Namazda farklılık ortaya koyma
Namazda farklılık ortaya koyma
Namazda "ah.. vah.." etme, inleme ve ses çıkarma eğer gayr*ı irâdî ise sakıncası yoktur. Bu, bir derecenin gereği ise ve cezbeden kaynaklanıyorsa buna bir şey demem. Yani, bir kimse öyle bir hal yaşayacak, kendini kaybedecek ve farkında olmadan ses çıkaracak, inleyecek.. sonra ona "böyle yaptın" denilince "öyle mi, ben hiç hatırlamıyorum" diyecek, hiç farkında olmayacak yaptığının. Öyle değilse ses çıkarmamalı, farklılık izhar etmemeli. Ağlamak da böyle. Mümkün olduğunca mani olmaya çalışacaksın. Ama engel olamıyorsan, gayr*ı irâdî içinden geliyorsa bir mahzuru olmaz.
Üstadın namaza başlarken ve namaz içindeki hallerini anlatırlar, gözleri bir garip olur, sesi garip çıkardı, derler. O bir seviye işidir. Seviyesi o olmayanın bunu taklit edip bu çeşit hareketler sergilemesi hiç doğru değildir.
İnsanlarla beraber eda edilen ibadetlerde şirk ve riya tehlikesi vardır. Yalnız başına namazını verip veriştiren adam, başkalarının yanında uzatıyorsa, süslüyorsa bu *Allah muhafaza* şirktir. Yalnızken uzun uzadıya kılan birisi, başkalarının yanında kısa kılıyorsa bu da riyadır; çünkü, o davranışta da insanların mevcudiyetini kâle alma ve ona bir değer atfetme vardır. Öyleyse, insan yalnızken nasıl namaz kılıyorsa cemaat içinde de öyle kılmalı. Ne uzun ne kısa.. hiçbir farklılık ortaya koymamalı. Adeta bir çobanın koyunları yanında kıldığı namaz gibi. *Teşbihte hata olmasın* çoban kıldığı namazı koyunlarının görmesini dikkate alır mı? Bu arada namazını kamil namaz seviyesine çıkarmak için hep gayret içinde olmalı.
Namaz bizi kurtaracak bir ibadettir. Ondaki su*i istimalimizle öbür tarafta başımıza iş açmasın sonra!..
"Ateş düştüğü yeri yakar" sözünden iğreniyorum. Eğer müminsem, niçin her yere düşen ateş beni de yakmıyor! Mustarip insan ne kadar da az!.. Dünya yansa dertsizin bir tutam otu yanmıyor.
Kollektif şuura bağlanarak da olsa, bir heyetin her şeyi yapacağına inanma Allah'a karşı saygısızlıktır ve küllî bir enâniyetdir. Bu şekildeki 'ene'(benlik), 'nahnu'(biz duygusu) içinde beslenir ve büyür. Diğer insanlara ve topluluklara tepeden bakma olur. "Bir cemaate giren kurtulur" inancı ise çok tehlikelidir. Cemaate güven değil, Allah'ın rahmetine recâ beslemek esastır. Kinleri, nefretleri ve hasetleri olan bir cemaati Allah muvaffak kılsa, onların dünyaya bırakacağı miras kin, nefret ve hasettir. Allah dünyayı böyle Müslümanlarla niye kirletsin ki!
***
Hırs hiçbir durumda tecviz edilemez. Ancak, Allah'ın rızasını kazanmada, hayır ve hasenât yolunda, O'nun adını dünyanın dört bir tarafına ulaştırma gayreti hususunda hırs caiz, hatta matlubtur.
Soru: Efendim, Kur'an*ı Kerim'de Hz. Davûd'un ailesi şükre çağırılırken "İ'melû âle Davûde şükrâ" (Sebe, 34/13) denmesindeki hikmet nedir?
Cevap: Evet, söylediğiniz ayet*i kerime meâlen, "Ey Davûd hanedanı, şükür gayreti içinde olun. Kullarımdan gereği gibi şükredenler çok azdır." (Sebe, 34/13) şeklindedir.
Ayet*i kerimede, pek çok nimete mazhariyeti itibarıyla başta Hazreti Davûd olmak üzere onun soyundan gelen insanlar şükretmeye çağrılıyor. İsrailoğulları, Hz. Davûd zamanında en parlak dönemlerini yaşamışlardı. Davûd (aleyhisselam) Kudüs'ü fethetmiş, onu kendisine başkent yapmıştı. O, hem hükümdar, hem peygamberdi. İsrailoğullarını kırk yıl idare etmişti. Hz. Davûd (aleyhisselam)'ın yerine oğlu Hz. Süleyman (aleyhisselam) geçmiş ve o da peygamberlikle yüceltilmişti. Hazreti İbrahim'le işaret edilen, Hz. İshak'la üzerinde durulan, Hz. Yakub'la rüya haline gelen ve sonra tâ Hz. Davûd ve Hz. Süleyman (aleyhimüsselam) döneminde bir devlet haline gelen bir ideal gerçekleşmişti.
Peygamberler, özel donanımlı, hususi insanlar olduğundan ve vazifeleri nazara alındığından, onlara dâhi denemeyeceği gibi; Peygamberlerin yaptıkları işlere de dâhiyâne ve onların hedefledikleri şeylere de mefkûre denemez. *Ziya Gökalp, idealin yerine mefkûreyi kullanmıştı.* Çünkü, yaptıkları şeyler kendi düşünceleri değildir. Bu yönüyle, onların hedeflerine bir gâye*i hayal demek daha uygundur ki, Üstad Hazretleri de o tabiri kullanmıştır. Gâye*i hayal, yani, inanmış bir insanın gönlünde kurgulayabileceği, tasarlayabileceği, tasavvur edebileceği, Allah'ın rızası gibi, i'lâ*yı kelimetullah gibi, iyi insan olma gibi mefkûreler, düşünceler, beklentiler ve hedefler halitasından meydana gelen bir yüksek hedef..
İşte, çok güzel bir sesi olduğu, kendisine verilen Zebur'u okumaya başlayınca, dağların ve kuşların onu dinlemek üzere etrafında toplandıkları, bir gün oruç tutup diğer gün iftar ettiği bildirilen Hz. Davûd döneminde o gâye*i hayale ulaşılmıştı. Sadece emr*i bi'lmaruf nehy*i ani'lmünker vazifesini yapma değil, arzu ettikleri arz*ı mev'udda oturma da değil, aynı zamanda arz*ı mev'udda devam ve sebatı sağlayabilecek bir güç de lutfedilmişti. Hem öyle bir güç ki, Hz. Süleyman (aleyhisselam) Sebe'den gelen elçiye "Sen dön ve onlara de ki: Biz onların üzerine, karşı koyamayacakları ordularla yürüyeceğiz. Onları yurtlarından mağlup ve zelil olarak çıkaracağız." (Neml, 27/37) diyebiliyordu.
Kur'an'da, Hz. Süleyman'ın asla kafir olmadığı vurgulamakta ve Allah'ın O'na vahyettiği açıklanmaktadır.. hidayet ve nübüvvete kavuşturulduğu; adaleti tatbik konusunda babasını dahi geçtiği; kendisine ilim verildiği; kuşların dilini anladığı; cinlerden, insanlardan ve kuşlardan ordular topladığı bildirilmektedir. Hz. Süleyman'ın en önemli hizmetlerinden biri, Sebe Melikesinin O'nun maiyyetinde müslüman oluşudur. Rüzgarın Hz. Süleyman'ın emrine verildiği; erimiş bakır madenlerinin O'nun için sel gibi akıtıldığı; cinlerden bir kısmının onun emrinde çalıştığı gibi hususlar Kur'an'dan öğrendiğimiz hususlardır. Hz. Süleyman'ın daima Allah'a yöneldiğini; imtihan edilmesi üzerine Rabbinden bağışlanma dileğinde bulunduğunu ve kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlığı Rabbinden istediğini de yine Kur'an'dan öğrenmekteyiz.
Evet, ister mefkûre, ister gâye*i hayal deyin; isterseniz de "Allah'ın, vadettiği şeyi o insanlara verdiği imkanlarla tahakkuk ettirmesi" deyin, onlara pek çok şey lutfedilmiştir. Bundan dolayı, sadece Hz. Davûd değil, onun diğer çocukları ve hususiyle de onun yerine geçen Hz. Süleyman (aleyhisselam), hem peygamberlikle şerefyâb kılınmışlar, hem peygamberlerin hayalindeki bir hülyayı, bir rüyayı gerçekleştirmiş, Rabbilerinin adını her tarafta duyurmuşlar ve hem de o işi teminat altına almış, sarsılmaz bir güce sahip olmuşlardır. Ayrıca, milletleri de onlardan memnun kalmış; şuradaki*buradaki hır*gür, güftugû kesilmiştir. İşte, bütün bu nimetlere mazhar olan, Cenab*ı Hakk'ın apaçık mevhibeleriyle nimetlendirilen insanlara hitap edilirken deniliyor ki; "Ey Davûd hanedanı, şükür gayreti içinde olun." Yani, sizin sürekli yaptığınız bir ameliniz, bir işiniz de şükür olsun.
Aslında şükür kelimesinin, namaza, oruca, zekata ve hacca da taalluku vardır. Çünkü, fikrî, zikrî ve amelî şeklinde gruplandırabileceğimiz şekilde fikirle, zikirle ve amelle yapılan şükürler vardır. İnsan düşünerek de şükredebilir; nimetleri derince duyar, onlar karşısında bazen ezilir bazen iki büklüm olur, bazen hicab içinde buruklaşır, bazen elhamdü lillah, eşşükrü lillah sözleriyle coşar, bir başka zaman da nasıl şükredeceğini bilememenin aczini yaşar ve "Sana hakkıyla şükredemedik ey her türlü şükürle, hamd u senâyla anılması gereken Meşkûr" der ve kendini ibadet ü tâata verir, başını yere kor, O'na karşı içinde beslediği minnet duygusuyla inler. Fakat, ayette sadece "şükür" kelimesinin kullanılması, umumî ubudiyete çağrıyı hasıl edeceğinden dolayı daha yerinde ve daha makuldür. Yani, Allah'tan gelmiş ve onlara ulaşmış nimetlere karşı kavlen, hâlen ve fiilen mukabelede bulunma manasına gelen şükür sözü, tâlî olarak başka manaları çağrıştırsa da, o andaki mazhariyetler itibarıyla bu kelimenin seçilmesi en makul ve münasip bir ifade tarzıdır. (Allahu a'lem)
Soru: Efendim, Süleyman aleyhisselamın, şükre muvaffak kılması için Cenâb*ı Allah'tan yardım istemesini kendi adımıza nasıl değerlendirmeliyiz?
Cevap: Neml Suresi, Süleyman aleyhisselamın şükredebilmek için yardım istemesini ve o duasına vesile olan hadiseyi meâlen şöyle anlatır: "Günün birinde, Süleymanın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan orduları toplanmış, hepsi birlikte, düzenli olarak kendisi tarafından sevkediliyordu. Derken Karınca vadisine geldiklerinde, onları gören bir karınca: "Ey karıncalar, haydin yuvalarınıza girin. Süleyman ve orduları, sizi farketmeyerek ezip çiğnemesinler!" diye seslendi. Onun sesini işiten Süleyman tebessüm ederek: "Ya Rabbi, dedi, beni nefsime öyle hakim kıl ki gerek bana gerek ebeveynime ihsan ettiğin nimetlere şükredeyim, Seni razı edecek güzel ve makbul işler yapabileyim. Bir de lutfedip beni salih kulların arasına dahil eyle!" (Neml, 27/17*19)
Hz. Süleyman aleyhisselam, babası Davûd aleyhisselam aracılığıyla kendilerine şükür emredildiğini; verilen onca nimete aynı ölçüde mukabelede bulunmanın da sadece Allah'ın yardımıyla mümkün olacağını biliyor ve "Sen bizi tutar, destekler, teyid buyurur ve kalbimizi, ruhumuzu, hissimizi açar, bir lisanla bin türlü şükretme imkanını bahşedersen Sana ancak o şekilde layıkıyla şükredebiliriz." manasına gelen bir talepte bulunuyor.
Hani insan ister ki, evliyâullaha müyesser olduğu gibi öyle bir tesbih çeksin, bir tesbihe binlerce "sübhanallah"ı sığdırsın.. bir defa desin ama binlerce tesbihi birden demiş gibi kalbi açılsın. Bu hal mümkündür ve o çok büyük, engin bir kalbe vâbestedir. İşte Süleyman Nebi gibi peygamber efendilerimiz ve ehlullahtan bazı hak erleri zerrât*ı kâinatı adeta tesbih tanesi gibi kullanır; bir tesbihle binlerce sübhanallahi seslendirirler. Allah'a karşı şükürde bulunacaklarsa, bir kapıdan "şükür" der, ama şükür sesini, hamd sadâsını yüz kapıdan birden yükseltir; fakat, yine bunu da az görürler. Çünkü onlar, nimetlerin farkındadırlar. Farkında olmak, o nimette bir enginlik hasıl eder onların gönlünde. Yapıp ettikleri fiilî, kavlî ve fikrî hiçbir şükrü yeterli görmezler ve "Ben bu nimetlerin şükrünü eda edemem.." der şükrü daha iyi eda edebilme yolları ararlar.
Onlardaki bu hali şöyle düşünebilirsiniz: Biz, bir sofrada yemek yer, ellerimizi kaldırır, dua ve şükrederiz. Dua ve şükrümüz, bir yönüyle sadece yediğimiz yemek etrafında döner. Oysa ki, kalbimiz engin olursa, biz yediğimiz o yemeği, dün yediğimiz, *ömrümüz olursa* yarın yiyeceğimiz yemekle ve aynı zamanda sevdiğimiz insanlara lutfedilen rızıklarla, bütün müminlerin yemekleriyle beraber duyar, Rezzâk*ı Kerîm'in topyekün varlığı rızka boğmasını hisseder ve kendimizi çok azim bir nimet sofrası önünde buluruz.. buluruz da, sadece o an soframıza konan nimetleri değil; bütün varlığa bahşedilen lütufları tahayyül eder, ağzımız kuvve*i zâikasıyla o nimeti tattığı, gözlerimiz onlardan ayrı bir zevk aldığı, kulaklarımız bambaşka bir haz zemzemesi duyduğu ve letâifimiz apayrı bir lezzete açıldığı gibi herkese verilen bütün rızıkları nazara alarak bütün zerrelerimizle şükrederiz. İşte, sadece mevcut nimetlere "elhamdulillah" deme başkadır, bir de engin gönüllü insanların geniş bir kapı aralayıp bin dille şükretmeleri başkadır. Birisi kalıplar arasında sıkışmış çok dar bir teşekkür, öbürüyse binlerce dille seslendirilen geniş bir şükürdür.
Evet, şükre esas teşkil edecek, ister doğrudan doğruya, isterse de şöyle*böyle şahsımızı, insanî hislerimizi alakadar eden, bizde bir ilgi uyaran başka varlıklara ait ne kadar nimet varsa onların hepsini birden nazar*ı itibara alarak Cenâb*ı Hakk'a teveccühte bulunup "eşşükrü lillah" demek, o lisanlar sayısınca birbirini çağrıştıran ve nâmütenâhî keyfiyete bürünen bir şükür olur. Fakat, böyle bir şükür dahi, Zat*ı Ulûhiyetin büyüklüğüne uygun değildir. İşte Süleyman aleyhisselam bunun idrakıyla "Ya Rabbi, diyor, beni nefsime öyle hakim kıl ki, gerek bana gerek ebeveynime ihsan ettiğin nimetlere şükredeyim." Cenab*ı Hak'dan kendisini te'yid etmesini, ona zahir olmasını istiyor. Ayrıca, salih amel hususunda da Allah Teâla'nın inayetine sığınıyor. Ve dahası, salih amel isterken de Rahman u Rahîm'in rızası hangi amel ve hangi yönde ise ona muvaffak kılınmayı, O'nun rızasına ermeyi talep ediyor.
Soru: Efendim, Süleyman aleyhisselam Sebe Melikesi'nin tahtını bir anda kendi yanında bulunca hemen onun da Allah'ın bir ihsanı olduğunu söylüyor zannediyorum.
Cevap: Evet, Neml Suresi'nin kırkıncı ayetinde bu şükran hissi ifade ediliyor. Ayet*i kerime meâlen şöyledir: "Ama nezdinde kitaptan ilim olan bir zat da: "Ben, sen gözünü açıp kapamadan onu (tahtı) getirebilirim" der demez, Süleyman Kraliçenin tahtının yanıbaşında durduğunu görünce: "Bu, Rabbimin lütuflarından. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlerden mi olacağım diye beni sınamak içindir bu nimet. Şükreden sadece kendi lehine olarak şükreder, nankörlük eden ise bilmelidir ki "Rabbim onun şükründen müstağnidir, şükrüne ihtiyacı yoktur, O'nun ihsan ve keremi boldur." dedi." (Neml, 27/19)
Hz. Süleyman'ın oturduğu Filistin ile Sebe arasındaki mesafe ikibin kilometreden fazlaydı. Cenâb*ı Hak ona, bir mucize olarak, o mesafeden kraliçenin tahtını getirme imkanı vermişti. Bir kuvve*i kudsiye ile onun yetiştirdiği, ledünniyâta vakıf bir zat, eşyanın naklindeki sırrı çözmüş, bugünün ses ve görüntü naklinin çok ötesinde (tabir caizse) bir teknolojiyle, bir mucize olarak eşyayı aynen nakletmiş, göz açıp kapayıncaya kadar kilometrelerce ötedeki taht onun yanına gelivermişti. Hazreti Süleyman tahtı yanında görür görmez "Hâzâ min fadli Rabbi *Bu da Rabbimin lütuflarından biridir." demişti. Bu söz, kendini bilme ve Rabbini tanımanın ifadesiydi; "Bu mucize iş benden değil, vesile olan o şahıstan da değil, bu da Allah'ın bir lütfudur, bu nimet de Rabbi Kerimimdendir" demekti. Kutlu Nebi bu sözüyle Cenab*ı Hakk'a karşı minnetini ifade ediyordu. Yanındaki insanlar, bu seviyede bir ruh haletini paylaşmıyorlarsa onları da ikaz ediyor ve ins ü cinne de ders veriyordu.
Evet, hayatın merkezine rızık konmuş ve o da şükre bağlanmıştır. Açıktan açığa değişik nimetlere mazhariyetleri itibarıyla Hz. Davûd ve Hz. Süleyman'la (aleyhimesselam) alakalı konularda şükür kelimesine çok raslamak mümkündür. Onlar hem pek çok nimete mazhar olmuş ve hem de şükür üzerinde derince düşünmüş, her nimetin çehresinde Cenab* Hakk'ı görmüş ve sürekli şükür atmosferinde yaşamışlardır.
Soru: Hocam, "İnanmış İnsanın Nitelikleri" başlıklı yazınızdan iki cümle okumama müsaade eder misiniz? Şöyle buyuruyorsunuz: "Kazandıkları ve başarıdan başarıya koştukları zaman, bir taraftan imtihan geçiriyor olma endişesiyle tir tir titrer; diğer taraftan da şükran hisleriyle iki büklüm olur ve sevinç gözyaşlarıyla boşalırlar. Kaybettikleri zaman sabretmesini bilir, azimle gerilir ve bilenmiş bir irade ile "yeni baştan" der yola koyulurlar. Ne nimetler karşısında küstahlaşır ve nankörlük ederler ne de mahrumiyetlere dûçâr olduklarında ye'se düşerler."
Cevap: Cenab*ı Hak, aklımıza getirmiş ve söyletmiş; hamd O'na, minnet O'na. Evet, esas olan da odur; ne Rabbimizin lütuflarını hafife almalı, hiç olmadı gibi görmeli, ne de onlara sahip çıkıp nefse maletmeli. Üstad Hazretleri ne de güzel ifade ediyor; diyor ki,: "Meselâ, nasıl ki murassâ ve müzeyyen bir elbise*i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese, "Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin." Eğer sen tevazukârâne desen, "Hâşâ, ben neyim? Hiç! Bu nedir, nerede güzellik?" O vakit küfrân*ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mahir san'atkâra karşı hürmetsizlik olur."
Gördüğünüz gibi, dinimizin ölçüleri çok sağlam; ne var ki, anlayışlar sağlam olmayınca bazen çarpık anlamalar, yanlış yorumlar duyuluyor.
"Elhamdü lillahi hâzâ min fadli Rabbî". Ama israf yapıyorsak ve hakkını vermiyorsak?!.. Fakat, zannediyorum hepsinden böyle birer parça tadıp, o nimette, öbüründe, bir başkasında, yani teker teker her nimetin çehresinde Cenâb*ı Hakk'ın mührünü görmek, ihsanlarının nümâyân olduğunu müşahede etmek, neticede şükür hissini coşturmak ve O'nu senâ etmek için tatmaya izinliyiz. Fakat, tıkabasa yeyip o nimeti israf etmeye izinli değiliz.
Nimetin kadrinin daima bilinmesi, onun nimet olduğunun sürekli hatırda tutulması, ona karşı göz yumulmaması için tıka*basa olmamak lazım. Varlık içindeyken ölçüyü korumak lazım. İnsanın elinde yoksa, fakirse zaten ancak yaşayacak kadar yer. Fakat, asıl takdire şâyân olan, elde imkan varken, zenginken iktisatlı olmak ve israfa kaçmamaktır. Bu, tıpkı, güçlü iken affetmeye benzer. Gerçek af, cezalandırmaya muktedir birinin affıdır. İnsanın zaten gücü yetmiyorsa ve muhatabına karşı mukabelede bulunmak elinden gelmiyorsa, "haydi git seni affettim.." demesi abes bir söz olur. İşte, önemli olan nimetin içindeyken onun kadr u kıymetini bilmek, şükretmek ve israfa girmemektir.
Nimet içinde nimeti bilmemek ne fena şey. Nikmet içindeyken de onun bir nikmet olduğunu bilememe, onu nimet sayma ondan da fena ve ne kadar büyük bir felaket. Küfür, dalalet ve onlardan rahatsız olmama, ne bitirici ve ne helak edici bir nikmet!..
Soru: Günümüzde kişisel gelişim programları adı altında özgüven, başarıdan başarıya koşma, "ben yaptım" deme, kendine güveni artırma gibi tabirler çokca kullanılıyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cevap: Benlik ve enaniyetlerin dizginlenemez olduğu bir dönemde özgüven ve "ben yaptım" deme gibi değişik tabirlerin gölgesinde nefislerin ukalalaştığını ve küstahlaştığını düşünüyorum. İnsan karakteri, kabiliyet ve istidatları ortaya çıkarılmalı, onların gelişmesine tabiî ki gayret gösterilmelidir. Fakat, böyle bir neticeyi elde etmek için kullanılacak üslup ferdi şımartacak ve onu bencillik girdabına düşürecekse ondan uzak kalınmalıdır. Çünkü, meseleyi şahsın dar imkanlarına, sınırlı iktidarına ve güçsüz iradesine bina etmek herşeyi daraltma ve zayıf bırakma olur. Her meselede "ben" diyen insan, artık nefsini merkeze kor, onu esas kabul eder, yaptığı her iş ve elde ettiği her başarıyla enaniyetini biraz daha besler. Nefis merkezli ve kendine çok güvenen öyle bir insan azıcık sürçüp düştüğü bir yerde ise bütün bütün ümitsiz kalır, tutunacak yer bulamaz ve bir daha da doğrulamaz.
Aslında, insan böyle bir vartaya düşmeden de özgüven sahibi bir kimseden beklenen şeyleri ortaya koyabilir. Her şeyden önce Allah Teâlâ'ya güvenip O'na sığınarak Cenab*ı Hakk'ın kendisine verdiği kabiliyetleri kullanır, fakat başarıları kendi nefsine değil de Yüce Yaratıcı'nın inayetine bağlar, onların Allah'tan geldiğini bilip daha sonraki muvaffakiyetlerin de yine O'nun kudret elinde olduğuna can u gönülden inanır.. inanır ve bu iman gücünü de yanına alır, onunla hedefe yürür ve Cenab*ı Hakk'ın ihsan ettiği her nimete karşı mutlaka şükür mukabelesinde bulunur ve bu şekilde yeni nimetlere de davetiye çıkarır. Kendi nefsinden ziyade Allah'a güvenir ve özgüvenle hareket edenlerin çok ötesinde bir moralle çok büyük başarılara imza atar. Böyle bir insan da güçlüdür, ama güç kaynağının Kudret*i İlâhi olduğunun farkındadır.. o da zengindir, ama Rahmet hazineleriyle beslendiğinin şuuru içindedir.. dünyalara meydan okuyacak cesarettedir, ama "İman hem nurdur, hem kuvvettir. Hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir" cümlesinin mâsadakıdır; "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah" silahıyla savaşmaktadır.
Evet, insan Cenab*ı Hakk'a güvenir, sa'ye sarılır, hikmete râm olur, kendi vazifesini eda ederse ve elde ettiği başarıları bir şükür vesilesi olarak değerlendirirse kendine güvenenlerin çok ötesinde bir performans gösterir, çok büyük başarılara ulaşabilir. Fakat, her başarı onu yeniden bir kere daha yeni bir şükür koridoruna sürükler; enaniyet ve bencillik bataklığına düşmekten muhafaza eder. Diğerlerinin geçtiği yollardan geçer, ama düşmeden, yarı yolda pes etmeden, nefsin hevâ ve heveslerine takılmadan...
Soru: Efendim, "bencillik girdabı" tabirini kullandınız?..
Cevap: Evet, bencillik tam bir girdaba, anafora ve ters akıntıya benziyor. Allah muhafaza, insan böyle bir girdaba bir defa yakalandı mı, ondan kaçıp kurtulması çok zor oluyor.
Şimdiye kadar pek çok usta yüzücü bile bir girdaba kurban gitmiştir. Ortaasya'da, oraya Türkiye'den giden fedakar bir öğretmen kardeşimiz de talebesini kurtarmak için kendini denize atmış, öyle bir girdaba tutulmuş ve boğulmuştu.. o, inşaallah, girdabı bir Cennet koridoru gibi değerlendirmişti ama neticede girdap onu da alıvermişti.
Nefis, enaniyet ve bencillik bazen bir girdap, bazen de bir hortum gibi olur. Hani, güneyden gelen rüzgarların Atlas Okyanusu'nda hususi ad ve ünvanlarla değişik hortumlar meydana getirdiği oluyor. Geçen sene, bir tane geliyor, dediler, Atlanta gibi şehirleri boşaltmayı düşündüler. İşte bencillik de bazen bir hortum keyfiyetine bürünüyor ve insanın gönlünde ne kadar iyi duygu varsa hepsini önüne katıp sürüklüyor. Bir hortum gibi bütün güzel hasletlerin altından vurup üstünden çıkıyor, sel olup onları saman çöpü gibi oraya buraya savuruyor.
Soru: Hocam, insanın kendisini övmesi, kabiliyet ve başarılarını herkese anlatması da nazar değmesine sebep olabilir mi?
Cevap: Malumunuz olduğu üzere, nazar, Arapça asıllı bir kelimedir; bakma, bakış, göz, fikir, düşünme, mülahaza, niyet, dikkat, iltifat, teveccüh gibi mânâlara gelmektedir. Araplar, göz değmesini "isabetül*ayn" olarak isimlendirmişlerdir. Nazar kelimesi Türkçe'de kem göz manasına kullanılmakta ve "nazara gelme", "nazara uğrama" ve "nazar değme" gibi ifadelerle göz değmesi kastedilmektedir.
Kur'an*ı Kerim nazardan söz ederken açık ve kesin bir hüküm bildirmemekte, buna karşı hadisler, açık bir ifadeyle nazarın gerçek olduğunu haber vermektedir. Peygamber Efendimiz, "Nazardan Allah'a sığınınız. Göz değmesi gerçektir" buyurmuşlardır. Esma binti Umeys (r.a)'den rivayet edildiğine göre kendisi: "Ya Resulullah! Cafer'in oğullarına cidden nazar değiyor, ben onlar için şifa dileğiyle okutturayım mı?" demiş. Rasulu Ekrem de: "Evet, lakin kader ile yarışan bir şey olsaydı, nazar onu geçerdi" diye cevap vermişlerdi.
Tefsircilerin çoğu, "Rabbi onu seçip iyilerden kıldı. Doğrusu inkâr edenler, zikri (Kur'an'ı) işittikleri vakit neredeyse gözleri ile seni yıkıp devireceklerdi. Bir de durmuşlar, o herhalde bir delidir, diyorlardı." (Kalem, 68/50, 51) mealindeki âyette geçen "gözleriyle seni yıkıp devireceklerdi" sözünü "nazar" ile tefsir etmişlerdir.
Nazar ile kıskançlık arasında yakın bir münasebet vardır. Elmalılı Hamdi Yazır, bu münasebetle alakalı şöyle der: "Kıskançlıklarından az daha Hz. Peygamber'i nazara uğratacaklar, aç ve kötü gözlerinin şerriyle ellerinden gelse onu helâk edeceklerdi. Demek ki, öfkenin bedende bir hükmü bulunduğu gibi, gözlerin de karşılarındakine bakışlarına göre iyi veya kötü bir hükmü vardır. Kimi elektrik gibi dokunur çarpar; mıknatıslar ve manyetize eder. Kimi de aldığı teessürle, hasedinden bir gayza düşer, türlü türlü su*i kasde ve hilelere kalkışır ki, maddî veya manevî hangisi olursa olsun hedefine vardığı zaman, isabet*i ayn değmesi veya nazar tabir olunur. Bunun hakkında uzun uzadıya sözler söylenmiş, inkâr edenler, ispat edenler olmuştur. Keyfiyeti ne olursa olsun isabet*i ayn vardır."
Nazarın hak olduğunu kabul ettiğimize göre ondan nasıl korunabiliriz, denirse Efendimizin yaptığı duaları yapmak suretiyle diye cevap verebiliriz. Ebû Said el*Hudrî (r.a)'den rivayet olunduğuna göre: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), "Cinlerin ve insanların nazarından Allah'a sığınırım" gibi dualarla cinlerin ve insanların nazarından Allah'a sığınırdı. Sonra Muavvezatân nazil olunca bu sureleri okumaya başladı. Enes b. Mâlik'ten rivayet edildiğine göre Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Evinden çıkarken şu duâyı okuyan kişiye bu duâ kâfidir. O adam muhafaza altına alınır, şeytan da o adamdan uzaklaşıp bir kenara çekilir: Bismillâhi tevekkeltü alellâhi lâ havle velâ kuvvete illâ billâh * Allah'ın adıyla evimden çıkıyorum. Ben Allah'a tevekkül ettim, güç ve kuvvet sadece Allah'ın lütuf ve ihsânıyladır." Ümmü Seleme'nin rivayetine göre ise Efendimiz evinden çıkarken şöyle derdi: "Allah'ın ismini zikrederek çıkıyorum. Ben Allah'a tevekkül ettim. Allah'ım hata yapmaktan, yolumu şaşırmaktan, zulmetmekten, zulme uğramaktan, cahillikle başkasına bela olmaktan ve başkasının cahilce davranışıyla karşılaşmaktan sana sığınırım." Osman b. Affan (r.a.) da Rasulullah'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Bir kul her günün sabahında, her gecenin akşamında üç defa şu şekilde duâ ederse, o kişiye hiçbir şey zarar veremez: Bismillâhi lâ yedurru me'asmihi şey'un fıl'ardı vela fı'ssemâi ve huve's*semiul*alîm * O'nun adıyla hareket edip O'na sığındıktan sonra yerde ve gökte hiçbir şeyin zarar veremeyeceği Allah'ın ismiyle (sabahladım, akşamladım). O her şeyi işiten ve bilendir." Ayrıca, Hz. Âişe validemiz de Allah Rasulü'nün yatağına girdiğinde İhlâs, Felâk ve Nâs surelerini okuduğunu, iki eline üfleyip vücudunu sıvazladığını rivayet etmiştir.
Bu genel malumattan sonra sizin sorunuzdaki hususa gelecek olursak; eğer Rabbimizle irtibatımız sağlam değilse, tam bir tevekkül ve teslimiyet içinde bulunmuyorsak, bu durum bizim için bir boşluk ve zırh aralığı demektir. Öyle anlarda, manevi kalkanımızda delikler açılmıştır ve bir hain okun isabet etmesine karşı korunmasız kalmışızdır.
İnsanın kendini övmesi, yapılan işleri kendi nefsine maletmesi ve bunu orada* burada, kötü ruhlu insanların yanında anlatması, sır bilmemesi, konuştuğu şeylerin neler olması gerektiğini düşünmemesi onu çepeçevre saran manevî kalkanda delikler açar. Böyle bir suiistimal karşısında Cenab*ı Hak, onu ya cezalandırır ve hizaya getirir; ya da kadrini bilmediği ve abarttığı o nimetleri elinden alır. Böyle bir akıbete düşmemenin çare*i yegânesi, Allah'a sığınmak, yeniden dönüp tecdid*i biat etmek, tevbede, inabede bulunmaktır.
Allah'ın âdât*ı Sübhâniyesi, vazettiği kanunları kimseye iltimas geçmez. Cenab*ı Hak, Peygamberine büyü yapılmasına bile müsaade etmiştir. Allah Teâlâ dileseydi, Peygamberimiz'e büyü yapan adam daha tarağın dişlerini işleyeceği an eli kururdu da Efendimiz'e sihir yapamazdı. Parmağının işaretiyle Kamer'i parçalayan Zat'a sihir yapılıyor... ve bize şu mesaj veriliyor: Bu hususta kendinize güvenmeyin. Gücünüz size kat'iyen yetmez. Devrilmemek için sürekli Allah'a dayanın, O'na sığının. Çocukların annelerine sımsıkı sarıldığı gibi *O'na sarılma keyfiyeti nasılsa işte o şekilde* Cenab*ı Hakk'ın rahmetine sımsıkı sarılın. "Aman beni Kendin'den uzaklaştırma! Sensiz edemem ben, ayakta duramam Sensiz..." deyin.