-
Şeytan
Şeytan
Allah Teâlâ, şeytanın şerrinden hepimizi muhafaza buyursun. Günde bin defa "Rabbi eûzü bike min hemezâti'ş şeyâtîn ve eûzü bike Rabbi en yahdurûn*Ya Rabbi, şeytanların vesveselerinden, onların başıma üşüşmelerinden Sana sığınırım!" (Mü'minun, 23/97-98) desek yine de az söylemiş oluruz. Çünkü şeytan çok hile ve oyun biliyor. Hiç kimse onun oynadığı satrançta onunla başa çıkamaz. Fakat, Allah'ın inayeti olursa şeytanın eli*kolu bağlanır. Zira, o sadece insanların gönlüne vesvese tohumları atar, şerre sebebiyet verir. Ama, işin hâlıkı, yaratıcısı o değildir. Hayrı da şerri de, nuru da karanlığı da yaratan Allah'tır.
Şeytana bir iş izafe etmek, onun hakkında "yaptı, etti" demek, bir şeyler becerdiğini söylemek ve ondan bahsedip üzerinde durmak tehlikeli olabilir. Bu durumda şeytan, *bir hadis*i şerifte işaret buyurulduğu gibi* şişer, kabarır. Esas olan, *Allah'a itimat ve güvenimizin ifadesi olarak* Allah'ın sonsuz havl ve kuvveti karşısında şeytanın tesirsizliğini; salih kullara hiçbir zarar veremeyeceğini düşünmek ve ona karşı sağlam durmaktır. Yani, bir bizim tavrımız açısından, bir de onun yaratılış hikmeti, misyonu açısından meseleye bakmak lazımdır.
Bir zamanlar Sızıntı dergisinde bir acûze*i şemtâ (elden ayaktan kesilmiş yaşlı kadın) resmi yayınlanmıştı. O resimdeki, bir insandan daha çok kurgu filmlerdeki gulyabânilere benziyordu. Resmin üzerinde şu ifadeler vardı: "O şimdiye kadar hiçbir zaman, asıl hüviyetiyle kimsenin karşısına çıkmadı. İnsanlık onu hep değişik maskelerle ve başka başka şekillerde gördü. Şimdi ise çeşitli doktrinleri kullanarak bütün beşeri içine alabilecek en korkunç oyununu oynamak istiyor. İnsanla başlayan Mefisto*Faust oyunu henüz bitmiş değildir."
Evet, Geothe de Faust'un sonunda: "Bu hikaye bitmemiş, Faust mu galip, Mefisto mu galip belli değil?" der. Faust toy bir delikanlıdır.. kendi ömrünü yaşayan bir varlık. Şeytan ise bütün insanlığın ömrünü yaşayan bir ucûbe. Siz o resmi ya da benzerlerini görmüşseniz, şeytan denince zihninizde o şekil canlanabilir. Fakat, şeytan zihninizdeki şekilden çok farklıdır.
O, farklı farklı fettânlar (gönül alıcılar, fitneciler) şeklinde insanların karşısına çıktığından dolayı bazen bohemliği kullanır, beşerin hayvanî hislerini gıdıklar. Bazen insanları yutan bir canavar gibi; bazen de onların beyinlerini okuyan, değişik elektrik şerareleri göndererek muvazenelerinde olumsuz tesirler icra etmeye çalışan, gelip beyin guddelerine oturarak vesvese veren, orada *psikiyatristlerin dediği gibi* değişik hormonlar üreten ve böylece hasımlarına korkulu rüyalar gösteren bir büyücü gibi olur.
Beşer hayatından metafiziğe ait mülâhazalar silinince herşeyi fizikle açıklama hastalığı zuhur etti. Dolayısıyla da günümüz insanı bir düalizme girdi. Dine, dinî esaslara inanan, bütün fizikî dünyaya metafiziğin hakim olduğunu kabul edenlerin zihinlerinde bile herşeyi fizikle açıklama hastalığı başgösterdi. Günümüzdeki korkunç pozitivist mülâhazanın, insanların kafalarındaki akide intizamını şöyle böyle bozan bir kısım tesirleri oldu.. oldu ve hemen herkesin kalbine metafiziğe dair şüpheler attı. Bugün neredeyse herkesin şüphesi vardır. O şüphe de ancak kendini ibadete vermekle çözülebilir. Çünkü din, tasdikun bi'l*kalb, ikrarun bi'l*lisan ve â'mâlün bi'l*erkân, yani; doğruluğunu kalb ile kabul etme, bu kabulü dil ile açıkça söyleme ve sonra da bu kabul ve itirafı davranışlarla bütünleştirmeden ibarettir.
İnsan çokça ibadet etmeli, ibadet onun tabiatının bir yanı haline gelmelidir. Kant, "Nazarî akılla Allah bilinemez." diyor; Yaratıcı'nın ancak amelî akılla bilinebileceğini söylüyor. Bergson da *kendine göre* vicdanı ve entüisyonu (sezgiyi) ön plâna çıkarıyor. Bir manada, herşeyin vicdanla, sezgiyle bilineceğini ifade ediyor. Evet, insan delillerle kafasına yerleştirmeye çalıştığı bir ulûhiyet telakkisiyle hiç bir zaman imana ilişen problemlerden kurtulamaz. İmanın, akıldan ziyade kalbe oturması lazımdır. O da, daha işin başında gönlü şeytana değil, Allah'a satmakla olacaktır. Gönlünü Allah'a satarak.. "Al bunu, bu Senin otağın, tahtını kur oraya." diyerek.. "Dil beyt*i Hüdâ'dır, ânı pak eyle sivâdan / Kasrına nüzûl eyleye Rahman gecelerde." diyen İbrahim Hakkı Hazretleri'ne kulak vererek alnı seccadeye koyup, "Kalbimi Senden başka her şeyden temizle, beni daire*i Ulûhiyetine iltisaka (kavuşmaya) muvaffak eyle" diyerek.. yirmi sene, otuz*kırk sene bu şekilde yalvararak.. insan ancak böyle bir cehd neticesinde hakka'l*yakîne ulaşır ki, o yaşana yaşana duyulup erilecek bir hedeftir ve o hedefe ulaşanların karşısına bin tane şeytan bin çeşit hile ve oyunla çıksa da *Allah'ın izniyle* onlara bir zarar veremez.
Pozitivizm, nazarî bilginin fendini bozabilir; fakat amelî bilgiye ilişemez. Onun için avam halk, bir şeyler bilenlere göre daha avantajlıdır; onlar sâfiyâne inanırlar. Ekseriyetle, okuyan, kitap karıştıranların kafalarında bin türlü delik açılmıştır. Eğer onlar, aklî meselelerle meşgul oldukları gibi gönüllerini de ihmal etmez ve kalblerini işletirlerse o deliklerden dökülmezler. Yoksa fennin, felsefenin açtığı yırtıklardan düşüverirler.
İşte bu sebeple, çok eski yıllardan bu yana içimde besleyip büyüttüğüm ve şahit olduğum hadiselerle doğruluğuna iyice inandığım bir mülâhazam vardır: Eğer felsefe okutulacaksa, onun yanında mutlaka tasavvuf da okutulmalıdır. Ve o tasavvuf dersini, o alanda iyi yetişmiş, meseleleri bildiği gibi aynı zamanda mâlumatıyla amel eden, anlattıklarını yaşayan bir hoca vermelidir. En az akıl kadar kalbin de işletilmesi, ileriye götürülmesi ve neticede kalb ve kafa izdivacının sağlanması şarttır. Yoksa, insanların imanı, zayıf bir lehimle tutturulmuş olur. O da, nâmüsait şartlar altında birden bire eriyiverir, kırılır gider.
"Neden bu iş bu kadar ince?" diye akla gelebilir. Çünkü "sırr*ı teklif"in olduğu bir imtihan dünyasındayız. Sa'y ve gayret olmadan bu imtihan verilemez. Küfür ile iman arasında ince bir perde vardır. Sıkı durulmazsa, yanlış bir fikrî hareketle perdenin öbür tarafına düşme talihsizliği her zaman muhtemeldir.
Öyleyse kulluk vazifesine sıkı sıkı yapışmak ve Allah'a sığınmak lâzımdır. Gönlümüzde zaman zaman hasıl olan vesveselere karşı sürekli tetikte olmak, bazı meseleler karşısında kendi idrak ve anlayış yetersizliğimizi kabullenmek ve bazen de şöyle düşünmek gereklidir: "Allah karşısında el bağlayıp Kâbe'ye doğru durdum. Ben bir halkaya dahilim. Benim önümde halka şeklinde bir saf daha var.. onun önünde bir başka halka.. onun önünde de binlerce halka.. Kâbe'de namaz kılıyor gibi milyonlarca insan Kâbe'ye teveccüh etmiş namaz kılıyor. Bunların içinde ne dâhiler, ne dimağ ve gönül insanları vardır. Allah'a tereddütsüz teveccüh ediyorlar. A be ahmak, sadece sen misin akıldan, delilden, ilim ve fenden anlayan."
Soru: İnsanın rızık peşinde koşması ve dinine hizmet etmesi arasındaki denge nasıl olmalı?
Cevap: Mü'min denge insanıdır. İnanan bir gönül, her mevzûda olduğu gibi bu mevzûda da ifrat ve tefrite düşmekten kendini korumasını bilmelidir. Dünyaya dünyada kalacağı müddet kadar, âhirete de yine orada kalacağı müddet kadar ehemmiyet verme dengeyi bulmanın nirengi noktasıdır. Bu sebeple, bizim dünya ile alâkamız, her yerde izzet*i İslâmiye'yi göstermek, temsil etmeye çalıştığımız elmas misali hakikatleri başkalarına da anlatmak, o aydınlık yolu onlara tanıtmak düşüncesine matuftur. Asıl gayemiz bu olunca, gözümüzün bir kenarıyla bazen dünyaya bir "nigâh*ı âşina" kılmamız da yine bu mefkûreye hizmet edecektir.
Evet biz, "Allah'ın sana verdikleri ile ahiret yurdunun peşinde ol, dünyadan da nasibini unutma! Allah'ın sana ihsanda bulunduğu gibi sen de ihsanda bulun; yeryüzünde fesad peşinde olma. Şüphesiz ki Allah bozguncuları sevmez." (Kasas, 28/77) beyanıyla tam mutabakat içerisinde olmak zorundayız. Zira o âyet*i kerimede Kur'an, "Ahiret yurdunu ara" derken "ibtiğâ" fiilini kullanıyor ki, bu "Bütün benliğinle ahirete yönel ve ahirete ahiret kadar değer ver." demektir. Bundan da anlaşıldığı üzere, ahiret için bütün imkânlar seferber edilmeli, dünya için de "nasibi unutmama" esasına bağlı kalınmalıdır.
Bu dünyada, Cenab*ı Hakk'ı tanıma ve başkalarına tanıtma, i'la*yı kelimetullah vazifesini yerine getirme dışındaki herşey ikinci*üçüncü dereceden, tâlî işlerdir. Meslek, maaş, eğitim, evlilik, yurt*yuva... birinci hedef değil, asıl gayeye yardımcı unsurlardır. Mümin hayatını bu esasa göre programlamalıdır. Ve demelidir ki, "Benim hayatımın gayesi dinimi neşretmektir. Ama yaşayabilmem için, *varsa* çoluk çocuğumun geçinebilmesi için, şu fânî dünyanın da bir tarafından tutarım. Cenâb*ı Hakk'ın bana ihsan ettiği şeylerle iktifa ederim. Az verirse aza kanaat ederim; çok verirse hem şükür hisleriyle dopdolu olarak dinime hizmette koşturur, hem o yolda infak ederim; hem de kendi ihtiyaçlarımı karşılar, çoluk çocuğuma bakarım. Dünya adına hırslı davranmam. Hırsımı, sonuna kadar Allah rızasını kazanmaya ve Allah'ın rızasını da i'la*yı kelimetullah vesilesiyle tahsil etmeye sarfederim. Harîsim ölesiye.. Beni öldürecek kadar bir hırsım var. Ama ben Allah'ın rızasını kazanma hususunda hırslıyım." Evet, mümin böyle demeli ve hayatını bu istikamette programlamalı; ahiretle alakalı işleri ilk sıraya koymalı, dinlenmek için az kenara çekildiğinde bulduğu boşlukları da dünyevî işlerle doldurmalıdır.
Zaten kabiliyet itibarıyla i'la*yı kelimetullah yapmaya müsait yaratılmış bir insan, Cenâb*ı Hakk'ın kendisini donattığı o güzel istidatları dünyaya ait bir kısım hasis şeyleri kazanmak için sarfederse; Allah onu maksadının aksiyle tokatlar. Böyle birisi, bütün ömür boyu koşar da bir çuvaldız boyu yol alamaz. Zira, Yüce Yaratıcı bu fevkalade kabiliyetleri dünyaya ait bu hasis şeyleri tahsil etmesi için vermemiştir ona. Bugün, din tahsili yapmış bazı insanların yüzüstü sürüm sürüm olan durumu buna çok önemli bir örnek teşkil eder. Maalesef onlar, dini anlatma dışında başka şeyler düşünmüşler, dünyanın değersiz işleri ardına düşmüşlerdir. Oysa bu dünya düşünmeye değmemektedir.
Şu kısacık ömür öyle de geçer böyle de. İnsan daha rahat bir iş bulamazsa, gider bir yerde taş kırar. O olmazsa eline bir kürek alır, işsizlerin beklediği yerde bekler, fırsatını bulup birinin bahçesinde çalışır, öbürünün toprağını atar ve böylece iâşesini temin eder. Helal kazanma niyet ve gayretinde olduktan sonra icrâ edilen mesleğin türü ya da yapılan iş çok önemli değildir. Bir müslüman için mutlaka üst seviyeden, aristokrat bir hayat yaşama şartı da yoktur. Ama Cenâb*ı Hak fevkalâdeden geniş imkanlar lütuf ve ihsanda bulunursa, şükür duygusu ve tevazu korunarak o imkanlardan istifade edilebilir.
Bazen dünya kapılarının açılması, bol bol nimetler verilmesi insanın aleyhine de olabilir. Kimi zaman bolluk ve refah küstahlaştırır insanı.. geçim kolaylığı şımartır.. lüks felç eder.. şatafatlı ve süslü bir yaşam tarzı öldürür. Oysa ki, Hakk'a hizmet yolunda canlı insana ihtiyaç vardır. Canlı insan, birkaç kuru ekmek parçasıyla doymasını, bir kayanın üzerine başını koyup yatmasını bilen ve "Çok şükür Allah'a doyduk, yatacak bir yer de bulduk." diyen insandır.
Böyle bir insan, kendi aleyhine cereyan eden hadiselere ve maruz kaldığı sıkıntılara takılmadan yoluna devam eder; ümitsizlik ve atalete düşmeden, yolda kalmayı ve geri dönmeyi aklının ucuna getirmeden. Geçmesi gerekli kapıları zorlar, "açılmaz"ı hiç kabul etmeden. Bir vesileyle arzetmiştim; karınca çeliğin içinde bal olduğunu bilse, gelir onun etrafında altı ay dolaşır. Bir taraftan delik arar, bir yerden tükürük atar, çeliği bile paslandırıp delmeye uğraşır. En olmadık yerlerin kapağını açar bakarsanız, orada da karınca bulabilirsiniz. O, hedefe kilitlenmiştir; ne yapar eder hedefine açılan bir kapı bulur.. İmanlı bir gönlün sahibi de kulluk vazifesine kilitlenir ve yapması gerekenleri her hâlükarda yerine getirir..
Bu mevzuda üç husus çok önemlidir. Bir: İm'ân*ı nazar; yani, bakışı bir noktaya çevirme ve orada fikren yoğunlaşma. İki: im'ân*ı nazarın ötesinde iltisâk*ı kalb; yani, o meseleyle perçinlenmiş gibi bir kalbî bağlılık.. onu düşünmeden edememe, kalbe yapılan her müracaatta o meseleyi görme. Üçüncüsü de: En ağır şartlar altında dahi engellerden sıyrılıp mutlaka yola devam etme azim ve gayreti.. kurtulma gayreti değil, yola devam etme azmi.
Bu üç hususa riayet edilince, insan belki birkaç kez tökezler, yüz üstü kapaklanır ama tekrar doğrulup yeniden nihaî menzile yürür. Önündeki bir kapı kapansa, o başka on kapının sürgüsünü zorlar, kilidini açmaya uğraşır. Bir de Hazreti Müfettihu'l*ebvab'a teveccüh etti mi, kapanan bir taneye mukabil on kapının kendisine açıldığını görür. Evet, salih bir kula düşen "Ya Müfettiha'l*ebvab! İftah lenâ hayra'l*bâb, inneke Kerîmun, Cevvâdun Vehhâb * Ey bütün kilitli kapıların anahtarına sahip, kapıları açan Allahım, bize de en hayırlı kapıyı aç! Şüphesiz Sen lütfu ve ihsanı bol, cömertlerden cömert, nimet ve bağışları engin Rabbimizsin!" deyip O'na iltica etmek ve sonra da kendi üzerine düşen vazifeyi yapmaktır.
İşte bu ölçüler içerisinde, yeryüzü mirasçıları dünyayı ahiretleri adına değerlendirmeli; gerektiğinde dünyalık herşeyden vazgeçip kopabilmelidir.. dünyayı ve nimetlerini bir ayakkabı gibi çıkarıp atmaya, "Bana Seni gerek Seni" deyip yürümeye rûhen hazır bulunmalıdır.
Cenâb*ı Hak, Hazreti Musa'ya "Fahla' na'leyk, inneke bi'l*vâdi'l*mukaddesi Tuvâ *Hemen pabuçlarını çıkar! Çünkü sen kutsal vadi Tuvâ'dasın!" (Tâhâ, 20/12) buyurmuştur. Bu ayeti *tefsircilerin genel olarak anladığı mana mahfuz* "O'nun rızası dışındaki her şeyi Hazreti Musa'nın pabuçları gibi gönülden çıkarıp atmak" gerektiği şeklinde anlayarak kendi adımıza da pay çıkarabiliriz.
Evet, mümin her yerde O'nun huzurunu duymalı; her zaman "Bana dünya ve içindekiler lazım değil." diyebilmeli ve her şeyini O'nun için feda etmeye âmade bulunduğunu günde bir kaç defa ikrâr etmelidir. Sabah kalkınca "Kapı kulunum, boynu tasmalı, ayağı prangalı kölenim. Kasem ediyorum Sen'den ayrılmayacağım. Kovsan bile ayrılmayacağım Senden" demeli.. verdiği o vaadde sarsıntı yaşamış olabileceği düşüncesiyle, öğle vakti yeniden ahd ü peymanını yenilemeli.. ikindide bir kere daha.. akşam bir kere daha Allah Teâlâ'ya verdiği sözü tekrar etmeli.. yatağına girerken "ne olur ne olmaz" deyip bir kere daha duaya durmalı; "Allahümme innî eslemtü nefsî ileyk, ve veccehtü vechî ileyk, ve fevvadtü emrî ileyk, ve elce'tü zahrî ileyk, rağbeten ve rahbeten ileyk. Lâ melcee ve lâ mencâ minke illâ ileyk. Allâhümme, âmentü bi kitâbike'llezî enzelt, ve nebiyyike'llezi erselt. Allahümme, kınî azâbeke yevme teb'asü ibadek *Allahım, (rahmetini) umarak, (azabından) korkarak kendimi Sana teslim ettim, yüzümü Sana çevirdim, işimi Sana ısmarladım, sırtımı Sana dayadım. Senden başka sığınak, Senden başka dayanak yoktur. Allahım, indirdiğin kitabına, gönderdiğin Peygamberine iman ettim. Allahım, kullarını dirilteceğin gün beni azabından koru." yakarışıyla, hem Allah'a kul olduğunu ikrar edip O'na sığınmalı, hem de Hâtemu'l*Enbiyâ'ya karşı vefa ve sadakatını ortaya koymalı.
Bir kul, bu şekilde hayatını programlar, dünyaya burada yaşayacağı ömür kadar, uhrevî işlere de ahirette kalacağı müddet kadar kıymet verir ve günde bir kaç defa kulluk ahd ü peymânını yenilerse dünya*ukba dengesini kurmuş olacaktır. Ayrıca böyle bir kul, her hadisenin çehresinde İbrahim Hakkı Hazretleri'ne ait şu sözlerin doğruluğunu müşâhede edecektir:
Nâçâr kalacak yerde,
Nâgah açar ol perde,
Derman olur her derde,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.
Kur’an-ı Kerim’in sırrı
Soru: Kur'an okurken, çoğu zaman doğrudan bize hitap ediliyormuş gibi hissediyoruz. Öyle ayetlerle karşılaşıyor ve günlük hayatın iyi ya da kötü hadiselerine değişik yönleriyle öyle temas edildiğini görüyoruz ki, Kur'an'ın bizi takip ettiği duygusuna kapılıyoruz. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Herkes, Kur'an*ı Kerim'in kendisini takip ettiğini müşahede edebilir mi?
Cevap: Kur'an-ı Kerim ezelden gelip ebede gittiğinden dolayı, onun insanlara bakan menfezleri tevâfuklara her zaman açıktır. Fakat, her şeyden önce o Allah'ın kelamıdır. Cenâb*ı Hak, bir dönemde konuşmuş ve artık konuşmuyor değildir. O, zamanüstü konuştuğundan dolayı, O'nun kelamı da zamanı aşkındır ve Kur'an, kelam*ı nefsînin bizlerde kelam*ı lafzî şeklindeki nebeânından, feyezânından ibarettir. Biz, şartlarını yerine getirirsek, o feyezânı ve nebeânı her zaman ter ü taze duyabiliriz. İnsanların yazdığı yeni kitaplar çok geçmeden eskir, bazıları da ölür gider; falan tarihte falanın te'lif ettiği bir kitap olur; yani, mazi olur o. Kur'an-ı Kerim için ise, mazilik de yoktur, müstakbellik de. O, zamanüstüdür.
Risalelerde de anlatıldığı üzere, geçen seneki ve *mesela* dünkü Kadir Gecesi, çok yakın oldukları halde onlara ulaşamayız. Bir sene bekleyip, senenin günlerini dolaşırsak tekrar Kadir Gecesi'ni yakalarız. Fakat, zamanüstü olan bir insan, dünü, öbür günü, geçen seneki veya birkaç sene önceki Kadir gecelerini, gelecek bütün Kadir geceleriyle beraber görebilir. Onları aynı anda idrak edebilir. Çünkü o, meselelere ruhun ufkuyla bakar. Ruh ise, mekanla kayıtlanamaz, zamanla sınırlanamaz.
Bu durum, bir bakımdan herkes için mukadder değildir. Bazı tabiatlar, bir hikmete binâen Allah tarafından bu tür mazhariyetlere kapalı tutulmuştur. Bu kapalılıkları da, onlar için maslahattır, tehlikelerden korunmadır. Fakat mahiyet*i insaniye, potansiyel olarak bu ölçüde bir inkişafa müsait yaratılmıştır; yani insan *mahiyeti itibarıyla* zamanüstü, mekanüstü olabilir, dünü yarınla beraber görebilir. Doğrudan doğruya huzur*u risalet penâhiye ulaşabilir ve Efendimiz'i (sallallahu aleyhi ve sellem) dinleyebilir. Hazreti Cibril'i Kur'an okurken duyuyor gibi olabilir; Zat*ı ulûhiyetin bîkem u keyf kendisine konuştuğunu duyabilir.
Buna binâen, ehlullahtan bazıları, Efendimiz'den ve sahabeden hadis aldıklarını söylüyorlar. Hatta "ben tabiînim" diyen insanların sayısı az değildir; çünkü, bahsettiğimiz bir keyfiyette sahabeyi görmüşlerdir. "Doğrudan doğruya Efendimiz'den emir aldım" diyen insanların sayısı da az değildir. Fakat, bu şekilde zamanüstü yaşamak herkes için *mukadder değildir demesem de* ulaşılması çok zor bir zirvedir.
Bazı tabiatlar, istidradî arzettiğim gibi, gurur ve çalıma açık oluyorlar. Öyleyse, onlar için maslahat, ihsân*ı ilahîyi ihsas etmemektir. Bundan dolayı, Cenâb*ı Allah da, bazılarına nimetlerini hissettirmez, fevkalade şeyleri onlara hiç duyurmaz ve hiç yaşatmaz. Bu kapalılık kulun hayrı ve iyiliği içindir. Çünkü, o tür mazhariyetlere erenlerin, onları gizli tutması, onlara bel bağlamaması, gurur ve kibire girmemesi, yakınlığına rağmen kendini uzak bilip daha yakınlara ulaşma yolları araması ve en yakın olduğu zaman bile sürekli bir kapının arkasından sesleniyor gibi davranması gerekir.
Benim düşünce ve isteğim de hep bu çizgide oldu. Yani, çok yakın olayım; fakat kendimi pek uzak bileyim. Matmah*ı nazar olayım, ama öyle olsam bile kendimi kapıda bir kıtmîr olarak dahi görmeyeyim. Rahman u Rahîm, beni öyle bir noktada tutsun ki, ben kendime hakikaten arpa kadar değer vermeyeyim. Şahsiyetimi ulûhiyet hakikati içinde eriteyim, yokedeyim.. fenâfillaha ve bekâbillah*meallaha ulaşayım.. ki, gerçek kıymet de oradadır; ne keşif, ne keramet, ne de harikulâde haller.. gerçek kıymet "sadece Rabbim, sadece Rabbim" mülahazasındadır.
Selefi salihînin kerametlere "erkeklerin hayız kanı" nazarıyla baktıklarını birkaç kez ifade etmiştim. Bu mülahaza, fevkalade hallere mazhariyetten daha önemli bir mülahazadır. Bu mülahazanın birinci basamağı, Cenâb*ı Hakk'ın ihsanını ihsas etmemesi, duyurmaması vardır ki, bu doğrudan doğruya merhamet*i ilahiyenin bir tecellîsidir. Kulun bu mevzuda kararlı olması ve bir tek O'nun rıza ve hoşnutluğunu talep etmesi de ikinci basamaktır. Öyle bir kulun nabız atışları hep "Sen, Sen" şeklindedir. O, oturur kalkar Yunusvârî, "Cennet cennet dedikleri / Bir kaç köşkle bir kaç huri / İsteyene ver Sen anı / Bana seni gerek seni" der ve devam eder; "Bana şu anda kutbiyeti, gavsiyeti de versen, 'Şah*ı Geylânî oldun' da desen ve ben de onun gereklerini veya ona bağlı bütün eltâf*ı sübhâniyeyi duysam, hissetsem ve yaşasam, görülecekleri görsem, Hz. Cibril'in Sana kurbiyeti içinde azamet*i heykeline şahit olsam.. ben, bunların hiçbirisini istemiyorum. Kendi küçüklüğümü kabul edecek bir duygu istiyorum Senden. Kendi küçüklüğümden Sen'in büyüklüğüne bakmak istiyorum." İşte, böyle bir duygu ve kararlılık harikulâde şeylere mazhar olmaktan çok daha büyük bir mazhariyettir.
Meseleye girerken, bir aracümlecik olarak, Kur'an'ın bizi takibini kendimize vermememiz gerektiği hususunun hatırlattığı bir*iki noktayı söylemiş oldum. Tekrar asıl mevzuya döneyim: Kur'an bizi takip eder; çünkü O, Allah'ın kelamıdır. O'na, bir kere inmiş, bitmiş nazarıyla bakılamaz. Bir de ihsan*ı ilahî olarak tevâfuklar vukû' bulur. Biz bir şey konuşuruz, daha sonra Mushaf'ı açtığımızda o konuyla alakalı bir ayet çıkar. O gün belli bir mevzuda konuşmuşuzdur, bakarsınız o günkü okuduğumuz hizbimizde o mevzu vardır. Namazda sureleri sırasıyla okuyoruzdur, o gün de bazı meseleleri müzakere etmişizdir, bakarsınız sıra müzakere ettiğimiz meseleleri ihtiva eden sureye gelmiştir. Belli ki bunlar bizim üzerimizde, planlarımızın ötesinde cereyan eden hadiselerdir. Evet, bunlar bizim iktidarımızla olabilecek şeyler değildir. Her şey, bizi bilen, o Kitab'ı bilen ve hadiseleri de bilen bir Zat tarafından planlanıyor, programlanıyor ve biz o kaderî senaryonun oyuncuları gibi rolümüzü oynuyoruzdur. O bize bir şey üflüyor ve biz de hiç farkına varmadan onu söylüyor, onu mırıldanıyoruzdur.
Gördüğünüz gibi burada irademiz yok değil, bizim için de bir irade söz konusudur; cebre düşmeyelim. Fakat, meydana gelen hadise bütün bütün beşer iradesiyle hasıl olacak gibi de görünmüyor. Beşer kendi iradesiyle, istediği mevzuyu Kitab'ın içerisinden onu açar açmaz nasıl bulabilir? Demek ki, Kur'an'ın böyle bir takibi vardır. En azından meseleye bu zaviyeden bakabiliriz. O'nun ezeliyeti, zaman ve mekan üstü olması; evveli ve âhiri bulunmaması demektir; yoksa, geçmiş zamanın son noktası demek değildir. Bir şeyin ezeliyeti sabit olunca, ebediyeti de sabittir. O ikisini birbirinden ayıramazsınız. Öyleyse ezelî ve ebedî olan bir Kitap bizi her zaman takip edebilir.