ÜÇÜNCÜ CİLD, 22. ci MEKTÛB
Bu mektûb, molla Maksûd Alî Tebrîzîye yazılmış olup, müşriklerin pis olması, rûhlarının, i�tikâdlarının pis olmasıdır. Bedenlerinin, a�zâlarının pis olmayabileceğini bildirmekdedir:
Her hamd, Allahü teâlânın hakkıdır. Onun seçdiği temiz insanlara selâm ederim. Şefkatli efendim! Hüseyn Vâ�ızî tefsîrini niçin gönderdiğinizi anlıyamadık. Bu tefsîrde, Tevbe sûresi, yirmidokuzuncu âyetini tefsîr ederken (Müşriklerin içleri, inanışları pis olduğu için, onlar elbette pisdir) buyurmakdadır. Hanefî mezhebi âlimleri de, böyle tefsîr etmişdir. Ya�nî, Allahü teâlânın (Müşrikler pisdir) buyurması, kalblerinin, i�tikâdlarının pis olduğu içindir demişlerdir. (Hüseyn tefsîri)nde de yazılı olduğu gibi, ba�zı âlimler, (Müşrikler, necâsetden sakınmadıkları için pisdir) demiş ise de, böyle tefsîr etmek uygun değildir. Çünki, bugün müslimânların çoğu da necâsetden sakınmıyor. Müslimânların câhilleri de, kâfirler gibi temizliğe ehemmiyyet vermiyor. Necâsetden sakınmamak, insanın pis olmasına sebeb olsaydı, müslimânların işi güç olurdu. Hâlbuki, (Müslimânlıkda güçlük yokdur) buyuruldu. (Hüseyn tefsîri)nde (Abdüllah ibni Abbâs �radıyallahü anhümâ� buyurdu ki, müşriklerin bedenleri, köpekler gibi pisdir) diye de yazıyorsa da, din büyüklerinden böyle umûma uymayan, herkesin söylediğine benzemiyen haberler çok gelmişdir. Böyle haberleri evirip çevirip, ana haberlere uydurmak lâzımdır. Kâfirlerin dışları, bedenleri nasıl pis olur ki, Peygamberimiz �sallallahü aleyhi ve sellem�, bir yehûdî evinde yemek yidi. Bir müşrikin kabı ile tahâretlendi. Ömer �radıyallahü anh� da, hıristiyan kadınının kabından tahâretlendi. Bunlar, âyet-i kerîme gelmeden önce yapılmış olabilir denirse, zan etmekle cevâb verilmiş olmaz. Âyet-i kerîmenin sonra geldiğini isbât etmek lâzımdır. Eğer isbât edilebilirse, onların necs, pis olduğunu, dokundukları şeyleri pis ve harâm yapacağını göstermez. Nihâyet, i�tikâdlarının pis olduğunu gösterir. Çünki, hiçbir Peygamber kendi dîninde veyâ başka dinlerde harâm olmuş veyâ olacak birşeyi hiç yapmaz. Ya�nî sonradan harâm olacak şeyi, önceden, halâl iken yine kullanmaz. Meselâ, şerâb içmek önce halâl idi. Sonra harâm oldu. Hiçbir Peygamber hiçbir zemânda şerâb içmedi. Eğer kâfirlerin bedenlerinin, köpekler gibi pis olduğu, sonradan bildirilecek olsaydı, Allahü teâlânın sevgilisi olan Muhammed �aleyhisselâm�, onların kablarına hiçbir zemân dokunmaz idi. Nerde kaldı ki, sularını içmiş ve yemeklerini yimiş olsun! Sonra, birşeyin kendisi pis olunca, her zemân pisdir. Bir vakt pis olması, başka vakt temiz olması düşünülemez. Müşriklerin bedenleri pis olsaydı, her zemân pis olurdu ve Muhammed �aleyhisselâm� hiçbir vakt dokunmazdı. Nerede kaldı ki, onlardan su içsin ve yemek yisin. Bir de aynî necs olan her zemân necsdir. Önce ve sonra mubâh olamaz. Müşrikler aynî necs olsalardı, evvelden beri böyle olmaları gerekirdi ve Resûlullah �sallallahü aleyhi ve sellem� önceden de buna uygun olarak onlara muâmele ederdi. O olmayınca, bu nasıl olsun. Bundan başka, bunların bedenini pis bilmek, müslimânları, çok sıkıntıya sokar. Hanefî mezhebi âlimlerine Allahü teâlâ sonsuz iyilik versin ki, müslimânların işini kolaylaşdırdı. Onları harâm işlemekden kurtardılar. Bu büyük âlimlere teşekkür edilecek yerde, dil uzatmak, yapdıkları isâbetli tefsîri ayblamak nasıl doğru olabilir? Müctehidlere karşı birşey söylenebilir mi? Çünki onların yanlış buluşlarına da, bir sevâb verilmekdedir. Onların yanlış bulduklarını yapan müslimânlar, azâbdan kurtulacakdır. Kâfirler pis olunca, onların dokunduğu, yapdığı şeyler de pis ve harâm olur. Kâfirlere pis diyenler, onların yapdıkları yemek ve şerbetlere harâm demiş olur ki, böyle söyliyenler, kendilerini bu harâmdan koruyamaz. Hele Hindistândaki müslimânların korunmaları imkânsız gibidir. Müslimânlar, her yerde, kâfirlerle temâs hâlinde olduğundan, en kolay olan fetvâyı vermek dahâ iyidir. Hattâ, kendi mezhebine uygun olmasa da, başka mezhebdeki kolay fetvâ söylenmelidir. Bekara sûresi, yüzseksenbeşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, size kolay olan şeyleri yapdırmak istiyor, güç olanı istemiyor) ve Nisâ sûresi, yirmisekizinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, ibâdetlerinizin hafîf, kolay olmasını istiyor. İnsan za�îf, dayanıksız yaratıldı) buyuruldu. Müslimânları sıkışdırmak, onları incitmek harâmdır ve Allahü teâlânın beğenmediği şeydir. Şâfi�î âlimleri, kendi mezheblerinde yapılması güçleşen şeylerin hanefî mezhebine göre yapılmasına fetvâ vermiş, müslimânların işini kolaylaşdırmışlardır. Meselâ, şâfi�î mezhebine göre, zekât vermek için, zekâtın, Tevbe sûresi, altmışıncı âyetinde bildirilen sekiz sınıf insanın her sınıfına verilmesi lâzımdır. Bunlardan, gönlünü alması lâzım gelen kâfir sınıfı [ve zekât toplıyan me�mûr sınıfı ve kölelikden kurtarılacak borclu sınıfı] bugün yokdur. Bunları bulup zekât vermek imkânsız olmuşdur. Bunun için, şâfi�î âlimleri �rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma�în�, hanefî mezhebine göre zekât verilmesine fetvâ verdi. Çünki, hanefî mezhebinde, bu sınıflardan herhangi birine vermek yetişir.
[Bunun gibi, gusl abdesti alırken, hanefî mezhebinde ağzın içini, dişlerin arasını ve diş çukurunu yıkamak farzdır. Kaplama ve dolguların içine su girmediği için, bunların gusl abdestleri sahîh olmaz, pis kalırlar. Şâfi�î ve mâlikî mezhebinde ise, ağız içini yıkamak farz değildir. Hanefî mezhebinde olan kimse, dişlerini zarûret ile kaplatınca veyâ doldurunca, gusl abdesti alırken (Yâ Rabbî! Şâfi�î veyâ mâlikî mezhebine göre gusl abdesti alıyorum) diye kalbinden geçirse, gusl abdesti sahîh olur ve temiz temiz nemâz kılabilir. (Hadîka) kitâbının yediyüzdokuzuncu sahîfesinde diyor ki, (Abdest ve guslde başka mezhebi taklîd etmek câizdir. Bunun için, o mezhebin şartlarına da uymak lâzımdır. Bütün şartlarına uymazsa, taklîd câiz olmaz. Kendi mezhebine uymıyan işi yapdıkdan sonra bile, taklîd yapmak câiz olur. Meselâ Ebû Yûsüf hazretlerine, Cum�a nemâzını kıldıkdan sonra, gusl abdesti aldığı kuyuda fâre ölüsü görüldü dediler. (Şâfi�î mezhebine göre guslümüz sahîhdir. Çünki, hadîs-i şerîfde kulleteyn olan suya necâset karışınca, üç sıfatından biri değişmedikce necs olmaz buyuruldu) dedi. (Kulleteyn, iki testi dolusu, beşyüz rıtldır). İkiyüzyirmi [220] kilogram sudur. (Berîka) kitâbı, burayı açıklarken, zarûret olan her işde de başka mezhebi taklîd câizdir, diyor. (Dürr-ül-muhtâr)da, nemâz vaktlerinin sonunda diyor ki, (Zarûret zemânında, başka mezheb taklîd edilir). İbni Âbidîn, bunu açıklarken, diyor ki, (Burada, iki kavlden biri bildirilmişdir. İkinci kavle göre, zarûret olsa da, olmasa da, harac, güçlük olduğu zemân, diğer üç mezhebden biri taklîd edilir. Muhtâr olan da budur. Yapılmasında güçlük olduğu zemân, kendi mezhebi kolaylık gösteriyorsa veyâ yapılmasını afv ediyorsa, başka mezhebi taklîd etmeğe lüzûm kalmaz). (Hadîka)nın ikiyüzonbirinci sahîfesinde, (Hüsn-üt-tenebbüh fit-teşebbüh) kitâbından alarak diyor ki, (Bir kimsenin nefsi, kolaylıkları yapmak istemezse, bunun azîmetleri bırakıp, ruhsatla amel etmesi efdal olur. Fekat ruhsatla amel etmek, ruhsatları araşdırmağa yol açmamalıdır. Çünki nefse, şeytâna uyarak, mezheblerin kolay yerlerini araşdırıp toplamak, ya�nî (Telfîk) etmek harâmdır.]
Müşriklerin kendileri pis olsaydı, îmân edince, temiz olmamaları lâzım gelirdi. O hâlde, onlara pis denilmesi, kalblerinin pis olduğunu bildirmek içindir. Îmân edince, bu pislik gider, temiz olurlar. İ�tikâdlarının, kalblerinin pis olması, bedenlerinin pis olması demek değildir. Bu âyet-i kerîme, müşriklerin pis olduğunu haber vermekdedir. Haberi değişdirmek olmaz. Emrde ve yasakda değişiklik yapılabilir. Bir şeyin nasıl olduğunu haber vermekde değişiklik yapılmaz. [(Hadîka)da dil âfetlerini anlatırken diyor ki, (Allahü teâlâ, emr ve yasakları bildiren yirmi âyet-i kerîmede nesh, değişiklik yapmışdır). Kısasda ve haberlerde nesh yapmamışdır.] Haber değişmediği için, müşriklerin her zemân pis olması lâzım olur. Bu da, müşriklik, i�tikâd pisliğidir. Böylece, ana bilgiye uygun tefsîr yapılmış olur. Bilgiler çatışmaz. Kâfirlere ve onların eşyâsına dokunmak harâm olmaz. Birgün, bunları anlatırken, meâl-i şerîfi, (Ehl-i kitâbın, ya�nî yehûdî ve nasârânın pişirdiklerini, kesdiklerini yimeniz halâldir) olan, Mâide sûresinin beşinci âyetini okumuşdum. Siz, halâl olan, buğday, nohud ve mercimekdir demişdiniz. Bugün, bu hâle düşen müslimânlardan biri, bu sözünüzü beğenirse birşey diyemem. Fekat insâf edilirse, sözün doğrusu meydândadır. O hâlde, müslimânlara merhamet edip, kâfirlerin pis olduğunu anlamamalı ve kâfirlerle karışan, alış veriş eden müslimânları, pis bilmemelidir. Böyle müslimânları, pis oldu sanarak, bunların yemek ve içmelerinden sakınmamalı, müslimânlardan kaçınmak, ayrılmak yoluna sapmamalıdır. Bu hâl, ihtiyât değildir. Bu hâlden kurtulmak, ihtiyâtdır. Başınızı fazla ağrıtmıyayım.
Beyt:
Az söyledim, dikkat etdim, kalbini kırmamağa,
Çekindim kalb kırmakdan, yoksa sözüm çokdur sana!
Selâm ederim.
Sabâh düâsı:
(Allahümme mâ esbaha bî min ni�metin ev bi-ehadin min halkıke, fe minke vahdeke, lâ şerîke leke, fe lekel hamdü ve lekeşşükr). 111.ci sahîfeye bakınız!
36 � BİR ÜNİVERSİTELİYE CEVÂB
Abdülhakîm efendinin, İstanbulda, Sultân Selîm Câmi-i şerîfi bağçesindeki, (Medrese-tül-mütehassısîn)de tesavvuf müderrisi [Ya�nî, ilâhiyyât fakültesinde, tesavvuf kürsîsi, ordinaryüs profesörü] iken, bir üniversitelinin süâline karşı, yazmış olduğu mektûbu, kelimelerini sâdeleşdirerek, aşağıya yazıyoruz:
Bütün kuvvetinizle, Allahü teâlânın kudreti sâhasından dışarı çıkabilirseniz, çıkınız! Fekat, çıkamazsınız. Bu sâhanın dışı, adem diyârıdır. O adem [ya�nî yokluk] diyârı da, Onun kudreti içindedir.
Bir sırası düşerek, İbrâhîm-i Edhemden �kuddise sirruh�, birisi nasîhat istedi. Buyurdu ki, altı şeyi kabûl edersen, hiçbir işin sana zarar vermez. O altı şey şudur:
1 � Günâh yapacağın zemân, Onun rızkını yime! Rızkını yiyip de, Ona ısyân etmek, doğru olur mu?
2 � Ona âsî olmak istersen, Onun mülkünden çık! Mülkünde olup da, Ona ısyân etmek, lâyık olur mu?
3 � Ona ısyân etmek istersen, gördüğü yerde günâh yapma! Görmediği bir yerde yap! Onun mülkünde olup, rızkını yiyip, gördüğü yerde günâh yapmak, uygun değildir.
4 � Can alıcı melek, rûhunu almağa geldiği zemân, tevbe edinceye kadar izn iste! O meleği kovamazsın. Kudretin var iken, o gelmeden önce tevbe et! O da, bu sâatdir. Zîrâ, Melek-ül-mevt, ânî gelir.
5 � Mezârda, Münker ve Nekîr ismindeki iki melek, süâl için geldikleri vakt, onları kov, seni imtihân etmesinler! Soran kimse dedi ki, (Buna imkân yokdur). Şeyh buyurdu ki, (Öyle ise, şimdiden onlara cevâb hâzırla!)
6 � Kıyâmet günü Allahü teâlâ (Günâhı olanlar, Cehenneme gitsin!) diye emr edince, ben gitmem de! Soran kimse dedi ki, (Bu sözümü dinlemezler). Bunun üzerine, o kimse, tevbe etdi ve ölünceye kadar, tevbesinden vazgeçmedi. Evliyânın sözünde, rabbânî te�sîr vardır.
İbrâhîm-i Edhemden �kuddise sirruh� sordular ki, Allahü teâlâ, (Ey kullarım! Benden isteyiniz! Kabûl ederim, veririm) buyuruyor. Hâlbuki, istiyoruz, vermiyor? Cevâb buyurdu ki, Allahü teâlâyı çağırırsınız, Ona itâ�at etmezsiniz. Peygamberini �sallallahü aleyhi ve sellem� tanırsınız, Ona uymazsınız. Kur�ân-ı kerîmi okursunuz, gösterdiği yolda gitmezsiniz. Cenâb-ı Hakkın ni�metlerinden fâidelenirsiniz, Ona şükr etmezsiniz. Cennetin, ibâdet edenler için olduğunu bilirsiniz, hâzırlıkda bulunmazsınız. Cehennemi, âsîler için yaratdığını bilirsiniz, Ondan sakınmazsınız. Babalarınızın, dedelerinizin ne olduklarını görür, ibret almazsınız. Aybınıza bakmayıp, başkalarının ayblarını araşdırırsınız. Böyle olan kimseler, üzerlerine taş yağmadığına, yere batmadıklarına, gökden ateş yağmadığına şükr etsin! Dahâ ne isterler? Düâlarının netîcesi, yalnız bu olursa, yetmez mi?
[Allahü teâlâ, Mü�min sûresinin altmışıncı âyetinde, (Düâ ediniz, kabûl ederim), isteyiniz, veririm buyuruyor. Düânın kabûl olması için, beş şart vardır: Düâ edenin müslimân olması, Ehl-i sünnet i�tikâdında olması, harâm işlemekden, bilhâssa harâm yimekden, içmekden sakınması, farzları yapması, bilhâssa beş vakt nemâz kılması, Ramezân oruclarını tutması, zekât vermesi, Allahü teâlâdan istediği şeyin sebebini öğrenip, bunu araması lâzımdır. Allahü teâlâ, herşeyi bir sebeb ile yaratmakdadır. Birşey istenince, o şeyin sebebini gönderir ve bu sebebe te�sîr ihsân eder. İnsan bu sebebi kullanıp, o şeye kavuşur. Evliyâsının hâtırı için, âdetini bozarak, bunlar düâ edince veyâ Evliyâyı kirâm vesîle edilerek düâ edilince, bunlara (Kerâmet) olarak, sebebe hâcet kalmadan, doğruca istenileni verir.]
Cevap: ÜÇÜNCÜ CİLD, 22. ci MEKTÛB
Siz, adem diyârından, bu varlık âlemine, kendiliğinizden gelmediğiniz gibi, oraya, kendiniz gidemezsiniz. Gördüğünüz gözler, işitdiğiniz kulaklar, duygu edindiğiniz organlar, düşündüğünüz zekâlar, kullandığınız eller ve ayaklar, geçeceğiniz bütün yollar, girip çıkdığınız bütün mahaller, hulâsa, rûh ve cesedinize bağlı bütün âletler, sistemler, hepsi ve hepsi, Allahü teâlânın mülk ve mahlûkudur. Siz Ondan hiçbir şey gasb edemez, mülk edinemezsiniz! O, hayy ve kayyûmdur. Ya�nî, görür, bilir, işitir ve her var olan şeyi, her ân varlıkda durdurmakdadır. Hepsinin idâresinden, hâllerinden bir ân gâfil olmaz. Mülkünü kimseye çaldırmaz. Emrlerine uymayanların cezâsını vermekden de, âciz kalmaz. Meselâ, Ayda, Merihde ve diğer yıldızlarda insan olmadığı gibi, bu Erd küresinde de bulunmasaydı, birşey lâzım gelmezdi. Bundan dolayı, büyüklüğünden birşey eksilmezdi.
Hadîs-i kudsîde buyuruyor ki, (Önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz; küçüğünüz, büyüğünüz; dirileriniz, ölüleriniz; insanlarınız, cinleriniz; en müttekî, itâ�atli kulum gibi olsanız, büyüklüğüm artmaz. Aksine olarak, hepiniz, bana karşı duran, Peygamberlerimi �aleyhimüsselâm� aşağı gören, düşmanım gibi olsanız, ülûhiyyetimden bir şey eksilmez. Allahü teâlâ, sizden ganîdir, Ona hiçbiriniz lâzım değildir. Siz ise, var olmanız için ve varlıkda kalabilmeniz için ve her şeyinizle, hep Ona muhtâcsınız).
Güneşden ziyâ ve harâret gönderiyor. Aydan ışık dalgaları aks etdiriyor. Siyâh toprakdan, tatlı renkli, hoş kokulu nice çiçekler, güzel yüzler yaratıyor. Rüzgârdan gönüllere ferahlık veren nefesler döküyor. Birçok senelik uzaklıkdaki yıldızlardan, şu çıkdığınız, sonunda gömüleceğiniz topraklara nûrlar yağdırıyor. Zerrelerinde nice nice titreşimlerle te�sîrler uyandırıyor. [Bir tarafdan, beğenmediğiniz, iğrendiğiniz pislikleri, en küçük, en hakîr mahlûkları [mikroplar] vâsıtası ile, toprağa çevirip, çiğnediğiniz bu toprakları bitki fabrikasında, vücûdünüz makinasının yapı taşı olan, protein, ya�nî yumurta akı maddesi hâline döndürüyor. Bir tarafdan da yine nebâtât fabrikasında, toprağın suyunu, havânın boğucu gazı ile birleşdirerek ve içerisine, semâdan gönderdiği enerjiyi, kudreti depo ederek, nişastalı, şekerli maddeleri ve yağları, ya�nî vücûdünüz makinesini işletecek kudret kaynağını yaratıyor.] Böylece, tarlalarda, çöllerde, dağlarda, derelerde, bitirdiği nebâtlarda ve yer yüzünde ve denizlerin dibinde gezdirdiği hayvanlarda, mi�delerinize gidecek, sizi besliyecek rızk, gıdâ hâzırlıyor. Akciğerlerinizde kimyâhâneler açarak, burada kanınızın zehrini ayırıp, yerine oksijen yakıcı maddesini sokuyor. Dimâglarınızda, fizik laboratuvarları açarak, burada his uzvlarından, sinirlerden gelen haberler alınıp, demir taşına miknâtis kuvvetini yerleşdirdiği gibi, beyninize yerleşdirdiği akl ve yüreğinize yerleşdirdiği kalb kuvvetleri te�sîri ile, bir ânda, çeşidli plânlar hâzırlanıp, emrler, hareketler meydâna getiriyor. Yüreğinizi çok karışık ve hârika dediğiniz te�sîrlerle, geceli gündüzlü çalışdırıp, damarlarınızda kan nehrleri akıtıyor. Sinirlerinizde, akllarınızı şaşırtan, nice nice yol şebekeleri dokuyor. Adalelerinizde sermâyeler gizliyor. Dahâ ve dahâ birçok hârikalarla, vücûdünüzü techîz ediyor, temâmlıyor. Hepsine fizik kanûnları, kimyâ reaksiyonları ve bioloji olayları gibi ismler takdığınız, bir nizâm ve âhenkle, te�sîs ediyor, montaj yapıyor. Kuvvet merkezlerini içinize yerleşdiriyor. Gereken tedbîrleri rûh ve şu�ûrunuza tersîm ediyor. Zihn denilen bir hazîne, akl nâmında bir mi�yâr, fikr dedikleri bir âlet, irâde dediğiniz bir anahtar da, ihsân ediyor. Her birini yerinde kullanabilmeniz için size tatlı, acı ihtârlar, işâretler, meyller, şehvetler de veriyor. Dahâ büyük bir ni�met olarak, sâdık ve emîn Resûllerle açıkca, ta�lîmât gönderiyor. Nihâyet, vücûdünüz makinesini işletip ve tecribelerini gösterip, maksada göre kullanmanız ve istifâde etmeniz için elinize teslîm ediyor. Bütün bunları, size ve irâdenize ve yardımınıza muhtâc olduğundan değil, mahlûkları arasında size ayrı bir mevkı�, bir salâhiyyet vererek, mes�ûd ve bahtiyâr olmanız için yapıyor. Ellerinizi, ayaklarınızı, kullanabildiğiniz her uzvunuzu, arzûnuza bırakmayıp da, yüreğinizin atması, ciğerlerinizin şişmesi, kanlarınızın dolaşması gibi, sizden habersiz kullansaydı, her işinizde, zorla, refleks hareketleri ile, çolak el, kuru ayak ile yuvarlasaydı, her hareketiniz bir titreme, her kımıldamanız bir siğirme olsaydı, kendiliğinize ve emânetlere mâlik olduğunuzu iddi�â edebilir mi idiniz? Sizi, cansızlar gibi, sâde dış kuvvetler te�sîri ile veyâ hayvanlar gibi, yalnız dış ve iç kuvvetler ile aklsız, şu�ûrsuz hareket etdirse idi ve evlerinize taşıdığınız ni�metlerden, yük hayvanı gibi, ağzınıza bir lokma verseydi, onu alıp yiyebilecek mi idiniz?
Doğmadan evvelki, doğduğunuz zemânki hâlinizi düşünüyor musunuz? Üzerinde yatıp kalkdığınız, yiyip içdiğiniz, gezip dolaşdığınız, gülüp oynadığınız, derdlerinize devâ, korkulara, sıcağa, soğuğa, açlığa, susuzluğa, yırtıcı ve zehrli hayvanların ve düşmanların hücûmlarına karşı koyacak vâsıtaları bulduğunuz şu yer küresi yapılırken, taşları, toprakları hilkat fırınlarının ateşlerinde pişirilirken, suyu ve havâsı, kudret kimyâhânesinde inbiklerden çekilirken, siz nerede idiniz, ne içinde idiniz, hiç düşünüyor musunuz? Bugün, bizim dediğiniz karaların, denizlerden süzülüp ayrıldığı, dağların, derelerin, ovaların, tepelerin döşenildiği zemân, acaba nerede idiniz? Denizlerin acı suları, Hakkın kudreti ile buharlaşdırılarak, gökde bulutlar yapılırken, o bulutlardan yağan yağmurlar, [çakan şimşeklerin ve güneşden gelen kudret, enerji dalgalarının hâzırladığı gıdâ maddelerini,] yanmış, kurumuş toprakların zerrelerine işletip, o maddeler, [ziyâ ve harâret şu�âları te�sîri ile] oynayıp titreşerek hayâtın hücrelerini yetişdirirken, nerede idiniz ve nasıldınız?
Bugün kendinize maymun tohumu derler, inanırsınız. Allah yaratır, yaşatır, öldürür, herşeyi O yapar derler inanmak istemezsiniz.
Ey insan! Acabâ sen nesin? Babanın damarlarında neydin? Bunak, örümcek kafalı, gerici diye hakâret etdiğin babana, vaktiyle damarları içinde sıkıntı verirdin. O zemân, seni oynatan kimdi ve sen onu, niçin râhatsız ediyordun? O, istese idi, seni bir çöplüğe atabilirdi, fekat atmadı. Seni, bir emânet gibi sakladı. Bol bol besleneceğin bir gülşen serây-ı ismete tevdi� etdi ve nice zemân himâyene uğraşdı ise, sen niçin sıkıntılarından babanı mes�ûl tutarak tahkîr ediyorsun da, ni�metlerinden ona ve yaratanına bir şükr payı ayırmıyorsun? Sonra sen, emânetini niçin herkesin kirletdiği çöplüklere döküyorsun?
Etrâfın, arzû ve emellerine uyduğu zemân, herşeyi, aklınla, ilminle, fenninle, gücünle, kuvvetinle yaratarak yapdığına, bütün başarıları îcâd etdiğine inanıyorsun. Hakkın sana verdiği vazîfeyi unutuyor ve o yüksek me�mûrlukdan isti�fâ ediyor ve emânete sâhib çıkmağa kalkıyorsun. Kendini mâlik ve hâkim tanımak ve tanıtdırmak istiyorsun. Öte tarafdan, etrâfın, arzûlarına uymaz, dış kuvvetler seni mağlûb etmeğe başlarsa, o zemân da, kendinde hasret ve husrândan, acz ve yeisden başka birşey görmüyorsun. Hiçbir irâde ve ihtiyâra sâhib olmadığını, herşeyin cebr elinde esîr olduğunu ve varlığının, otomatik ve fekat zembereği kırık bir makina gibi olduğunu iddi�â ediyorsun. Kaderi bir (İlm-i mütekaddim) değil, bir (cebr-i mütehakkim) ma�nâsında anlıyorsun. Bunu söylerken, ağzının, gramofon gibi olmadığını da, sezmez değilsin.
Sofrana, sevdiğin yemekler gelmediği zemân eline geçirebileceğin kuru ekmeği yimekle, yimeyip açlıkdan ölmek arasında hür ve serbest bulunduğun ve kuru lokmalar, ağzına zorla tıkılmadığı hâlde, elini, dilini uzatır, onları yirsin. Hem yirsin, hem de birşey yapmadığına hükm edersin. Düşünmezsin ki, elin ve ağzın, yine arzûnla oynamış ve bu oynayış bir sıtma, bir titreme olmamışdır. Fekat, böyle mecbûr olduğun zemânlarında bile, irâdene mâlik olduğun hâlde, seni âciz bırakan, hâricî kuvvetler karşısında kendini mecbûr, esîr, hâsılı bir hiç bilirsin.
Yâhû! İşin yolunda, muvaffakıyyet ve muzafferiyyet yanında olunca (Hep), işlerin aksi, ters olduğu zemânında ise, kaderin cebri altında oyuncak bir (Hiç) diye iddi�â etdiğin o sen, bunlardan hangisisin? Hep misin, hiç misin?
Ey Âdem oğlu! Ey noksanlık ve taşkınlık içinde yüzen insan! Siz, ne hepsiniz, ne de hiçsiniz! Her hâlde ikisi arası bir şeysiniz. Evet siz, îcâd etmekden, herşeye hâkim ve gâlib olmakdan, şübhesiz uzaksınız. Fekat, inkâr olunamayan bir hürriyyet ve ihtiyârınız, sizi hâkim kılan, bir arzû ve seçim hakkınız vardır. Siz, eşi ortağı bulunmıyan bir hâkim ve mutlak, başlı başına bir mâlik olan, Hak teâlânın emri altında, ayrı ayrı ve müşterek vazîfeler alan, birer me�mûrsunuz! Onun koyduğu ahkâm ve nizâm ile, Onun ta�yîn etdiği mevkı�leriniz ve halk edip emânet olarak verdiği salâhiyyet ve vâsıtalarınız nisbetinde vazîfe yaparsınız. Âmir ancak O, hâkim yalnız O, mâlik yine Odur. Ondan başka âmir, Ona benzer hâkim, Ona ortak mâlik yokdur. Sizin o kadar benimseyerek, hevesle atıldığınız maksadlar, gâyeler, girişdiğiniz mücâdeleler, sarf etdiğiniz gayretler, duyduğunuz iftihârlar, kazandığınız başarılar, Onun için olmadıkça, hep yalan, hep boşdur. O hâlde kalblerinizde, niçin yalana yer veriyorsunuz da, şirklere sapıyorsunuz? Niçin, eşsiz hâkim olan, Hak teâlânın emrlerine uymuyor, Onu ma�bûd tanımıyorsunuz da, binlerce, hâyal olan, ma�bûdlar arkasında koşuyor, hepiniz sıkıntılar içinde boğuluyorsunuz? Her neye koşuyorsanız, sizi sürükleyen bir emel, bir ihtiyâr, bir îmân değil midir? Niçin o emeli Hakdan başkasında arıyorsunuz? Niçin, o îmânı Hakka tahsîs etmiyor, o ihtiyârı bu îmâna ve îmânın netîcesi olan amellere sarf etmiyorsunuz?
Hak teâlânın hâkimliğini tanıdığınız, emâneti ve emniyyeti bozmayarak çalışdığınız zemân, birbirinizi ne kadar sevecek, ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden, Allahın merhameti, neler yaratacakdır. Kavuşduğunuz her ni�met, hep Hakka îmânın hâsıl etdiği kardeşliğin netîcesi ve Allahü teâlânın merhameti ve ihsânıdır. Gördüğünüz her musîbet ve felâket de, hep kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın netîcesidir. Bunlar ise, hakkı tanımamanın, zulm ve haksızlık etmenin cezâsıdır. Bu da, hukûku kendiniz kurmağa kalkışmanın, Hak teâlâ ile yarış edebilecek şerîklere tâbi� olmanın, hâsılı, hâlis tevhîd ile, yalnız Hak teâlâya îmân etmemenin netîcesidir.
Hulâsa, insanlığı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakka karşı şirk ve müşriklikdir. İlm ve fen, ilerlediği hâlde, insanlığın ufklarını sarmış olan fesâd karanlığı, hep şirkin, îmânsızlığın, vahdetsizliğin ve sevişmezliğin netîcesidir. Beşeriyyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırâb ve felâketden kurtulamaz. Hakkı tanımadıkça, Hakkı sevmedikçe, Hak teâlâyı hâkim bilip, Ona kulluk etmedikçe, insanlar, birbiri ile sevişemez. Hakdan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perîşanlık yoludur. Görmez misiniz, câmi�e gidenler sevişir, meyhâneye gidenler döğüşür.
Hak teâlâdan başka herneye gönül verseniz, herneye tapınsanız, hepsinin zıddı, mukâbili vardır. Bunların hepsi de, Hakkın kudreti ve irâdesi altındadır. Şerîki, nazîri, misli, zıddı, mukâbili olmayan, yegâne hâkim, ancak Hak teâlâdır ve ancak Onun mukâbili bâtıldır, yanlışdır ve varlığı mümkin olmıyan bir yoklukdur.
Hak teâlâdan başka, herneye tâbi� olur, herneye tapınır, Onun yerine, herneyi sever ve hakîkî hâkim tanırsanız, biliniz ki, onlar da sizinle berâber yanacakdır. [Yukarıdaki mektûbun ingilizce tercemesi, Abdülhakîm efendinin ingilizce hâl tercemesi ile birlikde, (The Proof of Prophethood) kitâbının içinde, Hakîkat Kitâbevi tarafından neşr edilmişdir.]
Kâfirin topu çok, hîlesi çok, azâbı çokdur.
Mü�minin ilmi çok, hayâsı çok, râhatı çokdur.