-
Her hicret, Ensar ister
Hicret deyince, Her Mü'minin Aklina önce Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselam, sonra yol arkadasi Ebu Bekir radiyallahu anh, sonra Mekke, sonra Medine gelir. Bir adim sonra, Mekke’den Medine’ye hicret eden sair sahabileri de düsünürüz.
Hicret deyince akla gelenler hayalimizde bu sekilde bir bir canlanirken, Hicret deyince muhakkak akla gelmesi gereken bir grup insan bir sekilde nazarlarda gizlenir yahut gerilerde kalir.
Bu bir grup insan, Ensar’dir. Ensar: Mekke’den hicret eden Muhacir sahabilere, her açidan yardim elini uzatan Medineli sahabiler.
Iste o Ensar, Hicret hatirlara geldiginde, unutulmasa da, siralamada geri kalir ve nazarlardan gizlenir.
Kimbilir, belki de, Hicretin asil zor tarafini Mekkeli mü’minler gerçeklestirdigi içindir bu. Hz. Peygamber’in bile, terkederken geri dönüp “Benim için sen, Allah’in arzinda bana en sevgili yersin. Kavmim beni mecbur birakmasiydi, seni asla terketmezdim” buyurdugu yerdir Mekke. Kâbe’si, Zemzem’i, Safâ ile Merve’si, Hira’si ile, az ötedeki Arafat’i ile, insanlik tarihinin en ulvî hatiralarini özünde tasiyan yerdir. Allah’a ibadet için insa edilen ilk bina da Mekke’dedir, sözlerin en güzeli olarak Kur’ân-i Hakîm de ilk olarak burada Peygamber’e inmistir.
Peygamber aleyhissalâtu vesselam ve Mekkeli sahabiler, iste böylesine kudsî hatiralar yüklü oldugu halde Mekke’yi terketmislerdir. Dahasi, yanlarina alabildikleri üç-bes esya ve üç-bes dinar disinda, dünyalik n----- neleri varsa onlari da geride birakarak ayrilmislardir bu sehirden. Daha da ötesi, birçogu anasini, babasini, esini, evladini ve her hâlükârda akrabasini arkada birakarak ayrilmistir Mekke’den.
Dolayisiyla, Hicret deyince, feragatin büyügü, elbette Mekkeli Muhacirîn’e aittir. Zira, imanlari için herseyden ve herkesten geçmislerdir. Kurulu düzenlerini bozmus, islerini-güçlerini birakmis, es-dost-akrabadan kopmus; sirf imanlarini tam olarak yasamak adina, hepsinden feragat etmislerdir.
Ama birse var ki, Mekkeli sahabiler, hicret ederken, bir bilinmeze dogru göç etmis de degillerdir. Peygamber aleyhisselam ve yol arkadasi Ebu Bekir, hicret ederken, meçhul bir diyara ve meçhul bir akibete dogru hicret ediyor degildir.
Zira hicret, apar-topar, bir anda ve bir belirsizlige dogru bir yolculuk degildir.
Sahabiler de, Hz. Peygamber de, hicret ederken, nereye, hangi sartlarda, kimlerle karsilasmak üzere gidiyor olduklarini bilmektedir.
Açikçasi, Hicret, Misir’dan Filistin’e o mucizevî hurucunda Hz. Musa’nin yasadigina benzer mihnetler barindiran bir yolculuk degildir. Ikibin küsur metrelik derinligiyle Kizil Deniz’in yarilip yol olarak açildigi bu mucizevî hurucun akabinde Eriha’ya varildiginda gelen cihad emri karsisinda Benî Israil’in tavri “Ey Musa! Git, sen ve Rabbin savasin!” aymazligi iken; Medineli sahabiler, Hicret gerçeklesmeden evvel, hem de iki kez Akabe’de Peygambere biat etmislerdir.
Hem de nasil bir biat!
Akabe biatlarinda Ensarin en ziyade öne çikan ismi Es’ad b. Zürâre’nin dedigi sekilde, onlar, Peygamber aleyhisselami ve Mekkeli sahabileri Medine’ye davet ederken, kendileri için nelere davetiye çikardiklarinin farkinda olarak bu biati etmislerdir:
“Bizler, ancak bu zâtin Resûlullah oldugunu bilerek, develerimizin bögürlerini tepe tepe buraya gelmis bulunuyoruz. bugün kendisini alip Medine’ye götürmek, bütün Araplardan ayrilmas, ayri bas çekmek, ve neticede en hayirlilarinizin öldürülmesi ve sizlerin de kiliç darbeleriyle kesilip biçilmeniz demektir. (...) Ey insanlar! Muhammed’e ne üzerine bey’at edeceginizi biliyor musunuz? Siz ona; Arap ve Arap olmayanlarla, bütün cin ve insanlar toplulugu ile savasmak üzere bey’at edeceginizin farkinda misiniz?”
Yahut Abbas b. Ubâde’nin dikkat çektigi su istikbale razi olarak:
“Sizler; insanlarin kizil ve kara derilileriyle savasmak üzere kendisi ile biatlasacaksiniz!
Eger karsilasacaginiz musibetle mallariniz azaldigi, esrafiniz öldürüldügü zaman ona yardim etmeyecek, kendisini muhaliflerinin ellerine birakacaksaniz, vallahi bu, dünyada da, ahirette de yüzkarasidir. Simdiden bundan vazgeçin.
Fakat eger sizler kendisine vaadde bulundugunuz yardim, barindirma, muhaliflerinden koruma gibi seyleri yerine getireceginize kani iseniz, mallarinizin azalmasi ve esrafinizin öldürülmeleri pahasina da olsa onu tutunuz ki, vallahi bu da, dünyada da, ahirette de hayirlidir!”
Onlar iste bunun farkinda olarak Akabe’de Hz. Peygambere biat edip onu Medine’ye davet etmislerdir.
Verdikleri bu sözün sartlarini da bihakkin yerine getirmislerdir. Mallarini da, zamanlarini da, hayatlarini da Resûlullah için feda etmekten çekinmemis; asla ve kat’a, “Git, sen ve Rabbin savasin!” kabilinden bir aymazliga düsmemislerdir. iste Bedir, iste Uhud, hele ki Hendek, bunun apaçik delilidir.
Bu açidan bakildiginda ise, Hicrette Ensar’in da hissesi daha bir berraklikla çikar karsimiza.
Anlariz ki, Hicret, tek-tarafli bir göç degildir.
Imanindan dolayi yurdunda barinamayan ve canina kastedilen bir toplulugun, imanini yasayabilmek için meçhul bir diyara göç etmesi degildir Hicret.
Imanindan dolayi yurdunda barinamayip canlarina kastedilen bir toplulugun, imanlarini yasayabilmeleri için her açidan onlara yardima, her türlü destek ve korumaya söz veren insanlarin oldugu bir diyara yapilan göçtür o.
Hicretten söz ediyorsak, bir tarafta tanim geregi elbette Muhacirîn, yani ‘göç edenler’ vardir.
Ama diger tarafta o hicret edenleri yurtlarina kabule, her açidan yardima, destege ve korumaya önceden söz vermis Ensar, yani ‘yardimcilar’ da vardir.
Hicret, bir bilinmeze yolculuk degildir. Bir “Git, sen ve Rabbin savasin!” yolculugu da degildir. Bir “Gidin, siz ve Rabbiniz savasin!” yolculugu da degildir.
Hicretin bir ucunu Allah için herseyden feragat eden Muhacirîn tutmus, gitmekte; öteki ucunu ise Allah için herseyden feragat edenler için herseyden feragat eden Ensar tutmus, “Bize gelin!” demektedir.
Hicret, “Gelin, ne gerekiyorsa ben de varim; ne yapilacaksa, ben de isin içindeyim; hangi bedel ödenecekse, ben de hazirim!” diyebilen bir Ensarin varliginda gerçeklesmektedir.
Yok mudur “Içimde bir Muhacir var” diyebilen? Var midir “Içimde bir Ensar var” diyebilen?
Metin Karabasoglu