Mesneviden Hikayeler 6. Cilt
EBUYEZİD’İN MÜJDESİ
Bayezid’in Ebulhasan’ın halini daha evvelce nasıl gördüğünü duymadın mı? Bir gün o takva sultanı, dervişleriyle sahradan geçerken, ansızın ona Rey civarında Harkan tarafından bir kokudur geldi. Orada iştiyaklı bir feryat çekti, rüzgardan koku aldı. Aşıkçasına bir kokladı; adeta ruhu rüzgardan bir şarap tatmaktaydı.
Buzlu suyla dolu olan bir testinin dışında ter gibi sular peydahlanır. O, havanın soğukluğundan meydana gelir... yoksa testinin içinden dışarı su sızmaz! Koku getiren rüzgar, onu su haline getirmiştir... işte onun gibi su da Bayezid’e halis şarap haline gelmişti! Bayezid’de sarhoşluk eseri görününce bir müridi ona gelip sordu: “Beş duyguyla altı cihetten dışarı olan şu hoş hal nedir? Yüzün gah kızarmakta, gah ağarmakta... bu ne hal, bu ne müjde? Koklayıp duruyorsun ama görünürde gül yok, şüphesiz bu, gayb aleminden, hakiki güllerin açtığı gül bahçesinden.
Ey her kendini tanıyan, bilen kişinin muradı ve maksadı olan er, her an sana gayb aleminden bir haber, bir mektup gelmekte, Her an Yakup gibi sana da bir Yusuf’tan şifa kokusu erişmekte. Bize de o testiden bir katra dök... bize de o gül bahçesinden bir kokucuk anlat!Biz buna alışmamışız ey yüce ve güzel er... bizim dudağımız kuru, sen bu şarabı yalnızca içiyorsun!
Ey, çevik er, ey gökyüzünü dönüp dolaşan er, içtiğin şaraptan bize de bir yudumcuk sun! Bu zamanda meclisin beyi sensin, senden başkası değil... bize de bak! Bu şarap, gizlice içilir mi ki? Şarap, muhakkak adamı rezil, rüsvay eder! Kokusunu gizlesen bile sarhoş gözlerini ne yapacaksın ki?
Zaten bu koku, alemde yüz binlerce perde altında gizlenebilecek bir koku değil ki! O kekin kokuyla ovalar, çöller doldu... hatta ova da nedir ki? O koku, dokuz feleği bile geçti! Bu şarabın bulunduğu testinin başını balçıkla örtme... zaten bu öyle bir açıkta şarap ki örtülmesine imkan yok!
Ey sırlar bilen sır söyleyici, seni avlayanı lutfet, söyle! Bayezıd dedi ki: “Şaşılacak bir koku geldi bana... Peygambere Yemen’den gelen koku gibi! Muhammet demiştir ki. Seher yelinin eliyle bana Yemen’den Tanrı kokusu gelmekte. Vise’nin ruhuna Rahim’in kokusu geldiği gibi Üveys’ten de Tanrı kokusu geliyor.
Üveys’ten, Karen kabilesinden garip bir koku geldi de Peygamberi sarhoş etti, neşelendirdi! Üveys kendinden geçmiş, yere mensupken göklere mensup olmuştu! Heliyle, şekerle karışmış, halli hamur olmuş, acı tadı kalmamıştı artık! Heliyle, varlığından tamamıyla geçmişti... yalnız heliyle şeklindeydi ama lezzeti kalmamıştı ki!”Bu sözün sonu gelmez. O aslan er, gayb aleminin vahyinden neler söyledi? Sen onu anlat!
Bayezıd dedi ki “Bu taraftan bir dostun kokusu gelmekte... bu köyden bir padişah geliyor! Bunca yıldan sonra bir padişah doğacak... otağını göklere kuracak! Yüzü Tanrı’nın gül bahçelerinin tesiriyle gül rengine dönecek... makam ve rütbe bakımından benden üstün olacak!”
Dediler ki: Adı ne? Bayezid, Ebül Hasan dedi... onun şeklini, kaşının çenesinin ne şekilde olduğunu anlattı. Boyunu, rengini, şeklini, saçlarını, yüzünü bir bir anlattı. İç huylarını, manevi sıfatlarını... ruhunu, yolunu, yerini, varlığını hep söyledi. Ten şekli, ten gibi iğretidir... ona pek gönül verme... o bir anda gelir geçer!
Tabii ruhun şekli, hali de fanidir... o can şeklini, sıfatını iste ki gökyüzündedir! Onun bedeni, yeryüzünde mum gibidir... nuru ise yedinci kat tavanın üstündedir! Güneşin ışıkları odadadır ama güneş, dördüncü kat göktedir. Gülün suretini, latife yollu burnunun altında görürsün ama gül kokusu dimağın ta tavanına, sayvanına kadar her yeri tutmuştur.
Uyuyan adam, Aden’de bir azaba uğradığını görür ama aksi, bedeninde ter halinde görünür! Gömlek, Mısır’da bir harise rehin olmuştur ama Kenan ülkesi o gömleğin kokusuyla dolmuştur!Tarihçiler, bunu duyunca Bayezid’in tayin ettiği zamanı yazdılar... adeta şişe benzeyen kamış kalemlerini kebapla bezediler.
Tanı o zaman, o tarih gelip çatınca o padişah doğdu... devlet satrancını oynadı! Bayezid’in ölümünden sonra yıllar geçti, Ebul Hasan dünyaya geldi. O padişah, Ebulhasan’ın ihsanına, kıskanmasına ait ne gibi huylar söylediyse aynen zuhur etti.
Çünkü onun önünde giden levhimahfuz’dur... neden mahfuzdur o levh? Hatadan! Bu, ne yıldız bilgisidir, ne remil, ne de rüya... Tanrı, doğrusunu daha iyi bilir ya, Tanrı vahyidir! Sofiler, bunu halktan gizlemek için gönül vahyi demişlerdir.
Sen istersen onu gönül vahyi farzet... Gönül zaten onun nazargahıdır... Gönül, ona agah olunca nasıl hata eder? Ey mümin, sen, Tanrı nuruyla bakar, görürsün... hatadan, yanılmadan eminsin!
Sofi, yoksulluktan dertlenince yoksulluğu, ona dadı ve gıda kesilir. Çünkü cennet, hoşa gitmeyen şeylerden meydana gelmiştir... merhamet, gönlü kırık acizlerin nasibidir. Yücelikle başlar kıran kişiye ne Tanrının merhameti nasip olur, ne halkın!
Bu sözün sonu yoktur... evet, o yiğit, yiyecek ve ekmek nafakasının azlığından perişan oldu! Ne mutlu o sofiye ki rızkı azalır... boncuğu inci olur, kendisi deniz kesilir! O hususi Tanrı nafakasını duyan, Tanrının yakınlığına erer,gayb nafakasını elde eder.
Fakat ruh nafakası noksan olan kişinin canı o noksan yüzünden titremeye başlar. Anlar ki bir hata etmiştir de bundan dolayı rıza yaseminliği perişan olmuştur. İşte o adam da ekinin az olması yüzünden harman sahibine mektup yazdı. Mektubunu o yüce ve adil padişaha götürdüler, okudu, fakat bir cevap vermedi.
Dedi ki: onun derdi yalnız gıda, başka bir şey değil... ahmağa verilecek en iyi cevap sükuttur. Ayrılık ve vuslat derdi onda hiç yok... fer’e bağlanmış, aslı hiç aramıyor. O ahmağın biri... varlığa kapılmış, ölmüş gitmiş fer’in derdiyle asla aldırış bile etmemekte.
Göklerle yeri bir elma farz et... Tanrının kudret ağacından bitmiş! Sen, bu elmanın içindeki bir kurda benzersin; ağaçtan da haberin yok, bahçıvandan da! Elmada bir kurt daha var; fakat onun canı dış aleminde bayrak sahibi! Onun hareketi elmayı yarar... elma onun hareketine karşı koyamaz!
Hareketi, perdeleri yırtar... sureti kurt ama hakikatte o, bir ejderha! Demirden çıkan ilk ateş, dışarıya yavaş ,yavaş adım atar. Dadısı pamuktur önce... fakat sonunda şuleleri ta esire kadar çıkar, İnsan, önce uykuya, yemeye muhtaçtır... fakat nihayet meleklerden de üstün olur.
Pamuk ve kükürdün himayesinde şulesi ve nuru, süha yıldızına kadar çıkar! Karanlık alemi aydınlatır... demirden yapılma tomruğu bile iğneyle deler geçer!
Ateş de cismanidir ama ne ruhtandır, ne de ruhani alemden! Cisme, o yücelikten bir nasip yoktur... cisim, can denizinin önünde bir katra gibidir! Cisim, canla artar, gün günden fazlalaşır... fakat can gitti mi cisme bak, ne hale gelir?
Cisminin haddi, bir iki arşından fazla değildir... fakat canın, ta göklere kadar çıkar, dolaşır! En iyi kişi, ruha ta Bağdat’a Semerkand’a kadar olan mesafe tasavvurda yarım adımdır ancak! Gözünüz iki dirhemlik taş ağırlığında bir yağ parçasıdır ama ruhunun nuru göklere dek her tarafı kaplar.
Nursa, bu göz olmadan da uykuda her şeyi görür... fakat göz, bu nur olmayınca ancak harap olur gider! Canın, tenin sakalıyla, bıyığıyla alış verişi yoktur... fakat ten, can olmayınca murdardır, aşağıdır! Bu cisim, hayvani ruhun debdebesine sebeptir... sen daha önceden git de insani ruhu gör!
İnsandan da dedikodudan da geç de Cebrail’in ruhunun dayanıp kaldığı deniz kıyısına var! Ondan sonra Ahmed’in canı (esrarı faş etme sakın diye) sana karşı dudağını ısırsın... Cebrail, senden korksun, geride kalsın! Bir yay kadar ileri varır, sana doğru gelirsem derhal yanarım desin!
Rüzgar, Süleyman’ın tahtına ters esti...Süleyman dedi ki: Ey rüzgar, ters esme! Rüzgar da ey Süleyman dedi, ters hareket etme... ters hareket edersen, benim tersliğime kızma! Tanrı, biz ders alalım da insafa gelelim diye bu teraziyi halk etti. Sen eksik dirhem korsan ben eksik tartarım... sen benimle apaydın muamelede bulunursan ben de seninle apaydın muamelede bulunurum!
Böylece Süleyman’ın tacı da eğrildi... aydın günü ona gece etti adeta! Süleyman dedi ki: Ey taç, neden başımda eğrilirsin... A güneş, doğumdan eksilme benim! O eliyle tacı düzelttikçe taç eğrilmekteydi yiğidim! Tam sekiz kere doğrulttu, sekiz kere eğrildi... dedi ki: Ey taç, bu ne bu? Eğrilme artık!
Taç dedi ki: Beni yüz kere doğrultsan yine eğrilirim... çünkü inanılır kişi, sen eğrilmedesin! Süleyman, bunun üzerine kalbini doğrulttu... gönlündeki şehvetten soğudu... Tacı da derhal doğruldu... nasıl istiyorsa başında öyle durdu.
Süleyman, bundan sonra onu mahsustan eğriltmede, taç da inadına doğrulmadaydı. O ulu Peygamber, tacını sekiz kere eğriltti; her defasında taç, başında doğruldu. Taç, dile geldi de ey padişah, nazlan dedi... kanadından mademki tozu, toprağı silktin; uç! Bana izin yok ki bundan ileriye geçeyim... bu sırrın gayb perdelerini yırtayım!
Elini sen ağzıma koy da kapat... ağzım, beğenilmeyen şeyler söylemesin! Hasılı sana ne dert gelirse başkasına kabahat bulma; kendine bak! Dostum, bu iş başkasından oldu sanma... o kölenin uğraştığı gibi uğraşıp durma! Köle, gah elçiyle, mutfak eminiyle uğraşıp savaşmasaydı... gah cömert padişaha kızmadaydı.
Tıpkı Firavun gibi... hani o da Musa’yı bırakmıştı da halkın yavrucaklarının başlarını kestiriyordu. Halbuki düşman, o kör gönüllünün evindeydi... oysa başka çocukların başlarını kopartıp duruyordu! Sen de dış aleminde başkalarıyla kötü oluyorsun da içten kötü nefsinle uzlaşıyorsun.
Düşmanın o... fakat sen ona şeker vermedesin... dışarıdan da herkesi töhmetli tutmadasın! Sen Firavun gibi körsün, kör gönüllüsün... düşmanla iyisin de suçsuzları aşağılatmadasın. A firavun, niceye dek suçsuzları öldürecek, asıl suçlu olan nefsini hoş tutacaksın? Firavun’un aklı, padişahların aklından üstündü ama Tanrı hükmü onu akılsız ve kör etmişti!
Bir adamın can gözünü, can kulağını Tanrı kapattı mı o adam Eflatun olsa hayvanlaşır! Hasılı Bayezit hakkındaki gayb hükmü nasıl zuhur ettiyse Tanrı hükmü levh üstünde ( çaresiz) zuhur eder.
Ebulhasan, Bayezid’in buyurduğu gibi zuhur etti... ve bunu adamlarından duydu. Bayezid, Hasan benim dervişim ve ümmetim olur... her sabah benim mezarımda benden ders alır demişti. Kendisi de dedi ki: ben de Şeyh’i rüyamda gördüm... ruhundan bu sözü duydum.
Her sabah, onun mezarına yüz tutar, ta kuşluk çağına kadar huzurunda dururdu. Ya bir şeyhin huzuruna gider gibi o mezarın başına gelir, yahut da sözsüz müşkülleri hallolurdu. Nihayet yine bir gün kutlulukla o mezarın başına geldi... yeni kar yağmıştı, mezarlar karla örtülmüştü.
Mezarın üstünde kat kat karların bayrak gibi yüceldiğini, kubbe kubbe yığıldığını görünce gamlandı. O diri Şeyh’in mezarından ses geldi. Ben buradayım, bana gel diye seni çağırıp duruyorum. Kendine gel... sesime koş; bu yana seğirt! Alem karla dolsa da sen, benden yüz çevirme! O gün, Ebulhasan’ın hali düzeldi... önce duymuş olduğu şaşılacak şeyler, o gün kendisinde zuhur etti.
Bir adam, birisiyle meşverette bulunuyor, tereddütten kurtulmak, hapisten halas olmak istiyordu. O adam dedi ki: Hoş fakat benden başkasını ara bul da danışacağın şeyi ona danış! Ben senin düşmanınım, bana sarılma... düşmanın tedbiri, aydın olamaz! Git, sana dost olan birisini ara... dost şüphe yok ki dostun hayrını diler.
Ben düşmanım, benim gibisinden bir çare olmaz... eğri gider, sana düşmanlık ederim. Kurttan bekçilik istemek doğru bir şey değildir... bir şeyi bulunmadığı yerde aramak, aramamak demektir. Hiç şüphe etme ki ben sana düşmanım... senin yolunu keserim ben, nasıl olur da sana yol gösteririm?
Kim dostlarla düşer kalkarsa külhanda bile olsa gül bahçesindedir... fakat zamanede düşmanla düşüp kalkan gül bahçesinde bile olsa külhandadır! Biz, ben diye varlığa düşerek dostu incitme de kimse, düşmanın olmasın! Tanrı için halka hayır yap, yahut kendi canın için herkese hayırda bulun da. Daima gözüne dost görünsün... gönlüne kin yüzünden çirkin suretler gelmesin!
Fakat birisine düşmanlıkta bulundun mu ondan çekin... seni seven bir dostla görüş, danışacağını ona danış! Adam dedi ki: Ey iyi kişi, biliyorum seni... sen benim eski düşmanımsın. Fakat akıllı ve manevi bir adamsın; aklın eğri gitmeme razı olmaz.
Tabiat, düşmandan hıncını çıkartmak ister ama akıl, nefse demirden bir bağdır; Gelir, onu kötülükten men eder, geri çeker... akıl, onun iyi ve kötü hareketlerine adeta bir şahnedir. İmana mensup akıl adil bir şahneye benzer... gönül şehrinin bekçisidir, hakimidir. Kedi gibi aklı uyanıktır onun... hırsız, fare gibi delikte kalakalır! Nerede fare çıkar, bir şeye el uzatırsa ya orada kedi yoktur, yahut varsa bile sureti vardır!
Kedi nedir? Aslanları yıkan aslan... tendeki imana mensup akıl! Onun görünüşü yırtıcı hayvanlara hakimdir... narası otlayan hayvanları men eder! Şehir, hırsızlarla, elbise soyanlarla dolu... söyle, ister şahne olsun, ister olmasın!
O muhteşem fakir Bayezid, dervişlerine “İşte Tanrı benim” dedi. O fenlere sahip er, sarhoşça apaçık “Benden başka Tanrı yoktur...bilin de bana tapın” buyurdu. O hal geçince sabahleyin “Sen böyle dedin... bu doğru değil” diye kendisine söylediler. Dedi ki: “Bunu bir daha dalar da söylersem hemen o anda beni bıçaklayın!
Tanrı, tenden münezzehtir... benimse tenim var. Böyle söylediğim zaman öldürülmem lazım! O hür er, bu tavsiyede bulununca her derviş bir bıçak hazırladı. Bayezid, yine o koca kadehi dikip sarhoş oldu... tavsiyeleri aklından çıktı. Meze geldi... aklı avare oldu; sabah geldi, mumu çaresiz kaldı!
Akıl şahneye benzer... sultan gelince biçare şahne bir bucağa büzüldü! Akıl Tanrı gölgesidir, Tanrı güneş... gölge, güneşe karşı dayanır, durabilir mi hiç? Peri ve cin, insana üstün olunca insandaki insanlık sıfatı kaybolur... ne söylerse o peri söyler...cin tutmuş adam söyler ama hakikatte o sözler, cinindir, perinindir!
Perinin bile yolu yordamı böyle olursa o perinin Tanrı’sı nasıl olur? Varlığı gider insan peri kesilir...ilhama nail olmayan Türk arapça konuşmaya başlar! Fakat kendine gelince hiçbir lugat bilmez. Peri de bile böyle bir varlık, böyle bir sıfat olduktan sonra, artık perinin ve insanın Tanrı’sı, nasıl olur da periden aşağı olur?
Aslanı bile tutacak derecede sarhoş olup yiğitleşen kişi, kalkar da erkek aslanın sütünü emerse sen artık bu işi o yapmadı, şarap yaptı dersin! Eski altınlardan söz düzer, mükemmel söz söylerse yine dersin ki o sözü de şarap söylemiştir! Şarapta bile bu zor, bu kuvvet olursa Tanrı nurunda olmaz mı hiç?Tanrı nuru, seni tamamı ile senden alır... sen aşağılarsın, onun sözü üstün olur. Kuran, gerçi Peygamber’in dudağından çıkar ama kim Tanrı söylemedi derse kafirdir.
Kendinden geçiş hüması uçmaya başlayınca Bayezid yine o söze koyuldu. Aklı şaşkınlık seli kaptı götürdü... o sözü evvelce söylediğinden daha zorlu söyledi. “Hırkamda, varlığımda Tanrıdan başka bir şey yok... yerde gökte nice bir arayıp durursun?” dedi.
Dervişler deli divane oldular... bıçaklarını tertemiz bedenine sapladılar. Her biri Girdeküh mülhitleri gibi pervasızca pirlerine bıçak saplamaya koyuldular.
Fakat şeyhe kılıç vuranın kılıcı, tersine dönüyor kendisini yaralıyordu. O hünerli şeyhin vücudunda bir eser bile görünmüyordu. Fakat dervişler perişan oldular, kanlara battılar.
Boynuna bıçak saplayanın kendi boynu kesildi, ağlaya inleye yıkılıp öldü. Göğsünü yaralayanın göğsü yarıldı, ebedi bir surette geberip gitti.
O sahip kıranın mertebesini bilen ise onu yaralamaya hiç yeltenmedi, böyle şeye gönül vermedi. Yarı aklı onun elini bağladı; canını kurtardı... yoksa oda kendisini perişan ederdi. Sabah oldu o dervişler eksilmişti... evlerinden bir feryat-ı figan yüceldi.
Bayezid huzuruna binlerce kadın, erkek üşüştü. Dediler ki: “Ey iki alemi de gömleğe sığdıran er! Senin şu bedenin insan bedeni olsaydı insanların bedenleri gibi hançer yaraları ile mahvolur giderdi.
Kendisinden olan kendinden geçmişe gelip çattı... kendisinde olan, kendi gözüne diken batırdı.
Ey kendinde olmayanlara Zülfikar vuran, aklını başına al, o Zülfikarı sen, kendi kendine vurmaktasın. Çünkü, kendinden gecen fanidir,kurtulmuştur... ebedi olarak emniyet bucağında oturur. Sureti fanidir; o bir ayna kesilmiştir... o aynada başkalarının yüzünden gayrı bir şey görünmez.
Tuh der tükürürsen kendi yüzüne tükürmüş olursun... aynaya vurursan yine kendine vurursun. Orada çirkin bir surat görürsen gördüğünde sensin... İsa ve Meryem’i görürsen yine gördüklerin senden ibarettir.
O ne budur, ne o... her şeyden arı durudur... yalnız senin önüne senin suretini kor. Söz buraya gelince dudak yumuldu... kalem buraya gelince kırıldı, durdu! Fasahat el verdi ama dudağını yum, sus; Tanrı, doğruyu daha iyi bilir!
Ey daimi sarhoş, sen dam kenarındasın... ya otur, ya aşağıya in vesselam! Ne vakit muradına erersen o hoş zaman dam kıyısına gelişindir, böyle bil bunu. İyi zamanda kork... o zamanı define gibi sakla, açığa vurma.
Açığa vurma da sevgiye ansızın bir bela gelip çatmasın... kendine gel de o gizlilik yerinde korka korka yürü.
Neşeli zamanda neşenin geçip gitmesinden korkarsın... işte bu, gayp damından canın göçüp gitmesidir. Sır damının kenarını, sen görmüyorsun ruh görüyor da tir tir titriyor.
Ansızın gelip çatan her bela, neşe damının korkuluğu kıyısında gelip çatmıştır. İnsan, damın kenarında olmadıkça düşmez Nuh ve Lüt kavimlerine bak da ibret al.
Mesnevi'den Hikayeler
Cevap: Mesneviden Hikayeler 6. Cilt
PEYGAMBER TAKDİRİ
Peygamber, kafirlerle savaşmak, abes şeyleri gidermek için bir ordu gönderiyordu. Huzeyl kabilesinden bir genci seçti, orduya emir etti. Askerin aslı kumandandır... kumandansız kavim, başsız bedene benzer! Şu ölüşün, solup gidişin, hep başbuğu terk etmendendir. Usançtan, nekeslikten, benlikten baş çekmede, kendini başbuğ saymadasın!
Tıpkı yükten kaçan katır gibi... o da başını alır, dağları boylar! Sahibi, a sersem... her tarafta eşek avlamak üzere sinmiş bir kurt var... şimdi gözümden kayboldun mu her yandan kuvvetli bir kurt çıkagelir. Kemiklerini şeker gibi ezer, ufalar... artık bir daha diriliği göremezsin bile!
Hadi kurdu bir tarafa bırak... odsuz kalırsın ya! Ateş, odun olmadı mı söner gider. Kendine gel de sahipliğimden kaçma, yükün ağırlığından çekinme... senin canın benim diye ardına düşer, koşar durur! Sen de bir katırsın... çünkü nefsin üstün. A kendisine tapan, hüküm üstünündür.
Fakat ululuk ıssı Tanrı, sana eşek demedi at dedi... Arap, arap atına “Taal” der. Cefakar nefis katırlarını bakmak, yola getirmek için Mustafa, Hakk’ın imrahorudur. Kerem ve ihsan çekişiyle “Kul tealev” dedi... “Gelin de sizi riyazatla terbiye edeyim dedi, azgın ve serkeş atları alıştırır, yola getiririm ben.
Nefisleri azgınlıktan geçinceye dek bu katırlardan ne tekmeler yedim. Nerede azgınları yumuşatan bir er varsa onların tekmelerinden kurtulmasına bir çare yoktur! Hasılı belaların çoğu peygamberlere gelir. Çünkü ham kişileri yola getirmek, zaten bir beladır. Siz, kaidesiz, nizamsız gitmektesiniz; sözüme uyun da rahvan gidin... bu suretle de uysal bir hale gelin,padişahın bineceği bir at olun!
Tanrı dedi ki: “onlara gelin de, ey terbiyeye alışkın olmayan katırlar, gelin de! Fakat gelmezlerse gamlanma... o iki temkinsiz için kinlenme! Bazılarının kulakları bu, gelin sözüne karşı sağırdır... her hayvanın ayrı ahırı vardır. Bazıları bu sesten ürker, kaçarlar...her atın ahırı ayrıdır.
Bazılarının de bu hikayelerden canı sıkılır...çünkü her kuşun kafesi başkadır. Melekler bile bir cinsten değildirler; bu yüzden göklerde saf saf dururlar. Çocuklar, gerçi bir mektebe giderler, giderler ama ders bakımından her biri, öbüründen üstündür.
Doğuya mensup olanın da duyguları var, batıya mensup olanın da... fakat görmek göze kısmet olmuştur, mesnet ona verilmiştir. Yüz binlerce kulak saf saf düzülse yine de hepsi aydın bir göze muhtaçtır. Sonra kulakların da can sesini, Tanrı haberlerini, Peygamber buyruklarını duymada bir mesnedi var
Yüz binlerce göze ses duyma kabiliyeti verilmemiştir; hiçbir gözün ses duymadan haberi yoktur. Böylece her duyguyu birer birer say... her biri, öbürünün işini göremez! Beş tane dış, beş tane de iç duygusu... hepsi on tane duygu, ayakta saf kurmuştur. Din safından baş çeken giden, gider, en son safa katılır!
Sen, gülün sözünü terk etme... söyleye dur! Bu söz pek büyük bir kimyadır. Bir bakır senin sözünden nefret eder, kaçmaya kalkışırsa yine sen kimyayı ondan esirgeme! Büyücü nefesi şimdi, bu söze uymadıysa sözün, belki sonunda ona tesir eder, bir fayda verir.
Oğul, gelin de gelin... sizi Tanrı esenlik yurduna çağırmada! Hocam, benliği bırak, başbuğ olma sevdasından vazgeç! Bir başbuğ ara, ona uy... başbuğ olmaya pek özenme!
Peygamber, Tanrı yardımına nail olan askerine Huzeyl kabilesinden olan o genci başbuğ yapınca, bir herzevekil, hasedinden dayanamadı... itiraza bunu kabul edemeyiz bayrağını kaldırmaya kalkıştı. Halka bak hele... bunlar karanlık alemindendir...geçici bir matah için nasıl geçici bir hale düşer, nasıl itiraza kalkışırlar! Ululuk yüzünden hepsi dağınıklığa düşmüşler, canlarını vermişler, ölü bir hale gelmişlerdir. Fakat savaşta, diridir onlar!
Şaşılacak şey şu: Zindanın anahtarı, bu çeşit adamın elindedir de yine kendisi zindanda mahpustur! O genç tepeden tırnağa kadar pisliğe batmıştır... fakat akarsu, eteğine dokunup akmaktadır!Dilediği ile daima yan yanadır da yine de bir dayanacak, huzur bulacak kişinin yanına varabilsem diye ne sabrı vardır, ne kararı!
Nur gizlidir... arayıp sormak, gizliliğine şahit. Fakat gönül, saçma sözlerden kurtuluş dilemez ki! Fakat dünya zindanında bir kurtuluş yeri olmasaydı gönül ne sıkılırdı, ne de halas olmayı araştırır, isterdi! Sıkılıp üzülmen, seni bir memur gibi “ Hadi ey sapık, ey yolsuz... bir doğru yol ara” diye çekip çekiştirmededir...
Doğru yol vardır... fakat pusuda gizlidir. Bulmak için durmadan, dinlenmeden delicesine aramak gerek; böyle arayan bulur! Dağınıklık, pusuda topluluğu arar... sen hemen bu isteyende istenenin yüzünü gör! Bağdaki cansız mahsulat, köklerinden sürmüş, yetişmiştir... onlara diriliği vereni anla!
Hiç müjde verecek biri olmasaydı bu zindandakilerin gözleri, hep kapıya dikilir, kalır mıydı?
Irmak olmasaydı yüz binlerce ırmağa batıp ıslanan olur muydu? Yanını yere koyup yatamıyor, rahatsız oluyorsun... bil ki evde bir yatağın, yorganın var! Karar edilecek bir yer olmadıkça karasız kişi olmaz...sersemliği gideren bir şey bulunmasa sersemlik bulunmaz!
O adam dedi ki: “Hayır hayır ey Tanrı elçisi. Askere ihtiyar birisini başbuğ yap!
Ey tanrı elçisi, genç, aslan oğlu aslan bile olsa askere , ihtiyardan başkası kumandan olmasın! Zaten sen söyledin...şahidim senin sözün: Kendisine uyulacak kişi pir olmalıdır, pir! Ey tanrı elçisi, şu askere bak! Ondan daha yaşlı daha ileri bunca kişi var! Bu ağaçtaki şu sarı yaprağa bakma da onun olgun elmalarını devşir!
Onun sarı yaprakları nasıl olur da bomboş olur... zaten yaprağının sararması, olgunluk ve kemal alametidir. Yüzün sararması, saçın sakalın ağarması, olgun aklı müjdeler! Yeni sürmüş, yeni yeşermiş yapraklarsa meyvenin hamlığına delalet eder. Azıksızlık azığı her şeyden vazgeçiş, ariflik nişanesidir.
Altının sarılığı, sarrafın yüzünü kızartır,benzine kan getirir. Gül yüzlü, sakallı, bıyığı yeni terlemiş genç, henüz mektepte okuma, yazma öğrenmededir. Yazısı, yazısının harfleri eğri büğrüdür... gürbüz olsa bile delikanlıdır, aklı azdır onun! İhtiyarın ayağı, hızlı adım atmasa da aklının iki kanadı vardır, yücelerde uçar!
Örnek istiyorsan Cafer’e bak! Tanrı, ona elinin, ayağının yerine iki kanat verdi! Altını bırak... bu söz örtülüdür, gönlüm civa gibi ıstıraplara düştü! İçimizden güzel sözlü, güzel sesli yüzlerce sükut, elini ağzına komada, yeter artık demede!
Sükut denizdir, söylemek ırmağa benzer... deniz seni aramada, sen ırmağı arama! Denizin işaretlerinden baş çevirme... sözü bitir doğrusunu Tanrı daha iyi bilir! O edepsiz, Peygamberin huzurunda o soğuk dudaklarından sözler çıkarmada, böylece söylenip durmadaydı.
O bihaber, söz fırsatını bulmuştu, boyuna söylenip duruyordu...zaten haber de görüşe göre saçma sapan bir şeydir! Bu haberler, hep görüş yerine geçer, görüş olmayınca habere ehemmiyet verilir...göz önünde olandan haber verilmez; göz önünde olmayandan haber verilir!
Birisi görüş makamına vardı mı artık bu haberlerin onca hiçbir değeri yoktur. Sevgiliye ulaştın, onunla düşüp kalkmaya başladın mı kılavuzları affet artık! Çocukluktan geçip adam olan kişiye mektup da soğuk gelir, kılavuzluk eden kadın da! Mektubu okusa bile bilmeyenlere öğretmek için okur...söz söylerse bile anlatmak için söyler!
Gözlüler önünde haberden bahsetmek hatadır...çünkü bu bahis bizim gafil olduğumuza noksanlığımıza delalet eder. Gözlünün önünde susmak, sana fayda verir. “Kuran okunurken susun, dinleyin” emri, bu yüzden gelmiştir. Can gözü açık olan kamil, sana söyle derse güzelce, edeplice söyle, sözü uzatma! Uzat diye emrederse yine emre uy, utanarak söyle!
Nitekim şimdi ben de bu güzelim Mesnevi’yi yazarken öyle yapıyorum ey Hak Ziyası Hüsamettin! Akıllı davranıp kısa kesmeye kalkıştım mı,o, beni yüz çeşit vesileyle söyletmeye kalkışır. A ululuk ıssı Tanrı’nın ışığı Hüsamettin, görüyorsun mademki; sözden ne istersin ki? Bu herhalde fazla iştahtan olacak... hani şair de “Bana hep şarap sun, hem de işte bu, şaraptır”da demiştir ya!
Şu anda onun kadehi, senin ağzında... fakat kulak da kulağın nasibini ver, diyor! Ey kulak, senin nasibin hararetlenip kızarmaktır... işte hararet, işte sarhoşluk! Fakat kulak, ben bundan daha fazlasını istiyorum, harisim ben demekte!
Şeker huylu Mustafa’nın huzurunda o Arap, sözü haddinden aşırınca, O “Vecnecmi” padişahı, “Abese” sultanı, o soğuk nefesiyle “ Sözün kafi artık” diye dudağını ısırdı. Söylemesin diye elini ağzına koydu... gizlileri bilen kişinin yanında nice bir söyleyip duracaksın?
Kuru fışkıyı gözü açık erin önüne götürmüş, bunu misk yerine satın al diyorsun! Deve pisliğini burnunun altına koyuyor, bir de oh oh diyorsun a beyni kokmuş kişi! A akılsız şaşı! Kötü kumaşın revaç bulsun diye bir de oh ohtur tutturmuşsun!Bu suretle bu tertemiz burnu aldatmak, o göklerin gül bahçelerinde yayılan eri kandırmak istiyorsun!
Onun yumuşaklığı, kendisini ahmak göstermede ama senin de kendini bir parçacık bilmen lazım! Bu gece de tencerenin ağzı açık kaldıysa kedinin de utanması icap eder! O ışığı güzel arif kendisini uyuyor göstermede ama adamakıllı uyanıktır... sakın sarığını aşırmaya kalkışma!
A pis inatçı, bu Şeytan masalını Mustafa’nın huzurunda nice bir söyleyeceksin? Bunların yüz binlerce hilmi vardır...bir tek hilmleri bile yüzlerce dağa bedeldir! Hilmleri, uyanık adamı bile aptal eder... yüz binlerce gözü olan zeka sahibini şaşırtır, yolunu kaybettirir, sapığa döndürür! Hilmleri, güzel ve latif bir şarap gibi tatlı ta beynin üst yanına gider, bütün bedene yayılır!
O sert şaraptan sarhoş olana bak! Sarhoş Ferzin gibi eğri büğrü gitmeye başladı!o adamın çabuk alan şarabın tesiriyle genç, bir ihtiyar gibi yol üstünde düşüp kalmada!
Hele şu “Bela” küpünün şarabı yok mu... öyle sarhoşluğu bir gecelik şarap değil bu! Ashabı kehf, o şarabı içtiler de tam üç yüz dokuz yıl akıllarını kaybettiler, ne mezeye el sundular, ne bir yere kıpırdadılar! Mısır kadınları bu şaraptan bir kadehçik içtiler de ellerini şahrem kesip doğradılar! Büyücüler de Musa’nın sarhoşluğuna düştüler...darağacını sevgili sandılar! Cafer-i Tayyar, o şaraptan sarhoş oldu da elini, ayağını feda etti!
Peygamber hadsiz sarhoşluğundan o aptala bir ışık vurmuş, onu neşelendirmiş, sarhoş etmişti. Neşesinden çok konuşmaya başladı. Sarhoş, ebedi bırakır, baş aşağı düşer! Fakat her yerde kendinden geçen, kötülük etmez... şarap zaten edepsiz olanı edepsiz eder. Şarap içen akıllıysa daha ziyade akıllı olur... kötü huylu ise büsbütün berbat bir hale gelir. Fakat insanların çoğu kötü ve ahlaksız olduğundan şarabı herkese haram ettiler.
Hüküm üstündür halkın çoğu da kötüdür; bu yüzden kılıcı yol kesicilerin elinden aldılar. Peygamber dedi ki: Ey işin dış yüzünü gören, sen onu genç ve hünersiz görme. Nice kara sakallı ihtiyarlar vardır... nice de gönülleri, zift gibi kapkara ak sakallılar. Onun aklını defalarca denedim... o genç işlerde ihtiyarlık etti.
İhtiyar, akıl ihtiyarıdır oğlum... saçın, sakalın ağarmasıyla adam, adam olmaz. İblis’ten daha ihtiyar kim var? Fakat değil mi ki aklı yok, hiçbir şeye yaramaz. Birisi çocuktur ama İsa nefesli, gururdan, nefesten arınmış olursa ona nasıl çocuk diyebilirsin?
Saç ağarması, ancak gözü bağlı ne kısa görüşlü kişiye göre pişkinlik alametidir. O mukallit, alamet olarak delilden başka bir şey bilmediği için daima buna yol arar. Onun için bir işe girişeceksen o pire danış dedi. Çünkü o, taklit perdesinden çıkmış kurtulmuştur da ne varsa her şeyi Tanrı nuru ile görür. Onun pak nuru delilsiz, beyansız deriyi yırtar, içi meydana çıkarır.
Yalnız dışı görene göre kalp nedir, geçer altın ne? Hurma sepetinde ne var? O bilir. Nice altınları, hasetçi hırsızların elinden kurtulsun diye dumanla karartmışlardır. Nice bakırlar vardır ki aklı kıt olanlara satsınlar diye onları altın suyuna batırmışlar, altın yaldızla yaldızlamışlardır.
Biz bütün ülkelerin iç yüzünü görenleriz... gönlü görürüz, dış yüzüne bakmayız biz! Zahirin etrafında dönüp dolaşan kadılar, zahiri görünüşe göre hükmederler.
Birisi şahadet getirdi, imanını gösteren bir şey yaptı mı bunlar, derhal o adamın mümin olduğuna hükmederler. Bu suretle de nice münafıklar, zahire sığınmışlar... böylece de yüzlerce iman sahibinin kanını gizlice dökmüşlerdir.
Çalış çabala da akıl ve din piri ol... bu suretle aklı kül gibi iç alemini gör. O güzelim akıl, yokluktan yüz gösterince Tanrı ona bir elbisedir giydirdi, binlerce de ad taktı. Bu güzel adların en aşağısı işte şu: O, hiç kimseye muhtaç değildir. Akıl bir kere yüz gösterse, suretini şu aleme izhar etse gündüz bile, onun nuruna karşı kapkaranlık kalırdı. Ahmaklık da mesela, meydana çıkıverse gecenin karanlığı, onun yanında apaydın kalır. Çünkü o, geceden daha karanlıktır, daha karadır. Fakat ne fayda? Kötü yarasa karanlıların satın alır.
Yavaş, yavaş gündüzün ışığına alış... yoksa yarasa gibi nura kavuşmaz, kalakalırsın! Yarasa nerede bir güçlük, bir müşkül varsa orasını sever... nerede bir devletlinin ışığı yanıyorsa oraya düşman kesilir. Bilgisi görgüsü daha fazla görünsün diye gönlü daima müşküller arar. O her müşkülle seni oyalar... kendi kötü tabiatına karşı gaflete daldırır.
Akıllı ona derler ki elinde meşalesi vardır... kafilenin önünde gider, onlara kılavuzluk eder. o önde giden kendi nuruna uymuş, onun ardına düşmüştür... o kendinden geçmiş bir halde yola düşüp giden, kendisine tabidir.
O kendisine inanmıştır... sizde onun canının yayıldığı nura. O nur alemince inanın. Yarım akıllıda kendisine bir akıllıyı göz etmiş, göz diye bu akıllıyı bilmiş tanımıştır.
Körün kendisini yedene sarılması gibi ona el atmıştır... bu suretle onunla göz sahibi olmuş,çevikleşmiş ululaşmıştır.
Bir arpa ağırlığınca bile aklı olmayan eşeğe gelince: Hem aklı yoktur, hem akıllıyı terk etmiştir. Az,çok... bir yol da bilmez. Fakat yine de bir kılavuzun ardına düşmekten sıkılır, arlanıp utanır. Upuzun, uçsuz bucaksız çöllerde gah topallayıp meyus olarak, gah koşup yortarak gider durur.
Bir kandil yoktur ki önünde tutsun, önünü görsün... hatta yarım bir ışık bile bulamaz ki ondan bir nur dilensin. Aklı yoktur ki dirilikten dem vursun, yarım aklı bile yoktur ki ölsün, kendisini ölü bilsin. O akıllıya karşı tam bir ölü hale gelsin de kendisini aşağılık yerden dama yüceltsin!
Tam aklın yoksa kendini ölü hale getir... sözü diri bir akıllıya sığın. Böyle olmayan adam diri değildir ki İsa’ya hemdem olsun... ölü değildir ki İsa’nın ölüleri dirilten nefesine mazhar olsun. Kör canı her yana adım atar, sıçrar durur ama bir türlü kurtulamaz.
A inatçı, bu, içinde üç büyük balık bulunan gölcüğün hikayesine benzer. “Kelile” de okumuşsundur ama o kabuktan ibarettir, bu anlatışımızsa canın ta içidir.
Birkaç balıkçı, o gölcüğün yanından geçtiler, o balıkları gördüler. Derhal koşup ağ getirmeye gittiler. Balılar bunu anladılar... içlerinden akıllı olan yola düştü; hiç de gidilmesi istenmeyen o güç yola yürüdü. Bunlarla danışmayayım dedi türlü, türlü fikirlerde bulunur, azmimi gevşetirler. Yurtlarının sevgisine kapılırlar; tembellikleri, bilgisizlikleri bana da sirayet eder.
Danışmak için bir iyi ve diri kişi lazım ki seni de diriltsin, fakat nerede öyle bir diri?
Ey yolcu yolcuyla danış, kadınla değil... çünkü kadının reyi seni topal eder. Vatan sevgisinden dem vurma; durma,yürü... vatan oradadır, burada değil canım efendim! Vatan istiyorsan ırmağın o tarafına geç... bu doğru hadisi eğri ve yanlış okuma!
Hadiste aptes alınırken yıkanan her uzuv için ayrı dua rivayet edilmiştir. Burnunu yıkar, burnuna su çekerken gani Tanrıdan cennet kokusu iste. İste de bu koku, seni cennete çeksin götürsün... gül kokusu gül bahçesinin delilidir.
Aptes bozduktan sonra yıkanırken de okunacak virt edilecek dua şudur: Yarabbi sen beni bu pislikten arıt. Benim elin buraya yetişti, burasını yıkadı... elim canımı yıkamada gevşek.
Adam olmayanların canları, ihsanınla adam olmuştur... canlara erişen, senin lütuf ve kerem elindir. Ben aşağılık bir kişiyim... buna kudretim yetişti. Ey kerem sahibi Tanrı, arıtmaya kudretim olmayan iç pisliğimi de sen temizle! Rabbim ben pislikten derimi yıkadım, arıttım... içimi de hadiselerden sen yıka, arıt!
Birisi aptes bozduktan sonra temizlerken “Yarabbi, beni cennet kokusu ile eş et” diye dua etti. Birisi duyup dedi ki: “Güzel dua ettin ama deliği kaybetmişsin! Bu dua, apteste burna su verilirken okunacak dua... sen burun duasını oturak yerini yıkarken okuyordun!”
Hür kişi cennet kokusunu burnundan duyar... hiç oturak yerinden cennet kokusu gelir mi?
Ey aptal kişilere karşı alçaklık gösterip de padişahlara karşı ululanan, o ululuk, aşağılık adamlara karşı olursa güzeldir, iyidir... fakat kendine gel, tersine hareket etme; bu, senin yolunu bağlar!
Gül, burun için bitti,yetişti... a hoyrat adam koku almak burnun işidir. Ey yiğit, gül kokusu burun içindir... bu aşağıdaki delik, o kokunun yeri değildir. hiç buradan sana cennet kokusu gelir mi? Sana koku lazımsa yerinden ara!
Bunun gibi “Vatanı sevmek imandandır” hadisi de doğru ama hocam, önce iyice vatanı tanı!
O akıllı balık dedi ki: Bir yol bulayım da gönlümü şunlarla danışmadan, şunların reyine uymadan çekip çevireyim. kendine gel şimdi danışma zamanı değil; yola düş... Ali gibi kuyuya ah et. O ahın mahremi pek azdır... geceleri git, hem de bekçi gibi gizlice yürü. Bu gölcükten denize doğru git... denizi ara, şu girdabı bırak.
Göğsünü ayak yaptı da yola düştü... çekingen balık, o tehlikeli yerden ta nur denizini kadar yürüdü, denize ulaştı. Ardına köpek düşen ceylan, hayatından bir damar bile kalsa koşar ya... işte o da onun gibi koşmaktaydı. Artık köpek varken tavşan uykusuna dalmak hatadır... zaten korkan adamın gözüne uyku girer mi?
O balık gitti deniz yolunu tuttu... pek uzun olan o yola düştü. Bir hayli zahmetler çekti, fakat sonun da emniyet ve afiyet makamına yetişti. Kendisini uçsuz bucaksız, hiçbir yandan kıyısı görünmez denize attı.
Derken balıkçılar ağ getirdiler... yarı akıllının neşesi bozuldu, ağzının tadı kaçtı. Dedi ki: Fırsatı teptim, nasıl oldu da o yol gösterene arkadaş olmadım? O ansızın gitti... gitti ama benim de hararetle ardına düşmem gerekti. Fakat geçene acınmak hatadır... gitti mi gitti gider! Gayrı onu anmanın hiçbir faydası yoktur.
Birisi hileyle tuzağına bir kuş düşürdü. Kuş, ona dedi ki: Ey ulu hoca. Sen birçok öküzler, koyunlar yedin... birçok develer kurban ettin. Dünyada onlarla bile doymadın... benimle de doymazsın sen! Beni bırak da sana üç öğüt vereyim... bak bakalım aptal mıyım, akıllı mıyım? Birinci öğüdü elimdeyken vereyim, ikincisini samanla karışık balçıktan yapılma damının üstünde. Üçüncüsünü de ağacın üstünde veririm... bu üç öğütle bahtın iyileşir.
Elindeyken vereceğim öğüt şu: Olmayacak söze kim söylerse söylesin inanma. Bu ulu öğüdü elindeyken verip azat oldu, duvarın üstüne konup, dedi ki: Geçmiş gitmiş şeye gam yeme... fırsatını kaybettin mi üzülme artık! Sonra “Şu küçücük bedenimde on dirhem ağırlığında paha biçilmez bir inci var. Seni de oğullarını da devlete eriştirdi... o inci senin hakkındı... fakat kısmetin değilmiş, kaçırdın... öyle bir inci dünyada bulunmaz” dedi.
Adam gebe kadın doğururken nasıl feryat ederse öyle bağırmaya başladı. Kuş dedi ki: Sana geçmiş şeye gam etme diye nasihat etmedim mi, mademki geçip gitti, neden gam yersin? Ya öğüdümü anlamadın, yahut da sağırsın sen. Sonra bir de sana sapıklığa düşme olmayacak söze sakın inanma demedim mi? Bu ikinci öğüdüm değil miydi? Ben, kendim üç dirhem gelmem aslanım... içinde on dirhemlik inci nasıl bulunur?
Adam, bu söz üzerine kendine geldi, hadi dedi... o üçüncü güzel öğüdü de ver bakalım.
Kuş dedi ki: Evet. Allah için o ikisini iyi tuttun da üçüncüsünü sana bedava söyleyeceğim ha! Uykuya dalmış bilgisiz kişiye öğüt vermek, çorak yere tohum saçmaktır. Aptallık ve bilgisizlik yırtığı yama kabul etmez... ey öğütçü, ona hikmet tohumunu pek saçma.
Öbür balık, o bela çağında aklının gölgesinden ayrı düştü de dedi ki: O, denize vardı, gamdan azat oldu... ben öyle bir iyi arkadaştan ayrıldım.
Fakat artık onu düşünmeyeyim de kendi kendime bir çare bulayım... şimdi kendimi ölü göstereyim ben... suyun üstüne çıkıp karnımı yukarıya, sırtı mı aşağıya verip kendimi Salı vereyim... su, nereye götürürse gideyim. Yüzen kişi gibi değil de adeta bir saman çöpü gibi su üstünde sürükleneyim. Kendimi ölüye benzetip suya bırakayım... ölümden önce ölmek, azaptan kurtuluştur.
Ey yiğit ölümden önce ölmek emniyettir... bize Mustafa böyle buyurdu. Dedi ki: Size ölüm, sınamalarla gelmeden hepiniz ölün. Balık, güya öldü, karnını yukarıya çevirdi... su, onu gah yukarıya çıkarıyor, gah aşağıya alıyordu.
Balıkçıların her biri eyvah dediler... en iyi balık öldü... hepsi de pek kederlendi. Balık onların eyvah demelerinden sevindi... bu oyunla kılıçtan kurtuldum galibi dedi. Balıkçının biri onu yakaladı... tuh yazıklar olsun deyip fırlattı, torağa attı. Balık çırpına çırpına gizlice suya fırladı gitti. Öbür ahmak, ıstıraplar içinde kalakaldı. O ahmak sıçrayıp kilimini kurtarmak için sağa sola çırpındı durdu.
Fakat avcılar ağı attılar... ağın içinde kaldı; ahmaklık onu ateşe attı. Ateş üstünde tava içinde ahmaklıkla eş oldu. Ateşin hararetiyle kızıp kaynadıkça akıl ona “sana hiç korkutucu bir zat gelmedi mi?” diyordu.
O da, o işkencenin, o belanın içinde kafirlerin canları gibi “Evet, geldi” demekteydi. Sonra da eğer bu sefer, şu boynumu kıran mihnetten kurtulursam, denizden başka yerde yurt tutmam... bir gölcükte oturmam artık.
Uçsuz bucaksız bir su ararım da emin olayım... ebediyen emniyet ve sıhhat içinde ömür süreyim diyordu.
Akıl, ona diyordu k: Ahmaklık, seninle değil mi? Ahmaklıkla ahde vefa edilmez. Ahitlerde vefa etmek, akılla olur... sense aklın yok a eşek değerli. Akıl, ahdini hatırlar... akıl, unutkanlık perdesini yırtar. Aklın olmadı mı unutkanlık, sana hakim olur... sana düşmanlık eder, tedbirini bozar.
Aşağılık pervane, aklının azlığından kendini ateşe vurur... ateş, ateşin yakıcılığı, ateşin sesi, aklına bile gelmez. Fakat kanadı yandı mı tövbe eder ama hırsı ve unutkanlığı yine onu ateşe atar. Bir şeyi kavramak, anlamak, hıfzetmek ve hatırlamak, aklın işidir... akıl bunların derecesini yüceltir.
İnci olmayınca parlaklığı nasıl olur da bulunur? Hatırlatan olmayınca adam, o işten nasıl kaçınır? Bu vakitsiz istek de sahibinin akılsızlığındandır. Çünkü ahmaklığın nasıl bir huyu vardır? Göremez ki!
O, nedamet zahmetinin sonucudur... define gibi aydın olan aklıdan gelmez. Zahmet geçti mi o nedamet de yok olur gider... o tövbe ve nedamet, toprak değerinde bile değildir. o nedamet, gam ve elem karanlığı yüzünden yükünü bağladı... fakat gündüz geldi mi gecenin sözünü mahveder.
O gam karanlığı gitti de hoşluk vakti geldi mi gönülden de onun neticesi, o derdin doğurduğu nedamet geçip gider.
O adam, tövbe eder ama akıl piri ona “Tekrar dünyaya döndürülseler yine yapma denen şeylere bulaşırlar. Onları yaparlar” diye bağırıp durur.
Ey yiğit, akıl, şehvetin zıddıdır... şehveti dokuyan akla akıl deme. Şehvete mağlup olana vehim de... vehim, halis akıllar altınının kalpıdır. Vehimle akıl, mihenk olmadıkça meydana çıkmaz. Her ikisini de hemen mihenge vur. Bu mihenk de KURANDIR. Peygamberlerin halidir... mihenk kalpa gel der. Gel de benim yüzümden ne hale girdiğini gör... çünkü sen benim ne inişimin ehlisin ne çıkışımın.
Aklı bir testere ikiye biçse o ateşteki altın gibi yine gülümser. Vehim, alemleri yakan Firavundur; akıl, canları parlatan aydınlatan Musa’nındır. Musa, yokluk yoluna gitti... Firavun, ona dedi ki: Sen kimsin? Musa, ben akılım... ululuk ıssı Tanrının elçisiyim... Tanrının ulu burhanıyım, azgınlıktan insana emniyet veren kişiyim ben.
Firavun dedi ki: Sus, huyluyu bırak da sen bana eski adını söyle. Musa dedi ki: Benim nispetim, Tanrının şu toprak yurdunadır... asıl adım da onun kullarının en aşağısı. Ben o Tanrının kulunun oğluyum... onun cariyesiyle kulundan doğmuşum. Asıl mensup olduğum topraktır; su ve balçıktır... Tanrı suya toprağa canla gönül vermiştir.
Bu toprak bedeninim dönüp gideceği yer de yine toraktır... senin gideceğin yer de topraktır a mağrur. Bizim de bütün serkeşlerin de aslı topraktır. Hepimiz topraktanız... buna da yüz türlü nişane var. Bedenine toraktan yardım gelmededir... boynun toraktan biten gıdalarla düzelip kalınlaşmadadır.
Can gitti mi beden o korkunç, mezar da toprak olur gider. Sen de, biz de, sana benzeyenlerde hep toprak olurlar... senin mevkiin rütben de kalmaz.
Firavun dedi ki: Bundan, bu soydan başka bir adın daha var senin... sana ne ad daha ala yaraşır. Firavunun kulu kullarının kulu... bedeni, canı, önce onun nimetleriyle beslenip yetişen kul. Asi, azgın ve pek zalim kul... kötü işi yüzünden yurttan kaçan kul. Kanlı katil, gaddar,hak bilmez kul... artık sen bu sıfatlara bak da var kıyas et nesin?
Gariplikte hor, yoksul, çıplak bir kul, öyle bir kul ki ne bizim hakkımızı tanır,ne bize şükreder.
Musa şöyle cevap verdi: Haşa... o padişaha, padişahlıkta kimse şerik olamaz. Mülk ve devlette tektir, eşi yok. Kullarına ondan başka başbuğ yoktur.
Halkına ondan başka kimse sahip değildir. helake düşmüş kişiden başka kimse ona şeriklik davasına kalkışamaz. Beni nakşeden, bana bu sureti veren odur; nakkaşım odur benim... başkası bu davaya kalkışırsa zalimdir. Sen benim kaşımı bile yaratmaya kadir değilsin... böyleyken Nasıl olur da beni yarattığını söyleyebilirsin?
Asıl o gaddar, o azgın sensin ki Tanrıya şerik olmak davasına düşmüşsün. Ben bir kötü kişiyi öldürdüysem ne nefsime uyduğumdan öldürdüm, ne de eğlence için. Ben bir yumruk indirdim o da derhal ölüverdi... zaten canı yoktu can verdi geberdi gitti.
Ben bir köpek öldürdüm... fakat sen peygamber oğullarını, yüz binlerce suçsuz, ziyansız çocukları öldürdün ya! Onları öldürdün; hepsinin kanı senin boynundadır... bakalım hele, bu kan içmeden başına neler gelecek?
Yakup soyunu öldürdün... maksadın da hep beni öldürmekti, bunu umuyor, bunu istiyordun sen! Tanrı, seni kör etti de beni seçti... nefsinin pişirip kotardığı hile, baş aşağı geldi.
Firavun dedi ki: Bunları bırak hele... şüphesiz benim hakkım, tuz ekmek hakkı buydu ha. Beni halkın önünde rezil rüsvay edesin... aydın günü gönlüme karartasın... sen de olan hakkıma karşılık yapacağın bumu senin?
Musa, kıyamet gününün horluğu daha güçtür... hayırda, şerde bana riayet etmezsen kıyamette halin bundan beter olur. Bir pirenin acısına tahammülün yok; yılanın acısına nasıl tahammül edeceksin? Görünüşte senin işini yıkıyorum ama bir dikeni gül bahçesi haline getiriyorum dedi.
Birisi geldi yeri bellemeye, sürmeye başladı. Aptalın biri dayanamayıp feryat etti. Dedi ki: Bu yeri neden yıkıyorsun... neden yarıyor dağıtıyorsun?
Adam dedi ki: A ahmak, yürü git... benimle uğraşma! Sen, yapılmayı yıkılmada bil. Bu yer, böyle çirkin ve yıkık bir hale gelmedikçe nasıl olur da gül bahçesi, buğday tarlası haline gelir. Düzeni alt üst olmadıkça nasıl olur da bostanlık, ekinlik olur; mahsul ve meyve yetiştirir? Yarayı neşterle deşmedikçe iyileşir onulur mu hiç? Ahlatın, ilaçla yıkanmadıkça hastalığın nasıl geçer, nasıl şifa bulursun?
Terzi kumaşı paramparça eder... bir kimse çıkıp da o sanatını bilen terziye, bu canım atlası neden bu hale getirdin... neden kestin; ben kesik kumaşı ne yapayım der mi?
Her eski yapıyı yaparlar, yenilerlerken eski yapıyı yıkmazlar mı? Marangoz, demirci ve kasap da bunun gibi yıkıp yakıp harap etmezler mi? O halileyi, belileyi dövmek, onları adeta telef etmek, bedenin yapılmasıdır. Buğdayı değirmende ezmeseydin ondan ekmek yapabilir miydi?
A balık, yediğim tuz ekmek, seni ağından kurtarmak için beni böyle uğraştırıyorsun ya! Musa’nın öğüdünü kabul edersen sonu kötü olan böyle bir oltadan kurtulursun! Kendini hayli zamandır heva ve hevese kul, köle ettin... yeter artık! Küçücük bir kurdu ejderha haline getirdin. Ben de senin ejderhana karşı ejderha getirttim... onunla anbean seni ıslah etmek niyetindeyim. Onun nefesi, bunun nefesiyle tutulsun... ejderham, o ejderhayı mahvetsin!
Eğer razı olursan iki yılandan da kurtulursun... yok, razı olmazsan o ejderha, canını kökünden siler süpürür, seni mahveder!
Firavun dedi ki: Pek usta bir büyücüsün... bu ülkeye bir ikiliktir saldın. Gönlü bir olan halkı iki bölüğe ayırdın... öyledir; büyücülük, dağa, taşa bile tesir eder... onları bile yarar, yıkar.
Musa şöyle cevap verdi: Ben, Tanrı emirlerine gark olmuşum... hiç Tanrı adı ile büyücülük görülmüş şey midir?
Büyücülüğün temeli gaflettir, kafirliktir... halbuki Musa’nın canı, din meşalesidir. A çirkin, ben büyücülere benzer miyim? Nefesine Mesih bile haset etmededir benim.
A cenabet, benim nerem büyücülere benzer? Kitaplar, canımda nurlanır, ışıklanır. Fakat sen heva ve heves kanadı ile uçtuğun için benim hakkımda şüpheye düşüyorsun. Kim hilebazlarla canavarların işini işlerse elbette kerem sahipleri hakkında şüphelenir.
Sen, bir alemin cüzüsün... ne olursan ol, mutlaka o alemin külünü kendi sıfatlarında görürsün sen, azgın herif!döndün de başın döndü mü gözüne ev de dönüyor görünür. Gemiye binersin; gemi hareket etti mi deniz kıyısını yürüyor görürsün! Bir savaştan, bir çekişten canın daralırsa bütün dünyayı dar görürüsün!
Dostların dilediği gibi hoşluğa erersen, gönlün hoş olursa bu alem, sana gül bahçesi görünür.
Nice kişiler, ta Hint ülkesine, Herat şehrine dek vardılar da oralarda alış verişten başka bir şey bulamadılar! Niceler, Türkistan’a, Çin’e vardılar da oralarda hileden, tuzaktan başka bir şey görmediler!
Sefere giden renkten, kokudan başka bir şey göremezse söyle ona: Bütün iklimleri dolaşsın; hep bunu görür. Öküz Bağdat’a geliverir... bir ucundan öbür ucuna kadar şehri dolaşır... bütün o yaşayıştan, o güzelliklerden, o lezzetlerden ancak ve ancak sokaklardaki karpuz kabuğunu görür! Öküzün yahut eşeğin seyrine layık olan şey, sokaklara atılan samanlarla yolarda biten otlardır!
Tabiat mıhına kurumuş et gibi asılı kalan kişinin canı, sebeplere bağlanmıştı... bundan ötesini göremez. Ey baş köşede oturan ulu kişi, sebeplerin kalktığı ova, Tanrının geniş yeryüzüdür. Orada can, her an suret değiştirir... her an yeniden yeniye ve apaçık bir alem görür.
Fakat bir sıfata kapılmış, o sıfatla donup kalmış kişiye, cennette, cennet ırmaklarının kıyısında, olsa orası yine kötü ve çirkin görünür!
Cihanı görme çerçeven anlayışıncadır... pak kişilerin sence perde ardında olması, onları görmemen, pis duygundandır. Bir zaman duygunu görüş suyuyla yıka... sofilerin çamaşır yıkamaları budur, böyledir... bunu böyle bil. Sen temizlendin mi perde yırtılır... pak kişilerin canları sana görünmeye başlar.
Bütün alem nurla, suretlerle dolsa o güzellikten ancak göz haberdar olur. Gözünü yumar da bir güzelin zülfünü, yüzünü görmek için kulağını açarsan, kulak der ki: Ben sureti göremem... ancak suret, bir ses verirse o sesi duyarım. Bilirim, bilirim ama kendime ait olan şeyleri bilirim... bana ait şey de harften, sesten başka bir şey değildir. kendine gel, hadi ey burun... şu güzeli gör, desen imkanı yoktur.
Sana der ki: Mis, yahut gülsuyu olursa koklarım... benim işim budur, bilgim bu kadardır. Ben o baldırı gümüşe benzeyen güzeli nasıl görürüm? Aklını başını devşir de yapamayacağım şeyi teklif etme bana! Eğri duyguda eğriden başka bir şey göremez... onun önüne ister eğri getir, ister doğru. Hocam şaşı göz bil ki tek göremez.
Sen de Firavunsun... tepeden tırnağa kadar hile ve riyadan ibaretsin... onun beni kendinden farklı görmemektesin. A eğri görüşlü, sen bana kendi gözünle bakma, benim gözümle bak da biri, iki görme! Bana, bir an olsun benim gözümle bak da varlıktan öte bir meydan gör. Darlıktan da kurtul, addan, şöhretten de... aşk içinden aşk gör vesselam. Bil ki beden çerçevesinden kurtuldun mu kulağın da göz olur, burnun da.
O tatlı dilli padişah doğru söylemiştir: Ariflerin her kılı göz kesilir. Göz evvelce göz değildi... o, rahimde bir et parçasından ibaretti. Yağ parçası görmeye sebep olmaz oğlum... öyle olsaydı hiç kimse rüyada görülen şeyleri göremezdi. Mesela şeytan ve peri de görür... fakat ikisinin gözünde yağ parçasına benzer bir şey yoktur.
Nurun yağla ne münasebeti var? Fakat yaratıcı sevgi ihsan edici Tanrı bu münasebeti bağışlamıştır işte! İnsan topraktan yaratılmıştır fakat toprağa benzemez ki... cinlerin ateşle bir münasebeti yoktur; fakat onlar da ateşten yaratılmışlardır. Perinin aslı ateştir; fakat dikkat edersen ateşe hiç benzemez.
Kuş, havadan yaratılmış olmakla beraber havaya nereden benzer? Tanrı, münasebeti olmayan şeylere münasebet verdi.
Bu fer’lerin asıllarıyla münasebeti vardır... Tanrı onlara bu münasebeti vermiştir; fakat bu münasebete akıl ermez, keyfiyeti bilinmez! İnsan hiçbir değeri olmayan topraktan meydana gelmiştir... fakat bu oğlun,babası ile ne münasebeti var?
Bir münasebeti varsa bile akıldan gizlidir, keyfiyetine akıl ermez; akıl nereden bu münasebeti izleyecek bulacak? Yele göz vermemiş olsaydı Ad kavmini nasıl fark ederdi? Mümini nasıl olur da düşmandan ayırt eder... şarabı, nasıl olur da testiden fark ederdi?
Nemrut’un yaktığı ateşe göz olmasaydı Halil’e nasıl olur da, kendisini zahmetlere sokup saygı gösterirdi? Nil’in gözü olmasaydı, görmeseydi, Kıpti ile İsrail oğullarını nasıl ayırt edebilirdi? Dağda taşta görüş yoktu da nasıl Davut’a yar oldu? Bu yeryüzünün can gözü yoktu da Karun’u neden öyle sömürüp yuttu? Hannane direğinin gönül gözü olmasaydı o tek kişinin, o eşsiz erin ayrılığını görür müydü? Kırık taşlar, görmeselerdi avuç içinde nasıl şahadet ederlerdi?
A akıl, sen kanatlarını aç da “İza zülziletil arzu zilzaleha” suresini oku! Kıyamet günü bu yeryüzü, görmeseydi iyiye kötüye nasıl şahadet ederdi ki? Halbuki halini, kendisinde olan haberleri söyleyecek... yeryüzü bize sırlarını açacak. Beni senin gibi bir padişaha göndermesi de bir delildir... gönderen bilir ki. Böyle bir illete böyle bir ilaç lazım bu ilaç, o umulmaz yarayı kolayca iyileştirecek elbet. Bundan önce rüyalar görmüştüm... Tanrının beni seçip göndereceğini anlamıştım. Ben elime asayı ve nuru alacak, senin gibi bir küstahın boynuzunu kıracaktım. Bunun için kıyamet gününün sahibi olan Tanrı sana çeşit çeşit rüyalar gösteriyordu.
Bunlar senin kötü içine, azgınlığına layık rüyalardı. Bunların sana, senin haline tam uygun olduğunu bildirmek diliyordu. Tanrı, sana bunları gösteriyordu ki onun hikmet sahibi ve her şeyden haberdar, aynı zamanda derman kabul etmez dertlerin dermanını ihsan eder bir Tanrı olduğunu bilesin.
Fakat sen bu rüyaları tevile kalkıştın... kör ve sağır kesildin, bunlar; ağır uykudan meydana gelen hayaller dedin. Doktorlarla müneccimler de kendilerinde olan nur pırıltısı ile tabirini gördüler, fakat tamahlarından hakikati söylemediler. Kederlenmek, devletine bir gussa gelmek, senin devletinden, padişahlığından uzaktır. Ya çeşitli gıdalardan, yahut yemekten insan, hep böyle rüyalar görür dediler. Çünkü gördüler ki sen öğüt istemiyorsun, kaba ve hoyratsın, kan içicisin... yok, yoksul huylu değilsin!
Padişahlar, bir iş için kan dökerler ama merhametleri kızgınlılarından üstündür. Padişahın Tanrı huyuyla huylanması gerektir. Tanrının gazabın arıktır. Şeytan gibi gazabının üstün olması gerekmez, öyle olursa hile yüzünden lüzum yokken kan döker!
Namussuzların hilmi gibi halim olması da doğru değildir... çünkü karısı da orospu olur cariyesi de! Halbuki sen, gönlünü şeytan evi haline getirdin... kinini, kendine kıble yaptın. Keskin boynuzların nice ciğerleri deldi... işte şu asam, senin küstah boynuzunu kırdı!
Cisme mensup askerler, ruhanilerin kalelerine saldırırlar. O taraftan tertemiz birisi gelmesin diye gayb derbendine hücum ederler. Gaziler, savaşa pek gitmediler mi kafirler, yürür saldırılar. Gayb gazileri, hilimlerinden sana saldırmazlar kötü gidişli. Gayb derbentlerine saldırdın... gayb erlerinin bu tarafa gelmemesini diledin!
Ata bellerine, ana rahimlerine pençe attın... kötülükle yolu kesmek istedin! Ululuk ıssı Tanrının soy sop yetişmesi için açtığı ana yolu sen nasıl kapatabilirsin? A inatçı, sen derbentleri tuttun ama körlüğüne rağmen, yine bir er çıktı işte.
İşte o çıkan er benim... senin maksadını yıkıp yakarım; tanrının adı ile senin adını sanını yok ederim! Sen var, derbentleri iyice tuta dur... ne vakte dek sakalına bıyığına gülüp duracaksın? Kader bıyığını sakalını birer birer yolar... nihayet kadere karşı çekinmenin fayda vermediğini anlarsın. Senin bıyığın sakalın mı daha kuvvetlidir, Ad’ın bıyığı sakalı mı? Onların nefesinden şehirler titrer dururdu.
Sen mi daha inatçısın Semud mu? Varlık alemine onlar gibisi gelmedi gitti. Bunlardan yüz tanesini daha söylesem fayda yok; sen sağırsın... duyarın da duymazlıktan gelirsin!
Söylediğim sözden tövbe ettim; tam senin ilacını yaptım. Bu ilacı senin ham sakalına korum da pişer, yahut da yanar... sen de ebedi olarak yaralı kalırsın. Bu suretle de bilirsin ki Tanrı, her şeyi bilir... her şeye, ona layık olan ilacı verir ey düşman. Ne vakit bir eğrilik ettin, ne zaman bir kötülükte bulundun da onun ardından derhal layığını görmedin?
Ne zaman gökyüzüne bir nefes bir dua gönderdin de ardınca ona benzer bir iyilik gelmedi? Dikkat etsen, uyanık olsan her an, yaptığın işin cevabını görürsün!
Dikkat ederde ipe sarılırsan senin için kıyametin gelmesine hacet yok. Remiz ve işareti gören kişiye açık söz söylemeye ihtiyaç var mı? Bu bela sana aptallığından gelir... nükteleri remizleri anlamazsın!
Gönül kötülük yüzünden karardı da kapkara oldu mu artık anla... burada sersemleşmenin lüzumu yok! Yoksa o karalık, sana bir ok olur... sersemliğinin cezası sana erişir! Ok gelmezse lütuf ve kerem yüzünden gelmez; o kötülük görülmediğinden değil.
Kendine gel de eğer sana gönül gerekse dikkat et... çünkü her işin ardından senin için bir şey meydana gelir. Himmetin bundan fazla olursa dikkatle işin, daha yücelir.
Sen de görünüşte kapkara bir demire benzersin ama kendini cilala, cilala! Bu suretle de gönlün, suretlerle dolu bir ayna kesilsin; ona her cihetten gümüş bedenli bir güzel aksetsin! Demir gerçi karadır nursuzdur... fakat cilalamak ondaki karalığı giderir. Demir cilalanır, yüzünü güzelleştirir... bu suretle suretler onda görünebilir. Topraktan yaratılan beden kabadır, karadır ama cila kabul eder, onu cilala. Cilala da onda gayb şekilleri yüz göstersin... huri ve melek akisleri görünsün!
Tanrı bil ki sana bir akıl cilası vermiştir... onunla gönül yaprağı arınır, aydınlanır. A binamaz, cilalanmayı bırakmışsın da heva ve hevesinin iki elini de açmışsın. Heva ve heves kapandı mı eli açılır. Gayb aynası olan demirde bütün suretler görünür. İçini kararttın, paslattın, işte “Yeryüzünde fesada çalışırlar” ayetinin manası budur.
Şimdiye kadar böyle hareket ettin durdun artık böyle harekette bulunma... suyu kararttın, daha ziyade karartma. Bulandırma da bu su durulsun... o suyun içinde ay ve yıldızları tavaf eder gör. Çünkü insan ırmak suyuna benzer... bulandı mı artık onun dibini göremezsin. Irmağın dibi incilerle, mercanlarla dopdolu... sakın bulandırma o saf ve durudur.
İnsanların canı havaya benzer... tozla karıştı mı gökyüzünde perde olur, gökyüzünü göstermez. Güneşin görünmesine mani olur... fakat tozu gitti mi saf ve parlak bir hale gelir. Canın kapkara olmakla beraber Tanrı, kurtuluş yolunu bulasın diye sana rüyalar göstermiştir.
Tanrı, sonunda olacak şeyleri kudretiyle kapkara demirde gösterdi. Bu suretle senin daha az kötülük etmeni diledi... fakat sen, hep bunları gördüğün halde daha beter oluyordun! Sana rüyada kötü şeyler gösterdi... onlardan ürktün, halbuki o kötü şeyler senin suretindi. Hani aynaya bakınca yüzünü çirkin görüp aynayı pisleyen Zenci gibi!
Tükürmüş de sen çirkinsin, layığın ancak bu demiş, aynada çirkinliğim, senin çirkinliğin a kör ve aşağılık adam! Bu pisliği de kendi çirkin yüzüne bulaştırdın, bana değil... çünkü ben apaydınım demiş!
Sen gah elbiseni yanmış gördün; gah ağzın tutulmuş, gözün kör olmuş gördün. Gah bir canavar kanına kastetti... gah yırtıcı bir hayvan, başını ısırdı! Kendini gah lağıma baş aşağı düşürüyorsun gördün... gah kanlı sellerde gark olmuşsun gördün. Bazen rüyada bu tertemiz gökyüzünde sana “kötüsün, kötüsün, kötü” diye ses geldi... bazen dağlardan apaçık “hadi git be sen de ashabı şimaldensin” sesini duydun! Bazen her cansız şeyden “Firavun, ebediyen cehenneme düştü gitti” sedasını işittin!
Bundan beter rüyalar da gördün... fakat utancından söyleyemiyorsun ki ters tabiatın büsbütün tersleşmesin, kızmayasın.
Ey öğüt kabul etmeyen azıcığını söylüyorum sana... bu azıcığı duy da bil ki ben biliyorum. Gördüğün rüyaları ve başına gelecek işleri düşünmemek için kendini ölü ve kör ettin. Ne vakte dek kaçacaksın? İşte hileler düzen anlayışın körlüğü, önüne geldi çattı.
Kendine gel, bundan böyle çekin artık... çünkü Tanrı keremiyle tövbe kapısı açıktır. Tövbenin batı tarafında bir kapısı vardır, kıyamete kadar açıktır, o kapıdan yüz çevirme! Cennetin Tanrı rahmetiyle sekiz tane kapısı var... oğul, o sekiz kapıdan birisi de tövbe kapısıdır.
Öbürlerinin hepsi de bazen açılır, bazen kapanır... fakat tövbe kapısı hep açıktır. Bunu ganimet bil... kapı açık, hasetçinin körlüğüne rağmen derhal pılını pırtını oraya çek.
Kendine gel de benden bir öğüt kabul et, karşılık olarak dört şey al! Firavun, o bir öğüt, hangi öğüt? O tek öğüdü bana birazcık anlat dedi.
Musa dedi ki: O tek öğüt şu: Apaçık şöyle deki Tanrı tektir, ondan başka tapacak yoktur. Göklerin yıldızların... insanlarla şeytanların cin ve perilerin, kuşların yüce yaratıcısıdır. Denizin, ovanın, dağın, çölün yaratıcısı o dur... ülkesinin sınırı yoktur, kendisinin benzeri yoktur. Firavun ey Musa dedi... buna karşılık bana vereceğin o dört şey nedir? onları da söyle. O güzel vaadin lutfiyle kafirliğin çarmıhı gevşesin. Belki bir ganimet olarak elde edeceğim o hoş vaatler yüzünden yüz batmanlık küfür kilidim açılır... belki bal ırmağının tesiri ile bedenimdeki kin zehri ballaşır.
Yahut o tertemiz süt ırmağının aksiyle esir aklım bir an olsun beslenir. Yahut o şarap ırmaklarının aksiyle sarhoş olur da Tanrı emrinin zevkinden bir koku alırım. Yahut ırmakların letafetinden çorak ve yıkık bedenim tazelenir. Çorak bedenimden bir yeşillik meydana gelir... dikenliklerim cennet-i Me’va kesilir. Belki cennetin ve dört ırmağın aksiyle can, Tanrı, yardımına mazhar olur da sevgiliyi aramaya koyulur. Nitekim cehennemin aksiyle de ateş kesilmişim. Hak kahrı ile karışmışım.
Cehennem yılanının aksiyle yılana dönmüşüm... cennet ehline zehirler yağdırma da, onları dalayıp durmadayım. Gah cehennemdeki kaynar suyun kaynamasının, köpürmesinin tesiri ile zulüm suyum, halkı çürütür eritir.
Ben zemherinin aksiyle zemheri olmuşum... yahut da cehennemin aksiyle cehenneme benzemişim. Şimdi yoksul ve mazlumlara cehennemim... vay onu zebun bulursam.
Musa dedi ki: O dördün birincisi, bedenin ebedi olarak sıhhatte kalır. Tıp bilgisinde söylenen illetler, ey akıllı er, bedeninden uzaklaşır. İkincisi, ömrün uzun olur... ecel, ömründen çekinir! İyi bir ömür sürdükten sonra alemden, muradına erişmeden gitmezsin. Hatta süt emer çocuğun süt istemesi gibi eceli istesin... fakat seni esir eden bir zahmet, bir dert yüzünden değil.
Ölümü arasın ama bir eziyete uğrayıp aciz kaldığından değil de evin harabesinde defineyi gördüğünden. Bunun üzerine kazmayı eline alır da hiç düşünmeksizin evi yıkmaya başlarsın. Çünkü evi, definenin perdesi görürsün... bilir anlarsın ki bu bir tek tane, yüzlerce harmana mani olmaktadır. Artık bir taneyi ateşe atarsın, erlik sıfatı ile sıfatlanır, er olursun.
Ey bir yaprak uğruna bağdan olan... sen yaprağa kapılıp kalan ve bu yüzden üzümden olan kurda benziyorsun. Fakat Tanrının lütfu ve keremi, bu kurdu uyandırırsa bilgisizlik ejderhası seni yer, siler süpürür.
Kurt meyvelerle, ağaçlarla dolu bir bağ kesilir... işte bahtı, talihi iyi olanlar, böyle bir değişikliğe nail olurlar.
Evi yık... bu Yemen akiği ile yüz binlerce ev yapılır. Hazine ev altındadır, ev yıkılmadıkça ele geçmesine çare yok... evi yıkmaktan ürkme, durma! Çünkü bu hazinenin ele geçecek bir parası ile zahmetsiz, meşakkatsiz binlerce ev yapılabilir.
Nihayet bu ev zaten viran olacak... altındaki hazine de apaçık ortaya çıkacak. Fakat o vakit hazine senin olmaz... çünkü o ele geçen ganimet, ruhun evi yıkma ücretidir. “İnsan ancak çalıştığını kazanır.” O işten hiçbir ücrete sahip olamayınca, artık, eyvahlar olsun... böyle bir ay bulut altındaymış da görmedim.
İyilik edip bana söylenen sözleri tutmadım... artık hazine gitti, elim bomboş diye elini ısırır, hayıflanır durursun. Mesela; sen ücretle bir ev kiralarsın... fakat o evi satın alsan bile senin değildir ki! Bu evde iş işleyesin diye kira müddeti, eceline kadardır. Dükkanda eskicilik yamacılık edersin... fakat bu dükkanının altında iki maden gömülüdür. Bu dükkan kiralıktır çabuk ol, kazmayı al da dibini kaz! Birdenbire kazma madene rastlasın da dükkandan da kurtul, yamacılıktan da. Yamacılık dediğin nedir? su içmek yemek yemek... bu yamalarla köhne hırkanı yamar durursun!
Bu beden hırkası daima yırtılır... sen de bu yemekle içmekle onu yamarsın. Ey talihi yaver padişah soyundan gelen, kendine gel de yamacılıktan utan. Bu dükkanın dibini bir parçacık kaz da o iki maden başını yüceltsin.
Bu kiralık evin müddeti bitmeden kendine gel... yoksa bu müddet biter, sende ondan bir fayda elde edemezsin! Sonra dükkan sahibi seni dükkandan çıkarır; bu dükkanı da hazineyi elde etmek için yıkar. Sen gah hasretle başına vurursun; gah ham sakalını yolar durursun.
Yazıklar olsun; bu dükkan benimdi... kör müydüm ki buradan bir fayda elde etmedim. Yazılar olsun, bu bizimdi... yel götürdü! Biz kullara da ebediyen hasretlere düşüp eyvahlar olsun demek kaldı dersin!
Ben evde bir süs, bir nakış gördüm de o evin sevgisiyle kararsız bir hale geldim. Gizli hazineden haberim bile olmadı... yoksa kazma, elimde çiçek demeti kesilirdi. Ah, o zaman kazmanın hakkını verseydim şimdi gamdan kurtulmuş olurdum! Gözümü nakşa, takmış, çocuklar gibi aşk oyunlarına dalıp kalmıştım.
O muradına erişmiş hakim, sen bir çocuksun... ev de nakışlarla, suretlerle dolu diyerek ne de doğru, ne de güzel söylemiştir.
“İlahimane” de vasiyetlerde bulunmuş, tozu dumana ver, varlığının kökünü kazı demiştir. Firavun ey Musa dedi; kafi... gönlüm, ıstıraptan eridi gitti... artık üçüncü vaadini söyle!
Musa dedi ki; üçüncüsü şu: Devletin iki kat artar, iki alemin de düşmanından arınmış devlet ve saltanatına nail olursun. Şimdiki devlet ve ikbalinden daha fazla devlete, ikbale ve ülkelere sahip olursun... şimdiki devletin savaş içindedir, o devlet sulh ve huzur içinde.
Savaş aleminde sana böyle bir devlet ve ülke ihsan eden, bir gör de bak... sulhta ülkene nasıl bir sofra kurar. Keremiyle cefa zamanında onları veren, vefa zamanında seni nasıl görüp gözetir, arayıp yoklar... bir bak da gör.
Firavun ey Musa, dördüncüsü nedir? çabuk söyle... çünkü sabrım yetti, hırsım arttı dedi.
Musa dedi ki: Daima genç kalırsın... daima saçın, sakalın katran gibi siyah, yüzün erguvan gibi kırmızı olur.
Bizce rengin, kokunun değeri yoktur... fakat sen aşağılıksın, onun için aşağı alemden konuşuyorum. Renkle, kokuyla, mevki ile öğünmek, çocukları sevindirir, aldatır. İşim çocuğa düştü... gayrı çocukların ağzını kullanmam lazım!
Mektebe git de sana kuş alayım, yahut kuru üzüm, ceviz ve fıstık getireyim diyeyim! Sen beden gençliğinden başka bir şey bilmiyorsun ya, al işte bu gençliği... a eşek, nah sana arpa. Yüzün hiç buruşmaz pörsümez... kutlu gençliğin hep bu halde kalır. Ona ne ihtiyarlık buruşması gelir... ne de selviye benzeyen boyun iki kat olur. Ne sendeki gençliğin kuvveti azalır, ne dişlerin ağırır, sallanır.
Kadınların erkeklerden nefretine sebep olan gevşekliği kadına yaklaşmamak derdini görmezsin. Gençlik çağının parlaklığı seni öyle bir açar, neşelendirir ki Ukaşe’nin müjdesi de Peygamberi öyle açmış, öyle neşelendirmişti işte.
Ahır zaman Peygamberi Ahmet Rebüyülevvel ayında göçtü... bunda hiç itilaf yoktur. Gönlü, bu göç zamanını haber alınca can ve gönülden o vakte aşık oldu. Safer gelince, bu ay bitince sefer edeceğim diye neşelendi. Her gece bu buluşmanın iştiyaki ile sabahlara kadar “Ey yücelerden yüce arkadaş” der dururdu. “Bana kim safer ayı çıktı diye müjde verirse... kim safer gitti, Rebiyyülevvel geldi diye beni muştularsa ben de onu cennetle muştular, ona şefaatçi olurum” dedi.
Ukaşe gelip müjde dedi... safer çıktı gitti. Peygamber de “Ey ulu aslan, cennet senindir” buyurdu. Başka biri de gelip safer çıktı dedi... Peygamber dedi ki: O müjdeyi Ukaşe aldı. Erler, görüyorsun ya, alemden göçmeden neşeleniyorlar... şu çocuklarsa alemde kalmalarına seviniyorlar. İyi suyun tadını tatmayan kör kuşa, acı su, kevser görünür.
Musa da senin saf ikbaline bir dert erişmez diye bu tarzda kerametler sayıp dökmekteydi. Firavun, pek güzel... iyi söyledin ama bir de iyi bir dostla görüşeyim, danışayım dedi.
Firavun, bu sözü Asiye’ye açtı. Asiye dedi ki: A gönlü kararmış, bu vaatlere can ver. Bu sözlerde ne büyük inayetler var. Ey iyi huylu padişah, durma hemen bunları elde et. Ekim zamanı geldi... hem de ne faydalı ekim ya! Bu sözleri söyledi ve iştiyakinden ağlamaya başladı. Yerinden sıçradı, ne mutlu sana dedi... a kelceğiz, güneş başına taç oldu. Kelin ayıbını külah örter... hele o külah güneş ve ay olursa ne mutlu!
Daha o mecliste bunu duyunca neden evet... yüzlerce hamt olsun demedin? Bu söz, güneşin kulağına değseydi buna nail olmak ümidiyle baş aşağı yere inerdi. Hiç bildin mi, ne vaattir bu, ne lutüftur? Hak İblisi arayıp soruyor adeta. O kerem sahibi, seni böyle bir lutfa, böyle bir ihsana çağırdı da nasıl tahammül ettin? Şaşılacak şey. Nasıl yüreğini eritmedi bu? Eritseydi iki cihandan da nasip alırdın. Adamın yüreği tanrı için erirse şehitler gibi iki alemde de lütfa, ihsana mazhar olur.
Gafillik de hikmettir, bu kör oluşun da bir hikmeti var... var ama neden bu dereceye kadar olsun? Sermayenin çabucak elden uçmaması için gafillik, hem hikmettir, hem nimet. Fakat umulmaz bir yara haline gelmemeli... aklın ve canın zehri olmamalı, adama eziyet vermemeli. Kim böyle bir alışverişi edebilir? Bir gülle gül bahçesini satın alıyorsun! Bir taneye karşılık yüzlerce ağaçlık... bir habbeye karşılık yüzlerce maden.
Kim her şeyi Tanrı için yapar, Tanrıya karşı ihlas sahibi olursa” demek, o taneyi vermektir. Bu suretle de “Tanrı da onun olur, her dilediğini verir” sözünün hakikati elde edilir. Çünkü bu arık ve kararsız varlık, o ebedi Tanrının zevalsiz varlığından var olmuştur. Fani varlık, kendisini ona verdi mi baki olur, asla ölmez. Yelden, topraktan korkan ve bu ikisi yüzünden helak olan katra gibi.
Katra, aslı olan denize kavuştu mu güneşin hararetinden de kurtulur, yelden, topraktan da. Zahiri, denizde yok olur ama zatı yok olmaz, ebedileşir,iyileşir. Kendine gel ey katra da pişman olmaksızın varlığını ver... ver de bir katraya karşılık uçsuz bucaksız denizi bul. Kendine gel ey katra da bu şerefi bul, denizin avucuna düş, o avuçta telef olmaktan emin ol. Böyle bir devlet, kimin eline düşmüştür; bir deniz bir katrayı dilemekte istemekte!
Tanrı hakkı için, Tanrı hakkı için çabuk sat ve satın al... bir katrayı ver, incilerle dolu denizi elde et. Tanrı hakkı için, Tanrı hakkı için hiç geciktirme... bu söz, lütuf denizinden gelmede! Lütuf bile bu lütuf içinde kaybolur... aşağılık bir adam, yedinci kat göğe çıkıyor.
Kendine gel, hiçbir kimse bunu aramakla bulamaz... nasılsa bir acayip oyuna rastladın. Firavun, bunu bir de Haman’a söyleyin; padişaha vezirin reyini almak lazımdır, dedi.
Asiye dedi ki: Bu sırrı Haman’a söyleme. Kör kocakarı, doğanın kıymetini ne bilir. Bir ak doğanı kocakarının birine verirsen iyilik olsun diye pençelerindeki tırnakları keser. Halbuki asıl iş gördüğü, avlandığı uzvu, tırnaklarıdır... kör kocakarıcağız körcesine o tırnakları kesiverir. Anan neredeymiş ki der... a ulu yavrum, tırnakların böyle uzamış senin? Kötü kocakarı, doğanın tırnağını, gagasını kanatlarını keser... sevgi çağında işte bunları yapar. Doğanın önüne tutmaç kor da o, az yedi mi kızar... sevgiyi yırtar atar!
Senin için böyle bir tutmaç pişirdim de sen ululuk gösteriyor, haddini bilmiyorsun ha! Sen o eziyetlere, belalara layıksın... devletin ikbalini kadrini nereden bileceksin sen? Der. Tutmaç yemiyorsan bari al, bunu iç diye doğana tutmaç suyu verir. Halbuki doğan, tutmaç suyundan hoşlanmaz, içmez... kocakarı büsbütün kızar; kızgınlıkla o sıcak çorbayı doğanın başından aşağı döker, hayvanın başını yakar, kel eder!
Canı yanar teessürle gönülleri parlatan padişahın lütfunu anarak ağlamaya başlar; padişahın çehresinden yüzlerce kemale nail olan o nazenin, o işveli gözlerinden yaşlar döker.
“Mazagal basar” sırrına nail olan gözleri o karganın açtığı yaralarla dolar... güzel ve güzel göz, zaten kötü göz yüzünden dertlere, elemlere uğrar! Halbuki o öyle engin bir gözdür ki iki alem bile ona bir kıl kadar görünmektedir.
Gözüne binlerce gökyüzü görünse kaynağın denizin yanında kayboluşu gibi kaybolur! O göz, bu duygu alemine ait şeylerden geçti mi gayb alemini görür de bu kabiliyet yüzünden öpülür durur. Zaten bir kulak bulamıyorum ki o güzel göze ait bir nükte söyleyeyim.
O gözden ulu ve kutlu yaşlar süzülse Cebrail, katrasını kapardı... O güzel gidişli dilber, müsaade ederse bu kaptığı katrayı kanadına, gagasına sürerdi.
Doğan der ki: Kocakarının kızgınlığı alevlendi ama kuvvetimi, nurumu, sabrımı ve ilmimi yakmadı ya. Can doğanım yüzlerce suret dokur, durur... deveyi, yaralar Salih’i değil! Salih, ululukla bir nefes aldı, bir dua etti mi dağdan, o çeşit yüzlerce deve doğar!
Gönül der ki: Sus, aklını başına al... yoksa gayret, varlık nescini çeker yırtar! Fakat ne çare... padişahlık gururu, öğüt dinletmiyordu; nihayet öğüdü gönlünden koparıp attı. Tanrı gayretinin yüzlerce gizli hilmi vardır... yoksa bir anda yüzlerce cihanı yakardı.
Mutlaka Haman’la görüşüp danışmam lazım... ülke ona dayanmaktadır, ben onunla kuvvet, kudret bulmaktayım, dedi. Mustafa’nın meşveret ettiği zat, Tanrı Sıddıkı idi... Ebucehel’e fikir veren Ebuleheb’di. Cinsiyet onu öyle bir çekti ki o nasihatler, kulağına bile giremedi. Her şey kendi cinsinden olana yüzlerce kanatla uçar gider... ona ulaşma hayali ile bağlarını yırtıp yürür!
Muratza’nın yanına bir kadın gelip dedi ki: Çocuğum oluğun üstüne kaydı. Çağırsam ele geçmez... bıraksam düşüp helak olacağından korkuyorum. Akıllı değil ki tehlikelerden kurtul, yanıma gel deyeyim de anlasın.
Elle işaret etsem anlamaz... anlasa bile kötülük şu ki dinlemez. Mememi, sütümü gösterdim ama benden gözünü, yüzünü çevirip duruyor. Tanrı hakkı için ey ulular, siz, bu alemde de acizlerin ellerinden tutan, onlara yardım eden erlersiniz, o alemde de! Benim derdime tez bir derman bul ki gönlümün meyvesini kaybedeceğim diye yüreğim titremede.
Ali dedi ki: Dama bir çocuk çıkar... çocuğun kendi cinsini görünce, derhal oluktan dama gelir... cins, cinsine ebedi olarak aşıktır. Kadın öyle yaptı... çocuğu o çocuğu görünce ona yüz tuttu; oluktan dama geldi. Her cins, kendi cinsinden olanları çeker, bunu böyle bil.
Çocuk sürtüne, sürtüne öbür çocuğun olduğu tarafa geldi ve aşağıya düşme tehlikesinden kurtuldu.
Peygamberler de kulları oluktan kurtarmak için insan olarak gönderilmişlerdir. Peygamber, ben de sizin gibi insanım... kendi cinsinize gelin kaybolmayın buyurdu. Çünkü cinsiyetin acayip bir çekiciliği vardır... nerede birisini veya bir şeyi arayan varsa onu aratan, bir yana çeken cinsiyettir.
İsa ve İdris, meleklere aynı cinstendiler; onun için gökyüzüne çıktılar. Harun’la Marut’sa ten cinsindendiler; yücelerden aşağıya indiler. Kafirler şeytanlarla aynı cinstendir... canları şeytanların şakirdi olmuştur. Şeytanlarda yüz binlerce kötü huylar öğrenmişler, akıl ve gönül gözünü kapamışlardır. Onların kötü huylarından en ehemmiyetsizi hasettir. Hani İblisin boynuna vuran haset.
O köpekler bunlara ululuk ve haset öğretmişlerdir... onlar, halkın ebedi bir mülke, bir devlete nail olmasını istemezler. Kimde sağdan, soldan bir yücelik görürlerse hasetten adeta kulunçları kabarır, dertlenirler. Çünkü harmanı yanmış talihsiz, kimsenin mumunun yanmasını istemez.
Kendine gel de sen de bir yücelik elde et başkalarının yüceliğinden dertlenme. Tanrıdan bu hasedin defini dile de Tanrı, seni cesetten kurtarsın! Tanrı bir yudumcuk şaraba öyle bir hassa vermiştir ki adamı sarhoş eder, iki alemden de kurtarır.
Bir avuç yeşil ota, esrara öyle bir hassa vermiştir ki bir zaman olsun insanı kendisinden alır. Tanrı uykuya öyle bir hal vermiştir ki düşünceyi iki alemden de keser. Mecnun’u bir deri aşkından öyle bir hale getirmiştir ki dostu düşmandan fark etmez olmuştur. Senin anlayışına havale edilecek bunun gibi yüz binlerce şarabı vardır onun.
Nefsin kötülük şarapları var ki o kötü kişiyi bunlarla yoldan çıkarır! Aklın kutluluk şarapları var ki insan onların neşesi ile zevalsiz bir konak bulur. Sarhoşlukla gök kubbe çadırını o yandan söker, yola düşer.
Kendine gel ey gönül de mağrur olma... İsa, Tanrı sarhoşudur, eşek arpa sarhoşu! Şu küplerden o çeşit şaraplar ara ki sarhoşluğunun sonu gelmesin. Çünkü her sevgili, dolu bir küpe benzer... o tortuludur bu inci gibi saf.
Ey şarabı anlayan, tanıtan er, ihtiyatla tat da karışıksız, katıksız arı duru bir şarap bulasın! Her iki şarap da sarhoşluk verir ama bunun sarhoşluğu, adamı da Tanrıya kadar çeker götürür. Bunu iç de düşünceden, vesveselerden, hile ve düzenlerden kurtul; akıl bağı olmaksızın deve gibi coş, raksa giriş.
Peygamberler ruh ve melek cinsindendirler o yüzden gökteki meleği çekerler. Yel, ateş cinsindendir onun dostudur... her ikisi de yücelir, yücelere çıkar. Boş testinin ağzını kapadın da havuza, yahut ırmağa attın mı? Kıyamete kadar batmaz... çünkü içerisi boştur o boşlukta hava vardır; yelin meyli yüceleredir... içinde bulunduğu kabı da yücelere kaldırır.
Peygamberlerin cinsinden olan canlar da çekişe, çekişe onların yanlarına giderler. Çünkü bu kısımdan olan kişinin aklı üstündür... şüphe yok ki akıl da yaradılış bakımından melekle aynı cinstendir. Nefis havası da düşmana üstündür... fakat nefis, aşağılık cinstendir, aşağılık alemine gider!
Kıpti kötü Firavunun cinsindendi... İsrail oğulları kabilelerine mensup olanlar da Tanrı kelimi Musa’nın cinsinden. Haman, tan Firavunun cinsindendi... Firavun o yüzden onu seçmiş, baş köşeye geçirmiş, kendisine vezir etmişti. Hasılı sonunda da Haman onu baş köşeden ta cehennemin dibin e kadar çekti... çünkü o iki pis adam cehennem cinsindendi. İkisi de cehennem gibi yakıcıydı... ikisi de nurun zıddı idi... ikisi de cehennem gibi gönül nurundan çekinen ve nefret eden kişiydi! Çünkü cehennem, ey mümin, sırattan çabuk geç, nurun ateşimi söndürecek. Ey mümin nurun eteğimi sürüdü mü ateşimi mahvedecek; hemen geç der.
Cehennemlik de nurdan ürker, kaçar... çünkü güzelin cehennem tabiatlıdır o. Mümin canla başla nasıl cehennemden kaçarsa cehennem de müminden öyle kaçar. Çünkü müminin nuru ateş cinsinden değildir... nuru arayan, hakikatte ateşin zıddıdır.
Hadiste gelmiştir: Mümin duada Tanrıya yalvarır, cehennemden aman diler ya; cehennemde canla başla ondan aman diler... Yarabbi, beni falandan uzak et der.
Cinsiyet cazibesini şimdi bir gör hele... bakalım sen hangi cinstensin; küfür cinsinden mi, iman cinsinden mi?
Haman’a meylin varsa Haman’dansın... Musa’ya meylin varsa Subhan’dan! İkisine de meyilsen, iki cinsten de katışığın var... nefisle akıl, ikisi de sende karışık! İkisi de savaşta... kendine gel, kendine! Çalış da manalar suretlere üstün olsun.
Düşmanını her an bozguna uğramış, mağlup olmuş göresin... savaş aleminde bu sevinç kafirdir doğrusu! O inatçı suratlı Firavun, nihayet Haman’a kabalıkla bu sözleri söyledi, Tanrı Kelim’inin vaatlerini anlattı... o sapığı kendine mahrem etti.
Firavun Haman’ı tenha bulunca bunları anlattı. Haman sıçrayıp yakasını yırttı. O melun naralar attı, ağladı... kavuğunu, sarığını yere attı.
Dedi ki: Böyle küstahça ve abes sözleri nasıl oldu da padişahın yüzüne karşı söyledi? Sen, bütün alemi hükmüne almış, işini bahtın yardımı ile altın haline getirmişsin. Padişahlar, inatsız, ısrarsız doğudan da sana vergi getirmedeler, batıdan da!
Ey ulu padişah, bütün padişahlar, sevinçle senin kapının eşiğini öpüyorlar! Düşmanın atı atımızı gördü mü, sopa görmeden yüz çevirmede! Şimdiye dek alemin tapındığı secde ettiği sendin... şimdi kulların en aşağısı mı olacaksın? Bir efendinin kula tapmasındansa binlerce defa ateşe atılması daha hoş!
Hayır buna imkan yok! Ey Çin ülkesini bile hükmü altına alan padişahım, önce beni öldür de seni bu halde görmeyeyim! Padişahım önce benim boynumu vur da bu alçalmayı gözlerim görmesin! Böyle bir şey olmamıştır ya... fakat olmasın da! Yer, gök olacak, gökyüzü yer ha!
Kullarımız, bizimle kapı yoldaşı olacaklar... esirlerimiz, gönüllerimizi yaralayacak, öyle mi?
Düşmanların gözleri aydın olacak da dost körleşecek... sonra da bize mezarın dibi, gül bahçesi kesilecek ha!
Haman, dostla düşmanı tanımıyor, tavlayı körcesine ters oynuyordu. A melun senin düşmanın senden başkası değil... kinine uyup da suçsuzlara düşman deme!
Sence bu kötü hal devlettir... yani evveli “Devkoş”, sonu da “Let-dayak ye!”bu devletten sürüne, sürüne kaçmazsan şu baharın daima güz olur gider! Doğu ve batı, senin gibi niceleri görmüştür... sonunda hepsinin de başı, bedeninden kesilmiş gitmiştir.
Doğuyla batının bile kararı yokken nasıl olur da bir adamı ebedi edebilirler? Korkuda,zindana
Girmekten ürkme yüzünden halk, sana birkaç günceğiz yaltaklandı... onunla öğünüyorsun Ha!
Fakat halk kime secde ederse onun canını zehirliyor demektir.
Bir kere devlet, yüz çevirdi, bir kere bahtı döndü mü kendisine secde edenin kendisini zehirlediğini de analar, bilgi sahibi olan adam da. Ne mutlu ona ki nefsini aşağılatmıştır... vay o kişiye ki serkeşlikle dağ gibi baş kaldırmıştır.
Bu ululuk bil ki zehirli bir şaraptır... o şarapla aptal kişi sarhoş olur. Bir devletsiz, zehirli şarabı içti mi bir zamancağız neşeden başını sallar ama, bir an sonra zehir, canına tesir eder; can verip can almaya başlar. Onun zehirli olduğuna inanmıyorsan bak da gör; Ad kavmine o zehir neler etti?
Bir padişah, başka bir padişahı tuttu mu ya öldürür, ya bir zindana hapseder! Fakat bir düşkün dertliyi görse derdine merhem bulur; ona ihsanlarda bulunur! O ululanma zehir değilse neden padişah, onu suçsuz, hatasız öldürüyor?
Öbürüne de kendisine bir kullukta bulunmadığı halde neden iltifat ediyor? Bu iki harekete bakıp zehri anlamak mümkündür! Yol kesen, asla bir yoksulu dövüp vurmaz... Kurt ölü kurdu katiyen ısırmaz.
Hızır gemiyi kötü kişilerin ellerinden kurtarabilmek için deldi, kırdı. Mademki kırık gemi kurtuluyor, sen de kırıl! Emniyet yoksulluktadır, yürü yoksul ol. Madeni olan ve madenden birkaç parası bulunan dağ, külünk, kazma yaraları ile paramparça oldu.
Kılıç boynu olanın boynunu keser... gölge yerlere döşenmiştir o hiç yaralanmaz. Ululuk fazla ateştir a kızgın... kardeş, kendini ateşe nasıl atıyorsun ki? Yerle bir olan, bak hele oklara hedef olur mu hiç? Fakat yerden baş kaldırdı mı o zaman hedefler gibi çaresiz yaralanır. Bu bizlik, benlik, halkın merdivenidir... halk nihayet bu merdivenden düşer!
Kim merdivenin daha üstüne çıkarsa daha aptaldır... çünkü düşünce onun kemikleri daha beter kırılır. Bunlar fer-ileridir... asılları ise şudur: Yücelik Tanrıya şirk koşmadır. Ölmedin de onunla dirilmedin mi ona ortak olmaya, ülke ve devlet kazanmaya savaşan bir düşmansın! Fakat onunla dirildin mi, zaten dirilen odur... bu, tam birliktir; nerede şerik oluş? Fakat bunu işlerinin aynasında gör, çünkü bunu sözle, dedikoduyla anlayamazsın! İçimdekini söylersem çok ciğerleri kan kesiliverir!
Artık bu kadarını kafi göreyim... zaten anlayanlara bu yeter... köyde kimse varsa iki kere seslendim işte. Hasılı Haman, o kötü sözlerle böyle bir yolu Firavuna kesti.
Devlet lokması da ağzına kadar gelmişti... Haman Firavunun boğazını kesiverdi. Firavunun harmanını o yele verdi... hiçbir padişahın böyle bir veziri olmasın.
Musa dedi ki: Ben sana lütuflar gösterdim, cömertliklerde bulundum... fakat ne yapayım? Tanrı sana kısmet etmemiş! Hakiki olmayan padişahlığı ne el bil, ne yen! Çalma, çırpma padişahlık, cansız, gönülsüz ve gözsüzdür. Sana padişahlığı halk verdiyse borç alır gibi yine senden alır!
İğreti padişahlığı Tanrıya ver de Tanrı sana herkesin kabul edeceği hakiki padişahlık versin!
Mesnevi'den Hikayeler
Cevap: Mesneviden Hikayeler 6. Cilt
BAHİS
Arap beyleri toplanıp Peygamberin yanına gelerek çekişmeye başladılar. Dediler ki: Sen bir beysin... bizim de her birimiz birer beyiz! Şu beyliği bölüşelim, ülkenin sana düşen kısmını al! Her birimiz, kendisine düşen bölüğe razı olsun; sen de artık bizim hissemizden el yıka.
Peygamber dedi ki: Bana beyliği Tanrı verdi... o, bana başbuğluk ve mutlak bie beylik ihsan etti.
Buyurdu ki: Bu devir, Ahmed’in devridir, bu zaman, Ahmed’in zamanı... kendinize gelin de onun emrine uyun!
Kavim, biz de Tanrının takdiri ile hükmediyoruz... bize de beyliği veren Tanrıdır dedi. Peygamber fakat dedi... Tanrı, bana beyliği bir mülk olarak verdi, sizeyse bir vesileyle iğreti. Benim beyliğim kıyamete dek bakidir... iğreti beylikse çabucak geçip gider!
Kavim ey emir... çok söyleme; üstün olduğunu iddia ediyorsun, delilin nedir? dediler. Derhal Tanrının kahır emri ile gökyüzünde bir bulut peydahlandı. Sel bastı, bütün o civarı kapladı. O pek korkunç sel şehre yüz tuttu... şehirliler feryat ederek korkudan kaçışmaya başladılar. Sınama zamanı gelmişti... şüphenin kalkacağı hakikatin apaçık ortaya çıkacağı zamandı. Peygamber dedi ki: Her bey mızrağını atsın da şu sel dursun! Hastalıkta da iyi gıdadan olur, kuvvet de! Beyliğinizi bir sınayalım! Hepsi mızraklarını attılar. Mustafa’da elindeki sopayı, o buyruklar yürüten inanmayanları aciz bırakan sopayı attı.
O coşkun inatçı ve şiddetli sel, bütün o mızrakları saman çöpü gibi önüne katıp sürükledi. Bütün mızraklar kayboldu... sopaysa bir gözcü gibi suyun üstünde duruyordu! O sopanın himmetiyle o şiddetli sel, şehirden yüz çevirdi, başka bir tarafa akıp gitti.
Bu büyük işi gören Arap beyleri, korkularından hep Mustafa’nın beyliğini tasdik ettiler. Yalnız hasetleri pek üstün olan üç kişi inanmadı... inatlarından büyücü ve kahin dediler.
İğreti beylik böyle zayıf olur... Tanrı vergisi olan beylikse böyle yücedir işte.
Ey soyu sopu belli kişi, o mızraklarla sopayı görmediysen o beylerin adları ile peygamberin adına bak. Onların adlarını kuvvetli, şiddetli ölüm seli sildi süpürdü... fakat Ahmed’in adı ve devleti baki.
Onun nöbetini günde beş defa vuruyorlar... bu, kıyamete kadar her gün böyle sürüp gidecek! Aklın varsa sana lütuflarda bulundum... eşeksen eşeğe de asayı getirdim. Seni bu ahırdan öyle bir çıkarırım ki sopayla başını, kulağını kanlara boyarım!
Bu ahırdaki eşekler de senin cefandan aman bulamıyorlar insanlarda! İşte sevilmeyen her eşeği yola getirmek, terbiye etmek için sopa getirdim ben! Seni kahretmek için o sopa, bir ejderha kesilir... çünkü sen de işte ve huyda bir ejderha kesilmişsin. Sen amansız bir dağ ejderhasısın ama gökyüzü ejderhasına da bak!
Bu sopada cehennemden bir hisse var... kendine gel de aydınlığa kaç. Yoksa benim dişlerimin arasında kalırsın... benim kahrımdan seni kimse kurtaramaz demektedir. Tanrının cehennemi nerede demeyesin diye bu, bir sopayken şimdi ejderha olmuştur.
Tanrı, nereyi isterse orasını cehennem yapar... gökyüzünün yücelerini kuşa ökse ve tuzak haline getirir. Dişlerine bir ağrı verir ki bu diş ağrısı cehennem, ejderha dersin. Yahut da tükürdüğünü bal haline kor... bu, cennet ve cennet elbiseleri dersin! Dişlerinin dibinden şeker bitirir... bu suretle kaderin hükmünü anlar bilirsin!
Şu halde dişlerinle suçsuzları ısırma... çekinemeyeceğin, kurtulamayacağın silleyi düşün. Tanrı Nil’i Kıpti’lere kan haline getirdi... İsrail oğullarını da beladan korudu. Buna bak da Tanrının yoldaki aklı başında kişiyle sarhoşu ayırt ettiğini anla. Nil bu ayırt edişi Tanrıdan öğrendi de buna ihsanlarda bulundu, öbürünü sıkıca bağladı. Tanrı lütfu, Nil’e akıl verdi... kahrı ise Kabil’i sersemleştirdi. Keremi ile cansız şeylerde akıl yarattı... kahrı ile aklının aklını aldı. Lütfuyla cansız şeyde akıl peydahlandı... kahrı ile bilgi akıllardan kaçtı. Emri ile oraya yağmur gibi akıl yağdı... bunun aklıysa Tanrı hışmını görüp kaçtı gitti!
Bulut, güneş, ay ve yücelerdeki yıldızlar... hepsi de bir nizamla gelirler, giderler. Her biri, ancak vaktinde gelir... vaktini ne geciktirir, ne de erken gelip çatar. Bunu nasıl oldu da peygamberlerden anlamadın sen? Onlar, taşa sopaya bilgi ihsan ettiler. Bunları gör de diğer cansız şeyleri de şüphesiz bir halde sopaya, taşa kıyas et! Taşla sopanın itaati meydana çıkar, görünürde öbür cansız şeylerin halinde de haber verir... onlar da “Biz, Tanrıyı biliriz, ona itaat ederiz... hepimiz de tesadüfen halk edilmiş abes şeyler değiliz” derler.
Nil suyuna bak da anla... boğarken iki ümmetin arasını ayırt etti ya! Yer, nasıl Karun’u kahredip sömürdü; onu nasıl bildiyse Nil’i de öyle bilgi sahibi bil. Ay da öyle... emri duyunca derhal gökyüzünde yarıldı, ikiye bölündü ya.
Nerede bir ağaç ve taş varsa Mustafa’yı görünce apaçık selam verdi ya! İşte cansızların hepsini de böyle bil, böyle tanı!
Dün birisi, alem, sonradan yaratıldı... bu gökyüzü fanidir, varisi Hak’dır diyordu. Bir filozof dedi ki: Sonradan yaratıldığını nasıl biliyorsun? Yağmur bulutun sonradan yaratıldığını nasıl bilir? Bu değişip duran alemden sen, bir zerre bile değilsin... öyle olduğu halde güneşin sonradan yaratıldığını ne bilirsin ki?
Pislik içinde gömülü olan bir kurtcağız, yeryüzünün evvelini, sonunu nereden bilecek? Sen bu sözü babandan duydun... taklitle aptallığından ona sarıldın? Sonradan yaratıldığına delil nedir? söyle; yoksa sus, fazla söylenmeye kalkma!
Adam dedi ki: Bu derin denizde bir gün iki bölük halkın bahse giriştiklerinin gördüm. Onlar çekişir bahsederken halk onların başına üşüştü. Ben de kalabalığın arasına karıştım, onların sözlerini, hallerini anlamak için durdum, bekledim.
Bir bölüğü alem fanidir... şüphe yok ki bu yapının bir yapıcısı var diyordu. Öbür bölüğün bu alem kadimdir, evveli yoktur, yaratıcısı yapıcısı da yoktur... varsa bile kendisidir diyordu.
Tanrıya inanan, yaratıcıyı inkar ettin... geceyle gündüzü getirip götüren ve rızk veren Tanrıya münkir oldun, dedi.
Filozof ben dedi... delilsiz sözü dinlemem, taklide ancak ahmak olan kapılır! Hadi delilini göster... yoksa bu alemde delilsiz söz dinlemem ben!
Mümin dedi ki: Delil, canımdadır... canımın içinde gizli delilim var! Senin gözün zayıftır, hilali göremezsin; fakat ben görüyorum, bana kızma.
Dedikodu uzadıkça uzadı... dinleyenlerde bu bezenmiş alemin başına, sonuna hayran olup kaldılar. Mümin dostum dedi... gönlümde bir delil var... bence, bu, alemin sonradan yaratıldığına bir alamet! İyice inanmışım... inancımın nişanesi de şu: İyice inanan ateşe bile girse, aşılardaki aşk sırrı gibi ona bir ziyan gelmez, yanmaz, mahvolmaz! Sözlerinin sırrı, ancak yüzümün sarılığından, zayıflığından anlaşılır. Yanaklara akan kanlı göz yaşları, sevgilinin güzelliğine delildir.
Filozof, ben halkın hepsine de delil olamayan bu şeylere ehemmiyet vermem, bunları delil saymam, dedi.
Mümin dedi ki: Kalp akçe ile halis akçe bahse girişseler... halis akçe, sen kalpsın; ben halisim, iyiyim dese, son sınama ateştir... bu iki arkadaş ateşe düştüler mi. Halkın ileri gidenleri de hallerini anlar, alelade olanları da... herkes, şüpheden kurtulur, onların ne olduklarını iyice anlar bilir.
Canım, su ve ateş de gizli olan halis akçayla kalpı sınamak, için yaratılmıştır. Sen ve ben... ikimiz de ateşe girelim... bu işe şaşıp kalanlara baki bir delil olalım! Ben de, sen de birden denize dalalım... çünkü ben de bu halka bir delilim sen de!
Öyle yaptılar; ateşe girdiler... ikisi de kendilerini kızgın ateşe attılar. Tanrı var diye iddia eden kurtuldu öbür haramzede yandı, mahvoldu. Bu haberi müezzinden duy... ham ruhun körlüğünü bir kat daha arttırır!
Ecelle ölümle Mustafa’nın adı yanmamıştır... çünkü o adın sahibi ileriden ileriydi uludan ulu. Bu devirde bahse girişenlerin yüz binlercesi münkirlerin perdelerini yırtmıştır.
Müminle filozof bu işe karar verdiler... mucizelerin devam ettiği zuhur etti; doğru olan galip oldu... bu cevaptan anladım ki alemin evveli vardır, bu gök kubbe sonradan yaratılmıştır diyen haklıdır. Münkirin getirdiği delilin yüzü daima sarıdır... o inkarın doğruluğuna nerede bir nişane?
Münkirlerin övüldüğü bir minare nerede? Alemde böyle bir minare göster bana da onların doğruluğuna nişane olsun. Hani nerede bir mimber ki oraya birisi çıksın da bir münkirin zamanını ansın. Paraların üstüne basılan peygamber adları, kıyamete kadar onların doğruluğuna alamettir.
Padişahların paraları değişir duru... fakat Ahmed’in parası, kıyamete dek sürer gider! Altın olsun, gümüş olsun... bir paranın üstünde bir münkirin adını gösterene!
Hadi bunu mucize sayma! Peki bir de güneş gibi apaydın olan ve adına Ümmül Kitap denen yüz dilli Kuran’a bak! Kimsenin ondan bir harfi çalmaya, yahut sözüne bir söz katmaya ne haddi var, ne kudreti.
Üstünün dostu ol ki üstün olasın... kendine gel be hey azgın, mağluplara dost olma! Münkirin delili, ancak ve ancak şudur: Ben şu görünen yurttan başka bir şey görmüyorum! Hiç düşünmez ki nerede bir görünen şey varsa o, gizli hikmetleri haber vermededir.
Her görünen şeyin faydası, faydanın ilaçlarda gizli oluşu gibi o şeyin içinde gizlidir.
Mesnevi'den Hikayeler
Cevap: Mesneviden Hikayeler 6. Cilt
GÖKLER YERLER VE İKİSİ ARASINDAKİLER
Hiçbir ressam var mıdır ki yaptığı resmi, hiçbir menfaat ümidi gözetmeden yalnız resim yapmak için yapsın. Hem resim yapmak için yapar, hem de uluların büyüklerin bir vesile ile kederlerinden kurtulmalarını ister. Çocukların neşelenmesini, bu resimle ölüp gitmiş dostların, dostlar tarafından hatırlanmasını diler.
Hiçbir testici yoktur ki içine su konmasını düşünmeden testisini, sırf testi yapmak için yapsın! hiçbir kaseci yoktur ki kaseyi ancak kase olmak için yapsın da içine yemek konmak için yapmasın!
Hiçbir hattat yoktur ki özene bezene yazdığı yazıyı yalnız yazısını, yazısının güzelliğini göstermek için yazsın da okumak için yazmasın.
Görünen suret gayp alemindeki surete delalet eder, o da başka bir gayp suretinden vücut bulmuştur. Böylece bunları, görüşünün miktarınca ta üçüncü dördüncü, onuncu surete kadar say dur.
Oğul bunla, satrançtaki oyunlara benzer... her oyunun faydasını ondan sonrakinde gör. Bu oyunu, o gizli oyunu oynamak için, onu da diğer bir oyun için... nihayet o oyunu da bir başka oyun için oynarlar.
Gözünü böylece etraftan ileriye çevir de ta karşındakini mat edip oyunu kazanıncaya dek ne oyunlar oynayacaksan hepsini gör. Merdiven basamaklarına çıkmak için önce birincisine, sonra ikincisine basmak lazım. ikincisi de bil ki üçüncüsüne çıkmak için kurulmuştur... böyle, böyle merdivenin son basamağına çıkar dama varırsın.
Yemek meni içindir... meni de soy sop üretmek, gönlü gözü aydınlatmak içindir. Fakat kısa görüşlü adam, ilk işten başka bir şey görmez... aklı yerde yetişen otlara benzer, yere mahkumdur, gezmez dolaşamaz. Otu, ha çağırmışsın, ha çağırmamışsın... ayağı toprağa kakılmış kalmıştır. Rüzgarın tesiri ile başını sallasa da baş sallanmasına aldanma.
Başı, ey seher yeli, duyduk, peki der ama ayağı isyan ediyoruz bırak bizi der. Kısa görüşlüde gezip dolaşmayı bilmediğinden aşağılık kişiler gibi sürünüp gider... körler gibi Tanrıya dayanıp adım atar.
Savaşta Tanrıya dayanmaktan ne fayda çıkar ki? Bu tavla oynayan acemilerin Tanrıya dayanmasına benzer. Donup kalmamış olan keskin bakışlarsa, ileriyi delip gider, perdeleri yırtıp görür. Bu bakışa sahip olanlar, on yıl sonra olacak şeyi şimdicik, hem de gözleri ile görürler.
Böylece herkes bakışı ve görüşü miktarınca gaybı da görür, geleceği de... hayrı da görür şerri de. Gözün önünde ardında bir hail kalmadı mı bütün dünya dümdüz olur, göz, gayp levhini bile okur.
Gözünü ardına çevirdi mi varlığın başladığı zamandan itibaren büütün macera ve alemin yaradılışı gözüne görünür! Yer meleklerinin ululuk ıssı Tanrı ile babamızın halife olması hususunda bahse giriştiklerini duyar görür. Ön tarafa baktı mı mahşere kadar ne olacaksa onların da hepsi gözünün önünde canlanır.
Şu halde arkaya bakınca aslın aslına kadar... önüne bakınca kıyamete kadar her şey gözüne apaçık görünür. Herkes gönlünün aydınlığı ve cilası nispetinde gaybı görür. Kim gönlünü daha fazla cilaladı ise daha ziyade görür... ona daha fazla suretler görünür.
Sen eğer bu arılık Tanrı lütfu dersen gönlünü arıtmaya muvaffak oluş da onun vergisidir, onun lütfundandır. O çalışma da o dua da himmet miktarıncadır... “İnsan, ancak çalıştığını elde eder!” himmeti veren ancak Tanrıdır... hiçbir saman çöpü, padişahın himmetine sahip değildir.
Tanrının bir adamı bir işe ayırması, bir işe koşması, dileği, isteği, ihtiyar ve iradeyi men etmek değildir ki! Fakat talihsize bir zahmet erdi mi o pılısını pırtısını toplar, küfür ve ,isyan semtine çeker. Talihli birisine bir zahmet verdi mi o, pılısını pırtısını daha yakına çeker getirir. Kötü yürekliler, korkularından savaşta kaçma sebeplerini ele alırlar, onlara yapışırlar. Cesur erlerse yine can korkusundan düşman saflarına hücum ederler.
Korku ve tasa Rüstem’leri ileri götürür... o kötü yürekli korkaksa korkusundan olduğu yerde ölür gider. Bela ve can korkusu mihenktir... onun içindir yiğitler, tehlike anında korkaklardan ayırt edilirler.
Tanrı Musa’nın gönlüne vahyetti: “Ey seçilmiş kişi ben seni seviyorum.” Musa ey kerem sahibi dedi: sebebini söyle de neyse onu arttırayım.
Tanrı dedi ki: Çocuk , anası kendisine kızsa bile yine anasına sarılır! Ondan başka birisinin varlığını bile bilmez... ondan mahmurdur, ondan sarhoş. Anası ona bir sille indirse yine anasına gelir, ona sokulur. Ondan başka kimseden yardım istemez... bütün şerri de odur, bütün hayrı da o.
Senin hatırında da hayırdan, şerden bizden başka kimse yok... başka yerlere dönüp bakmıyorsun bile! Benden başka ne varsa sence taştan, kerpiçten ibaret... ister çocuk olsun, ister genç, ister ihtiyar, hiç kimseye aldırış ettiğin yok.
Namazda “İyyake nabüdü- yalnız sana taparız” ve bela vakitlerinde “Sensen başkasından yardım istemeyiz” demek de buna benzer. Bu “İyyake nabüdü” sözlükte hasrdır ve ancak ziyanı gidermeye münhasırdır.
“İyyake nestain” de hasr içindir ve yardım istemeyi yalnız Tanrıya hasreder. Yani bu ayetin manası şudur: Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım isteriz.
Mesnevi'den Hikayeler
Cevap: Mesneviden Hikayeler 6. Cilt
SÖZ MANAYI AÇAR MI ÖRTER Mİ?
Bir padişah, nedimlerinden birine kızdı, onun tozunu dumanına katmak, onu mahvetmek istedi. Kılıcını kınından çekti, yaptığı hareketin cezasını verecek, nedimin başını kesecekti. Kimsede bir şey söyleme, yahut birisinin şefaat edip bağışlanmasını dilemeye kudret yoktu. Yalnız padişah yakınlarından İmadüllah adlı birisi, Mustafa’casına şefaate kalkıştı; yerinden sıçrayıp hemen secdeye kapandı... padişah da derhal kılıcını elinden bıraktı.
Dedi ki: “İfrit bile olsa bağışladım... Şeytan bile olsa sucunu örttüm. Ayağını ortaya attın mı atmadın mı? Yüzlerce ziyanda bulunmuş olsa razıyım. Yüz binlerce kızgınlıktan geçebilirim... senin benim yanımda o derece bir değerin vardır. Senin yalvarmana aldırış etmezlikten gelemem... senin yalvarman benim yalvarmam demektir. Yerle gök birbirine karışsaydı bu adamı yine affetmezdim. Vücudumun her zerresi, ayrı, ayrı yalvarsaydı yine başını kılıçtan kurtaramazdı.
Fakat bağışladım diye seni minnetli bir hale getirmiyorum ha... yalnız benim yanımdaki değerinin anlatıyorum ey benim yanımdaki değerini anlatıyorum ey benim nedimim! Bunu sen yapmadın, ben yaptım... ey sıfatları, bizim sıfatlarımızda görülmüş, ey varlığını biz e vermiş olan nedim.
Bu işi sen dileyerek yapmadın, içinden öyle geldi... seni bu işe sevk eden biziz... Çünkü ben, sana kendimi vermiş değilim, sen varlığını bana vermişsin. “Sen atmadın o taşları... hakikatte Tanrı attı” ayetine mazhar olmuşsun... kendini köpük gibi dalgaya salıvermiş, bırakmışsın! Mademki la oldun, illanın yanında ev kur... şaşılacak şey şu: Hem esirsin hem bey!
Ne verdiysen padişah verdi, sen vermedin... doğruyu Tanrı daha iyi bilir ya, ortada var olan ancak odur. O nedim zahmetten beladan kurtuldu, fakat bu şefaatçiye öyle bir incindi ki selam bile vermez oldu. O ihlas sahibi kişiden dostluğu kesti... yolda rastlasa yüzünü duvara döner, selam vermezdi! Kendisini kurtaran arkadaşına adeta yabancı olmuştu... halk şaşırdı, bu iş, ağızlara yayıldı, hikaye gibi söylenmeye başlandı. Herkes, deli değilse neden canını satın alan arkadaşı ile dostluktan vazgeçti.
O, onun başını kurtardı, canını satın aldı... ayağının bastığı yer toprak kesilmeliydi. Halbuki bu tersine hareket etti, ondan vazgeçti, böyle bir dosta kin gütmeye başladı diyordu. Aralarını bulmak isteyen birisi onu kınadı da dedi ki: Böyle bir öğütçü dosta neden bu cefada bulunuyorsun? Padişahın o has dostu, senin canını satın aldı, boynun vurulmadı, kurtuldun, fakat seni o kurtardı! Kötülük bile yapsaydı kaçmaman gerekti... halbuki o temiz ve iyi dost, sana iyilikte bulundu.
Nedim dedi ki: Ben, canımı padişaha feda edecektim... o, neden araya girdi de şefaatte bulundu? O anda ben Tanrıyla öyle bir haldeydim ki aramıza seçilmiş bir peygamber bile giremezdi! Padişahın kahrından başka bir rahmet istemem, ondan başka kimseye sığınamam. Ben, padişaha yüz tutmuş, onu sevmiş, ondan başkasını yok bilmişim! Kahrı ile başımı kesse bile bana altmış tane can bağışlar! Benim işim başımla oynamak, arlıktan geçmektir... padişahımın işi de baş bağışlamaktır. Padişahın eliyle kesilen başa ne mutlu... yazıklar olsun ondan başkasına eğilen başa!
Padişah kahreder de geceyi zift gibi karanlık bir hale sokarsa gece, öyle bir yüce dereceye erer ki binlerce bayram günü olmadan bile arlanır! Padişahı gören kimsenin padişahın etrafında dönmesi kahrın da üstündedir, lütfun da; küfürden de üstündür, dinden de!
Buna ait alemde bir söz yoktur... gizlidir, gizlidir gizli! Çünkü bu güzel ve temiz adlarla sözler, Adem kirmanından zuhur etti.
“Allemel’esma” Adem’e imamdı, fakat ayın lâm elbisesi ile değil! Adem başına sudan, topraktan bir külah koyunca o cana ait adların yüzü karardı. Suyla topraktan mana zuhur etsin diye cana ait adlar, harf ve nefes nikabiyle yüzlerini örttüler. Söz, gerçi bir bakımdan manayı açar ama on bakımdan da örter, gizler!
Ben, zamanın Halil’iyim, o da Cebrail’dir. Bela çağında onun kılavuzluğunu istemem ben! O, Halil’e şefaat eden Cebrail’den edep öğrenmedi mi ki? Cebrail Tanrı Halil’ine “Muradın var mı? Söyle de yardım edeyim... yoksa derhal çekip gideyim”... deyince
İbrahim, “hayır... sen aradan çık. Hakikat meydana çıktıktan sonra vasıta zahmettir” dedi.
Peygamber bu dünya için kulları Tanrıya ulaştıran bir bağdır. Çünkü o müminlerle Tanrı arasında bir vasıtadır. Fakat her gönül, gizli vahyi duyup işitseydi alemde harf ve sese ne lüzum kalırdı?
Gerçi o Tanrıdan mahvolmuştur, başsızdır... fakat benim işim ondan da ince! Onun yaptığı iş Tanrı işidir, ben ona göre zayıfım... doğru, fakat bu iş, yine bana pek kötü görünmede! Halka lütfun ta kendisi olan şey, yüce ve nazenin erlere kahırdır. Şu halde halk, zahmet ve belalar çekmeli de aradaki farkı görüp anlamalı!
Ey hakiki dost, manayı anlamaya vasıta olan bu harfler, manaya erişmiş adama göre dikendir, hordur hakirdir! Öyleyse saf ruhun harflerden kurtulması için pek çok belalar çekmesi, pek anlayışlı olması lazımdır.
Fakat bazıları bu sesten büsbütün sağır kesilirler, bazıları ise daha yücedir, daha üstün olurlar! Bu bela Nil ırmağına benzer, iyilere sudur, kötülere kan. Kim, sonu daha fazla görürse daha kutludur... daha ciddiyetle işe sarılır, ekin eker de daha fazla meyve toplar. Çünkü bilir ki bu ekim dünyası, mahşere hazırlanmak, ahirette burada ektiğini toplamak, devşirmek için yaratılmıştır. Hiçbir bağlantı yoktur ki yalnız o bağ için bağlansın... o bağlantı, bir ticaret elde etmek, bir kâr kazanmak içindir. Dikkat edersen görürsün ki hiçbir münkirin inkarı, sırf inkar için değildir...
Hasedinden düşmanı kahretmek, yahut üstün olmayı dilemek, kendini göstermek içindir. O üstünlük isteği de başka bir tamahladır... hasılı manalar olmadıkça suretlerin bir lezzeti olamaz! İşte onun için “Neden bunu yapıyorsun?” diye sorarsın... çünkü suretler zeytin yağıdır mana ışık. Değilse bu “Neden” sözü neden? Çünkü suret, ancak o suret ,ç,n olsaydı “Neden bunu yapıyorsun?” diye sormazdın ki!
Bu “Neden” diye sormak, bir şey öğrenmek içindir... bundan başka bir suretle neden diye sormak kötüdür. Ey emin adam, bunun faydası, sırrı bundan ibaretse neden hikmetini arıyorsun ya! Göğün ve yer ehlinin suretleri, ancak bu suretler için yaratılmışsa bunda bir hikmet yoktur ki! Bir hikmet sahibi yoksa bu tertip nedir... bir hikmet sahibi varsa işi nasıl boş ve abes olabilir? Doğru, yanlış, bir şey düşünmeksizin ne kimse hamama bir resim yapar, ne bir yeri boyar!
Mesnevi'den Hikayeler
Cevap: Mesneviden Hikayeler 6. Cilt
HZ.MUSA'NIN ALLAHA SORUSU
Musa dedi ki: Ey soru hesap gününün sahibi Tanrı, yapıp düzdün, neden yine bozar yıkarsın? Cana, canlar katan erler, dişiler yaratırsın... sonra bunları yıkar, mahvedersin; neden?
Tanrı dedi ki: Bu suali inkar yüzünden, yahut gafletle ve nefsine uyarak sormuyorsun, biliyorum. Yoksa hoş görmez, gazap eder, bu soru yüzünden seni incitirdim. Fakat bizim işlerimizdeki hikmetleri, varlık sırlarını araştırıyorsun... bunu bilip sonra da halka bildirmek ve her ham kişiyi bu suretle olgunlaştırmak istiyorsun. Sen bunu biliyorsun ama halka da bildirmek için sormaktasın.
Çünkü bu sual yarı bilgidir. Hiç bilmeyen, bu bilgiden dışarıda kalan bu soruyu soramaz. Sual de bilgiden doğar, cevap da... nitekim diken de toprakla sudan biter, gül de!
Hem sapıklık bilgiden olur, hem doğru yolu buluş... nitekim acı da rutubetten hasıl olur, tatlı da! Bu nefret ve sevgi, aşinalıktan gelir... hastalık da iyi gıdadan olur, kuvvet de!
Tanrı Kelim’i de, acemilere bu sırrı bildirmek, onları faydalandırmak için kendini acemi yaptı. Bizde kendimizi ondan daha acemi yapalım da bilmez gibi cevabını dinleyelim. Eşek satanlar, o satışın anahtarını elde etmek için birbirlerine adeta düşman olurlar, çekişir dururlar.
Tanrı buyurdu ki: Ey akıl sahibi Musa, madem ki sordun gel de cevabını duy.
Ey Musa, yere bir tohum ek de bunun sırrını anla, insafa gel! Musa tohum ekti, ekin bitti, kemale gelip başaklandı, güzelce, düzgünce yetişti... Orağı alıp biçmeye başladı. Gaybtan kulağına bir ses geldi:
Neden ekiyor, besliyorsun da kemale gelince kesiyor, biçiyorsun? Musa dedi ki: Yarabbi, burada tane de var saman da... onun için kesiyorum. Çünkü tanenin saman ambarına konması layık değil... saman da buğday ambarına konursa yazık olur! Bu ikisini karıştırmak hikmete uygun olamaz. Mutlaka eklerken ayıt etmek lazım.
Tanrı dedi ki: Bu bilgiyi sen kimden aldın da bir harman meydana getiriyorsun? Musa Tanrın bana bu temyizi sen verdin dedi... Tanrı dedi ki: Öyleyse bende nasıl olur da temyiz olmaz? Halk arasında temiz ruhlar da var, topraklara bulanmış kara ruhlar da. Bu sedeflerin hepsi bir değil... birisinde inci var, öbüründe boncuk! Buğdayları samandan ayırmak nasıl lazımsa bu iyiyi de kötüyü de ayırmak vacip. Bu alem halkı, hikmet hazineleri gizli kalmasın, meydana çıksın diye yaratılmıştır.
Ben bir hazineydim dedi Tanrı, hem de gizli... bunu duyda cevherini kaybetme, meydana çıkar!
Ayran içinde yağ nasıl gizliyse, doğruluk cevherinde yalan da gizlidir. O yalanın, şu fani tendir... doğrun da Tanrıya mensup olan can! yıllardır şu ten ayranı meydandadır da can yağı onda fani ve değersiz bir hale gelmiştir.
Nihayet Tanrı, bir elçi kulunu, ayranı yayığa koyup döven birisini gönderir de, bende bir ben gizli olduğunu bileyim diye sıfatla hünerle o yayığı döver. Yahut da zatından adeta bir cüz olan bir kulunun sözünü izhar eder de o söz, vahiy arayan kişinin kulağına girer.
Müminin kulağı, vahyimizi kavrar, beller... öyle kulak, insanı Hakk’a davet edenin eşidir, arkadaşıdır. Adeta çocuğun kulağına benzer; anasının sözleriyle dolar da söze başlar, konuşur. Çocukta anlayan bir kulak olmazsa anasının sözünü duymaz, dilsiz olur.
Anadan doğma sağır, daima dilsizdir de... söyleyen kişi, sözü önce anasından duymuştur. Bil ki sağır ve dilsizin kulağı, afetlerden bir afettir... ne söz dinlemeye kabiliyeti vardır, ne de bellemeye. Belletilmeden söyleyen Tanrıdır, çünkü onun sıfatları, sebeplerden ayrıdır. Yahut Adem gibi ana ve dadı hicabı olmaksızın Tanrı telkini ile söyler. Yahut da Tanrı belletmesiyle Mesih gibi doğar doğmaz konuşur. Doğuşundaki zina ve fesat töhmetlerini ret etmek, zinadan doğmadığını anlatmak için dile gelir.
Çalışmada bir hareket gerek ki ayran, gönüldeki yağdan ayrılsın. Yağ, ayran içinde adeta yok gibidir de ayran, varlık alemine bayrak dikmiştir. Sen de var olarak görünen deriden ibarettir... fani görünen yok mu? Asıl var olan odur işte! Yağlanmamış, eskimemiş ayranın varsa dövüp yağını çıkarmadıkça sakın harcama!
Hemen onu bilgiyle elden ele alarak döndüre dur da gizlendiğini meydana çıkarsın. Çünkü bu fani ola şey, bakinin delilidir... nitekim sarhoşların yalvarmaları da sakiye delildir!
Bayraklardaki aslanların hareketi, gizli bir yelin varlığından haber verir. Yeller esmeseydi ölü aslan havada nasıl olur da hareket ederdi?
Aslanın hareketlerinden rüzgarın sabah yeli, yahut cenup rüzgarı olduğunu anlarsın... bu hareket, o gizli rüzgarı anlatır. Şu beden de bayraktaki aslana benzer... düşünce onu her an oynatır durur! Doğudan gelen düşünce sabah yelidir... batıdan gelen ufunetli cenup yeli! Bu düşünce yelinin doğuşu, başka doğudur... bu düşünce yelinin batısı, o yandadır! Ay cansızdır, doğusu da cansız... fakat gönlün doğusu canlar canının canıdır!
Gündüzün doğan şu güneş yok mu... iç alemini aydınlatan güneşin doğuşundan bir kabuktur, onun bir aksidir ancak! Çünkü ten, can yalımı olmadı mı ölür gider... artık onca ne gündüz vardır, ne gece! Beden olmaz, fakat ruh olursa gece ve gündüz bakidir, düzenlidir. Nitekim göz, rüyada ay ve güneş olmadığı halde ayı da görür, güneşi de!
Arkadaş uykumuz ölümün kardeşidir... bu kardeşe bak o kardeşi anla! Sana, rüya ölümün fer’idir derlerse sakın ha, hakikatine erişmedikçe bu sözü dinleme! Ruhun uykuda öyle şeyler görür ki yirmi yıl uyanık kalsan onları göremezsin!
Rüyanı tabir ettirmek için bir hayli zaman bilgiç padişahlara koşar, şu rüyanın tabiri nedir diye sorarsın... böyle bir sırra fer’i demek köpekliktir! Bu söylediğimiz rüya, alelade halkın gördüğü rüyadır... Tanrıya yaklaşmış erlerin rüyası ile Tanrı seçmesinin, Tanrı yakınlığının ta kendisidir.
Fil gerektir ki uyuyunca rüyasında Hindistan’ı görsün! Eşek, hiç Hindistan’ı rüyada görmez... çünkü Hindistan’dan ayrılmamış, gurbete düşmemiştir ki! Fil gibi adam akıllı bir can gerek ki uykusunda iştiyakla Hindistan’a gitsin! Fil Hindistan’ı arar, ister... o yüzden bu istek bu anış geceleyin bir surete bürünüp ona görünür.
“Tanrıyı anın” emrine uymak, bir herzevekilin işi değil... “Tanrına dön “ emrine uymak, her kalleşin ayağının harcı değil. Fakat sen meyus olma; file benze! Fil değilsen bile fil olmaya çalış. Alemdeki kimyagerlere bak... her an sırça üzerine resim yapanların seslerini duy! Onlar gök boşluğuna suretler düzerler... benim için senin için işler yaparlar!
Ey tavuk karasına uğramış adam! Yeni yakası misler kokan erleri görmüyorsan şu sana dokunan şeyleri gör bari! Toprağından her an yeniden yeniye otlar biter; onları gör... her an anlayışına yeni bir şey dokunur; onlara bak!
İbrahim Ethem de rüyada hicapsız olarak bütün gönül Hindistan’ını gördü de, zincirlerini kırdı; memleketi birbirine geçirdi, gözlerden kayboldu! Şu iş Hindistan’ı görmenin nişanesidir... insan, uykusundan sıçrayıp uyanır, deli divane olur.
Bütün tedbirlerin başına toprak saçar... zincirlerin halkalarını kırar geçer! Peygamberin nuru anlatılırken gönüllerdeki nişanesini söylediği gibi hani...
Dedi ki: Nur, kalbe girdi mi nişanesi şudur: İnsan bu yalan yurttan uzaklaşır, neşeler yurdu olan ahiretten de geçer!
Ey temiz dost, Mustafa’nın bu hadisini anlatmak için bir hikaye söyleyeceğiz, dinle.
Bir padişahın yiğit bir oğlu vardı... zahiri de hünerlerle bezenmişti, batını da. Bir gece rüyasında çocuğunun ansızın öldüğünü gördü. Padişaha alemin arılığı tortulu bir hal oldu. Yanışının tesiri ile gözyaşları bile kurudu, ağlamaya bile iktidarı kalmadı. Öyle dertlendi, öyle kederlendi ki ah etmeye bile mecali kesildi!
Ölüm isteği ile cesedi, iş görmez bir hal aldı... neyse eceli gelmemiş, ömrü varmış; uykudan uyandı. Bu sefer de uyanınca öyle bir sevindi ki ömründe öyle bir sevinç görmemişti. Sevinçten ölecekti adeta... canı ile bedeni sanki ölümle dirim arasında tomruğa vurulmuştu! Bu ışık gam soluğu ile de söner, neşe soluğu ile de... işte sana bir alay, işte sana bir eğlence! O, bu iki ölüm arasında diridir... bu tomruğa vurulmuş olduğu halde gülünecek bir şey!
Padişah kendi kendine dedi ki: bu neşeye sebep, o gamdı; Tanrı sebep ihsan etti, sevindim. Ne şaşılacak şey! Bir hadise bir yönden ölüm, öbür yönden dirim ve sevinç. Şu bir yönden tatlıdır, zevk vericidir. Diğer bir yönden de öldürücü, azap vericidir. Ten sevinci dünyaya mensup olana göre yücelik... fakat ahiret gününe göre noksan ve zeval!
Düş yorucu rüyada gülmeyi ağlamaya, hayıflamaya, kederlenmeye yorar. Ağlamayı da sevince, feraha verir ey şen, esen kişi!
Padişah, bu gam geçti gitti ama can, bu çeşit şeylerden kötü şüphelere düşer diye düşünceye daldı. Gül gider de dedi, ayağıma böyle bir diken batarsa hiç olmazsa ondan bana bir yadigar kalmalı! Yokluğa sayısız, sonsuz sebepler var... hangi yolu kapayalım ki? Isırıcı ölüme yüzlerce pencere var, yüzlerce kapı var... açılırken her biri cik cik etmekte!
O ölüm kapılarının acı cik ciklerini haris kişinin kulağı, mal ve mülk hırsından duymaz. Bir taraftan bedenin dertleri, kapıların sesi... bir taraftan düşmanların cefası kapıların sesi.
Canım efendim, hele bir tıp fihristini oku hastalıların yalımlı ateşini gör! Bütün o alillerden bu eve yol var... her iki adımda akreplerle dolu bir kuyu var!
Rüzgar şiddetli, ışığım sönmek üzere... çabuk davranayım da onun ışığından bir ışık daha uyandırayım. Bari bu ikisinden biri kalsın da yel, ışığın birini söndürürse onunla eğleneyim. Arifler gibi hani... arif de bu noksan beden kendiliğinden kurtulmak için gönül kandilini yakar da günün birinde ansızın bu kandil sönerse onun yerine can kandilini koyayım der.
Padişah bu işi anlamadı da aldandı... fani kandilin yerine başka bir fani kandile kapıldı!
Padişah bunun üzerine, evlensin de soyu sopu üresin diye şehzadeye bir kız almak istedi. Bu doğan, tekrar yokluk alemine yüz tutarsa o doğanın yerini yine bir doğan tutsun...
Bu doğanın sureti, eğer şu alemden giderse manası, oğlunda baki kalsın dedi. Onun için o uyanık padişah, Mustafa “Çocuk babanın sırrıdır” buyurdu. İşte bu yüzden bütün halk, sevgilerden çocuklarına sanat öğretirler de, onların kalıpları gözden gizlenince o manalar alemde baki kalsın derler.
Tanrı, hikmetiyle istidat sahibi olan her küçük çocuğun doğru yolu bulması için onların hırsına bir ciddiyet vermiştir.
Ben de kendi soyumun devamı için oğluma mezhebi meşrebi iyi bir kız alacağım. Fakat alacağım kızın kötü bir padişahın soyundan değil, temiz bir kişinin soyundan bir kız olmasını isterim.
Padişah, zaten bu temiz kişidir... hür olan da odur... ne şehvetin esiridir, ne boğazının. Fakat halk, aksine olarak esirlere padişah adını taktılar... Zenciye Kâfur adı takıldığı gibi hani! Kanlar içen çöle kurtuluş yeri, bayağı, nekes ve kutsuz kişiye kutlu adını verirler ya!
Şehvet, kızgınlık ve istek esirine bey, yahut “Sadr ecel – en ulu vezir” dediler. O ecel esirlerine halk, şehirlerde beyler ve “Emirani ecel – Ulu beyler” adını taktılar. Canı, ayakkabıcıların safında alçalmış, yani mevkiye mala kapılıp kalmış olma “Sadr – Ulu ve baş köşeye geçen vezir” derler.
Padişah bu zaidi seçince bu haber, kadınların kulağına vardı! Şehzadenin anası, aklının noksan oluşundan itiraz ederek dedi ki: Evlenmede gerek akıl, gerek nakil, eşit olmayı şart koşmuştur. Halbuki sen nekesliğinden, cimriliğinden kurnazlık ederek oğlumuzu bir yoksulla akraba yapıyorsun?
Padişah dedi ki: Temiz bir kişiye yoksul demek hatadır... çünkü onun kalbi ganidir ve bu da Tanrı vergisidir. Böyle adam, takvasında kanaat bucağına kaçar, yoksul gibi nekesliğinden, tembelliğinden değil!
Kanaattan meydana gelen darlık, takvadandır... bu, aşağılık kişilerin yokluğundan, darlığından apayrı bir şeydir. Nekes, bir habbe bulsa başını bile verir... halbuki temiz kişi, himmetiyle altın hazinesine bile bakmaz, terk edip gider! Hırsından, her çeşit harama kasten padişaha ulu kişiler, yoksul derler.
Kadın dedi ki: Nerede onda çeyiz olarak verecek şehir ve kaleler... yahut saçı olarak saçacak inciler, paralar pullar?
Padişah, yürü yahu dedi... kim, din gamına düşerse Tanrı, öbür dertleri artık ondan alır. Nihayet padişah üstün geldi, ona yaradılışı güzel ve bir temiz kişinin soyundan bir kız aldı. Kızın güzellikte eşi yoktu... yüzü, kuşluk güneşinden daha parlaktı! Kızın güzelliği buydu, huyu da güzelliği gibiydi... hasılı ahlakı o kadar iyiydi ki anlatmaya imkan yok!
Dini avlamaya bak ki onunla beraber güzellik, mal, mevki ve sana fayda veren baht da senin olsun! Ahiret, bil ki deve katarıdır; dünya malı devenin yükü ve tüyü. Katara sahip oldun mu yünü, tüyü de onunla beraber gelir. Fakat yünü alırsan deve senin olmaz ki... deve senin olursa yünün ne değeri kalır?
Padişah temiz ve riyasız soydan gelen o kızı nikahla oğluna aldı. Fakat kaza ve kader bu ya... o güzelim şehzadeye bir ihtiyar büyücü de aşık olmuştu. O Kabil’li kocakarı, şehzadeye öyle bir büyü yaptı ki Babil büyücüleri bile bu büyüye haset ederler.
Şehzade, o çirkin kocakarıya aşık oldu... gelinden de geçti güveylikten de! İşte böyle bir kara ifrit, böyle bir Kabil’li karı ansızın şehzadenin yolunu vuruverdi! O ferci kokmuş doksanlık kocakarı, şehzadenin ne aklını bıraktı, ne ağzını, zavallıda konuşacak iktidar bile kalmadı. Şehzade tam bir yıl o karıya esir oldu... o kokmuş karının ayakkabısının tasmasını öpüp durdu. Kocakarının sohbeti, şehzadeyi kesip biçmekte, eritip mahvetmekteydi... adeta yarı canlı bir hale gelmişti.
Başkaları onun zayıflığından derde düşerken o büyünün tesiri ile kendisinden bilen bihaberdi. Dünya padişaha zindan kesildi... şehzade ise babası ve akrabası ağlarken gülmekteydi! Padişah pek çaresiz kaldı... gece gündüz kurbanlar kestirmede, sadakalar vermekteydi! Ne çare varsa hepsine başvurdu... fakat oğlan, kocakarıya gittikçe daha fazla aşık oluyordu. Padişah, bunda mutlaka bir sır, bir hikmet olduğunu, bundan böyle ancak yalvarıp yakarmakla bir çare bulunabileceğini iyice anladı.
Secdeye kapanıp “Yarabbi, fermanın yürür... Tanrı mülkünde Tanrıdan başka kimin hükmü geçerki? Fakat bu yosul çocuk öd ağacı gibi yanıp duruyor... ey merhametli Tanrı, elini tut” demeye başladı.
Nihayet onun Yarab, Yarab demesi, feryad-ü figan etmesi makbule geçti... yoldan usta bir büyücü çıkageldi. O büyücü uzaktan o çocuğun bir ihtiyar karıya esir olduğunu duymuştu. Bu karının büyüde eşsiz örneksiz olduğunu ve bir ikincisinin bulunmadığını işitmişti.
Yiğidim, el elin üstündedir... hünerde de, kuvvette de el elin üstündedir arşa varınca! Ellerin sonu Tanrı elidir... deniz, şüphe yok ki sellerin varıp döküldüğü son yerdir. Bulutlar da suyu denizden alır... seller akıp gider nihayet ona varır.
Padişah bu oğlan elden gitti dedi. Adam dedi ki: İşte ulu bir derman olarak geldim ya! Bu büyücülerden hiç kimse o kocakarıya eşit olamaz... ancak ben, o yandan geldim, büyüde bilgim çoktur... onunla ben başa çıkarım! Musa’nın eli gibi Tanrı izniyle onun büyüsünü kökünden yıkar, mahvederim. Çünkü bana bu bilgi Tanrı tarafından verildi... hor hakir büyücülere şakirtlik ederek öğrenmedim. Onun büyüsünü bozmak şehzadenin benzinin sarılığını gidermek için geldim ben! Seher çağında mezarlığa git de orada duvarın yanında kireçle boyanmış bir ak mezar var. Orasını kıbleye doğru kaz; Tanrının kudretine, kuvvetine bak!
Bu hikaye pek uzundur, sen de usandın... bari fazlasını bırakayım da hulasasını söyleyeyim.
O sıkı düğümleri çözdü şehzadeyi mihnetten kurtardı. Çocuk kendisine gelince koşa, koşa babasının tahtına vardı, yüzlerce mihnetle, secdeye kapandı, yüzünü yerlere sürdü... koltuğunda da bir kılıç ve bir kefen vardı.
Padişah şenlikler yaptırdı şehir halkı sevindi, o ümidini kesmiş gelinde muradına erdi. Alem yeni baştan dirildi, parladı! Şaşarım doğrusu o günde bir gündü bugün de bir gün! Padişah ona öyle bir düğün yaptı ki köpeklerin önüne bile gülsuyu şerbeti kondu.
Büyücü kocakarı kederinden geberdi... çirkin yüzünü de cehennem Malikine tapşırdı çirkin huyunu da! Şehzade o kocakarı benim aklımı nasıl oldu da çeldi diye hayretlere düşmüştü!
Güzellikte aya benzeyen ve güzellerin güzellik yolunu kesip vuran gelini görünce, aklı başından gitti düşüp bayıldı... tam üç gün aklı başına gelmedi! Üç gün üç gece kendisini kaybetti. Halk onun baygınlığından meraka düştü. Gül suları ile, ilaçlarla nihayet kendisine geldi... yavaş yavaş açıldı, iyiyi, kötüyü anlamaya başladı.
Bir yıl sonra padişah söz arasında ona dedi ki: Oğlum hele o eski sevgiliyi hatırla bakalım! O seninle beraber yatanı, o yatağı bir hatırla da bu derece vefasız ve acı sözlü olma.
Şehzade bırak baba dedi... ben, neşe yurdunu buldum, gurur yurdunun aldanma diyarının kuyusundan kurtuldum. Mümin yol buldu da karanlıktan Hak nurunun bulunduğu tarafa yüz çevirdi mi öyle olur işte!
Kardeş bil ki şehzade sensin bu eski dünyada yeniden doğmuşsun! Kabil’li büyücü bu dünyadır... erleri bile rengine kokusuna esir etmiştir. Bu bulanık ırmağa düştün mü her an “Kul eüzü” leri oku kendine üfle. Bu büyüden bu ıstıraptan kurtul, sabah, Tanrısına sığın ondan yardım iste!
Dünya, halkı büyü yaparak kuyuya atmıştır da Peygamber onun için dünyaya büyücü demiştir. Kendine gel bu kokmuş kocakarının kuvvetli büyüleri vardır... sıcak nefesi padişahları bile esir eder. Gönülde onun tükürüklü üfürükler salan büyücüleri var... büyü düğümlerini düğümleyen odur! Dünya büyücüsü pek ilginç bir karıdır... onun büyü ipini çözmek herkesin ayağının harcı değil! Eğer akıllar onun bağladığı düğümleri çözseydi Tanrı peygamberleri yollar mıydı?
Kendine gel de nefesi kutlu, düğümler çözen, Tanrı dilediğini işler sırrını bilir birisini ara! Dünya seni de balık gibi oltasına takmıştır... şehzade bir yıl kaldı, sense altmış yıldır o oltadasın! Tam altmış yıldır onun oltasında mihnetler içindesin... ne bir hoşluğum var, ne bir sünnete uyarsın!
Günahkar bir bedbahtsın... ne dünyan güzel, ne vebalden, günahtan kurtulmuşsun! Dünyanın üfürüğü bu düğümleri pek sıkı düğümledi... sen artık tek yaratıcının üfürüğünü iste!
İste de “Ben Adem’e ruhumdan üfürdüm” üfürüğü, seni bundan kurtarsın ve yücel desin! Büyü üfürüğünü Tanrı üfürüğünden başka bir şey bozmaz... bu kahır üfürüğüdür, o lütuf üfürüğü!
Tanrını rahmeti kahrından arıktır, ileridir. Sen de ileri olmak istiyorsan yürü, bir ileri gitmiş er ara. Bu suretle amelleriyle, yahut, hurilerle evlendirilmiş kişilerin mertebesine eriş... ey büyülenmiş padişah işte sana kurtuluş çaresi!
Dünya kocakarısı senin yanında oldukça ve sen, onun ,işvelerine kapılıp kaldıkça ne onun ağı, tuzağı çözülür, ne büyü düğümleri. Ümmetlerin ışığı olan peygamber, bu dünya ile öbür dünyaya ortaklar demedi mi? Şu halde bununla buluşmak ondam ayrılmaktır... bu bedenin sıhhati, canın hastalığıdır. Bu geçitten ayrılmak müşküldür, o duraktan ayrılmaksa bil ki daha müşkül! Nakıştan ayrılmak bile sana güç geliyor... nakkaşından ayrılmak ne kadar güç gelir ya! Ey aşağılık dünya ayrılığına sabretmeyen dost, Tanrı ayrılığına nasıl sabredeceksin?
Bu kara sudan ayrılamıyorsun da Tanrı kaynağından ayrılmaya nasıl katlanıyorsun ya? Bu kara suyu içmedikçe pek dinlenemiyor, esenleşemiyorsun... iyi kişilerden ve onların içtikleri kaynak suyundan ayrılınca halin ne olur?
Bir nefescik Tanrı güzelliğini görsen canın da ateşlere düşer, vücudun da! Ondan sonra bu suyu cife görürsün... Tanrı yakınlığının debdebesini gördün mü, şehzade gibi sevgiline kavuşursun... ayağındaki dikeni çıkarırsın!
Kendinden geçmeye çalış da hemencecik kendini bul... doğrusunu Tanrı daha iyi bilir. Aklını başına devşir; her zaman kendinle eş olma... her an eşek gibi balçığa düşme. Bu sürçme, gözünün iyi görmeyişindendir... kör gibi inişi yokuşu göremiyorsun.
Yusuf’un gömleğinin kokusunu kendine senet yap... çünkü onun kokusu gözleri aydın eder! O gizli suretle o alındaki nur, peygamberlerin gözlerini uzakları görür bir hale getirmiştir. O yüzün nuru, insanı ateşten kurtarır... kendine gel de iğreti nura kani olma. Bu nur, insana ancak içinde bulunduğu zamanı gösterir; bedeni aklı ve ruhu uyuz eder. Görünüşü nurdur ama hakikatte ateştir. Eğer ışık istiyorsan iki elini de bu nurdan çek!
Ancak içinde bulunduğu zamanı ve hali gören göz ve can, nereye giderse gitsin anbean yüzüstü düşer. Bu çeşit insanlar içinde uzağı gören olsa bile hünersizdir... görür ama uykuda uzağı nasıl görürse öyle görür. Dere kıyısında dudakların kupkuru... yatar uyursun; su aramak içinde seraba doğru koşup gidersin! Uzaklarda serabı görür ona koşar... görüşüne aşık olur, uykuda arkadaşlarına gönlü gözü açık olan benim, perdeleri deler, her şeyi görürüm ben... işte bak, şimdi de o tarafta su gördüm... hadi, koşalım, oraya varalım diye atar tutarsın... halbuki o gördüğün seraptır senin. Her adımda bu güzelim sudan biraz daha uzaklaşırsın... koşa, koşa seni aldatan o seraba güya yaklaşır, fakat hakiki sudan uzak düşersin. Azmin, bu sana gelmiş, akmış ulaşmış olan hakiki suya tam bir perde!
Nice kişiler vardır ki ulaşmak istedikleri yerden hareket eder oraya varmak için yola düşerler. Uyuyan kişinin ne gördüğü şey işe yarar, ne söylediği laf! Gördüğü şey de söylediği söz de bir hayalden başka bir şey değildir, ondan elini çek. Uykun gelmişse yolda uyu... Tanrı hakkı için, ancak Tanrı yolunda yat. Olur ya, belki bir yolcu, rastlar da seni hayallerden, uykudan kurtarır. Uyuyan kişinin düşüncesi, kılı kırk yarsa fayda yok... o incelikle yine köy yolunu bulamaz.
Uyuyan kişinin düşüncesi, ister iki kat olsun, ister üç kat... yine hata içinde hatadır, yine hat içinde hat. Ona hiç çekinmeden dalgalar gelir vurur da o, yine upuzun çöllerde koşar durur! Su, ona şah damarından yakındır da o susuzluktan yanar yakılır!
Hani şunu gibi: Kıtlık yılında bir zabit, bütün kavim ağlayıp sızlarken gülerdi. Dediler ki: “Gülünecek yer değil... kıtlık, müminlerin kökünü kurutmada, rahmet bizden gözünü yumdu... ova, kızgın güneşin tesiri ile yandı, kavruldu! Bağlar üzümler simsiyah oldu... ne yerde bir nem var, ne yukarıda ne aşağıda.
Halk, bu kıtlıktan, bu azaptan sudan çıkmış balık gibi onar onar, yüzer yüzer ölmede... Müslümanlara acımıyor musun? Müminler kardeştir... yağları da birdir etleri de... hepsi bir vücuttur. Bedende bir uzuv ağrıyıp incinse bütün beden ağrır, incinir... ister sulh çağında olsun, ister savaş; bu, budur.”
Zahit dedi ki: Bu, sizin gözünüze kıtlık görünüyor... fakat bence yeryüzü cennet gibi, ben böyle görüyorum. Ben her ovada, her yerde ta bele kadar boyu atmış gürbüz başaklar görmekteyim. Başaklar seher yeli ile dalgalanmada... ova pırasayla dopdolu! Acaba doğru mu diye sınıyor, elimi uzatıyor, onları yokluyor, tutuyorum... artık ben, nasıl elimi keser gözümü çıkartırım?
A aşağılık kavim, siz, ten Firavununun dostusunuz... onun için Nil size kan görünmede. Hemencecik akıl Musa’sına dost olasınız kan görmez, ırmak suyunu görürsünüz. Babanla aranda bir şey geçti mi babanı köpek gibi görürsün, gözüne böyle görünür! Baban köpek değildir senin; o cefanın tesiri ile öyledir; öyle bir merhametli adam bile sana köpek görünür!
Kardeşleri Yusuf’a haset ediyorlar kızıyorlardı... bu yüzden onu kurt şeklinde gördüler. Fakat babanla barıştın da kızgınlığın gitti mi köpek ortadan kalkar, baban, sana ateşli bir dost olur.
Bütün alem, aklıküllün suretidir... bütün insanların babası odur. Birisi aklıkülle karşı küfranını artırırsa bütün alem ona köpek görünür. Bu babayla uzlaş, asiliği bırak da su ve toprak, sana altın döşeme görünsün.
Bununla uzlaşırsan içinde bulunduğun hal ve zaman, adeta kıyamet kesilir... gözünün önünde gök de değişir yer de! Ben daima bu babayla uzlaşmış haldeyim... onun için şu alem, bana cennet görünmede!
Her zaman yeni bir suret, her an yeni bir güzellik görmedeyim... yeni görmekle de elem ve usanç kalmaz, insan daima yeniden yeniye neşelenir durur. Ben cihanı nimetlerle dopdolu görüyorum... sular kaynaklardan coşup akmada...
Bu suların sesleri kulağıma geldikçe aklımı gönlümü sarhoş etmede! Dallar tövbekar dervişler gibi oynuyor... yapraklar, çalgıcılar ve şarkı okuyanlar gibi el çırpıyor. Ayna, keçeden yapılma kılıf içindeki şimşek gibi parlayıp durmada... artık ayna görünürse nasıl olur? Ben, bunun binde birini bile söyleyemiyorum; çünkü her kulak, şüphelerle dolu! Vehme göre bu söz müjdedir... fakat akıl der ki: Müjde ne demek bu benim halimdir zaten.
Hani Üzeyr’in çocukları gibi... yolda babalarının ahvalini soruşturmaktaydılar. Onlar ihtiyarlamışlardı, babaları ise gençti... derken babaları ansızın önlerine çıkıverdi. Ona “Ey yolcu bizim azizimizden bir haberin var mı acaba? Birisi bize onun bugün geleceğini, bizi ümitsizliğe düşürdükten sonra bugün erişeceğini söyledi” dediler.
Uzeyr dedi ki: Evet benden sonra gelecek... çocuklardan biri bu müjdeyi işitince sevindi. Ey muştucu şad ol diye bağırdı. Bir tanesi Uzeyr’i tanıdı; a sersem, müjdenin yeri mi ki? Şeker madeninin tam içine düştün deyip kendisinden geçti, yere yığıldı.
Bu, vehme müjdedir ama akla göre vuslatın ta kendisi... çünkü vehim gözü perdelidir, hakikati göremez. Kafirlere derttir, müminlere muştucu... fakat işin iç yüzünü gören göz göre vuslatın ta kendisi. Çünkü aşık, anı daimde daima sarhoştur... hasılı küfürden de yücedir o, imandan da! Küfür, içteki kuru kabuktur, iman içteki lezzetli kabuk! Küfür de, iman da... ikisi de onun kapıcısıdır... çünkü o içtir küfürle din, ikisi de kabuktur.
Kuru kabukların yeri ateştir... içe yapışık kabuksa hoştur lezzetlidir. İçe gelince: Zaten o, hoşluk mertebesinden de yüksektir... lezzetlet veren odur. Bu sözün sonu yoktur; geri dön de Musa’m denizin dibinde toz koparsın! Bu sözler alelade halkın aklına göre söylendi... geri kalanı ise gizlenmiştir!
A töhmetli kişi, senin akıl altının paramparça... böyle bir altına nasıl mühür ve damga vurayım? Aklın yüzlerce mühim işe dağılmış... binlerce isteğe mala mülke bölünmüş! Bu cüzleri aşkla bir araya toplamak gerek ki Semerkant ve Dımışk gibi hoş bir hale gelsin! Onları en küçük parçasına kadar toplar şüpheden arınırsan sana padişah sikkesi basılabilir.
A ham kişi, ağırlıkta bir miskalı geçersen padişah senden bir altın kadeh düzer. O kadehte padişahın hem adı, hem lakapları, hem de resmi olur ey vuslat dileyen. Nihayet sevgilin sana hem ekmek olur, hem su... hem ışık kesilir, hem güzel, hem meze olur, hem şarap!
Kendini derle topla da ne varsa sana söyleyebileyim. Çünkü söz söylemek, tasdik edilmek içindir... Tanrıya şirk koşan can, doğruya inanmaz. Feleğin abes şeylerine bölünmüş olan can, altmış sevda ortasında müşterek bir hale gelmiştir.
Artık, böyle kişiye bir şey söylenemez, ona karşı susmak daha iyidir... çünkü ahmaklara verilecek cevap sükuttur. Bunu bilirim ben... bilirim ama ten sarhoşluğu ağzımı, ben istemediğim halde açar. Aksırık ve esnemekle de bu ağzın, istemediğin halde açılır ya, işte öyle!
Peygamber gibi hani... “Söylemeden hakikatleri saçmadan dolayı her gün yetmiş kere tövbe ederim. Fakat o sarhoşluk tövbemi bozar... bu elbiseler soyan beden sarhoşluğu, tövbeni unutturur” dedi. Çok eski zamanın ahvalini izhar etmek için Tanrının hikmeti, sır bilen kişiye bir unutkanlık verir.
Gizli sırlar, “Yazılan yazıldı kalem de kurudu” kaynağından coşan bir ırmak kesilir, bunca davullarla, bayraklarla ortaya çıkar! Ey insanlar, sonsuz rahmet her an akmaktadır fakat siz uykudasınız, anlamıyorsunuz! Uyuyan kişinin elbisesi, ırmak suyunu içer de uyuyan, uykuda serap arar!
Orada belki su vardır ümidi ile koşar durur... ve bu düşünceyle suya varacak yolu kendi kendine kaybeder gider! Çünkü orada der, buradan uzaklaşır... bu hayale kapılır, hakikatten ayrılır! Bunlar güya uzağı görürüler, fakat ruhları uykudadır... ey yolcular acıyın bunlara! Ben insana uyku getiren bir susuzluk görmedim... ancak akılsız kişinin susuzluğu uyku getirir!
Akıl zaten ona derler ki Tanrı yaylasında yayılmış, Tanrı nimetlerini yemiş olsun... Utaritten gelen akla akıl demezler!
Bu aklın ileri görüşü,mezara kadardır... fakat gönül sahibinin aklı sur üfürülünceye dek olacak şeyleri görür. Bu akıl, mezardan, topraktan ileriye geçemez... bu ayak, şaşılacak şeylerin bulunduğu sahaya gidemez. Bu ayaktan, bu akıldan bez, yürü... kendine gaybı görür bir göz ara da berhudar ol.
Üstada bağlanan kitap şakirdi olan kişi, Musa gibi yeninden, yakasından parlayacak nuru nereden bulacak? Bu bakış, bu akıl, adama ancak baş dönmesi verir... bırak görüşü artık da bekle bakalım! Söz söylemeden yücelik aramayın... bekleyen kişiye dinlemek söylemekten yeğdir.
Belletme mevkii de bir nevi şehvettir ve her çeşit şehvet, yolda puttur. Her fuzuli kişi, Tanrının fazlına, ihsanına erişebilseydi Tanrı, bunca peygamber yollar mıydı? Cüz-i akıl, şimşek ve aydınlık gibidir... şimşeğin verdiği aydınlıkla vahye erişebilir misin hiç? Şimşeğin ışığı yol göstermeye yaramaz... o ağla diye buluta bir emirdir! Bizim akıl şimşeğimizde ağlamak içindir... yokluğun, varlık iştiyaki ile ağlamasına yarar.
Çocuğun aklı, yazı yazanların etrafında dön dolaş der ama insan, kendi kendine bir şey belleyemez. Hastanın aklı hastayı doktora çeker, götürür ama kendisi, derdine derman olamaz!
İşte bak... şeytanlar gökyüzüne çıkmak ister, kulaklarını yukarı alemdeki surlara dikerler. O sırlardan az bir miktarını çalarken hemen gökten şahaplar gelir, onları sürer. Gidin de onlara; gidin... yeryüzüne peygamber gelmiştir; ne istiyorsanız ondan isteyin, ondan elde edin. Değer biçilmez inciler istiyorsanız “Evlere kapılarından girin!” kapı halkasını dövün, kapıda durun... gökyüzü damından sizlere yol yok!
İhtiyacınızı bu uzun yoldan gideremezsiniz... biz, sırların sırlarını topraktan yaratılan kulumuza verdik. Hain değilseniz onun huzuruna gelin... boş kamışsanız bile onun himmetiyle şeker kamışı olun! O kılavuz, senin toprağından yeşillikler bitirir... bu, Cebrail’in atının nalından uzak bir iş değil! Bir Cebrail’in atının ayağına toprak olursan yeşillik kesilir, yenilenir tazelenirsin!
Samiri, buzağı hamuruna canlar bağışlayan yeşilliği koydu da o yeşillik, altından yapılan o buzağıda bir inci haline geldi, buzağı adeta canlandı! Canlandı da içindeki o yeşillik öyle bir ses verdi ki düşmanlara bir sınama oldu!
Sır ehline emin olarak gelirseniz doğan gibi başınıza geçirilen külahtan kurtulursunuz. Doğanı miskin ve çaresiz bir hale getiren ve gözünü, kulağını örten üsküf, doğanın bütün meyli, kendi cinsine olduğundan gözünü bağlamak, kendi cinsini göstermemek içindir.
Fakat doğan, kendi cinsinden vazgeçti de padişaha dost oldu mu doğancı, onun gözünü açar, başından üsküfünü çıkarır. Tanrı da şeytanları, gözetleme yerinden...aklı cüz-iyi kendi müstakil reyinden, pek başbuğluk davasında bulunma... sen, reyinde müstakil değilsin, ancak gönlün şakirdisin ve istidadın var diye sürer!
Der ki: Yürü gönle git... çünkü sen gönlün cüzüsün; kendine gel, sen adil padişahın kulusun! Ona kulluk etmek, sultanlıktan iyidir... çünkü “Ben ondan hayırlıyım” sözü, şeytan sözüdür. Be aşağılık, Adem’in kulluğu ile İblis’in kibrine bak da aradaki farkı gör. Adem’in kulluğunu seç. Yol güneşi olan peygamber bile “Nefsini aşağılayan kişiye ne mutlu” dedi.
Tuba gölgesini gör de güzelce uyu... o gölgeye baş koy da serkeşlik etmeden uykuya dal! Nefsi aşağılama gölgesi, güzel bir yatılacak yerdir... o arılığa istidadı olana hoş bir uyku verir. Bu gölgeyi bırakır da benlik tarafına gidersen çabucak asi olur, azar, yolunu kaybeder gidersin!
Şu halde yürü, şeyhin, üstadın emrinin gölgesi altına git; sus emre uy! Böyle yapmadın mı istidat ve kabiliyet sahibi bile olsan kamillik davasına kalkıştığından değişir, çarpılır, istidat ve kabiliyetini kaybedersin! Sır bilen ve haberdar olan üstada serkeşlik edersen istidattan da olursun! Şimdilik ayakkabı dikiciliğine razı ol, sabret... yoksa sabretmezsen yamacı, eskici olur kalırsın!
Eskicilerde sabır ve hilm olsaydı hepsi de öğrenir, yeni ayakkabı diker, ayakkabıcı olurlardı. Çok çalışır, çok didinirsen nihayet usanır da sen kendin, akıl bir bağmış meğerse dersin! Felsefeye kapılan adam gibi hani... o da ölüm gününde aklı, kolsuz kanatsız gördü de, kararsızca itiraf etti o zaman... dedi ki: Zeka ile atımızı saçma ve asılsız yerlere sürdük! Gururlandık aldandık da erlerden baş çektik... hayal denizinde yüzdük durduk.
Halbuki ruh dininizde yüzgeçlik hiçmiş... burada Nuh’un gemisine girmekten başka bir çare yokmuş. O peygamberler padişahı da böyle buyurdu: Bu kül denizinde, bu okyanusta gemi benim! Yahut da benim can gözüme varis olan, doğrulukta benim yerime geçen halifemdir.
Yiğit, gemiden yüz döndürmemem gerek... işte biz, denizdeki Nuh gemisiyiz! Kenan gibi her dağa gitme... Kuran’dan “Bu gün kurtuluş yoktur “ayetini duy! Gözün bağlı da bu gemi, onun için sana aşağı, düşünce dağın da pek yüksek görünmede!
Aman ha aman bu alçacık gemiye hor bakma... Tanrının buna gelip duran ihsanına bak. Düşünce dağının yüceliğine de pek bakma... çünkü onu bir dalga altüst ediverir! Eğer Kenan’san, sana bunun gibi iki yüz nasihat versem yine bana inanmazsın! Bu sözü Kenan’ın kulağı nereden kabul edecek? Onu Tanrı mühürlemiş gitmiş.
Tanrının mühürlediği kulağa öğüt mü girer? Sonradan olan şey, ezeli hükmü nasıl değiştirir? Fakat Kenan değilsin ümidi ile yine sana bir hoş söz söyleyeyim:
Nihayet bunu ikrar edeceksin, bari kendine gel de ilk güne bak, son günü gör! Son günü görebilirsin sen... yalnız sonu gören gözünü yıpratma, kör etme. Kim kutlucasına işin sonunu görürse hiçbir an yolda sürçmez. Her an bu düşüp kalkmayı istemiyorsan bir erin ayak bastığı toprağı gözüne çek. Onun ayağının bastığı toprağı gözüne sürme yap da bu külhaniliği başından at! Çünkü bu şakirtlikte, bu yokluğa düşmeyle iğne bile olsan Zülfikar kesilirsin. Her seçilmiş erin ayak bastığı toprağı gözüne sürme gibi çek; o toprak, gözünü hem yakar, hem aydınlatır. Deve gözü ışılansın diye diken yer de onun için gözü nurlar saçar!
Tanrıdan ehemmiyetli bir vahiyle Musa’ya şöyle bir vahiy geldi: Eğriliği bırak, doğru ol şimdi! Bu beden ağacı Musa’nın asasıdır... Tanrı emri geldi: Onu elinden at. At da hayrını şerrini gör... sonra da tekrar onu Tanrı emri ile eline al. Atmadan önce o bir sopadan başka bir şey değildi... fakat Tanrı emri ile eline alınca iyileşti, güzelleşti.
Evvelce o kuzulara ağaçtan yaprak silkerdi... fakat o mağrur kavme mucize oldu! Firavuna uyanların başına hakim kesildi... sularını kan yaptı, elleri ile başlarını dövmelerine sebep oldu. Tarlalarına çekirgeler üşüştü ne varsa yediler, süpürdüler... ekinleri kıtlık ve ölüm mahsulü verdi!
Musa nihayet işin sonuna bakınca kendinden geçti de duaya başladı. Dedi ki: Yarabbi, bütün bu mucizeler, bu çalışmalar neden? Çünkü bu topluluk doğru yola gelmeyecek ki!
Tanrıdan emir geldi: Nuh’a uy... malum olan akıbeti görmeyi bırak! Onu bilmezlikten gel; çünkü sen yola davetçisin... “Tanrı emrini tebliğ et” diye emredilmiştir... bu, boş değil ya!
Senin bu ısrarla onları doğru yola çağırışının en ehemmiyetsiz hikmeti şudur: Onların inadı ısrarı meydana çıkar da, Tanrının yol göstermesi ve sapıklığa sevk etmesi, bütün fırkalarca bilinir. Varlıktan maksat, tanrı kemalini izhar etmektir... şu halde halkı, öğütle azdırmakla sınamak gerek!
Şeytan onları azgınlık yoluna götürmede ısrar eder, şeyh doğru yola götürmede ısrar eder. O dertli işler, birbiri ardına olup durdukça Nil, tamamı ile kan kesilmekteydi. Nihayet Firavun bizzat Musa’nın yanına gelip iki büklüm olarak yalvarmaya başladı.
Padişahım biz ettik sen etme... söz söylemeye de yüzümüz yok bizim. Uğruna öleyim parça, parça olayım... niyazımı kabul et. Ben yüceliğe alışmışım beni hırpalama. Lütfet ey emniyet sahibi, rahmetle dudağını kımıldat da bu ateşli ağız kapansın.
Musa dedi ki: Tanrım Firavun beni aldatıyor... sana aldananı aldatmak istiyor. Dinleyeyim mi yoksa ben de ona hile mi yapayım da o hilenin ferine yapışan hilenin aslını anlasın mı? Çünkü her hilenin, her düzenin aslı bizdedir... yerde olan her şeyin aslı göktedir.
Tanrı dedi ki: o köpek buna değmez! Köpeğe uzaktan bir kemik atıver! Hadi, o sopayı kımıldat da topraklar, çekirgelerin mahvettiklerini yeniden bitirsin! O çekirgeler derhal yansın, kavrulsun, kapkara kesilsin de halk, Tanrının her şeyi nasıl değiştirdiğini görsün.
Bir işi yapmak için sebebe ihtiyacım yoktur, o sebep, hakikati örtmek gizlemek içindir. Bu suretle tabiata inanan, ilaca sarılır... müneccim yıldıza yüz tutar.
Münafık hırsından, malım kesata uğrar diye korkup sabah karanlığı pazara gelir! Rızk peşine düşen, lokma arayan kulluk etmemiş, yüzünü yıkamamış kişi de cehenneme lokma olur gider. Yayılıp otlayan kuzu gibi halkın canı da hem yer, hem de yenir.
Kuzu yayılıp otladıkça kasap, o bizim için istek yaprağını yemekte, bizim için semirmekte diye sevinir. Yemede içmede cehennem gibi oburluk eder, cehennem için semirir durursun! Kendi işine koyul, bir gün olsun hikmet yaylasında yayıl, otla da saltanatlı gönül semirsin. Bedenin yiyip içmesi, bu yemeye manidir... cani tacire benzer, beden de yol kesiciye. Yol kesen hırsız, odun gibi yanıp yakıldı mı tacirin mumu yanar, parlar!
Çünkü sen akıldan ibaretsin; başka neyin varsa ancak aklı örter, gizler... kendini kaybetme de saçma sapan şeylerle de uğraşma! Bil ki her şehvet şarap ve afyon gibi akla perdedir... akıllılar bunlarla hayretlere düşerler! Fakat aklı gideren, insanı sarhoş eden yalnız şarap değildir ki... şehvete ait ne varsa hepsi gözü kulağı bağlar, örter!
Şeytan, şarap içmekten ne kadar uzaktı... sarhoştu ama ululukla, inat ve isyanla sarhoş olmuştu. Sarhoş, olmayan şeyi gören kimsedir... mesela bakırı, demiri altın görür.
Bu sözün sonu gelmez... Ey Musa, hemen sen dudağını depret de tarlalardan ekinler bitsin!
Musa emre uydu; derhal yeryüzü yeşerdi, sümbüllerle, iri taneli başaklarla doldu! Kıptiler derhal kıtlık görmüş, sığır açlığa uğramış, ölüm haline gelmiş adamlar gibi onları yemeye koyuldular.
Müminler, insanlar, hayvanlar, Tanrının ihsanı ile birkaç gün yediler doydular. Karınları doyunca nimeti inkara başladılar... o zaruret gidince yine azdılar, isyan ettiler. Nefis Firavundur sakın ha doyurma... doyurma da eski küfrü aklına gelmesin! Ateşin hararetine düşmedikçe nefis güzelleşmez... demir, kor haline gelmedikçe sakın dövmeye kalkışma!
Beden, aç olmadıkça harekete gelmez... tok bedeni ıslah etmeye kalkışmak, bil ki soğuk demiri dövmektir adeta! Zari, zari ağlayıp inlese de aklını başına al Müslüman olmak istemez bu nefis! O Firavuna benzer... Kıtlıkta Firavun gibi Musa’nın huzurunda secde eder, yalvarır. Fakat işi bitti mi azar... hani eşek, yükünü atınca çifte atmaya başlar ya, tıpkı onun gibi!
İş ileri gitti, muradı oldu mu ağlayıp inlemeleri hep unutur gider! Hani bir adamla yıllarca bir şehirde kalır da bir an gözünü kapadı, uyudu da rüya görmeye başladı mı, kendisini iyi ve kötü şeylerle dolu bir şekilde bulur... kendi şehrini hatırlamaz bile.
Ben oradaydım... bu yeni şehir benim şehrim değil, ben buraya mal olamam, nasılsa şöyle bir gelivermişim demez bile! Böyle demesi şöyle dursun, kendini orada dünyaya gelmiş, oraya alışmış sanır! Ne şaşılacak şeydir ki ruh da oturduğu, doğup yetiştiği yerleri yurtları, hatırına bile getirmez; bulutun yıldızı örttüğü gibi şu yıkık dünyanın gözlerini bağladığını düşünmez! Hele ruh, bunca, şehirler çiğnemiş, bunca şehirler gezmiştir... anlayış yüzünden o şehirlerin tozları daha silkilmemiştir bile!
İnsan, görüp geçirdiği şeyleri görüp bilmesi için sıkı bir azimle işe girişip de gönlünü arıtmıştır ki; insanın gönlü saf olmalı da sırları mazhar olarak baş çıkarmalı... gözün açılmalı da önü, sonu görmeli!
Önce cansızlar ülkesine gelmiş, cansızlıktan nebatat alemine düşmüştür. Yıllarca nebat olmuş, bu alemde ömür sürmüştür de nebat, cansız şeylerin zıddı olduğu halde bir zamanlar cansızlar ülkesinde bulunduğunu hatırına bile getirmemiştir.
Nebatlıktan hayvanlığa düşünce de nebat olduğu zamanki halini hiç hatırlamaz. Yalnız yeşilliğe karşı bir meyli vardır... hele bahar geldi, çiçekler açıldı mı! Hani çocukların da analarına meyilleri vardır... fakat çocuk, anasına ana sütüne neden meylediyor; bu sırrı bilmez! Hani, her yeni derviş de genç pire, o yüce bahta şiddetle meyleder ya! Çünkü bu aklın cüz-ü, o aklın külündendir... bu gölgenin hareketi, o gül dalının hareketindendir. Nihayet gölgesi onda yok olur da bu meylin, bu araştırmanın sırrını bilir, anlar!
A iyi bahtlı kişi, bu ağaç oynamadıkça o dalın gölgesi nasıl oynar ki? Bildiği yaratıcı tekrar onu hayvanlıktan insanlığa çekip çevirir... böylece iklimden iklime giden nihayet insan aleminde akıllı, bilgili ve yüce bir hal alır. Fakat önceki akılları hatırlamadığı gibi bu akıldan da geçip değişeceğini aklına bile getirmez.
Nihayet bu hırsla, istekle dolu akıldan da kurtuldu mu yüz binlerce şaşılacak akıllar görür! Gerçi uyumuştur, önceki ahvali unutmuştur... fakat hiç onu bu unutkanlık aleminde bırakırlar mı ki? Yine o uykudan uyandırırlar; uyanınca kendi haline gülmeye başlar... uykuda uğradığım o gam, e keder neydi... nasıl oldu da doğru düzen halleri unuttum...
Nasıl oldu da o derdin, o illetin rüyadan aldatıştan, hayalden ibaret olduğunu bilmedim der! Dünya da buna benzer... adeta uyuyan kişinin gördüğü hayallerdir. Uyuyan sanır ki bu hayaller, hakikattir ve sürüp gidecek! Fakat ansızın ecel sabahı geldi mi zan ve hile karanlığından kurtulur. Yerini yurdunu görünce gamlanıp tasalandığına gülmeye başlar. Uykuda gördüğün iyi ve kötü şeyler, mahşer gününde birer, birer zuhur eder.
Bu alem uykusunda neler yaptıysan uyanınca hepsini apaçık görürüsün de, anlarsın da rüya da bu kötü işleri yaptın ama onlar geçip gitmedi; hepsinin bir tabiri var!
Ey esire sitem ve cefalarda da bulunan, bu gülüş, düş yorma günün de ağlayıp feryat etmelidir. Rüyadaki derdin, elemin, zari zari ağlayışın bil ki uyanınca neşeleneceğine delalet eder.
Ey Yusuf’ların derisini yırtan, bu derin uykudan uyanınca kurt olarak haşredilirsin! Huyların birer birer kurt olur da kızgınlıkla uzuvlarını paralar senin. Kısastan sonra ölürsün ama ölümünden sonra da o kan uyumaz... öldüm kurtuldum artık deme ha!
Bu şimdiki kısas, alemin nizamı için düzendir... oradaki kısasa nispetle bir oyundan ibarettir. Onun için Tanrı dünyaya oyun dedi... çünkü bu ceza, o cezaya karşı bir oyundur. Bu ceza, savaşı ve fitneyi yatıştırmak içindir... o, adamı hadım etmektir; bu, sünnet etmek!
Ey Musa, bu söze son yoktur... kendine gel de o eşekleri bırak, otlasınlar. Otlasınlar da o güzelim otlardan semirsinler... çünkü aklını başına al; bizim kızgın kurtlarımız var! Kurtlarımızın feryatlarını biliriz... bu eşekleri onlara verir, onlara yediririz. Dudaklarından çıkan o güzel nefesin kimyası, bu eşekleri adam etmek istedi... sen lütfettin ihsanlarda bulundun da onları bir hayli çağırdın... fakat o eşeklerin talihleri yok, kısmetleri değil! Artık nimet yorganını onların üstüne ört de hemen gaflet uykusuna dalsınlar. Dalsınlar da bu gaflet uykusundan sıçrayıp uyanınca bakıp görsünler ki mum sönmüş, saki gitmiş!
Onların azgınlıkları seni şaşırttı ama onlar, ahirette de hasret şarabını içecekler... bu suretle adaletimiz, dışarıya ayak basar, kendini gösteriri de kıyamette her kötü işe, tam layık olan bir ceza verir. Apaçık görmedikleri padişah, daima gizli olarak onlarla beraberdir. Hani akıl gibi... sen onu göremezsin ama o da seninle beraberdir.
Sen onu göremezsin ama o, seni sınamadadır, duruşunu, hareketini görür durur! Ne şaşılacak şeydir bu, böyleyken sen, aklı yaratanın seninle oluşunu caiz görmezsin! İnsan akıldan gaflet eder, kötü işlerde bulunur; sonra aklı, insanı kınamaya başlar! Sen akıldan gafilsin ama o kınama, aklın varlığından değil midir ya?
Eğer aklın olmasaydı, senden gaflet etseydi nasıl olur seni kınar, bu kınamayla sana sille vururdu? Fakat senin nefsin, ondan gafil olmasaydı bu delilikte bulunur, bu pis işlere girişir miydin? Şu halde aklın, bir usturlaba benzer... varlık güneşinin yakınlığını onunla bilirsin! Aklının sana yakınlığı keyfiyete sığmaz... ne sağdadır, ne solda... ne arttadır, ne önde! Aklın bile sana yakınlığı, aklın bile sendeki varlığı keyfiyetsiz, anlatılmaz bir haldeyken ve o yolda akıldan bahis bile edilemezken o padişahın, Tanrının sana yakınlığı neden keyfiyetsiz olmasın?
Parmağındaki hareket, ne parmağının önündedir, ne ardında... ne sağındadır, ne solunda! Uyku ve ölüm halinde o hareket parmağından gider... uyanıkken gelir. O hareket olmadıkça parmağından bir fayda hasıl olmaz... peki ne yolla geliyor o hareket? Gözünün nuru, gözbebeğindeki ışık, altı cihetten de gelmiyor... fakat ne yolla geliyor? Taraf ve cihet halk alemindedir... emir ve sıfat alemini cihetsiz bil.
Güzelim bil ki emir aleminde cihet yoktur... artık emir sahibi olan Tanrı, elbette büsbütün cihetten münezzehtir. Aklın bile ciheti yok... elbette beyanı iyice bilen Tanrı akıldan üstün akıldır, candan üstün can!
Hiçbir mahluk yoktur ki onunla alakası olmasın... fakat babacığım, bu alaka, anlatılamaz, keyfiyetsizdir. Çünkü ruhta ne ulaşma vardır, ne ayrılma, fakat zan, ayrılık ve birlikten gayrı bir şey düşünemez! Bu buluşma, birleşme ve ayrılmadan gayrı bir delilin izini bul... fakat iz izlemek, susuzu kandırmaz ki!
Aslıdan uzaksan birteviye iz izle dur da erlik damarın seni vuslata eriştirsin! Akıl, bu alakaya nasıl yol bulsun, bu alakayı nasıl anlasın... bu akıl, ayrılık ve buluşma alakalarına bağlıdır. Mustafa, bunu için bize “Tanrının zatından pek bahsetmeyin” diye vasiyette bulundu.
Zaten Tanrının zatını düşünmek, hakikatte zatını düşünmek değildir ki! Çünkü düşünenin zannı ve düşüncesi, ancak yolla taallük eder... o zan ve düşünceyle Tanrı arasındaysa yüz binlerce perde vardır!
Herkes, bir perdeyle kapanmış, ulaştım sanmıştır ama Tanrı sandığı, ancak kendi vehmidir. İşte peygamber, bu yüzden o vehim sahibinin yanlışa düşüp de malihulyalara kapılmaması için vehmini gidermiştir.
Çünkü onun vehminde ebedi terk ediş vardır. Edepsizi de Tanrı baş aşağı eder. Baş aşağı oluş da şudur: İnsan aşağılara gider durur da kendisini üstün sanır. Zaten sarhoşun yapacağı şey budur: O, göğü yerden fark etmez.
Tanrının şaşılacak eserlerini düşünün... ululuğunu, büyüklüğünü görün de kendinizi kaybedin! İnsan onun sanatına dalar da sakalını, bıyığını kaybederse haddini bilir, sanat sahibini düşünmeden vazgeçer, sesini bile çıkarmaz!
Candan yürekten “Ben seni övmem” sözünden başka bir şey söyleyemez...çünkü o bahis, zaten sayıdan, hadden dışarıdır!
Mesnevi'den Hikayeler
Cevap: Mesneviden Hikayeler 6. Cilt
KATIR VE DEVE
Katırın biri bir gün bir deveyle buluştu... ikisi de bir ahıra düştüler. Katır dedi ki: “Ben tepede, düzde, pazarda, köyde çok düşüyorum. Hele dağ terekesinden aşağı inerken her zaman korkumdan tepe taklak kapanırım. Sense yüz üstü pek az düşersin... be neden? Yoksa senin arı canın devletlik mi ki?
Ben her an tepesi üstü düşer, dizimi vurur, yüzümü, dizimi kanlara bularım! Palanım, yüküm baş aşağı olur; kiracıdan da daima dayak yerim. Hani az akıllı adam gibi... o da aklının kıtlığından günahından tövbe eder... her an da tövbesini bozar. O tövbe bozan reyindeki, azmindeki gevşekliğinin yüzünden zamanede İblise maskara olur.
Her an yükü ağır olan ve taşlık yolda gitmeye savaşan topal beygir gibi tepesi üstüne düşer. O ters huylu, tövbesini bozduğu için kafasına gaybtan tokatlar yer durur. Sonra tekrar gevşek azmiyle tövbe eder... fakat Şeytan “Ne yaptın?” der demez tövbesini bozar. Pek zayıftır... fakat kendisini öyle ulu görür, öyle kibirlenir ki Tanrıya ulaşanlara bile hor bakar!
Ey deve, sense mümine benzersin; yüz üstü az düşer, burnunu az vurursun! Sende ne var ki afete uğramıyorsun... sürçmüyor, yüz üstü az düşüyorsun?
Deve dedi ki: “Her kutluluk Tanrıdandır ama benimle senin aranda çok fark var! Benim başım yüce, iki gözüm yücelerini görüyor... yüce görüş sahibini zarardan korur. Ben dağın başındayken dağın eteğini görürüm... her çukuru, her düzü kat, kat görürüm.
Nitekim o ulu er de eceline kadar başına ne gelecekse gördü. Yirmi yıl sonra neler olacak o iyi huylu bütün bunları bilir. Hatta o takva sahibi yalnız kendi halini görmez... batıdakilerin halini de görür, doğudakilerin halini de! Nur, onun gözünde, gönlünde yurt tutar... neden mi dedin? Vatan sevgisi yüzünden!
Hani Yusuf gibi... o da ayın, güneşin kendisine secde ettiğini önce rüyasında gördü. On yıl önce hatta daha önce gördükleri Yusuf’un başına geldi. “Mümin Tanrı nuru ile görür” sözü saçma değil... tanrı nuru, gökleri bile delip geçer.
Senin gözünde o nur yok... yürü, sen hayvani duygulara kapılıp kalmışsın! Sen, gözünün zayıflığından ayağının önünü görürüsün... zayıfsın kılavuzun da zayıf! Elle ayağa kılavuzluk eden gözdür... basılacak tutulacak yeri de o görür, basılmayacak tutulmayacak yeri de o! Sonra bir de benim gözün pek aydındır... bir de şu var: Yaradılışım tertemizdir benim. Çünkü ben, helâlzadeyim... zinadan olma ve sapıklardan değilim. Sense şüphe yok ki zinadan olmasın... yay kötü oldu mu ok eğri gider!”
Katır doğru dedin ey deve dedi... bu sözü söyler söylemez de gözleri yaşlarla doldu. Bir müddet ağladı, devenin ayağına kapandı; dedi ki: Ey kulların Tanrısınca seçilmiş er, lütfetsen de beni kulluğa kabul etsen ne ziyana girersin?
Deve, mademki huzurumda ikrar ettin dedi... yürü, zamanenin afetlerinden kurtuldun. İnsafa geldin, beladan halas oldun; düşmandın muhabbet ehline katıldın! Kötü huy zaten senin aslında yoktu... aslı kötü olandan inattan, kötülükten başka bir şey gelmez. Fakat aslında kötülük olmayan ve iğreti olarak kötü huylara sahip olan, kötülüğünü ikrar eder, tövbe etmeyi diler. Adem peygamber gibi. Onun işlediği o pek ehemmiyetsiz suç da iğretiydi de derhal tövbe etti. Fakat İblisin suçu, asil olduğundan canım tövbeye yol yoktu ona.
Yürü, kendinden de kurtuldun, kötü huydan da, cehennem alevinden de halas oldun, yırtıcı hayvanların dişlerinden de! Yürü, şimdicik devleti elde ettin, kendini ebedi bir kutluluğa attın.
“Kullarımın arasına katıl” devletine eriştin, “Cennetime gir” kumaşını dokudun! Kulları arasına girmeye yol buldun, gizli bir yolda ebedi cennete sokuldun. “Bize doğru yolu göster” dedin; doğru yolda elini tuttu seni ta cennete kadar götürdü.
Ey aziz kişi, ateştin, nur oldun... koruktun yaş ve kuru üzüm oldun. Tanrı doğrusunu daha iyi bilir ya, yıldızdın güneş kesildin...neşelen artık!
Ey Hak ziyası Hüsamettin, balını tut, süt havuzuna at da, o süt, bozulmadan kurtulsun... lezzet denizinde lezzeti büsbütün fazlalaşsın. Elest denizine ulaşsın. Deniz oldu mu her türlü bozulmadan kurtuldu demektir. Süt, bal denizine akacak bir yol bulursa da artık hiçbir afete uğramaz, ekşiyip kesilmez.
Ey Tanrı aslanı, aslancasına bir kükre de o kükreyiş ta yedinci göğe çıksın! Fakat usanmış bıkmış canın ne haberi olur ki? Fare, aslan kükreyişini ne bilsin? Gönlü deniz gibi engin ve yaradılışı iyi olanların istifadesi için ahvalini altın suyu ile yaz! Bu cana canlar katan söz, Nil suyudur... Yarabbi sen onu Kipti’nin gözüne kan göster.
Mesnevi'den Hikayeler
Cevap: Mesneviden Hikayeler 6. Cilt
NİL'İN SUYU
Duydum ki bir kıpti, susuzluktan bunalıp İsrail oğullarının birisinin evine geldi; dedi ki: Seninle dostum, arakadaşım... bugün de bir hacetim var, senden istemeye geldim. Çünkü Musa büyücülük, afsunculuk etti... nihayet nilin suyu bize kan kesildi.
İsrail oğulları alınca duru su oluyor, içiyorlar... halbuki Kıpti’nin gözü bağlanmış, ona kan oluyor. Kıpti kavmi işte buracıkta susuzluktan ölüp gidiyor. Bu, ya bahtsızlığından, ya kendi kötülüğünden! Kendin için bir tas su doldur da bu eski dost suyundan içsin senin! Çünkü o, kendin için doldursan kan olmaz temiz ve duru su olur! Ben de sana tabi olarak su içmiş olayım... tabi olan kişi, tabi olduğu kişinin lütfiyle dertten kurtulur.
İsrail oğlu peki canım efendim dedi... sana bir hizmet edeyim, istediğini yapayım a gözümün nuru! Senin muradına gideyim, seni sevindireyim... kulun, kölen olayım da hürlük edeyim! Tası Nil’den doldurdu, ağzına dayadı, yarısını içti. Sonra tası su isteyene doğru eğdi, sen de iç dedi... su derhal kara kan kesildi. Tekrar kendi tarafına eğdi, kan su oldu... Kıpti kızdı alevlendi. Bir müddet oturdu... hiddeti geçince dedi ki: Ey ulu kılıç, ey kardeş, şu düğümün açılmasına çare nedir?
İsrail oğlu dedi ki: Bunu takva sahibi içer. Takva sahibi da Firavunun gittiği yoldan usanan, Musa’laşan kişidir. Musa’ya uy, Musa kavmi ol da bu suyu iç... ayla uzlaş da ay ışığını gör. Tanrı kullarına kızgınlığından gözünde yüz binlerce karanlık var! Kızgınlığını yatıştır da gözlerini aç, neşelen... dostlarından ibret al da üstat ol!
Sende kaf dağı gibi küfür varken nasıl olur da Nil’den avucuna su almada bana tabi olabilirsin sen? Dağ iğne deliğinden geçer mi hiç? Geçer... ancak tek bir iplik haline gelirse! Dağı tövbenle saman çöpü haline getir de suçları bağışlananların kadehini güzelce al, hoş bir hal de çek gitsin. Fakat bu hileyle onu nasıl içebilirsin ki Tanrı, onu kafirlere haram etmiştir.
A iftiralara uğramış iftiracı, hileyi düzeni yaratan Tanrı, nasıl olur da senin hilene, düzenine kapılır? Musa kavminden ol... hilenin faydası yok... senin hilen yel ölçmekten ibaret! Suyun haddimi var, Tanrı emrini terk etsin de kafirlere su olsun! Sen sanıyor musun ki ekmek yemektesin? Yılan zehri, ömür törpüsü yiyorsun sen! Fakat sevgilinin buyruğunu terk eden kişiye nasıl yarar?
SANIR MISIN Kİ Mesnevi sözlerini okuyasın da ucuzca, bedavaca duyasın, anlayasın! Yahut hikmet sözleri ve gizli sırlar, kolayca kulağına girsin ağzına gelsin! Duyarsın, duyarsın ama sana masal gibi gelir... dışyüzünü duyarsın, iç yüzünü değil! Bir güzel, başına, yüzüne çarşafını örtmüş, senden yüzünü gizlemiş! İnadından Kuran, sana nasıl gelirse Şehname yahut Kilile ve Demine de öyle gelir! İnayet sürmesi gözünü aydınlatır, açarsa doğrucuyla mecazı o vakit ayırt eder, anlarsın! Yoksa koku almayan adama mis de bir, fışkı da... değil mi ki koku almıyor!
Ululuk ıssı Tanrının sözünü okumaktan maksat kendini usançtan, elemden kurtarmaktır. Çünkü vesvese ve gussa ateşi, bu sözle yatışır... bu söz, insanın derdine deva olur. Bu kadar bir ateşi söndürmede akılca duru ve temiz su da birdir, sidik de! Vesvese ateşini, su da sidik de... her ikisi de uykunun, dert ve gussa ateşini söndürmesi gibi söndürür. Fakat Tanrının ruhlu sözü olan bu temiz suyun, candan bütün vesveseleri tamamı ile giderdiğini bilsen gönül, gül bahçesinin yolunu bulur, o bahçeye varır.
Çünkü Tanrı kitaplarının sırrından bir koku alan, bağlarda, dere kıyılarında uçar durur. Sen yoksa velilerin yüzünü de bizim gördüğümüz gibi midir sanırsın? Peygamber bile müminler nasıl oluyor da benim yüzümü göremiyorlar diye hayrette kaldı.
Halk nasıl oluyor da yüzümün nurunu görmüyorlar? Halbuki o nur, doğu güneşinin nurunu bile aştı... yok, görüp duruyorlarsa bu şaşırma nedir? diyordu. Nihayet o yüz, gizlilikler alemindedir diye vahiy geldi. Yüzünü kafirler görmesin diye sence ay ama halka göre bulut. Bu şaraptan halk ve ileri gelenler içmesin diye sence tane ama halka göre tuzak!
Tanrı, “Onlar sana bakarlar” fakat hamam duvarındaki resimlere benzerler... “Bakarlar da görmezler” dedi. Ey resme tapan, resim de o iki sönük gözle sana bakar,öyle görünür. Onun huzurunda terbiyeni takınırsın... fakat onun hiç aldırış etmediğini görünce neden bana riayet etmiyor ki diye hayretlere düşersin. Neden bu güzel resim, sorularına cevap vermiyor... neden verdiğim selamı almıyor? Ben, ona yüzlerce secde ettiğim halde neden o, bir lütfedip başını, sakalını oynatmıyor dersin?
Tanrı dış alemde görünmez, baş oynatmaz ama buna karşılık içine öyle bir zevk verir ki, o zevk, iki yüz baş sallamaya değer... işte akıl ve can böyle baş sallar!
Çalışıp çabalar akla hizmet edersen aklın sana yapacağı şey şudur: Seni doğru yola ulaştırır; bu yola ulaşma vesilelerini arttırır. Tanrı sana açıkça baş sallamaz ama seni başlara başbuğ yapar! Tanrı, sana gizlice öyle bir şey verir ki bütün dünyadakiler sana secde ederler. Nitekim bir taşa da değer verdi mi o taş, yani altın, halka göre yüce olur. Bir katra su, tanrı lütfuna nail olur da inci kesilir, altını bile geçer.
Beden topraktır, fakat Tanrı ona bir ışık verdi mi alemi kaplamada, dünyayı zapt etmede ay gibi üstat olur. Kendine gel... bu hükümdarlar, bir tılsımdan, ölü bir resimden ibarettirler. Fakat bakar gibi görünürler de ahmakların yollarını keserler. Bakar, göz kırpar gibi görünürler de aptallar, onlara bir varlık verir, onları delil edinirler!
Kıpti dedi ki: Sen bana bir duada bulun... çünkü benim gönlüm kapkara, bu yüzden de o ağız yok! Dua et de belki bu gönlün kilidi açılır... çirkin, güzeller meclisinde yer alır. Çarpılmış kişi dua bereketiyle güzelleşir... yahut da bir şeytan, yeniden melek olur! Yahut da kuru dal, Meryem’in elindeki kuvvetle misler kokar, yaş bir hale gelir, meyve verir!
İsrail oğlu o anda secdeye kapandı da dedi ki: Ey Tanrı, ey aşikar ve gizli işleri bilen! Kul, senden başka kimin huzurunda el kavuşturur? Dua da senden, duayı kabul etmede senden! Önce duaya meyil veren de sensin... sonradan duayı kabul eden de sen! Evvel de sensin, ahır da sen... bizse arada söze bile gelmeyecek hiçin hiçi! Böyle söylenip dururken nihayet leğeni damdan düştü... gönlü kendinden geçti. Dua ederken tekrar kendisine geldi... “İnsan, ancak çalıştığını elde eder!”
O dua ile meşgul iken Kıpti’nin yüreği coştu. Ansızın bir nara attı, bir kükredi. Dedi ki: “Durma, hemen bana iman ederken ne diyeceğini öğret de derhal eski zünnarımı keseyim! Canıma bir ateştir saldılar... bir şeytana , candan bir iltifattır ettiler. Senin dostunum seni görmeden duramam... Tanrıya hamt olsun bu dostluk, nihayet elimi tuttu. Sohbetlerin bir kimya idi herhalde... gönül evinden ayağın eksik olmasın! Sen cennet fidanından bir daldın... ona yapıştım da beni cennete dek götürdü. Bedenimi kapıp götüren bir seldi... bu sel, beni de lütuf ve ihsan denizinin kıyısına dek iletti. Su ümidiyle sele doğru gittim; fakat denizi gördüm, kile kile inciler elde ettim.”
İsrail oğlu ona hadi, şimdi su al diye tas getirdi. Kıpti dedi ki: Yürü git sular gözümde hor hakir oldu. “Tanrı müminleri satın aldı” sırrından bir şerbet içtim ki artık kıyamete kadar susamam ben! Irmaklara kaynaklara su ihsan eden, içimde bir kaynaktır coşturdu! Ciğerim susuzluktan yanıp kavrulmakta, su istemekteydi... şimdi öyle bir himmete nail oldu ki suyu hakir görmede!
“Kaf hâ yâ ayn sâd” vadindeki doğruluğa delil olarak Tanrı, Kâfi adının “Kef”i oldu. Kafiyim, sana bütün hayırları, sebepsiz, başkasının yardımını vasıta etmeden veririm. Kafiyim, seni ekmeksiz tutuyorum... ordusuz, askersiz sana beylik, padişahlık ihsan ederim... Bahar olmadığı halde sana nergis ve ağustos gülü verir; kitapsız ustasız sana bilgiler belletirim... kafiyim, ilaçsız sıhhat verir; mezarı, kuyuyu meydan haline getiririm...
Musa’ya bütün alemin başına indirsin diye bir sopa verir; kuvvet kudret bağlarım... Musa’nın eline bir nur, bir parlaklık veririm ki güneşe bile tokat atar! Sopayı yedi başlı yılan haline getiririm... hem öyle bir yılan ki erkek bir yılanın belinden gelmemiş, dişi bir yılandan doğmamış.
Nil suyuna kan karıştırmam; kudretimle suyunu kan haline getiririm. Nil suyu gibi neşeni gam haline getiririm de bir daha neşeye yol bulamazsın. Sonra tekrar imanını yeniledim mi yine Firavundan bezersin. Görürsün ki rahmet Musa’sı gelmiş... kan gibi görünen Nil, onun yüzünden su olmuş!
İçten ipin ucunu bırakmazsan zevk Nil’in hiç kan kesilmez. Ben, iman edeyim de bu kan tufanından bir su içeyim diyordum. Ben ne bilirimdim ki Tanrı beni değiştirecek, gönlümü başka bir hale koyacak da beni Nil yapacak! Başkalarının gözünde eskisi gibiyim ama benim gözüme akıp duran bir Nil görünmede!
Nitekim bu alem de Peygamberin gözüne tespihe gark olmuş görünmede... bize göreyse aptalca durup duruyor. Onun gözüne bu alem aşk ve ihsanla dolmuş görünüyor; başkasının gözüne ise ölü ve cansız. Yukarı olsun, aşağı olsun onca her yer, hızlı hızlı yürümede... o, taştan topraktan nükteler duymada!
Halbuki halka bunların hepsi kapalı... her şey ölü görünmede... ben, bundan daha ziyade şaşılacak bir perde görmedim. Bütün mezatlar bizce bir. Fakat velilerin gözünde kimisi cennet bahçesi, kimisi cehennem çukuru! Halk, Peygamber ekşi suratlı; neden böyle niye zevki yok ki derlerdi.
İleri gelenlerse derlerdi ki: Sizin gözünüze öyle görünüyor o. Bir zamancağız bizim gözümüzle bakın da “Heletâ” daki gülüşleri görün hele! O ters şey, armut ağacının üstünde öyle görünü... a genç ağaçtan in de bak! O armut ağacı, varlık ağacıdır... sen ırada oldukça sana yeni şey eski görünür.
O ağacın üstünde oldukça alem pis bir dikenlik, kızgın akreplerle, yılanlarla dopdolu bir yer görünür. Fakat ağaçtan inersen derhal alemi gül yüzlü dilberlerle, dadılarla, tayalarla dolu görürsün.
Bir kadın oynaşı ile aptal kocasının gözü önünde sevişip buluşmak istiyordu. Kocasına a iyi talihli kişi, ağaca çıkıp meyve toplamak istiyorum dedi. Ağaca çıkınca kocasına baktı ağlamaya başladı. Dedi ki: A merdut ahlaksız... üstündeki lüti kim? Karı gibi onun altına yatmışsın... meğerse sen ne ibneymişsin!
Kocası senin başın döndü galiba... çünkü burada benden başka kimse yok dedi. Kadın o üstüne binen kalpaklı herif kim, söyle hele diye birkaç kere daha sordu, söylendi.
Adam a kadın ağaçtan in; başın döndü; adam akıllı bunadın sen dedi. Kadın, ağaçtan indi; kocası ağaca çıktı. Kadın da oynaşını göğsüne çekti. Kocası bağırdı: A orospu maymun gibi üstüne çıkan o adam kim? Kadın burada benden başka kimse yok ki dedi... kendine gel, senin başın döndü galiba, saçmalama. Adam, bu sözü birkaç kere söylediyse de kadın, “Bu armut ağacından olacak! Ben de armut ağacının üstündeyken öyle şeyler gördüm be hey kaltaban! Aşağıya inde bak... benden başka kimse yok, bütün bu hayaller armut ağacından!
Şaka ve latife bir şey belletmeye yarar... onu ciddi gibi dinle; görünüşte latife oluşuna kapılma! Her ciddi şey, maskaralara göre maskaralık, şakadır... fakat akıllara göre de latifeler, ciddidir.
Aklı kıt olanlar armut ağacı ararlar... fakat bu armut ağacından o armut ağacına uzun bir yol var! Armut ağacından inde yürümeye koyul... senin gözün de kamaşmış yüzün de! Bu ağaç, benliktir... evvelki varlıktır. İnsan, bu varlıkla kaldıkça gözü şaşı olur, olmayacak şeyler görür. Fakat armut ağacından indin mi düşüncede de bir eğrilik, sapıklık kalmaz, gözde de sözde de! O vakit bu ağacı,dalları yedinci kat göğe kadar yücelmiş büyük bir devlet ağacı olmuş görürsün. Aşağı indin de ondan ayrıldın mı Tanrı, rahmetiyle o ağacı değiştirir. Bu aşağıya inme, bu tevazu yüzünden Tanrı gözüne doğru bir görüş kabiliyeti verir. Doğru görüş kolay ve bedava olsaydı Mustafa Tanrıdan bu görüşü diler miydi?
Dedi ki: “Yarabbi, yukarıda olsun, aşağıda olsun, her cüzü bana olduğu gibi göster!”aşağıya indikten sonra yine o ağaca çık... çünkü artık o ağaç, “OL” emriyle değişmiş yeşermiştir.
Musa’nın ağacına dönmüştür bu ağaç! Pılını pırtını Musa’nın bulunduğu yere çekersen görürüsün ki, bu ağacı ateş yeşertir, neşeli bir hale kor... dalı, “Şüphe yok ben Tanrıyım der durur!”
Gölgesine bütün hacetler reva olur... işte ilahi kimya böyledir. Artık o benlik, o varlık helal olur sana... çünkü onda ululuk ıssı Tanrının sıfatlarını görürüsün! Eğri ağaç doğrulur, Tanrıyı gösterir... “Kökü yerdedir dalları budakları gökte!”
Mesnevi'den Hikayeler
Cevap: Mesneviden Hikayeler 6. Cilt
DAVET
Ey gönüllerin hayatı Hüsameddin, nice zamandır altıncı cildin yazılmasını meyledip durmaktasın. Husami-name, senin gibi bilgisi çok bir erin çekişiyle dünyayı dönüp dolaşmada. Ey manevi er, Mesnevinin son cildi olan altıncı cildi de sana armağan sunmaktayım.
Bu altı ciltle cihete nur saç da çevresini dolanmayan dolansın. Aşkın beşle altıyla işi yoktur. Onun maksadı, ancak sevgilinin kendisini çekmesidir. Belki bundan sonra bir izin gelir de söylenmesi lazım olan sırlar söylenir.
Bu ince ve gizli kinayelerden daha açık, daha anlayışlı bir tarzda anlatılır. Sır, ancak sırrı bilenle eşittir. Sır, onu inkar eden kişinin kulağına söylenmez. Fakat Tanrıdan davet etme emri gelince artık halkın kabul edip etmemesiyle ne işimiz var?
Nuh, tam dokuz yüz yıl kavmini davet edip durdu. Her an da kavminin inkarı arttı. Fakat söylemeden vazgeçti mi? Hiç sükut mağarasına çekilmeye kalkıştı mı?
Köpeklerin havlaması ile kervan, hiç yolundan kalır mı? Ay ışığı olan gecede dolunay, köpeklerin havlaması ile yürüyüşünü ağırlaştırır mı, dedi. Ay, ışığını saçar, köpek de havlar durur. Herkes, yaradılışına göre bir hizmette bulunur. Takdir herkese bir hizmet vermiş, herkesi bir işe layık görüp iptilaya salmıştır.
Ay der ki: Köpek, o pis sesini bırakmıyorsa ben ayım, gidişimi nasıl bırakırım ki? Sirke, sirkeliğini artırdıkça şekerin artması gerek. Kahır, sirkedir, lütuf da bala benzer. Sirkengübinin temeli bu ikisidir. Bal, sirkeden az oldu mu sirkengübin iyi olmaz.
Nuh’un kavmi de, ona sirke döküp duruyorlardı, fakat Tanrının lütuf ve ihsan denizi ona daha fazla şeker dökmekteydi. Onun şekerine cömertlik denizinden yardım edilmekte idi de o yüzden alem halkının sirkesinden fazlaydı onun şekeri.
Tek bir kişi ama bine bedel... Kimdir o? Tanrı velisi. Hatta o yüce Tanrı kulu, yüzlerce zamanın tek eridir. Denize bir yol bulmuş olan küpün önünde ırmaklar bile diz çöker. Hele şu deniz yok mu? Bütün denizler, bu örmekleri, bu sözleri duyunca ulu bir ad, küçücük, ehemmiyetsiz bir ada eş oldu diye utançlarından ağızları acılaşır.
Bu dünyanın o dünya ile birleşmesinden bu dünya, utanır, ortadan kalkar. Bu söz dardır, derecesi pek aşağıdır. Yoksa bayağı bir şeyin hasın hası ile ne münasebeti var? Kuzgun, bağında kuzgunca bağırır. Fakat bülbül, bunu duyup sesini azaltır mı? Bu “Tanrı dilediğini yapar” pazarında her ikisi için de ayrı alıcı var.
Dikenliğin gıdası ateştir; sarhoş dimağının gıdası da gül kokusu. Bir leş, bizce kötüdür, pistir ama domuzla köpeğe şekerdir helvadır. Pisler, şu pisliklerini yapa dursunlar, sular da pisleri arıtmaya savaşır. Yılanlar zehir saçar, acılar bizi perişan eder ama, bal arıları dağlarda, kovanlarda, ağaçlarda baldan şeker ambarları doldurur. Zehirler tesirlerini yapıp dururlar ama panzehirler de hemen o tesirleri gideriverir.
Şu aleme baksan görürsün ki baştanbaşa savaştan ibarettir. Zerre, zerreyle adeta dinin kafirlerle savaşması gibi savaşır durur. Bir zerre sola doğru uçmaktadır, öbürü sağa doğru gidip arayacağını aramada. Bir zerre yücelere çıkmada, öbürü baş aşağı düşmede. Şöyle durur gibi görünürler ama onların savaşını bu durgunluk aleminde gör. Onların fiili savaşları gizli savaşlarından ileri gelmededir. Bu aykırılığı gör de o aykırılığı anla.
Fakat güneşte mahvolan zerrenin savaşı, vasıftan hesaptan dışarıdır. Zerrenin kendiside, nefesi de mahvoldu mu artık onun savaşı, ancak güneşin savaşıdır. Onun kendiliğinden hareketi de kalmamıştır, duruşu da. Neden? “Biz Tanrıya dönenleriz” sırrından. Biz kendimizden geçip senin denizine döndük. Asıldan süt içtik, geliştik. Ey gulyabaniye aldanıp yolun fer-i lerine dalan, ey usulsüz kişi asıllardan az bahset.
Bizim savaşımızda hakikatte bizden değildir, sulhumuz da. Her halimiz Tanrının iki parmağı arasındadır. Tabiat, iş ve söz bakımından cüzüler arasındaki savaş, pek korkunç bir savaştır. Fakat bu alem, şu savaşla durmadadır. Unsurlara bak da anla.
Dört unsur dört kuvvetli direttir. Dünyanın tavanı onlarla düz durmada. Her direk, öbürünü kırar. Su direği ateş direğini yıkar. Halkın yapısı zıtlar üstüne kurulmuş. Hasılı biz, zarar bakımından da savaştayız, fayda bakımından da. Ahvalin, birbirine aykırı. Tesir dolayısıyla her biri öbürüne zıt. Her an kendi yolumu vurup durmadayım, artık başkasına nasıl bir çare bulabilirim?
Bana gelen hal askerlerinin dalgalarına bak; her biri, öbürüyle savaşmada, her biri, öbürüne kin gütmede. Kendindeki şu müthiş savaşa bak. Başkalarının savaşı ile ne meşgul olup durursun? Meğer ki Tanrı, seni bu savaştan çeke de sulh aleminde bir tek renge boyanasın. O alem, ancak bakidir, mamurdur, başka türlü olmasına imkan yok. Çünkü terkibi, zıt olan şeylerden değil.
Bu yok olma, bitme, zıttın zıddını yok etmesinden ileri gelir. Zıt olmadı mı ebedilikten başka bir şey olamaz. O eşsiz, örneksiz Tanrı, cennetten zıddı giderdi. Orada güneş de yoktur, zıddı olan zemheri de. Renklerin asılları, renksizliktir... Savaşların aslı barışlardır. Bu gamlarla dolu olan bucağın aslı, o alemdir. Her ayrılığın aslı, buluşmadır.
Hocam, neden biz bu ayrılılar içindeyiz? Neden birlik bu sayıları doğuruyor? Çünkü biz fer’iz, bu birbirine zıt olan dört asıl, fer’ide kendi huyunu işliyor. Halbuki can cevheri, ayrılıkların ötesinden. Onun huyu bu değil, onun huyu, ulu Tanrının huyu. Savaşlara bak. O savaşlar, barışların asılları. Tanrı uğrunda savaşan Peygamber gibi hani. O, iki cihanda da üstündür. Bu üstünü dil anlatmaz ki.
Irmak suyunu tamamı ile içmenin imkanı yok. Yok ama susuzluğu giderecek kadar içmenin de imkanı yok. Mana denizine susamışsan Mesnevi adasından o denize bir ark aç. O arkı o derece aç ki her an Mesneviyi, ancak ve ancak mana denizi göresin.
Yel derenin üzerindeki saman çöplerini temizledi mi su, tek renkliliğini meydana çıkarır. Sen Mesnevide ter-ü taze mercan dallarını gör, can suyundan bitmiş meyveleri seyret. Söz, harften, sesten ve soluktan ayrıldı mı hepsini bırakır, deniz kesilir. Harfi söyleyen de, duyan da, hatta harfler de, bu üçü de sonunda can olur.
Ekmek veren, ekmek alan ve pak ekmek suretlerden kurtulur, toprak olur. Fakat manaları, yine birbirinden ayrı olarak ve daimi bir surette üç makamdadır. Suret toprak olur ama mana olmaz. Kim, olur derse de ki: Hayır buna imkan yok.
Ruh aleminde gah suretten kaçarak, gah surete bürünerek üçü de beklerler. Suretlere gidin diye emir gelir, giderler. Yine onun emri ile suretlerden ayrılırlar. Hasılı “Halk da onundur, emir de” sırrını bil. Halk, surettir, emir de o surete binen can. binek de padişahın buyruğundadır, binen de, cisim kapıdadır, can huzurda. Su testiye dolmak istedi mi padişah, can askerine binin diye emreder. Sonra yine canları yücelere çekmek diledi mi padişah nakiplerinden ses gelir: İnin! Bundan öte söz inceldi. Ateşi azalt, odunu çok atma. Atma da küçücük çömlek kaynamasın. Anlayış çömlekleri pek küçük ve pek yufka.
Noksandan münezzeh Tanrı, bir elmalık meydana getirmede, onları ağaçlara, yapraklara benzeyen harfler içinde gizlemede. Bu ses, harf ve dedikodu ağaçlığı arasında elmadan ancak bir koku alınabilir. Bari sen de bu kokuyu sende aklına iyice çek, bu kokuyu iyice al da seni kulağından tutup asla kadar götürsün. Nezle olmamaya, koku almaya bak. Halkın yelinden, nefesinden bedenini ört. Onların havaları, kış rüzgarlarından da soğuktur. Örtün, bürün de burnuna girmesin. Onlar cansız donmuş kişilerdir. Nefesleri, karlı dağlardan gelir. Fakat yeryüzü bu karlı kefene büründü mü durma, hemen Hüsameddin’in güneş kılıcını vur. Derhal doğudan Tanrı kılıcını çek, o doğuyla bu tapıyı ısıt.
Güneş, karı hançerledi mi dağlardan ovalardan seller yürür. Çünkü o, ne doğudadır, ne batıda. Gece gündüz müneccimle savaşır durur. Neden der, benden başka ve yol göstermeyen yıldızları bayağılık ve körlük yüzünden kıble edindin? Kuran’da o emim erin “Ben hataları sevmem” sözü hoşuna gitmedi. Ayın önüne geçtin, beline eleğim sağmadan kulluk kemerini bağladın da o yüzden ayın ikiye bölünüşünden incindin.
“Güneş dürülür” ayetini inkar edersin. Çünkü sence güneş en yüce bir mertebedir. Havanın değişmesini yıldızların tesirinden bilirsin de “And olsun yıldıza, indiği zaman” ayetinden hoşlanmazsın.
Ay, ekmekten de tesirli değil ya. Nice ekmek vardır ki adamın can damarını koparır. Zühre sudan daha tesirli değildir ya. Nice su vardır ki bedeni harap eder. Fakat onun sevgisi senin canındadır da onun için dostun öğüdü bir kulağından girer, bir kulağından çıkar. Fakat bil ki senin öğüdünde bize tesir etmez, bizim öğüdümüz de sana.
Meğer ki göklerin anahtarları elinde olan sevgiliden sana hususi bir anahtar ihsan edile. Bu söz, yıldıza benzer, aya benzer. Fakat Tanrı buyruğu olmaksızın tesir etmez. Bu cihetsiz yıldız, yalnız vahiy arayan kulaklara tesir eder. Cihetten cihetsizlik alemine gelin de sizi kurdu paralamasın der.
Onun yıldızlar saçan pırıltısı karşısında şu dünya güneşi, bir yarasaya benzer. Yedi mavi gök, onun kulluğundadır. Bir çavuşa benzeyen ay, onun derdiyle yanmada erimededir. Zühre bir şey soracak oldu mu el atar, müşteri can nakdini eline alıp huzurunda durur.
Zühal onun elini öpme havasındadır ama kendisini bu devlete layık görmez. Merih onun yüzünden elini ayağını incitmiş, Utarit onun vasfından yüzlerce kalem kırmıştır. Bütün bu yıldızlar, müneccimle, ey canı bırakıp rengi seçen. Can odur,bizse hep rengiz, sayılar ve yazılarız. Onun düşünce yıldızı, bütün yıldızların canıdır diye savaşmaktadır.
Düşünce de nerede? O makam, tamamıyla pak nurdur. Ey düşüncelere kapılan, bu düşünce lafı senin için söylenmiştir. Her yıldızın yücelerde bir evi vardır ama bizim yıldızımız hiçbir eve sığmaz. Yeri, yurdu yakan şey, nasıl olur da mekana sığar? Haddi olmayan nur, nasıl olur da hadde girer? Fakat sevdalı ve bir zayıf kişi anlasın diye bir örnek verir, bir suretle tasvir ederler.
O şey, örnektir, onun misli değil. Bu örneği de donmuş kalmış akıl, bunu anlasın diye getirirler. Akıl keskindir ama ayağı gevşektir. Çünkü gönlü yıkıktır, bedeni sağlam. Bu çeşit aklı olanların akılları, neye takılırsa sımsıkı takılır ama şehveti bırakmayı hiç mi hiç düşünmezler. Dava zamanı göğüsleri doğruya benzer, fakat takva zamanı sabırları, adeta bir şimşektir.
Her biri hünerlerle kendini gösterir, alim geçinir. Fakat vefa vaktinde alem gibi vefasızdır. Kendini görme zamanında cihana sığmaz, fakat ekmek gibi boğazda mide de kaybolur gider. Fakat yine de bütün bu vasıflar iyidir... İyilik aradı mı insanda kötü şey kalmaz ki.
Meni benliğinde kaldıkça kokuşur, pis olur. Fakat cana ulaştı mı aydınlık alemini bulur. Cansız şey nebatata yüz tuttu mu, baht ağacından hayat biter. Canlıya yüz tutan nebat, Hızır gibi abıhayat kaynağından içer. Can da canana yüz tutarsa pılısını pırtısını sonsuz ömür iklimine çeker götürür.
Bir gün bilgisiz bir adam, vaaz eden birine sordu: Mimberde senden daha yüce söz söyleyen, senden daha güzel vaaz eden bir adam bile yok. Sana bir sorum var, ey akıllı er, bu mecliste sualime cevap ver. Bir kale burcunun üstüne bir kuş otursa başı mı daha üstündür, kuyruğu mu?
Vaaz eden dedi ki: Yüzü şehre, kuyruğu köyeyse yüzü, bil ki kuyruğundan üstündür. Yok... Eğer kuyruğu şehre, yüzü köyeyse o kuyruğa toprak ol, yüzünden yüz çevir. Kanadı olan kuş yuvasına kadar uçup gider. İnsanlar, insanların kanadı da himmettir.
Bir aşık, hayra, şerre bulanabilir. Sen onun hayrına şerrine bakma, himmetine bak. Doğan, isterse beyaz ve eşsiz olsun; fare avladıktan sonra bayağıdır. Fakat baykuşun meyli, padişaha olsa doğan sayılır, külahına bakma. İnsan, bir hamur teknesi boyuncadır ama gök yüzünden de üstündür, esirden de. Hiç bu gökyüzü “Biz onu ululadık” sözünü duydu mu? Kim duydu bu sözü? Dertlere düşmüş Ademoğlu.
Hiç kimse, güzelliğini, aklını, sözlerini, isteklerini yeryüzüne gösterdi, bildirdi mi? Hiç yüzünün güzelliğini, reyindeki isabeti gökyüzüne göstermeye, söylemeye kalkıştı mı? Oğlum, hiçbir gümüş bedenli dilber, hamam duvarlarına çizilmiş resimlere kendisini gösterir, onların karşısında cilvelenir mi? O huri gibi güzel resimler şöyle dursun kalkar yarı kör bir kocakarıya karşı cilvelenirsin. O kocakarı da olan ve resimlerde olamayan nedir ki seni o resimlerden tutup çeker? Sen söylemezsin ama ben söyleyeyim: Akıldır, duygudur, anlayıştır, tedbirdir, candır. Kocakarı da insanla kaynaşan can var. Halbuki hamamdaki resimlerde ruh yok. Hamam duvarındaki resim, bir harekete gelseydi derhal seni kocakarıdan çekerdi.
Can nedir? Hayırdan şerden haberdar olan, lütuf ve ihsana sevinen, zarardan yerinip ağlayan şey. Madem ki canın sırrı, mahiyeti, insana hayrı, şerri haber vermede... Şu halde hakikatten kimin daha ziyade haberi varsa o, daha canlıdır.
Ruhun tesiri, bilgi ve anlayıştır. Kimde bu bilgi ve anlayış, daha fazlaysa o, daha ziyade Tanrılıktır. Fakat bu tabiat aleminin ötesinde öyle haberler, öyle bilgiler vardır ki bu canlar, o meydan da cansız bir hale gelirler. Bunlardan haberdar olamayan can, Tanrı tapısına mazhar oldu... Canların canı ise Tanrıya mazhar oldu.
Melekler de tamamı ile akıldan, candan ibarettiler. Fakat yeni bir can geldi. Adem yaratıldı mı onun karşısında beden haline geldiler. Kutluluktan o canı gördüler, ten gibi o ruha hizmetçi kesildiler.
Şeytana gelince canla başla ondan baş çekti, canla birleşmedi, çünkü ölü bir uzuvdu. Canı olmadığı için Adem’e feda olmadı... Kırık bir eldi cana itaat etmedi. Fakat o uzvu kırıldıysa cana bir noksan gelmedi ya. Canın elindedir bu onu yine yaratabilir. Başka bir sır daha var, fakat bunu duyacak kulak nerede? O şekeri yiyecek dudu kuşu hani?
Has dudulara pek bol, pek değerli şeker var ama aşağılık dudular, o taraftan göz yummuşlar. Yalnız sureti derviş olan, o zekatı, o arılığı nereden tadacak. O, manadır, faülün failat değil. İsa’nın eşeğinden şeker esirgenemez ama eşek, yaradılış bakımından otu beğenir. Şeker, eşeği neşelendirseydi önüne kantarla şeker dökülürdü. “Onların ağızlarını mühürledik” ayetinin manasını bil. Yolcuya bu mühim bir şeydir. Bunu bil de belki peygamberlerin sonuncusunun yolu hürmetine ağızdan o kuvvetli mühür kaldırılır.
Peygamberlerden kalan mühürleri, Ahmed’in dini hürmetine kaldırdılar. Açılmamış kilitleri vardı; onlar, “İnna fettehna” eliyle açıldı. O, bu dünyada da şefaatçidir, o dünyada da, bu dünyada insanı dine götürür, o dünyada cennetlere. Bu dünyada “Sen onlara yol göster” der; o dünyada “Sen onlara ay gibi yüzünü göster” der.
Onun gizli aşikar işi, daima “Yarabbi sen kavmime doğru yolu göster, onlar bilmiyorlar” demektir. Onun nefesi ile iki kapı da açıktır. Duası, iki alemde de müstecap olur. Ona benzer ne gelmiştir, ne de gelecek. Bu yüzden son peygamber olmuştur. Sanatında son derece ileri gitmiş bir üstadı görünce bu sanat, sende bitmiştir demez misin?
Ey peygamber, mühürleri kaldırmak, kapalı kapıları açmaktasın, hatemsin, bu iş, seninle ve sende bitmiştir. Can bağışlayanlar aleminde bir hatemsin sen. Hasılı mühürleri kaldırma ve kapıları açmada Muhammed’in işaretleri, tamamı ile açılıktır, açılık içinde açılıktır, açılık içinde açıklık. Onun canına, evladına gelişine ve zamanına yüz binlerce aferin. Onun devlet ve ikbal sahibi halifesinin oğulları, onun can ve gönül unsurundan doğmuşlardır.
İster Bağdat’tan olsunlar, ister Herat’tan, ister Rey’den. Su toprak karışıklığı olmaksızın onun soyudur onlar. Gül dalı nerede biterse bitsin güldür. Şarap, nerede kaynayıp köpürürse köpürsün şaraptır. Güneş isterse batıdan baş göstersin, yine güneştir, başka bir şey değil.
Tanrım sen örtücülüğünle ört, ayıp görenlere bunu gösterme, onları kör et. Tanrı, ben, eşi olmayan güneşle kötü huylu yarasanın gözünü bağlamışım dedi. Bakışı noksan yarasanın gözünden, o güneşin yıldızları da gizlidir.
Ey Tanrı ışığı Hüsameddin, ey ruh cilası, ey doğru yolu gösteren padişah gel! Mesneviyi yayılmış bir mera haline getir, örneklerinin suretlerine can ver! Can ver de bütün harfleri akıl ve can olsun, can cennetine uçup gitsin. Zaten onlar, senin sayende can aleminden gelip harf tuzağına tutuldular, mahpus oldular.
Ömrün alemde Hızır gibi uzasın, canlara can katsın, düşkünlerin ellerini tutsun, daimi olsun. İlyas ve Hızır gibi dünyalar durdukça dur da yeryüzü, lütfunla gökyüzü haline gelsin. Kötü gözlülerin şatafatı, nazarı olmasaydı lütfunun yüzde birini söylerdim. Fakat nefesi zehirli kem gözlerden ben ne can üzen zahımlar yedim. Onun için senin halini, ancak başkalarının hallerini anarak remiz ve kinayeyle söylerim.
Bu bahanede, gönlüne ait bir hiledir ki gönlün ayakları, o yüzden, toprağa kakılmış kalmıştır. Yüzlerce gönül ve can yaratıcı Tanrıya aşık olmuştur da onlara ya kem göz mani olmuştur ya kötü kulak.
Bunların bir tanesi de peygamberin amcası. Arapların kınaması, ona pek korkunç göründü.
Arap kendi çocuğuna uydu da güvenilir dininden döndü derlerse ne derim, dedi. Peygamber amca dedi, bir kere şahadet getir de senin için Tanrıya şefaat edeyim.
Ebutalip, doğru ama duyulur, yayılır, herkes duyar. İki kişiyi aşan her sır yayılır, otuz iki dişten otuz iki orduya duyulur. Bu Arapların diline düşerim. Onların yanında bu yüzden hor hakir olurum dedi.
Fakat Tanrının ezeli lütfu olsaydı Tanrı çekişiyle beraber bu kötü gönüllülük olur muydu hiç?
Ey düşkünlere yardım eden Tanrı, medet! Medet bu iki taraflı dileklerden. Ben, gönlün hilesinden, düzeninden öyle perişan bir hale geldim ki feryada bile kudretim kalmadı.
Ben kim oluyorum? Gökyüzü bile yüzlerce işiyle gücü ile, iktidarı ile, yüzlerce debdebe ve tantanası ile beraber bu pusudan, bu dileğe uyma yüzünden feryada geldi.
Ey kerem sahibi, ey hilim sahibi, bu iki taraflı dilekten sen bana aman ver. Ey kerem sahibi, doğru yolun bir taraflı çekişi, iki yol arasında tereddüde düşmekten hayırlıdır.
Bu iki yoldan da maksat sensin ama bu ikilikten adama adeta can çekişmesi gelir. Bu iki yolla da sana gelmeye azmedilir ama savaş, asla neşe meclisine benzemez dedi.
Bunu, Kuran’daki “Göklerle yeryüzü Tanrı emanetini kabul etmekten korktular, çekindiler” ayetini oku da Tanrıdan duy. Bu ikilikte kalış, caba şu mu iyidir, hayırlıdır, yoksa bu mu diye tereddüde düşüş, gönülde bir savaş gibidir. Tereddütte de bütün kudretleriyle korku ve ümit birbirine saldırır.
Ey yüce Tanrı, önce bendeki bu çekiliş ve yükseliş geliş senden meydana geldi, yoksa bu deniz, sakindi Yarabbi. Bana bu tereddüdü, o makamdan verdin, kereminle yine beni tereddütsüz bir hale getir.
Medet ey feryada yetişen Tanrım, sen beni dertlere müptela etmektesin. Senin verdiğin dertlerle erler bile kadılara döner. Bu derde uğratış niceye dek, yapma Yarabbi. Bana bir yol bağışla, on yol verme bana.
Sırtı yaralı arık bir deveyim; sırtımda bir semere benzeyen ihtiyar yüzünden sırtım yaralandı. Arkamdaki bu mahfe, gah ağır gelip beni bu yana çekmede, gah öbür tarafa yayılıp beni o yana sürüklemede. Bu uygunsuz yükü sırtımdan al da iyi kişilerin bahçelerini göreyim. Uyanık olarak değil de Ashabı Kehf gibi uykuda olarak cömertlik bahçesinde yayılayım.
Sağıma, soluma yatıp uyuyayım, fakat ancak top gibi ihtiyarsız olarak yuvarlanayım. Ey din Tanrısı, sağıma da dönersem senin döndürmenle döneyim, soluma da dönersem senin döndürmenle. Yüz binlerce yıllardır havadaki zerreler gibi ihtiyarsızdım. O zaman ve o hali unuttum ama uykuda bu alemden göçüp gitmem, bana o alemden bir armağan.
Uyku zamanı bu dört unsur çarmıhından kurtulur, şu daracık yurttan can yaylasına sıçrar, çıkarım. Uyku dadısından o geçmiş günlerin sütünü içerim ey bir şeye ihtiyacı olmayan ve herkes kendisine muhtaç olan Tanrı.
Bütün alem, kendi ihtiyarından, kendi varlığından sarhoşluk alemine kaçmaktadır. Bu suretle herkes, şarap, çalgı gibi şeylere düşer de kendi aklından bir an olsun kurtulmaya çalışır.
Herkes bilir ki bu varlık tuzaktır. İnsanın kendi ihtiyarı ile bir şeyi düşünmesi, bir şeyi anması cehennemdir adeta.
Onun için herkes varlığından, kendiliğinden geçme alemine, yahut sarhoşluğa kaçar, yahut da bir işe koyulup kendini unutur. Fakat yine bu alemden kendini çeker, varlık alemine gelirsin. Çünkü o kendini unutma alemine Tanrı fermanı olmadan gitmiştik.
Ne cin, zaman kaydının hapsinden kurtulabilir, ne insan. Yüce göklere çıkmak anacak doğru yolu bulma kudretiyle olabilir.
İnsan doğru yolu ancak Tanrıdan çekinen kulun ruhunu, göklerden şeytanları kovan şahaplardan koruyan kuvvetle bulabilir. Yok olmadıkça hiç kimseye ululuk tapısına varmaya yol yoktur. Göklere yücelme nedir? şu yokluk. Aşıların yolu da yokluktur, dini de. Aşk yolunda yalvarma bakımından pöstekiyle çarık, Eyaz’a mihrap olmuştur. Gerçi onu padişah severdi. İçi de güzeldi, dışı da. Fakat kendisi de kibirsiz riyasız, kinsiz bir hale gelmişti. Yüzü, padişahın güzelliğine bir anda kesilmişti. Varlığından uzaklaştığı için işinin sonu da Mahmut oldu.
Eyaz kibir korkusundan çekinirdi de onun için temkini, pek kuvvetli bir hale gelmişti. O tertemiz bir hale gelmişti. Kibrin nefsin boynunu vurmuştu. Ya o düzenleri halka bir şey öğretmek için yapıyor, yahut korkuda uzak bir hikmet yüzünden böyle bir harekette bulunuyordu. Yahut varlık, yokluk rüzgarları ile esip gelen bir bağ olduğundan bir gün çarığını görmeyi istiyor, bu suretle de yokluk definesinin üstüne kurulan yapının kapısını açmak, o zevk yaşayışının yelini bulmak diliyordu. Bu kaynağın malı, mülkü, atlası, çabuk yürüyüp giden cana bir zincirdir.
Buna kapılan, şu altın zinciri gördü de kapıldı, ruhu bir delik içinde kaldı, ovalara çıkamadı. Görünüşü cennet ama hakikatte bir cehennem. Üstü güllü nakışlarla bezenmiş bir zehirli yılan. İnanan kişiye cehennem zarar vermez ama ortadan geçmek daha iyidir ya. Cehennem ona bir zeval vermez-. Vermez ama herhalde cennet, onun için daha hoştur ya.
Ey noksan kişiler, şu gül yüzlülerden sakının. Onlarla konuşmaya kalktınız, düşüp kalkmaya başladınız mı anlarsınız ki onlar cehennemdir.
Mesnevi'den Hikayeler
Cevap: Mesneviden Hikayeler 6. Cilt
HİNTLİ KÖLENİN AŞKI
Zengin bir adamın Hintli bir kölesi vardı. Onu beslemiş, büyütmüş, adeta ölüyken diriltmişti. Bilgi ve edep belletmiş, gönlünde hüner ışığını yakmıştı.
Çocukluğundan beri nazla yetiştirilmiş, o iyilikçi adam, onu lütuf kucağında büyütmüştü. Bu zengin adamında güzel, gümüş bedenli, yaradılışı ahlakı hoş bir kızı vardı.
Kız, evlenme çağına girince kızı isteyenler, ona ağır nikah parası vermeye başladılar. Her ulu adamdan kız istemeye bir görücü geliyordu. Adam, malın sebatı yoktur, gece gelir, gündüz dağılıverir. Güzelliğin de değeri yoktur. Bir diken yarası ile renk solup sararıverir. Büyük bir adamın oğlu olmak da bir şey değil. Bu çeşit gençler mala mülke gururlanır. Nice büyük adamların oğulları vardır ki kötülükte bulunur, yaptığı kötü iş yüzünden babasına bir ar olur. Hünerli bilgili kişi iyidir ama İblisten ibret al ona da az tap.
Onun bilgisi vardı ama din aşkı yoktu, bu yüzden Adem’in yalnız topraktan yaratılan suretini gördü.
Ey emin kişi, bilgi de ne kadar ileri gidersen git onunla gaybı gören gözün açılmaz ki! Can gözü açık olmayan, sakaldan, sarıktan başka bir şey görmez, adamın ileri yahut geri oluşunu onu tarif edenden öğrenir.
Ey arif, sen, birsini anlamak için onu bilen, söyleyip tarif eden kişiye müracaat etmezsin. Çünkü sen, doğmuş, parıl, parıl parlamakta olan bir nursun. Senin takvan, dinin var, iyi işler işlersin, öyle ki alem onlarla düzelir, kurtuluşa ere.
Kendine öyle temiz ve iyi bir damak seçti ki bütün halkın övündüğü kişiydi o. Kadınlar onun malı yok, mülkü yok, ululuğu yok, güzel değil, başına buyruk değil dediler.
Adam dedi ki: Onlar dine, zahitliğe uymuş adamlar. O da yeryüzünde altını olmayan bir define. Hasılı armağanlar sunuldu, nişan yapıldı, kumaşlar gönderildi, kızın verileceği ortalığa yayıldı.
Evde küçük bir köle vardı. Bu sıralarda hastalandı, yanıp yakılmaya, eriyip solmaya başladı. Hummaya tutulmuş bir hasta gibi eriyordu. Hekim, hastalığını anlayamadı.
Akıl diyordu ki: Onun illeti, gönül illeti. Beden ilacı gönlüne tesir etmez ki. Bu sevda yüzünden köleciğin gönlü yaralıydı ama derdini kimseciklere söyleyemiyordu.
Bir gece zengin adam karısına dedi ki: Kimseye duyurmadan, gizlice onun halini sor soruştur bakalım. Sen onun anası sayılırsın. Derdini sana açar elbette. Kadın, bu sözü kulağına koyunca ertesi gün kölenin yanına gitti. Yüzlerce nazla muhabbetle başını karıştırmaya, saçlarını taramaya başladı. Şefkatli analar gibi onu yumuşattı, nihayet söyletmeye muvaffak oldu.
Köle dedi ki: Senden bunu mu umardım ben kızını inatçı bir yabancıya veresin. Bizim efendimizin kızı olsun, biz de ona aşık olalım da o başkasına varsın? Yazık değil mi?
Kadın bu söze öyle kızdı ki onu dövüp damdan aşağıya atmak istedi. O kim oluyor diyordu, bir kahpenin Hintli bir oğlu. Nasıl oluyor da bir efendinin kızına tamah ediyor? Fakat bunları içinden söylemekle beraber sabretmek daha doğru deyip kendini tuttu. Kocasına, dinle şu şaşılacak şeyi dedi.
Biz onu güvenilir bir adam sanıyorduk, umarmıydık böyle bir çalıkuşunun hain çıkacağını?
Efendi dedi ki: Sabret. Ona de ki: Kızı ona vermez sana veririz. Bu suretle belki gönlündeki sevdayı çıkarırız. Sen hele bir hoşça bak, ben nasıl onu bu işten vazgeçiririm? Sen gönlünü hoş tut iyice bil ki kızımız hakikatten de senin eşindir. A güzel müşteri, evvelce bunu bilmiyorduk, mademki bildik, elbette kızımıza daha layıksın sen. Ateşimiz kendi mangalımızda; Leyla, bizim Leyla’mız, Mecnunumuzda sensin, de. İyice bir hayale bir düşünceye düşsün. İyi düşünce insanı semirtir.
İnsan kulağından gelişir, duya duya canlanır. Hayvansa boğazından yemesinden, içmesinden gelişir.
Kadın, “Böyle bir arlanılacak sözü ağzın nasıl varır da söyler? Onun için böyle bir abes sözü nasıl geveleyebilirim? Gebersin o şeytan huylu hain” dedi.
Adam, hayır dedi, korkma. Sen böyle söyle de onun hastalığı geçsin, bu lütuf yüzünden iyileşsin. Ondan sonra sevgilim onun derdini gidermeyi bana bırak sen. Yalnız o ince eleyip sık dokuyan bir kere iyileşsin.
Kadın o hasta köleye böyle söyleyince köle ferahladı, öyle kabardı o köle ki adeta yeryüzüne sığamaz oldu. Semirdi, gelişti, benzine kan geldi, kırmızı güle döndü, binlerce şükürler etti. Bazen de hanımcığım diyordu sakın bu bir düzen olmasın! Efendi, Ferec’i evlendiriyorum diye davet yaptı, eşini dostunu çağırdı. Gelenler de “Ferec, kutlu olsun” diye onu kandırmaktaydılar. Ferec, bu sözleri duyunca artık kızı alacağına iyice inandı. Büsbütün iyileşti, hastalığı kökünden geçti gitti. Ondan sonra gerdek gecesi bir oğlanı kadın kılığına soktular. Elini, bileğini gelinler gibi kınaladılar. Adeta ona tavuk gösterip horoz verdiler.
Başını bağladılar, gelinler gibi elbiseler giydirdiler, gürbüz oğlanı kadın kıyafetine sokup koyverdiler. Efendi halvet zamanı derhal mumu üfledi. Hintli köle öyle güçlü kuvvetli bir oğlanla yalnız kaldı. Oğlan, köleye saldırınca Hintlicik, feryada başladı ama dışarıdaki def gürültüsünden sesini kimse duymuyordu ki.
Def çalması, el çırpması, kadın ve erkeğin naraları, onun sesini boğuyordu. Oğlan, sabaha kadar o Hintli köleceğizi berbat edip durdu. Köle, adeta köpeğin önündeki un torbasına döndü. Sabahleyin tas ve büyük bir bohça getirdiler. Ferec damatlar gibi güvey hamamına gitti. Gitti ama bitkin bir haldeydi. Ardı, külahçıların yırtık peştamalına dönmüştü.
Zavallı hamamdan dönünce efendinin kızı, gelin gibi odaya geçip oturdu. Anası, köle kızı gündüzün sınamaya kalkmasın diye oracıkta beklemekteydi.
Köle, bir müddet kinle kıza baktı da sonra ellerini on parmağını da ona doğru sallayıp dedi ki: Dilerim kimse seninle buluşmasın, senin gibi kötü ve pis bir geline düşmesin. Gündüzün yüzün, kadınlar gibi ter-ü taze, geceleyin çirkin aletin, eşek aletinden beter.
İşte bu alemin bütün nimetleri, uzaktan pek hoştur ama yaklaştı mı sınamadan ibarettir. Uzaktan su görünür yanına vardın mı görürsün ki serapmış. O kokmuş bir kocakarıdır ama çok cilvelidir, kendisini yeni bir gelin gibi gösterir.
Sakın onun yüzündeki boyaya aldanma; aman, onun zehirle karışık şerbetini tatmaya kalkışma.
Sabret, sabır sıkıntının anahtarıdır; sabret de Ferec gibi yüzlerce zahmete mihnete düşme. Tanesi meydandadır da tuzağı gizlidir. Önce onun sana nimet verişi hoş görünür ama sonu öyle değil.
Ona ulaştın mı eyvahlar olsun sana. Nedamete düşer, ne kadar zarı zarı ağlarsın. Fakat beylik, vezirlik ve padişahlık adı, hakikatte ölümdür, derttir, can vermedir.
Kul ol da yeryüzünde at gibi yürü. Cenaze gibi kimsenin boynuna binme. Tanrı nimetine küfranda bulunan, ister ki herkes, kendisini yüklesin de ölüyü mezara götürür gibi götürsünler. Rüyada kimi tabuta binmiş, görülüyor görürsen yüce mertebeli büyük mevkili bir adam olur.
Çünkü o tabut halkın boynuna bir yüktür. Bu büyükler de halkın boynuna yük koyarlar, yük olurlar. Yükünü herkese yükleme, kendine yükle. Baş olmayı az iste yoksulluk daha iyidir. Halkın boynuna binme de ayaklarına nikris illeti gelmesin.
Sonunda iki elinle bu biniciliğin alnını karışlarsın, fakat şimdi bir şehre benzemedesin. Şehre benziyorsun ama hakikatte bir yıkık köysün sen! Şimdi bir şehir görünürken varlığından bez de pılını pırtını yıkık yerde çözme. Şimdi yüzlerce bağa, bahçeye sahipken vazgeç varlıktan da aciz ve yıkık yere tapar bir hale gelmeyesin.
Peygamber Tanrıdan cenneti istiyorsan kimseden bir şey isteme. Kimseden bir şey istemezsen ben kefilim, cennete de girersin, Tanrıya da ulaşırsın dedi.
Bunu duyan sahabe de şu kefillik yüzünden öyle ayarı tam bir hale geldi ki bir gün ata binmiş, bir yere gidiyordu. Elinden kamçısı düştü. Attan inip kendisi aldı, kimseden istemedi. Çünkü Tanrı, bir şey verdi mi iyidir, kimseye kötü bir şey vermez. O, bilir ve adamın dileğini insan istemeden verir.
Fakat Tanrı emri ile dilersen caizdir. Çünkü o çeşit istek, peygamberlerin yoludur. Sevgili emredince kötü kalmaz. Küfür onun için olursa iman kesilir. Onun emri ile olan kötülük, bütün alem iyiliklerinden üstündür.
Sedefin kabuğu paralanırsa ilenme, onda yüz binlerce inci vardır. Bu sözün sonu gelmez, dön de padişaha gel. Doğan kuşuna benze. Halis altın gibi dükkana çık da ilenmeden kınanmadan kurtul. Bir suret, gönle girdi mi insan, sonunda nedamete düşer, o suretten bezer. Sonunda herkes, kapıldığı suretten tövbe eder, fakat yine unutuş gelir, onu o yana çeker. Pervane gibi uzaktan o ateşi nur görür, yükünü o tarafa çeker. Fakat geldi mi kanadı yanıp kaçar. Kaçar ama çocuklar gibi yine gelir, yaraya tuz eker.
Yine zanna tamaha düşer, derhal kendisini o ateşe atar. Yine yanar, sıçrar. Fakat yine gönlündeki hırs, kendisine yandığını unutturur, sarhoş eder.
Hintli köle gibi bezdi de o işten vazgeçti mi işte o zaman yanmaktan kurtulur. Ey geceleri aydınlatan ay gibi yüzü parlak güzel, ey konuşup görüşmesine aldananı yakan yalancı, der.
Fakat yine tövbe ve sızlanma, hatırından çıkar. Çünkü Tanrı, yalancıların düzenini zayıf bir hale getirir, bozar gider. Onlar savaş ateşini yaktılar mı Tanrı, onların ateşini tamamı ile söndürür.
İnsan azmeder der ki: Gönül, orada durma. Fakat yine unutur, çünkü azim ehli değildir ki. Doğruluk tohumunu ekmemiş olduğundan Tanrı, ona o unutkanlığı verir. Gönül çakmağını çakmak ister ama Tanrı, o kıvılcımı söndürüverir.
Bir adam, geceleyin bir ayak pıtırtısı işitti. Mumu yakmak için çakmağı kavradı. Hırsız gelip adamın önüne oturdu, kav ateş aldıkça söndürmeye başladı. Kav ateş almasın diye boyuna kavı, yandıkça parmağı ile söndürüyordu.
Adam, kavı kendi kendine sönüyor sanmakta, hırsızın söndürdüğünü görmemekteydi. Tuhaf şey dedi, bu kav, ıslak olmalı ki ateşlenirken hemen sönmede.
Pek karanlık olduğundan önünde oturan ve ateşi söndüren hırsızı görmüyordu. Senin de gönlünde böyle ateş söndüren var da kafir gözün körlüğünden görmüyor.
Bilen duyan gönül, nasıl olur da dönen şeyi bir döndüren var, bunu bilmez? Nasıl olur da kendi kendine geceyle gündüz, sahipsiz olarak nasıl gelir, nasıl gider demezsin?
A aşağılık kişi, aklın aldığı şeylerin etrafında döner dolaşırsın ha... bir de gel de şu akılsızlığını gör! Evi bir yapanın olması mı daha akla uygundur, yapıcısı olmayan kendi kendine yapılmış bir ev mi, a aklı kıt? Yazıyı bir yazanın olması mı daha akla uyar, yoksa olmaması mı ey oğul?
Cim harfine benzeyen kulak, aynaya benzeyen göz, mime benzeyen ağız, nasıl olur da yazan olmadan yazılır, meydana gelir a kınanmaya değer adam? Aydın bir mum, yakmayan oldukça mı bulunur, yoksa bilen bir yakıcı olunca mı?
Güzel bir sanat kör ve çolak bir adamın elinden mi çıkar, yoksa her tarafı bütün bir gözlünün elinden mi? Madem ki seni kahredeceğini, başına mihnet topuzunu vuracağını bildin; hadi Nemrut gibi savaş, havayı okla bakalım! Hani Moğul askerleri gibi... Onlar da biri hastalandı mı ölmesin diye göğe ok atarlar ya, sen de atadur. Yahut da kaçabilirsen kaç, kurtul bakalım imkanı var mı? Onun eline bir kere rehin olmuşsun.
Yokluktayken bile elinden kurtulamadın, şimdi nasıl kurtulabilirsin a güzelim. İstek yok mu? İşte o, sıçramak, kaçmaktır; onun adaletine karşı takvanın kanını dökmektir.
Bu dünya tuzaktır, tanesi de istek. Tuzaklardan kaç onlardan yüz çevir. Böyle hareket ettin mi yüzlerce ferahlık bulursun. Fakat istekten geçemedin mi fesatlıklara uğrarsın.
Bunun için bir peygamber “Müftüler sana kuvvetli fetvalar bile verseler sen, kalbine danış” dedi. İsteği bırak da Tanrı acısın. Bunun böyle olması lazım, bunu denedin sınadın ya.
Mademki kaçamıyorsun, ona kullukta bulun da hapsinden kurtul, gül bahçelerine git. Her an kendini görür gözetirsin adaleti de görürsün, yüceliği de ey azgın.
Fakat perde ardına girer, gözünü kaparsan senin bu göz yummanla güneş, işinden gücünden kalır mı hiç?
Mesnevi'den Hikayeler