O'nun kapısını ne kadar çaldık?..
O'nun kapısını ne kadar çaldık?..
Yağmur damlaları, rahmet ufkundan dökülen merhamet katreleri olarak iniyorlar ufkumuza. Üzerlerinde muhabbet ve şefkat mührü var. Bundan dolayı, yağmur damlalarının yere iniş anını ganimet bilip, duaların kabul olacağı rivayet edilen o esnada gönülden yakarışa geçmek lazım. Bizim için en önemli dua, hatta kendi kurtuluşumuzu istemekten de önemli olan dua, "Allahım! Yüce adını dünyanın dört bir tarafında duyur! Gönüllerimizi ve dünyadaki bütün kullarının kalblerini imana, İslâm'a, Kur'an'a ve ihsana aç! Bu yolda bizleri de istihdam eyle." niyazıdır. Bu sebeple biz, semadan süzülen her damlayla beraber yeryüzünü teşrif eden meleklerin kanadına bu duayı takıyoruz.
Bugün alem*i İslam'ın mazlumiyet ve mağduriyetini, yüreğimde hicran, gözlerimde kan, seyrediyorum. Müslümanlıklarından dolayı kötü muamelelere maruz kalanlar ya da toprak meseleleri ve istiklal mücadelesi gibi değişik sebeplerden dolayı zor günler yaşayanlar konferanslar tertip ediyor, seslerini duyurmaya çalışıyor, uluslarası arenada destek bulmaya uğraşıyor ve başka toplumlardan yardım istiyorlar.
Fakat, maalesef, Haremeyn*i Şerîfeyn gibi bazı yerlerde, Südeysî gibi bazı insanların hutbede ve namazın kunutunda yaptıkları dualar hariç, o mağdur, mazlum ve mahkumların onca değişik esbâba tevessüllerinin yanında gönülden, yüreklerini çatlatırcasına "Allah" dediklerine şahit olmadım. Bu sözümü bir kınama kabul etmeyin, ne olur. Ben de müslümanım elhamdulüllah; acı çeken insanların ızdırabını en az herkes kadar ben de vicdanımda duyuyorum. Ama bir nefis muhasebesi kabîlinden, müminlerin bir eksiğini ifade etmeye çalışıyorum. Su*i zan da etmiyorum. Mutlaka dua edenler, gözyaşı dökenler vardır; fakat, onların sayısı ne kadardır acaba? Eğer, masum çocuklar bile katledilirken biz sıcak çayımızı rahatlıkla yudumluyorsak, gönlümüzün bir tuğlası düşmüş değil midir?
Başörtüsü meselesinde de böyle değil mi? Siyasilere yaptığınız müracaat kadar, işin sahibine ağlayıp sızlandık mı hiç? Siyasi mücadele işin bir yanı. Bu bazen iradelerimizi aşan zorluklar içerir. Ama geceler boyunca başlarımızı yere koyarak, "Allahım, hangi günahımızdan dolayı bizi böyle te'dip ediyorsun? 'İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helak mı edeceksin Allahım!' (A'raf 7/155) deyip içimizi döktük mü yeterince.
Değişik siyasi platformlarda meselenin çözüleceği, falanın filanın tavassutu ile problemin aşılacağı zannediliyor. Ehl*i dünyanın kriterleriyle meselelere bakılıyor; hatta onlar taklid edilerek "ağlayıp, sızlayacaksın da ne olacak?" deniliyor. Oysa, müminin en önemli güç kaynağı ve sığınağı "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh" inancı ve ikrarıdır. Bu inanç ve ikrar, "Cennet hazinelerinden bir mücevher" ve Azîz u Kahhâr'ın kuvvetini, kudretini itirafın ifadesidir. Öyle bir kapıya dayanmayınca müminlerin başa çıkabileceği hiçbir problem yoktur. Alvar İmamı'nın sözlerini çok tekrar etmişimdir; O şöyle der:
Sular gibi çağlasan
Eyyub gibi ağlasan
Ciğergâhı dağlasan
Ahvalini sormaz mı?
Rica ederim, biz O'nun kapısında sular gibi çağladık, Eyyub Nebi gibi ağladık da kapı açılmadı mı, yüzümüze bakılmadı mı? Gönlümüzden bir yanık kokusu yayıldı da "bu da nedir?" diye sorulmadı mı?" Ben İslam dünyasında O'na ilticayı görmüyorum; ama, belki de ben göremiyorumdur; belki dertliler, yüreği çatlarcasına O'na el açanlar vardır da ben göremiyorum..
Ne var ki, dualar külliyet kesbedince kabule karîn olur. Münferit bazı kimselerin ağlayıp sızlaması umumun dertleri için yeterli değildir. Duanın külliyet kesbetmesi için icabında bazı dua ve virdler bölüştürülerek uzun süre okunur. Ahd*i Atik, Hz. Davud'un yirmi beş sene fasılasız dua edip ağladığını anlatır. Ustûre kitaplarında, O'nun gözyaşlarının aktığı yerlerde otlar yeşerdi denir. Bu, mübalağa adına söylenmiş bir sözdür; ama, Hz. Davud'un bir isnad karşısında çok ağladığını gösterme açısından önemli bir örnek teşkil eder.
İşte, eğer, alem*i İslam'a ait dertler bizim de dertlerimizse, gözyaşlarımızla çimler bitmeli. "Allah'a sığınma" mülahazası gönüllerimizde güç kazanmalı. Her şeyden önce, mümin gönüllerin inanç problemi aşılmalı. Hepimiz yürekten inanmalıyız Rabbimize.. inanmalı ve bir kere daha O'na yönelmeliyiz.
Cenâb*ı Allah, "Ey îman edenler! Siz kendinize bakın, siz doğru yolda iseniz, herhangi bir sapkın kimse size zarar veremez..." (Mâide, 5/105) buyurmaktadır. Siz seçiminizi hidayet istikametinde kullanmış iseniz; hidayet, tabiatınızın bir derinliği haline gelmişse ve Allah'a hakkıyla kul olmaya çalışıyor; başkalarını da aynı kulluğa çağırıyorsanız, hiç kimse zarar veremez size. İşte o zaman inayet, riayet ve himaye altındasınız demektir. Çünkü, "Hasbunallâhu ve ni'mel vekîl*Allah bize yeter; O ne güzel vekildir." şuuru konuşunca bütün vekillerin dili bağlanır.
Eğer, biz emanette emin insanlar isek, Allah (celle celâlühu) O'nun adına yaptığımız şeyleri niçin yıksın ki!.. Problemlerin kaynağını önce kendi nefsinde aramak inanan bir insanın şiarıdır. Öyleyse, biz her şeyden önce, o emanete adanmış birer ruh, emre amâde ve elleri daima göğsünde birer gönül eri olabildik mi, ona bakmalıyız!..
Nefs-i emmâre ve mefkûre
Günah ve hatalarından dolayı dost ve arkadaşlarımızı feda etmeyelim. Kusurlarından dolayı onları kaldırıp bir kenara atmayalım. En yakınımızda o kadar çok yılan, çıyan ve akrep var ki.. atacak ve uzaklaştıracaksak o yılanları, çıyanları ve akrepleri atalım, uzaklaştıralım. Evet, en sinsi ve zararlı düşmanlar en yakınımızda, bizim kendi nefislerimizde yuvalanmıştır.
İnsan için, onun kendi nefsinden daha keskin ve daha yavuz bir düşman yoktur. Öyleyse, insan o pis nefsinin hatırı için kardeşlerine karşı tavır almamalı.. olabiliyorsa kendi nefsine düşman olmalıdır. Zira, düşmanlığın elinin öpülebileceği bir yer varsa o da insanın kendi nefsine karşı düşmanlığıdır.
"Benim görüşlerim isabetli, başkaları yanılıyor; anlayamıyorlar beni." türünden ifadeler kesinlikle şeytanın mırıltılarıdır. Buna benzer benlik yörüngeli düşünce ve sözlerin melekle alakası kat'iyen yoktur. Dahası, anlaşılamamayı bahane edip iftirak çıkarmanın ve bunu müminler arasında küskünlük bahanesi yapmanın dinimizle de, gönlümüzle de alakası yoktur. Bizim gönlümüzle alakası olan şey, ne yapıp edip herkesle anlaşma yolları bulmak, ortak paydalarda buluşmak ve bir insanlık örneği sergileyerek kobralarla bile kavgasız yaşamaktır.
Öyle inanıyorum ki, belli bir davaya gönül vermiş seviye insanları akıllarından geçen şeylerden dahi muâheze olur ve *seviyelerine göre* cezalandırılırlar. Her menfi hadisede kendi nefislerini suçlamıyor; haklı olsalar da, ihtilaf mevzuu yapmamak için meselelere daha mülayim yaklaşmıyor ve anlaşılsa da anlaşılmasa da, sözlerine değer verilse de verilmese de, her şeye rağmen gönül birliği yaptığı arkadaşlarıyla omuz omuza, Rıza*yı ilahî ipini göğüslemek için yürüme azim ve gayretinde bulunmuyorlarsa, istek ve maksatlarının aksiyle karşılaşır, şefkat tokatı yerler.
"Şefkat tokatları"nın anlatıldığı lem'a, ilk çocukluk döneminde okuduğum bölümlerdendi. Fakat, ben şimdi daha iyi anlıyorum o meseleyi. Üstad Hazretleri, "hizmet*i Kur'aniye'nin kerametleri dediği" bu tokatlardan misaller veriyor ve engin tevazuuyla, ilk misalleri de kendi hayatından anlatıyor.
"Meselâ, bu biçare Said, Van'da ders*i hakaik*i Kur'aniye ile meşgul olduğum miktarca, Şeyh Said hâdisâtı zamanında vesveseli hükûmet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi. Vakta ki, neme lâzım dedim, kendi nefsimi düşündüm, âhiretimi kurtarmak için Erek Dağı'nda harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebepsiz beni aldılar, nefyettiler; Burdur'a getirildim." diyor. Dikkat ederseniz, tokatın sebebi bir günah, çirkin bir fiil değildir; Üstad, ahiretini düşünme ve evrâd u ezkârıyla meşgul olma gibi çok samimi ve masumca bir arzudan dolayı te'dip edildiğini anlatıyor.
Şefkat tokadı olarak verilen misallerden birisi de şudur: "Hizmet*i Kur'aniyenin pek mühim bir âzâsı olan Hulûsi Bey, Eğirdir'den memlekete gittiği vakit, saadet*i dünyeviyeyi tam zevk ettirecek ve temin edecek esbab bulunduğundan, bir derece, sırf uhrevî olan hizmet*i Kur'aniyede fütura yüz göstermeye dair esbab hazırlandı. Çünkü, hem çoktan görmediği peder ve validesine kavuştu, hem vatanını gördü, hem şerefli, rütbeli bir surette gittiği için dünya ona güldü, güzel göründü. Halbuki, hizmet*i Kur'aniyede bulunana, ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli; tâ, ihlâsla, ciddiyetle hizmet*i Kur'aniyede bulunsun.
İşte, Hulûsi'nin kalbi çendan lâyetezelzel idi. Fakat bu vaziyet onu fütura sevk ettiğinden, şefkatli tokat yedi. Tam bir iki sene bazı münafıklar ona musallat oldular. Dünyanın lezzetini de kaçırdılar. Hem dünyayı ondan, hem onu dünyadan küstürdüler. O vakit vazife*i mâneviyesindeki ciddiyete tam mânâsıyla sarıldı."
İşte, Üstad Hazretleri, hem kendi başından geçen ve hem de talebelerinin yaşadığı şefkat tecellilerini anlatıyor. Ve "ne zaman şahsî füyuzât hislerimi düşündüm; yani, Allah'la münasebetimi, manen yükselmemi düşündüm, tokat yedim." diyor. Evet, "emr*i bil ma'ruf nehy*i ani'l*münker" vazifesinin farzlar üstü bir farz haline geldiği bir zamanda; "Neme lazım, çekileyim bir mağaraya, kendi ibadetimi yapayım.." diye düşünmenin tokatlanmaya sebep olacağını ihtar ediyor.
Demek ki, bizim nefislerimizin arzu ve istekleri değil, hatta şahsî füyûzat hislerimiz de değil, O'nun adının yüceltilmesi en büyük mesele. Bazı zamanlar olacak ki, Rabbimize karşı şahsi ubudiyetimiz bir adım geriye çekilecek, el bağlayacak ve şöyle diyecek, "Ben şimdi tâbîyim, ey Rabbimi başkalarına sevdirme vazifesi, sen metbûsun; îlâ*yı kelimetullah, sen metbûsun; hakkın yüceltilmesi, sen metbûsun."
Cennet'e sekiz kapıdan birden girmek, *bildiğimiz kadarıyla* sadece Hz. Ebu Bekir (r.a.)'e nasip olacaktır. Efendimiz, bir tek insana işaret etmiş: "Ebu Bekir, Sen sekiz kapının hepsinden birden gireceksin." demiştir. Bu giriş, Miraç'ta Efendimiz'in, bir anda her yerde bulunması gibi nuraniyet sırrıyla olacaktır. Peygamberlerden başka hiç kimseye verilmemiş bir pâyedir bu. Belki de, peygamberlere bile verilmeyecektir bu ihsan. Mutlak fazilette Peygamberler daha üstün olsalar da, sadece bu hususta Hazreti Ebu Bekir bazı Enbiya*ı İzam'dan daha faziletli olabilir. Çünkü, Peygamber Efendimiz, 'Hazreti İsa, Hazreti Musa' demiyor, "Sen" diyor, Hazreti Ebu Bekir'e, "sen sekiz kapıdan birden gireceksin." İşte, eğer biz bir yüksek mefkûreye gönül vermişsek, Cennet'in sekiz kapısı birden açılsa, onu kendine has güzellikleriyle görsek ve bize, girip orada kalmakla, dünyaya dönmek arasında seçme hakkı verilse, bu hak verilirken de "Dünyada kalırsanız O'nun adının yüceltilmesi yolunda istihdam edileceksiniz." dense, tercihimizin ne tarafta olacağı bellidir.
Bazıları, Yunus Emre'nin, "İsteyene ver Sen onu, bana Seni gerek Seni" demesini tenkit ediyorlar. Bu sözü, Cennet gibi bir nimeti beğenmeme şeklinde değerlendiriyorlar. Hayır, ne Yunus'un sözünde ve ne de bizim, bir tercih yapmamız istense, "Cennet'i bile muvakkaten bırakıp Cenâb*ı Hakk'ın adını muhtaç sinelere duyurma"yı seçmemizde *hâşâ* Cennet'i hafife alma söz konusu değildir. Biz, bir yüce idealin nasıl bilinmesi ve ona nasıl sahip çıkılması lazım geldiğini anlatmaya çalışıyoruz.
Gönlümün bu istikamette attığını hissediyor ve bu tercihin aksini hiç düşünemiyorum. Dostlarımın da aksini düşüneceğine ihtimal vermek is*te*mi*yo*rum.
Öyleyse, bu mühim vazife karşısında "Ben dedim de.. bir muhkem kaide gibi sözler söyledim de... beyanım kulak ardı edildi, ya da yoruma tabi tutuldu.. dinlenmedi." Hiç lafı olur mu bu küçük şeylerin? Cennet'e bile "Darılma ama biraz bekle" demesi gereken insanların "benim sözüm, benim fikrim, benim zekam, benim anlayışım..." demesi pek çirkin değil mi?
Ne olur, bir defa da, sizi tenkit eden, sözlerinizi beğenmeyen ve yüzünüze kaba laflar savuran insanlara karşı bile "Ne iyi ettin.. tam beni anlattın, çok teşekkür ederim." demeyi ve nefsinizi kınamayı deneyin? Hele bir de; muhataplarınızın doğruluğuna inandırın kendinizi.. On defa, yirmi defa, "Sen haklısın, ben de müstehak" deyin.. Rabbimin rahmetine itmat ederek söyleyebilirim ki, siz uhuvvet ve ittifak için bu kadarcık bir iradî gayret gösterirseniz, Cenâb*ı Hak da muhatabınızın gönlünü yumuşatacak, kalblerinizde sevgi hasıl edecek ve işlerinizi başarılı kılacaktır.