Kabz u bast ve insan karakteri
Kabz u bast ve insan karakteri
İnsan karakteri ile kabz u bast arasında bir alaka olabilir. Bazı ruhlar kabza daha yakındırlar. Bazı hassas insanlar mazhar olduğu bast karşısında bile "Ben ne yaptım ki böyle bir mükafat verildi." derler; bast bile onlar için bayağı bir sıkıntı kaynağı olur. Böyleleri, değişik hadiseler karşısında da derin bir duyarlılığa sahiptirler. Daha önce bencil ruhların mülahazasına bağlayarak arzetmiştim: Benciller derler ki, "ateş düştüğü yeri yakar." Bu söz, hodbîn ve egoist ruhların sözüdür. "Ateş çevresini de yakar" ifadesi ise bir parça diğergam ruhların sözü. "Ateş nereye düşerse düşsün beni de yakar." sözüne gelince bu kamil ruhların vicdanlarının sesidir.
İşte, ihsasları bu derece derin, dünyanın herhangi bir yerinde bir hadise olduğu zaman kendine göre mana çıkaracak bir ruh çok defa kabzın demir pençesine düşer, ızdırap çeker. Dışta cereyan eden hadiseler onda fırtınalara sebep olur. Hatta onun fizikî yapısına tesir eder. Bir kısım ruhi problemlerin, bir kısım psikosomatik (ruhî sebeplerle meydana gelen bedenî) rahatsızlıklara sebebiyet verdiği gibi, dünyanın değişik yerlerinde cereyan eden hadiseler aynen psikosomatik hastalıklar gibi onun bedeninde kendini hissettirir. Bacağı ağrır, boynu ağrır, dişi ağrır vs... o şahsın bu tür rahatsızlıklarına "dünyasomatik" hastalık diyebilirsiniz. Veya cihannüma ruhların "cihansomatik rahatsızlıkları"...
Kabz ve bastın sınırları
Kabz ve bast birbirlerine sınırı olan komşulardır. Birisinin bittiği yerde diğeri başlar; birisinin başladığı yer diğerinin bitiş noktasıdır. Kabz kısa da sürebilir, çok uzun da olabilir. Bazen Nebî'yi (sallallahu aleyhi ve sellem) bile pek mahzun edecek şekilde kabzlar yaşanabilir. Allah'ın Elçisi, muhatapları inanmıyor diye o derece sıkıntıya girer ki, vadi vadi dolaşır. Nebi'nin kabzı da budur. Bazıları da vardır ki; dünya tutuşsa onun bir tutam otu yanmaz. Günümüzde, dünyanın neresine ateş düşerse düşsün, kendi bağırları da yanacak duyarlılıktaki insanlara ihtiyaç vardır. Bilmem nerede, hangi vadide, hangi dağın arkasında, hangi mazlum çocuğun hali, içine bir kıvılcım gibi düşecek insanlara...
Birkaç inci
Teveccüh, teveccühü doğurur. Bakarsan bakılırsın. Çiçeğin güneşe bakışı gibi O'na bakmayı becerebilirsen, O'na yönelebilirsen, O'nun tecellîlerine muhatap olursun. Burada esas olan gönülden müteveccih olabilmendir. Eğer gönlünün sesini seslendiremiyorsan o tecellilere muhatap olmak mümkün değildir. Gönülden müteveccih olmak, çok samimi olmak esastır. Anlamak için pare pare olmuş ciğer gerek; yoksa beyhûde…
***
Meşru zevklerden istifadeyi de yanlış anlamamak lazım. Her meşrunun talibi olmak, insanı nereye götürür bilinmez. İnsan, akıbetinin kötüye gideceğinden endişe etmelidir. Her meşru olan herkes için uygun olmayabilir. Her günahtan küfre giden bir yol olduğu gibi, meşru zevklerden de günaha giden yollar olabilir. Temkinli ve dikkatli olmak lazım.
***
Hergün Allah'a ve Kitab'a hakaret edilir, Peygamber'e gizli açık küfürler savrulur ama bazılarının kılı bile kıpırdamaz. Ne zaman biri onun gururuna az dokunsa, biraz onu rencide etse, gece yarılarına kadar uykuları kaçar ve günlerce rahatsız olur. İşte, Allah'la olan münasebetimizin bir göstergesi de bu şekildeki rahatsızlıklarımızın kaynağıdır.
***
Firdevsî gibi uzun ve yaldızlı bir destan keseceğinize Yunus gibi gönülden bir*iki mısra ile seslenmeniz, içinizin sesini ifade edebilmeniz benim nazarımda daha kıymetlidir. Mü'minler için küfürden de daha tehlikeli şey, şâibe*i şirktir (riya). Bir söz gönlünden, tâ kalbinin derinliklerinden gelmiyorsa, rica ederim söyleme, sus. Başkaları görsün diye, başkaları bilsin diye, içinden gelmeyen duygularla yalancılık yapma ve yalancı durumuna düşme. Farzlar dışındaki ibadetleri, nafileleri yerine getirirken, birazcık görünme duygusuna girdiğin zaman selam ver; namazı terk et, evlâdır. Şirk işmam eden tavırlardan, ifadelerden şeytandan kaçar gibi kaçmak gerekir. Çok samimi olmak lazım...
***
Ben ecdadımı dünyada hiçbir millete değişmem. Benim, Osmanlı gibi bir atam var. Ne olacak batının kabileleri. Bunu bir ırkçılık ve milliyetperverlik mülahazasıyla söylemiyorum; insanımızın geçmişini beğenmemesi ve adeta mazisinden utanıp ondan kopmak isteyişine binâen ifade ediyorum.
Hak ve hakikat adına Batı'nın dilini öğrenecekseniz, ona bir şey demem. Ama bu öğrenmeyi "şu olayım, bu olayım" mülahazasına bağlarsanız hata edersiniz. Batının dili ancak gönüllere girmekte alet olarak kullanılabilir.
Bununla beraber, hak ve hakikati anlatma gayesiyle gönüllere girmek boyumuzu aşkın bir iştir. Öyleyse daima "Biz bu işe talip olduk, ama liyakati verecek olan Sensin. Bu işte liyakat ufuktur, gönül enginliğidir. Onları da bize lutfet." deyip dergâh*ı ilâhîye sığınmalı.
Ayrıca, Türkçe'yi bir dünya dili haline getirmek vacibdir. Evet, dilimizi öğrenmek vacib, iyi kullanmak sünnet, inceliklerine vakıf olmak da müstehabdır.