Ahiret talipleri ve dünya düşkünleri
Ahiret talipleri ve dünya düşkünleri
Soru: Kur'an*ı Kerim, sadece dünya nimetlerini isteyen insanların ahirette nasipleri olmayacağını anlatıyor. Bu hususu nasıl anlamalıyız?
Cevap: Kur'an*ı Kerim, pek çok ayetinde dünyaya talip olanları, ahiret nimetlerini isteyenleri ve hem dünya ve hem de ahiretteki hayır ve bereketten istifade yolları arayanları anlatıyor. Bu üç grub için de birer misal verebiliriz:
"Kim ahiret mahsülü isterse, onun ürünlerini fazla fazla artırırız. Kim de sırf dünya menfaati isterse ona da ondan veririz, ama âhirette onun hiç nasibi olmaz." (Şûrâ, 42/20)
"Kim dünya hayatını ve dünyanın zinet ve şatafatını isterse, Biz orada onların işlerinin karşılığını kendilerine tam tamına öderiz ve onlara dünyada asla haksızlık yapılmaz. Fakat onlar için ahirette ateşten başka bir şey yoktur. Onların dünyada yaptıkları bütün işler hatta iyilikler bile, heder olmuştur; bütün yaptıkları boşa gitmiştir." (Hûd, 11/15*16)
"Bazı kimseler: "Ey Yüce Rabbimiz, bize vereceğini bu dünyada ver" derler. Bunların ahirette nasipleri yoktur. Bazıları da, "Ey bizim Kerim Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ve güzellik ver, ahirette de iyilik ve güzellikler ver; ve bizi cehennem ateşinden koru" derler. İşte bunlar kazandıkları şeylerin hayır ve bereketlerini fazlasıyla bulurlar. Allah, hesabı çok çabuk görür." (Bakara, 2/200*202)
Aslında, istenmesi ve arkasına düşülmesi gereken şey bellidir. Altmış*yetmiş senelik bir ömür boyunca elde edilecek iyilik ve güzellikle, sonsuz bir hayattaki nimet ve ihsanlardan hangisinin daha çok arzu edileceği açıktır. Tabiî ki, akıl ve şuuru yerinde olan bir insan, "dünyanın bin sene mes'udâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet*i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl*i Zülcelâlin daire*i rahmeti ve mertebe*i huzuru"ndaki nimet ve ihsanlara iştiyak duyacak, ahiretteki iyilik ve güzellikleri arzulayacaktır.
Ne var ki, insan acelecidir. Peşin ücrete meyillidir. Bu meyil, bir de imansızlıkla kuvvet kazanırsa, ademoğlu dünyanın geçici lezzetlerini hedef edinecek, onların arkasında gafilâne bir yol takip edecektir. Bir insan sadece dünyayı isteyince, Cenâb*ı Hak o kulun istediklerini bütünüyle verebilir. Fakat, o insan, yalnızca dünyayı talep etmiş, ahirete ait bir arzu ve istek ortaya koymamışsa kendi fıtratına ters hareket ediyor demektir. Çünkü, insanın tabiatı ahireti istemeye açıktır; bunu görmezlikten gelip bir tek dünya için dua eden kendi tabiatına ihanet etmiş olur. "İnsan ebed için yaratılmıştır, ebede meb'ustur ve ebedden başka hiçbir şeyle tatmin olamaz." şeklindeki vicdanî sesi duymuyor ve bu ses çizgisinde istekler ortaya koymuyorsa tabiatını seslendirmemiş, özüne yabancı düşmüş olur. Bu yanlışının bedeli de ahiretteki nasipsizliğidir.
Diğer taraftan, ahiret ve ahiret ötesi şeyler, biraz insanın kabullenmesine vâbeste hususlardır. Hani şimdilerde üç boyutlu resimler var. Onlara ilk kez bakan insan sadece düz bir satıhla karşılaşıyor, anlamsız bazı şekiller görüyor. Eğer, daha başka şeyler görebileceğine inanırsa, bakışını o satıh üzerinde yoğunlaştırıyor, belli bir açı yakalıyor ve üçüncü boyuttaki şekilleri görebiliyor. Fakat, sadece o sathı görme niyetiyle baksa, nazarını yalnızca düz zemine hasretse, o zemin haricinde herhangi bir şey göremiyor. Aslında, o düz satıhta bir üçüncü, bir dördüncü buudu görmek mümkün olsa da, o insan bir şey göreceğine inanmadığından dolayı, onun için üçüncü buud, dördüncü buud söz konusu olmuyor ve düz sathın ötesi hep perdeli kalıyor.
Burada istidrâdî bir şey arzedeyim: Mesela şu mekanda iyi baktığınız zaman dört buudlu görebileceğiniz şeyler vardır. Çok defa o buudları ayırdetmeye çalıştım ve o nazarla baktım; bir noktadan sonra onlarda dördüncü buudu müşahede ettim. Birinci kıt'ada görülen şeyler, daha arkada daha genişçe görülen şeyler, bir sonraki perdede de ziyadesiyle derin görülen şeyler... İşte bu görme, im'an*ı nazara ve biraz da kabule bağlıdır.
Evet, ahiret ve ahiret ötesi perdeler de bir kabul ve im'an*ı nazarla bilinir ve aşılır. Ahirete, öldükten sonra dirilmeye, mahşere, Cennet ve Cehenneme inanmayan insan, öbür tarafta işin hakikatını göreceği ana kadar sürekli bir berzah yaşayacaktır. Bin sene kabirde kalsa da berzahta gibi olacaktır. Ahirete inanmadığı için sürekli bir yok olma korkusu yaşayacak; orada, yok olmanın ızdırabını dünyada duyduğundan daha fazla duyacaktır. Dünyada değişik şeylerle teselli olsa da, orada sadece ebedi yokluğu duyacak ve herhangi bir teselli kaynağı da bulamayacaktır. Daimî yok olmanın demir parmaklıkları arasında kalacaktır. O insanın itikadı ötede yokluk olarak inkişaf edecektir. Çünkü, orada itikadın, kabul ve iz'anın inkişafı mahiyetinde bir yaratma olacaktır. O insanın dünyadaki itikadı yokluk yörüngeli olduğundan dolayı, ötede de yokluk olarak inkişaf edecek ve o derin bir yokluk duyacaktır.
İşte, "iman bir mânevî tûbâ*i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise, mânevî bir zakkum*u Cehennem tohumunu saklıyor." sözünü sadece dünyada imanın insana verdiği huzûzât*ı nâmütenahiye (bitip tükenmez lezzet ve hazlar) ve küfrün insanın içinde hasıl ettiği ızdırap şeklinde anlamamak lazım. İmandaki Cennet çekirdeği de, küfürdeki zakkum tohumu da bir gün inkişaf edecektir. İman bir Cennet bahçesi gibi inkişaf ederken, o zakkum çekirdeği de bir gayya meydana getirecek ve sahibini yutacaktır.
Ahirete inanmayan ve ahiret nimetlerini, iyilik ve güzelliklerini istemeyen insan bir yokluk tohumu taşıyordur ve ötede bu tohum inkişaf edecek, sahibine de yokluk hicranı yaşatacaktır. Bundan dolayı, ahirete inanıp onun arkasına düşmeyen insan bu yanlış itikadının adem olarak inkişaf etmesiyle nasipsizlerden olacaktır.
Soru: İman eder etmez harbe giden ve çok geçmeden de şehit olan bir sahabiden bahsediliyor. İstidadın çok hızlı inkişaf etmesi mümkün mü?
Cevap: Cenâb*ı Hak, bazı kullarına fevkaladeden bu türlü ihsanlarda bulunabilir. Bir insan, iradesini kullanma imkanı bulduğu zaman dilimlerinde onun hakkını verirse kendine düşen vazifeyi yapmış olur ve o dilimlerin uzunluğuna*kısalığına da bakılmaz. Muhyî ve Mumît Allah, bazılarına çok uzun bir ömür takdir buyurur, bazılarını da daha onlar gençliğin baharında iken ötelere çağırır. Önemli olan ne kadar yaşarsa yaşasın, insanın kendisine verilen fırsatı değerlendirmesidir. Dolayısıyla, çok dar bir zaman aralığında bile o iradeyi hayra kullanma ve vazifenin hakkını verme hasıl olabilir; çok kısa zamanda kulun istidadı inkişaf edebilir.
Zaman dediğimiz şey itibarîdir; onun hakiki vucudu yoktur. O mekanla alakalı itibarî bir buuddan ibarettir. Cenâb*ı Hak murad buyurursa, insana bir bast*ı zaman nasip eder; ona imanını inkişaf ettirecek öyle bir dakika verir ki, o tek dakika başkalarının senelerine müsâvî olur.
İşte, o sahabi efendimiz de kendisine verilen tek atımlık oku tam hedefine isabet ettirmiş, fırsatı iyi değerlendirip iradesinin hakkını vermiş ve ruhunu Allah'a teslim ettiği o anda senelere müsâvî gelecek bir bast*ı zamana girmiştir. (Allahu A'lem)
Cennet ve Cehennem bugün de vardır. Fakat bugün nüve halindedir ve an be an inkişaf etmektedir. Bir telkih (aşılama) vetîresine benzer şekilde, insanın amelleri de bir embriyolojik süreç içindedir; yapılan her hayırlı iş Cennet meyvesini vermek üzere aşılanmaktadır. Bazen, milyonlarca spermden sadece birisi aşı tutsa doğum meydana geldiği gibi; insanın binlerce amelinden biri hedefine ulaşsa onun için de Cennet kapıları açılır. Bahsi geçen sahabide olduğu üzere bazen şehitlik gibi bir tane amelle aşılanma gerçekleşir ve Cennet meyvesi elde edilir.
Bazıları, kavî iman eder ama amel etme imkanı bulamaz. Cenâb*ı Hak, lütf*u ilahî olarak onları da amel etmişler arasında haşr u neşr edebilir. Fakat amel etme imkanını bulduğu halde, o fırsat ve imkanı değerlendirmemiş olanlar, amele terettüp eden inkişaftan mahrum bırakılırlar. Çünkü, "İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez. Sa'y u gayretinin semeresi ileride ortaya çıkacaktır. Emeğinin karşılığı kendisine tam tamına ödenecektir. Elbette son durak Rabbinin huzuru olacaktır. O'dur güldüren ve ağlatan; O'dur öldüren ve yaşatan." (Necm, 53/39*44) (Allahım, bütün işlerimizin neticesini hayırlı eyle ve bizi dünyada rezil, rüsvay olmaktan ve ahiret azabından koru.)
Cehennem'den herkes korkmalı. İnsan, ateşe itikadî ve amelî yırtıklardan dökülür ve yanar. Yoksa, itikadında kırıklık ve amelinde yırtıklık olmayan bir insanı Cehennem'e koysalar; vücudun, dışardan gelen yabancı bir cismi dışarı atması gibi Cehennem de ona "Çabuk çık git buradan, ateşimi söndürüyorsun." diyecektir. Bundan dolayı, bir hadis*i şerifte ifade buyurulmaktadır ki, bazı insanlar sırattan geçerken nurları Cehennem'e aksedince Cehennem, "Çabuk geçin ateşimi söndürüyorsunuz." diye feryad edecektir.
İmkanı olduğu halde, imanın aksiyon boyutundan mahrum kalan amelsiz birisi, Cehennemin yakıtı gibidir. Bir kul, ne yapıp edip iman ve amel zırhını giymeli ve bu suretle ateşten korunmalıdır. İşte, sizin vazifeniz, insanlara öyle bir zırhı giydirme vazifesi olduğundan dolayı dünyada bütün vazifelerin üstündedir. Mesela, deseler ki, büyük bir yangın çıktı, her tarafı alevler sardı ve ateş sizin evinize de düşmek üzere. Fakat, amyant ötesi bir şey icad edildi; bunu giyer, evinizin duvarlarını onunla döşerseniz, yangın değil bomba bile atılsa hiç etkilenmezsiniz; eviniz yanmaz, siz de ölmezsiniz. Eğer, aklınız ve şuurunuz yerinde ise, böyle bir durum ve bu türlü bir teklif karşısında elinizdeki bütün imkanları değerlendirir ve o maddeyi, ondan yapılmış elbiseyi satın alırsınız. İşte, Cehennem alevlerine karşı amyant ötesi madde iman ve ameldir. Sizin vazifeniz de insanlarda iman ve amel şuurunu uyarmaktır.