” * Allah da onlara hem dünya mükâfatını, hem de o güzelim âhiret mükâfatını verdi. Allah elbette muhsinleri, hep iyi davrananları sever. (Al-i İmran sûresi, 3/146-148)
***
Herhangi bir sebeple düzenleri bozulup kuvvetleri dağılsa, şevklerini söndürüp ümitlerini kıracak hâdiseler peşi-peşine birbirini takip etse, semâlarındaki bütün yıldızlar birer birer dökülüp çevrelerinde karanlıklar kol gezse, zerre kadar sarsılmaz; derhal Yaradan’larına döner, inançla kanatlanır ve muhteşem geçmişleriyle bütünleşerek yepyeni bir şevkle, yeniden dirilir ve yeniden yollara koyulurlar. (YCD, s. 13, Zirvedeki Ruhlar, Kasım-1985)
وَمَا لَنَا أَلاَّ نَتَوَكَّلَ عَلَى اللّهِ وَقَدْ هَدَانَا سُبُلَنَا وَلَنَصْبِرَنَّ عَلَى مَا آذَيْتُمُونَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ
“Biz neden Allah’a tevekkül etmeyelim ki gireceğimiz yolları bize O gösterdi. Bize verdiğiniz her türlü eza ve sıkıntıya sabredeceğiz. Tevekkül edenler yalnız Allah’a dayanıp güvenmelidirler.” (İbrâhim sûresi, 14/12)
كَتَبَ اللَّهُ لَأَغْلِبَنَّ أَنَا وَرُسُلِي إِنَّ اللَّهَ قَوِيٌّ عَزِيزٌ Çünkü Allah: “Ben ve Resullerim elbette galip geliriz.” diye hükmetmiştir. Şüphesiz ki Allah çok kuvvetlidir, mutlak galiptir. (Mücadele sûresi, 58/21)
وَمَن يَتَوَلَّ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ فَإِنَّ حِزْبَ اللّهِ هُمُ الْغَالِبُونَ
Kim Allah’ı, Resulünü ve iman edenleri dost edinirse bilsin ki, bunların teşkil ettiği Allah tarafı, mutlaka galip gelecektir. (Mâide sûresi, 5/56)
وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ Sana ölüm gelip çatıncaya kadar da Rabbine ibadet et. (Hicr sûresi, 15/99)
Gerekirse, bir an bile tereddüt etmeden hayatlarını istihkâr ederek âhirete yürümesini de bilirler. İnançlarını yaşarken, kimsenin tenkit ve takdirlerine kulak asmazlar; asmaz sadece ve sadece kendi düşünce atlaslarının rengini soldurmamaya dikkat ederler; ederler, zira onlar iyi mü’minler olmaya azmetmişlerdir. (IGU, s. 136, İnanmış İnsanın Nitelikleri, Mayıs-1999)
***
"Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa ve her gün biri kesilse, zındıkaya ve dalâlete teslim-i silâh edip vatan ve millet ve İslâmiyete hıyanet etmem, hakikat-i Kur'âna feda olan bu başımı zâlimlere eğmem" (RNK, 14. Şua, s. 1067)
***
"Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-i Kur'âniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vaz-geçmeyecekler inşaallah!" (RNK, 26.Lem’a, s. 724)
İşte, ey Risale-i Nur gibi hadsiz hamd ü senâlara şâyeste olan bir nimet-i azîmeye nail olan Nur kardeşlerimiz! Böyle bir dâhî-yi âzamın, böyle bir mütefekkir-i ekberin, böyle bir müellif-i İslâmın ve ulûm-u evvelîn vel-âhirîne vâkıf böyle bir allâme-i asrın, böyle bir mücahid-i ekberin, böyle bir sahib-i zühd ve takvânın, hakaik-i imaniyenin varlığında âdetâ tecessüm eden böyle bir abd-i küllînin, rıza-yı İlâhîden başka hiçbir şeye iltifat etmeyen ve âzamî ihlâsın mazharı olan böyle bir tilmiz-i Kur'ân ve hâdim-i İslâmın ve "Bir ferdin imanını kurtarmak için Cehenneme de atılmaya hazırım" diyen böyle bir halâskâr-ı imanın ve idam için sevk edildiği Divan-ı Harb-i Örfîde "Sen de mürtecisin" ithamına karşı, "Eğer meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaret ise, bütün ins ve cin şahit olsun ki ben mürteciyim. Bin ruhum da olsa, Kur'ân'ın birtek meselesine hepsini feda etmeye hazırım" diyen ve beraatinden sonra da, teşekkür etmeyerek, Bayezid Meydanındaki kalabalıkta: "Yaşasın zalimler için Cehennem! Yaşasın zalimler için Cehennem!" diye bağırarak ilerleyen ve imha plânıyla verildiği mahkemelerde yirmi dört sene evvel "Ey mülhidler! Ey zındıklar! Said, elli bin nefer kuvvetinde demişsiniz. Yanlışsınız; Kur'ân'a ve imana hizmetim cihetiyle elli bin değil, elli milyon kuvvetindeyim! Titreyiniz, haddiniz varsa ilişiniz!" "Benim ölümüm sizin başınızda bomba gibi patlayıp, başınızı dağıtacaktır. Toprağa atılan bir tohumun yüzer sümbüller vermesi gibi, bir Said yerine yüzler Said size o yüksek hakikati haykıracaktır" ve on beş sene evvel, "Saçlarım adedince başlarım bulunsa, hergün biri kesilse, bu hizmet-i imaniyeden çekilmem" ve "Dünyayı başıma ateş yapsanız, hakikat-i Kur'âniyeye feda olan bu başı zındıkaya eğmem" diyen ve elli sene evvel âlem-i İslâmı sömüren sömürgeci cebbar ve zalim bir imparatorluğa karşı, "Tükürün o zalimlerin hayâsız yüzüne!" diye matbuat lisanıyla cevap veren ve Büyük Millet Meclisinde, Reise "Kâinatta en yüksek hakikat imandır. İmandan sonra namazdır. Namaz kılmayan haindir; hainin hükmü merduttur. Cenab-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîminde, yüz yerde edâsını emrettiği namazdan daha büyük bir hakikat olsaydı, imandan sonra onu emrederdi" diyen ve yazdığı bir beyannameden sonra Mecliste cemaatle namaz kı-lınmasına başlanan ve Birinci Cihan Harbinde gönüllü alay kumandanı olarak esir düştüğü Rusya'da Moskof Çarlığına karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza edip, kurşuna dizileceği hengâmda "Âhirete gitmek için bana bir pasaport lâzımdı" diye ölümü istihkar eden böyle nimet-i uzmâsına mukabil canımızı da feda etsek, ömrümüzü de ona vakfetsek, zulümden zulme de sürüklensek, ömrümüzün nihayetine kadar şükran secdesinden de kalkmasak, bize yine ucuzdur. (RNK, Tarihçe-i Hayat, s. 2232)
***
Bir başka tablo.. Abdullah b. Hüzafetü's-Sehmî (r.a), Romalılar'a esir düşmüştü. O'na günlerce işkence yapmış ve sonra Hristiyanlığı kabule zorlamışlardı. Başa çıkamayınca da, idam etmeye karar vermişlerdi. O, idam sehpasına doğru götürülürken ağladı. Niçin ağladığı sorulduğunda: "Vallahi, şu anda başımdaki saçlarım adedince başlarım olmasını ne kadar arzu eder-dim! Keşke, öyle olsaydı da her gün birini hak namına verebilseydim. Böyle bir mazhariyete eremediğim için üzüldüm ve onun için de gözyaşı döktüm." demişti. Birinci rivayet, O'nun hayat destanının böyle bayraklaştığını anlatıyor. İkinci bir rivayet ise, bu son anını şöyle resmediyor: Abdullah b. Hüzafe (r.a) mert adımlarla ve tebessüm eden bir çehre ile idam sehpasına doğru ilerlerken, onu seyretmekte olan bir papaz hemen yanına yaklaşıyor ve yanındaki askerlerden onun adına birkaç dakika müsaade istiyor. Sonra da Abdullah b. Hüzafe (r.a)'ye hitaben, "Evladım, bak biraz sonra idam olacaksın. Senin için birkaç dakika müsaade istedim. Eğer bu esnada sana hak din olan Hristiyanlığı anlatabilirsem, dünyan gitse de âhiretini kazanacaksın. Belki de senin bu davranışın kralın hoşuna gidecek ve seni affedecektir.." dedi. Abdullah b. Hüzafe (r.a), vakûr ve ciddi bir eda ile ona şu mukabelede bulundu: "Aziz peder! Şu anda sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Eğer dinim müsaade etseydi ellerinden öperdim. Çünkü sen beni büyük bir dertten kurtarmış oldun. Kimseye birşey anlatamadan ölmem çok ağrıma gidiyordu. Halbuki şimdi sen bana bu fırsatı verdin. Eğer bu birkaç dakika içinde sana hak din olan İslâm'ı anlatabilirsem, ölsem dahi gam yemem. Zira, ihtimal ki bu senin ebedî hayatının kurtulmasına vesile olur!.." (İrşâd Ekseni, s. 200-201)
Peygamberler, insanlar arasında dağlar gibidirler. Yüryüzünde, yerin istikrar kazanması ve havanın tasaffi etmesi dağlar için nasıl emniyet unsuru ise, peygamberler de, insanlar içinde öyledir. Onun içindir ki, bu ikisi yer yer bir arada zikredilmiştir. Evet, Hz. Nuh-Cûdi, Hz. Musa-Tur, Hz. Muhammed (s.a.s)-Hira, bu muammadan sır perdesini aralayan birer işarettir. (Ölçü, s. 28)
تُؤْتِي أُكُلَهَا كُلَّ حِينٍ بِإِذْنِ رَبِّهَا وَيَضْرِبُ اللّهُ الأَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ
Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Düşünüp ders çıkarsınlar diye Allah insanlara böyle temsiller getirir. (İbrahim sûresi, 14/25
Biz, bir sürü garip, yıllardan beri gönüllerimizde hep bu enginliği duymaya çalıştık; insanları bir kısım farklı sâiklere bağlı dış yüzlerindeki hırçınlıkları ile değil, iç âlemlerindeki o lâhûtî genişlikleri, o canlı sükûnetleri, o aktif âhenkleri ve her zaman iyileşmeye açık yanları ile görmek, kabul etmek istedik. Daha başka türlü düşünmemiz de mümkün değildir; zira Müslümanlığın âmir hükümleri de bunun böyle olmasını gerektiriyordu ki, bu, aynı zamanda onun evrenselliğinin ifadesiydi. Biz de, her zaman onu böyle duymaya, böyle hissetmeye ve bütün mülâhazalarımızı onun bu esprisine bağlamaya çalıştık. Öyle ki, bir yandan kendi dinimize, kendi hayat felsefemize sımsıkı sarılırken; diğer yandan da başka dînî telâkkilerin, felsefî görüşlerin mevcudiyetini birer realite olarak görüp, “herkesi kendi konumunda kabul ve herkese saygı” sloganıyla sürekli beraber yaşamanın yollarını araştırdık. Bu temel felsefeye bağlılık sayesinde de hiç kimseyi, din, iman, mezhep ve düşünce farklılığı gibi hususlardan ötürü hor görmedik.. incitmedik. Onca tecavüze uğradığımız, ısırıldığımız, tahkire, tezyife maruz kaldığımız hâlde mukabelede bulunmadık; hem de bir hayli mukabele sebebi olmasına rağmen mukabelede bulunmadık; bulunmadık ve her türlü şetme, şamataya “eyvallah” deyip, “mukabele-i bilmisil”e zalimce bir kaide naza-rıyla bakarak, insanlardaki daimî keramet ve şerefi, onların muvakkat kin, nefret, gayz ve vahşetlerine feda etmeyi hiç mi hiç düşünmedik. Bu duygu, bu düşünce ve bu anlayışımızı herhangi bir iltibasa meydan vermeyecek şekilde ifade edebilmek için, yer yer başlarımızı, kaldırım taşları gibi, insanî duygular taşıdığına inandığımız hemen herkesin ayaklarının altına koyduk. Böyle bir tavır hazm-ı nefis adına olması tevazu ve mahviyettir; ve bu şekilde davranırken, şayet dinimiz adına zillet gösterip, bilmeyerek gü-nahlara girmişsek, onu da Allah affetsin! “İnsana saygı” deyip inledik ve kimse varlığımıza takılıp tereddüt yaşamasın diye de, hep hümâ kuşu gibi sadece gölgemizle varolma yolunu seçtik. Gönüllerini hoş tutmaya çalıştığımız, düşüncelerini saygıyla karşıladığımız ve her fırsatta yüzlerine tebessümler yağdırdığımız kimselerden de, insanca davranmalarını ümit etmenin ötesinde herhangi bir beklentiye girmedik. Aslında bu kadarcık beklenti de, insanî şekil ve surete bizim bir “hüsnüzan” armağanımızdı; vermemezlik edemezdik.
Evet, gözlerimiz hemen herkesin üzerinde; gönüllerimiz de bütün insanlığın heyecanıyla çarparken, bir anne şefkati derinliğinde alâkamıza karşılık hiç mi hiç bir talebimiz olmadı. Zaten böyle bir talep olsaydı, yetmiş iki milletle bu ölçüde ve bu kadar içten bir münasebeti devam ettirmek de mümkün olmazdı; zira karşılık ve bedele bağlanmış alâkalar, münasebetler kat’iyen devam vadedemez. Bu mülâhaza ile biz de, insanlar ile olan münasebetlerimizi sonsuza kadar devam ettirmek için, onlarla alâkamızı Allah’ın san’at eserleri olmaları esasına bağlama yolunu seçtik. Hep bu espri içinde oturup-kalktık ve herkese kadeh kadeh sevgi sunduk; ihtimal, ifratımız bazılarının başlarını döndürdü ki, sevgiye nefretle mukabele etmeye başladılar her fırsatta sînelerimizi açıp, insanî duygu ve düşüncelerimizi gözler önüne serdik. Sevgi çağlayanlarımızdan herkesin istifade etmesi için değer değmez kriterlerini müzakere konusu dışında bırakarak kriterler üstü yaşamaya çalıştık. Sonra da akıl gözünün salim düşünce ile buluşup bir-leşeceği eşref saati beklemeye koyulduk. Zannediyorum, insan unvanıyla yaratılmış bir varlıktan bu kadarını da beklemek hakkımızdı. Bunun aksi, insan olarak dünyaya gönderilen ve potansiyel zenginlikleri ile melekleri bile aşkın bulunan bir varlığa karşı saygısızlık olurdu. (IGU, s. 211-213, Gel Gönüllerimizle Konuşalım Demiştik, Ekim-1999)
***
Sükûtumuz, üslûbumuza emanet.. misliyle mukabele, bizim kitabımızda zalimce bir kaide.. dövene elsiz, sövene dilsiz davranma, vicdanlarımızla aramızdaki mukavelenin gereği.. ne yapalım, Allah, ısırmak için bir diş, parçalamak için de vahşî bir pençe vermemiş, elimizden bir şey gelmez ki...! Ayrıca, herkes kendi karakterinin gereğini sergiler, karakterimize rağmen farklı bir tavır takınmayı kendimize karşı saygısızlık saydık ve böyle bir saygısızlığı irtikâp etmemek için, gürül gürül konuşacağımız bir yerde sadece yutkunmakla iktifa ettik.
Evet, son bir kere daha bazıları, kendi ruh atlaslarını ortaya koymuş, biz de, kendi ledünniyâtımızı ifade edebilme fırsatını bulmuştuk. Bundan sonra da hep böyle davranacak ve karakterimize saygılı olmaya çalışacağız. Üç beş günlük bir dünya için baş yarmayacak, göz çıkarmayacak, kem söz söylemeyecek, gönül kırmayacak ve Yunus edasıyla herkese sevgi çağrısında bulunacağız; bulunacak ve milletimize karşı münasebetlerimizde hep şu sözlere bağlı kalacağız: “Senelerden beri çektiğim bütün ezâ ve cefâlar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musîbetler, hepsi de helâl olsun!. Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, memleket hapishanelerinde geçti. Aylarca ihtilâttan men edildim. Divan-ı Harplerde bir cânî gibi muamele gördüm. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere ve zindanlarda bana yer hazırlayanlara hakkımı helâl ettim.” Evet, ben de bir mü’min olarak, bu duyguları paylaşacağıma söz veriyorum. Kimseye küsüp darılmayacağıma söz veriyorum.. ölümü gülerek karşılayacağıma söz veriyorum.. celâlden gelen cefayı, cemalden gelen vefa ile bir bileceğime söz veriyorum. Allah’a ait hukuka karışamam ama, bana ait hiçbir haktan dolayı kimseden davacı olmayacağıma söz veriyorum. (IGU, s. 216-217, Gel Gönüllerimizle Konuşalım Demiştik, Ekim-1999)
Kimilerine göre o, fakiri hor görmeme, ganinin ağına düşmeme.. kimilerine göre herkese karşı insaflı olup ama kimseden insaf beklememe.. kimilerine göre ömür boyu nefsinin amansız düşmanı olarak yaşama.. kimilerine göre bu dünyaya ve öteki âleme daha adımını atar atmaz “Ümmetî! Ümmetî!” iniltileriyle yakarışa geçip kendini unutma ölçüsünde arkasında gidenleri düşünme.. kimilerine göre, Ma’bûd-u bilhakk’a yönelmeye mâni bütün putları kırıp, her çeşit bâtıla karşı kıyam etme.. kimilerine göre de, nefsi adına her türlü kötülüğü sineye çekip Allah’a ait hakların söz konusu olduğu yerde de arslanlar gibi kükreme.. kimilerine göre en küçük şahsî kusurları karşısında ömür boyu inleyip durmasına karşılık başkalarının en büyük günahlarını görmemezlikten gelme; hatta başkalarına velayet mertebelerinde yer ararken kendisine sıradan kulluğu bile fazla bulma.. kendinden uzaklaşana yaklaşma yolları arama; eziyet edene ikramda bulunma.. hizmette ön sıralarda, ücret almada gerilerin gerisinde kalabilme gibi vasıflardan ibarettir. (KZT, s. 1/120-121)
***
İnsanlarla muamelelerinde peygamberâne bir kalb taşır; herkesi sever, her şeyi kucaklar; başkalarının kusurlarını görmezlikten geldikleri aynı anda, kendilerini en küçük hataları karşısında bile sorgulayabilirler; çevrelerindekilerin yanlışlarını sadece normal hallerde değil, öfkelendikleri zamanlarda bile bağışlar ve en huysuz ruhlarla dahi geçinmesini bilirler. Aslında İslâm da, kendi müntesiplerine, elden geldiğince affetmeyi, kine, nefrete yenik düşmemeyi ve öç alma duygusuna kapılmamayı salıklar ki, zaten sürekli Allah’a doğru yürüyor olma şuurunda bulunanların başka türlü olmaları da her halde düşünülemez.. başka türlü davranmaları, düşünmeleri bir yana, onlar oturur kalkar hep başkaları için hayır yolları araştırır, hayır dileklerinde bulunur, ruhlarındaki sevgiyi hep canlı tutmaya çalışır, gayza, nefrete karşı da bitmeyen bir savaş sürdürürler. Hata ve günahlarını pişmanlık hararetiyle yakar kül eder ve günde birkaç defa, mâhiyetlerindeki kötülük duygularıyla yaka-paça olurlar. Gönüllerinden işe başlayarak, her bucakta iyilik, güzellik fidelerinin boy atıp gelişmesine ortam hazırlar ve Râbiatü’l-Adeviyye felsefesiyle, zehir olsa da, herkesi ve her şeyi şeker-şerbet gibi kabul eder; üzerlerine kinle, nefretle gelenleri bile tebessümlerle ağırlar ve en mütecaviz orduları sevginin yenilmeyen silahıyla püskürtürler. (IGU, s. 135, İnanmış İnsanın Nitelikleri, Mayıs-1999)
***
İnsan, kendi ayıpları karşısında savcı, başkalarının kusurları karşısında da onlar hesabına avukat olmalıdır. (Ölçü, s. 121)
***
مَن جَاء بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ أَمْثَالِهَا وَمَن جَاء بِالسَّيِّئَةِ فَلاَ يُجْزَى إِلاَّ مِثْلَهَا وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ
Kim Allah’a güzel bir işle gelirse, iyilik işlerse, ona on misli verilir; kim de bir kötülükle gelirse, sadece kötülüğüne denk bir ceza görür ve hiç kimseye haksızlık edilmez. (En’am sûresi, 6/160)
***
تَكَادُ السَّمَاوَاتُ يَتَفَطَّرْنَ مِن فَوْقِهِنَّ وَالْمَلَائِكَةُ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَيَسْتَغْفِرُونَ لِمَن فِي الْأَرْضِ أَلَا إِنَّ اللَّهَ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ
Öyle ki neredeyse gökler üstlerinden yarılacaklar.Melekler Rab’lerini överek tenzih ve takdis eder ve yerde bulunanlar için mağfiret dilerler.İyi bilin ki, gafur ve rahîm O’dur (affı, merhamet ve ihsanı pek boldur (Şura sûresi, 42/5)
***
حدثني محمد بن عبد الرحيم حدثنا أبو زيد سعيد بن الربيع الهروي حدثنا شعبة عن قتادة عن أنس رضي الله عنه عن النبي صلى الله عليه وسلم يرويه عن ربه قال إذا تقرب العبد إلي شبرا تقربت إليه ذراعا وإذا تقرب مني ذراعا تقربت منه باعا وإذا أتاني مشيا أتيته هرولة Buhârî, tevhid, 50
Evet her mü’min, imanının derecesine göre her zaman benliğinin derinlikle-rinde köpürüp duran düşünceleri sayesinde, sınırlılığı içinde sınırsızlaşır, zaman ve mekânla mukayyetken, kayıtsızlığın üveyki haline gelir, mekân üstü varlıkların safına ulaşır ve meleklerden nağmeler dinler. Başlangıçta bir damla sudan, karmakarışık gibi görünen bir bulamaçtan yaratılan bu küçük görünümlü büyük yaratık, ruhundaki ilâhî nefhanın inkişâfına zemin hazırlanabildiği ölçüde, inbisat eder; yere-göğe sığmayan, önü-sonu olmayan ve iki kutup arasındaki kemmiyete denk keyfiyetlere ulaşan aşkın bir varlık haline gelir. Bizim aramızda dolaşır, bizimle oturur kalkar; ayakları ayaklarımızı bastığımız yerde, başı da başımızı koyduğumuz secdegâhdadır ama o, başıyla ayaklarını aynı noktada bir araya getirdiği ve bir halka haline geldiği secdeyi kurbet yolunda bir rampa gibi kullanır ve bir hamlede Allah’a en yakın olma ufkuna ulaşır.. ruhanîlerle aynı semâlarda kanat çırpar ve dünyevîliği içinde uhrevîler gibi yaşar. (IGU, s. 132, İnanmış İnsanın Nitelikleri, Mayıs-1999)