-
Kİtap İle İsbati
Hiçbir şeyinKur’an-ı Kerim’in dışında kalması mümkün olmadığına göre, elbette ki râbıta-i şerifenin hükmü de onda vardır. Bazı âyet-i kerimelerin ibâre, bazılarının da işâre mânâlarında râbıta-i şerifenin hükmünü bulmak mümkün. Yani bazılarında açıkça, bazılarında da işâret ve delâlet, bazılarında ise iktizayoluylarâbıta-i şerife ifade edilmiştir.
Meselâ bu cümleden olarak, “Ey iman edenler! Allah’tan korkun, ona (kurbiyete-yaklaşmaya) vesîle arayın ve onun yolunda mücâhede edin ki, felâha erebilesiniz”(1) âyet-i celilesini zikredebiliriz.
Bilindiği gibi lisânımızda “vesîle”, kendisi ile maksada-hedefe ulaşılan vâsıtadır. Müfessirler, burada geçen “vesîle”ye çeşitli mânâlar vermişler… Bunlardan Fahr-i Râzî hazretleri, “vesîle”yi “mürşid-i kâmil” ile tefsir etmiştir.
İsmail Hakkı Bursevî (k.s.) de bu âyet-i kerimeyi tefsir ederken, “Vesîle”den murad, sâlih ameller olduğu gibi, Allâh’a yakın olmak için kendisiyle tevessül edilen her şeydir, diyor. Sonra da Te’vîlât-ı Necmiye’den şunları naklediyor:
Bu âyet-i kerime, ‘vesîleyi arama’ emrini açıklamaktadır; bu, elbette ki lâzımdır. Çünkü Allah Teâlâ’ya vusûl yani Hakk’a ermek, seyr u sülûkü tamamlamak, ancak vesîle ile elde edilir. Bu vesîle de, hakîkat âlimleri ve tarîkat şeyhleridir.(2)
Hz. Ömer’den (r.a.) rivâyet edilen bir hadîs-i şerifte de meâlen şöyle buyrulmaktadır:
“Ne zaman ki Âdem (a.s.) hatâsını anlayıp,
– Yâ Rabbî, eğer beni (hâlen) mağfiret etmemiş isen, Muhammed (s.a.v.) hakkı için afvımı diliyorum, demişti. Allah Teâlâ ona,
– Ey Âdem! Ben onu henüz yaratmadığım halde, sen Muhammed’i(n kadrini-kıymetini, nezdimizdeki şân ve şerefinin yüceliğini) nereden ve nasıl bildin? diye sordu. O da,
– Yâ Rabbi, sen beni yed-i kudretinle yarattığın ve rûhundan bana nefhettiğin zaman, başımı kaldırıp baktığımda, Arş-ı A‘lâ’nın ayaklarında, ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlüllah’ yazılmış olduğunu gördüm… Zâtının ismine, ancak yaratılmışların en sevimlisini izâfe edeceğini (düşündüm ve bu yolla) bildim, dedi. Cenâb-ı Hak ona,
– Ey Âdem, doğru söyledin. Hakîkaten o, benim nezdimde yaratılmışların en sevimlisidir. Onun hürmetine benden (afvını) dilediğinde, ben de seni affettim. Şayet Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım” buyurdu.(3)
İşte bu hadîs-i şerifte de açıkça görüldüğü üzere, dînimizde vesîle vardır… Ve bunlar da, başta Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) olmak üzere, onun vârisi olan hakîkat âlimleridir.
Yukarıda zikrolunan âyet-i kerîmede mü’minlere, kurtuluş ve selâmet için, üç şeye riâyet etmeleri emredilmiştir:
1) Allah’tan korkmak,
2) Ona yaklaşmaya vesîle aramak,3) Onun yolunda mücâhede etmek…
Vesîle’den murad ise, mürşid-i kâmiller olduğuna göre, onların târif ettikleri râbıta-i şerifenin câiz olması bir tarafa, me’mûrun bih yani farz olması gerekir.
Ayrıca yukarıda geçtiği üzere, “vesîle”nin tefsirinde “râbıta”ya da yer veren müfessirler olmuştur. Çünkü mefhum umûmidir; mutlak olarak vesîleyi aramamız emrolunuyor… Karîneden mücerret emirler isevücub ifade eder ki, “vesîle”yi arayıp bulmamız vâcip oluyor. Râbıta-i şerifeise, vesîlelerin en faziletli ve şerefli olanıdır. Zira râbıta-i şerife; müridi, Rasûlüllah Efendimiz’in (s.a.v.) hakîki vârisleri olan mürşidân-ı kirâmdan zât-ı âlîlerine; ondan da, Allah Teâlâ’ya ulaştıran bir vâsıtadır. Nitekim, Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) hazretleri, “İsm-i zât ile meşgul olmanın keyfiyeti”ni anlatırlarken, şu îzahlarda bulunurlar:
“Tâlib; hâlî ve tâhir bir mekânda (boş ve temiz bir yerde) oturur; gözlerini yumup ağzını kapayarak dilini damağına ilsak eder (bitiştirir). İstiğfar ile kalbini havâtır ve mâsivâdan hâlî kılar (iyi-kötü bütün düşüncelerden ve Allah’tan gayri her şeyden kalbini uzak tutar); bu hususta mürşidine râbıta-i muhabbetle râbıta eyleyerek rûhâniyetinden istimdât eyler (yardım taleb eder). Ki, bu istimdâd-ı hâs, mürşidi vâsıtasıyla bütün ervâh-ı silsile-i sâdâta ve ruhâniyet-i Muhammediye’ye ve Hak sübhânehû ve teâlâ’ya râci‘ ve müntehîdir.”(4) Yani müridin bu hususi istimdâdı, mürşidi vâsıtasıyla bütün silsile-i sâdât hazerâtının ve Rasûlüllah Efendimiz’in rûhâniyetine ve oradan da nihâyet Cenâb-ı Hakk’a ulaşır.
Ve yine, “(Habîbim) söyle: Eğer siz Allâh’ı seviyorsanız, hemen bana ittibâ edin ki, Allah da sizleri sevsin”(5 âyet-i kerimesinde de râbıta-i şerifeye işâret vardır. Zira tâbi olan kişinin metbûunu, yani uyduğu zâtı görmesi, yahut da hayâlinde canlandırması îcap eder. Böyle olmadığı takdirde ise, ona ittibâ denilmez. Râbıta-i şerifede de, yukarıdan beri anlatıldığı üzere, bağlanılan zâtı hayâlinde tasavvur etmek esastır.(6)
Hâsılı; her şey Kur’an-ı Kerim’de mevcut olmakla birlikte bunlardan bir kısmı avâma tebliğ edilmemiştir. Ancak havâs zümresine mensup olan zevât-ı kirâm; âyet-i kerimelerdeki bâtınî hükümlere âit işâret ve delâletleri, meselâ râbıta-i şerife, zikr-i kalbî ve benzeri ibâdetlerin varlığını bizlere haber vermişlerdir.
Daha önce de ifade olunduğu üzere, mürşid-i kâmiller, Rasûlüllah Efendimiz’in (s.a.v.) hakîki vârisleridir. Vâris, mûrisinin terekesinin(mirasçısı olduğu zâtın bıraktığı malların) tamamında hakkı ve nasîbi olan kişidir. Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.), şerîat ilimlerinin hem zâhirine, hem de bâtınına mâlik bulunduğuna göre, şer‘-i şerîfin bilhassa bâtını ile alâkalı hususlarda söz söyleyebilmek için, onun hakîki vârisi olmak îcab eder.
Bu sebeple, zâhirî ilimlerden bir nebze bilgiye sahip olup da, bâtınî ilimlerden nasîbi olmayanların, mânâ âlemine taalluk eden hususlarda söz söylemeleri doğru olmaz. Zira bu gibi kimselerin, gerek âyet-i kerimelerin ve gerekse hadîs-i şeriflerin ihtivâ ettiği mânâların, bâtın ile alâkalı kısımlarını anlamaları mümkün değildir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde buyurmuşlardır ki:
“Rabb’im bana sordu; cevap vermeye kaadir olamadım… Yed-i kudretini, hudutsuz ve keyfiyetsiz bir halde, iki omuzum arasına koydu. (…) Beni evvelînin ve ahirînin (öncekilerin ve sonrakilerin) ilmine vâris kıldı… Çeşitli ilimleri öğretti… Bunlardan birisi; kimseye söylememem üzere verilen ve benden başkasının tahammül etmesine imkân olmayan ilimdir. Diğeri; gizlenmesi ve söylenmesi hususunda, Rabb’imin beni muhayyer kıldığı (serbest bıraktığı) ilimdir. Öbürü de; havâs ve avâmdan herkese tebliğ etmekle memur bulunduğum ilimdir…”
İmâm-ı Rabbânîhazretlerinin (k.s.)Mektûbât’ını Farsça aslından Arapçaya terceme edenMuhammed Murâdü’l-Kazânî hazretleri, Mukaddime’de bu hadîs-i şerifi naklettikten sonra şöyle diyor:
Peygamberimiz’in (s.a.v.), havâs ve avâmdan herkese tebliğe memur edildiği ilim, şerîat ve ahkâm ilmi ile diğer muhtelif ilimlerdir. Gizlemekle memur olduğu ilim, nübüvvet ilmidir. Çünkü, ondan sonra peygamber yoktur. Nübüvvet ilmini ise, peygambelerden başkası bilemez ve tahammül edemez. Tebliğde muhayyer bırakıldıkları ilim ise, velâyet ilmidir. Bu ilim; şerîatın bâtın ilmidir, hakîkat ve esrâr ilmidir… Fahr-i Kâinat (s.a.v.) bu ilmi, ashabtan bazılarına bildirmişlerdir…Nitekim muhakkikînden şeyh Abdü’l-Ganiyy-i Nablûsî (rh.), Sahîh-i Buhârî’de rivâyet edilen bir hadis-i şerifte, Ebû Hüreyre’nin (r.a.) şöyle dediğini nakletmektedir:
“Peygamberimiz’den (s.a.v.), muhâfaza edilmesi îcab eden iki şey hıfzettim, ezberledim… Bunlardan biri, size neşrettiğim (yani söyleyip anlattıklarımdır). Diğerine gelince; şayet onu neşredip yaymış olsaydım, (insanlar) küfrüme hükmedip (beni) katlederlerdi.”(7)
Müfessirlerden birçoğu da, yukarıda zikri geçen âyet-i kerimedeki “vesîle”yi, “sâlih ameller” diye tefsir etmişlerdir… Bu şekildeki tefsir ile de buradan râbıta-i şerifeyi anlamak ve isbat etmek mümkündür. Şöyle ki:
Ameller, ancak ihlâs ile “sâlih (güzel)” olur. İhlâs ise, gafletten uzaklaşmak, Mevlâ’dan gayriyi nefyetmekle yani kalbten sürüp atmakla mümkündür. Yine tecrübeyle sâbittir ki, râbıta-i şerife ile meşgul olduğumuz zaman, ibâdetlerimiz gafletten uzak, amellerimizin zevkine ermek mümkün olmaktadır. Gaflet içinde yapılan ibâdetlerin ise zevkine varmak mümkün olmadığı gibi, makbul de değildir.
Görülüyor ki râbıta-i şerife, gafletin izâlesini mûcip olan, onu gideren “vesîleler”in en şerefli ve en üstün olanıdır. Âbid için gafletten kurtulmak maksud olunca; bu maksada ulaştıran şey’in de maksud olması lâzım gelir. Bizi bu mühim maksada götüren, gâyeye-hedefe ulaştıran en büyük vesîle, râbıta-i şerife olduğuna göre, onun da maksud ve me’mûrun bih olduğu (dînen emredildiği) hakikati ortaya çıkmış olur.(8)
Bu bahsi bir hadîs-i şerifle noktalayalım. Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
“Ümmetimin hayırlılarından bir topluluk vardır ki, Allâh’ın rahmetinin genişliğinden dolayı, açıktan gülerlerse de, azâbının korkusundan dolayı, gizli gizli ağlarlar. Onların vücutları yerde, kalbleri semâdadır. Ruhları dünyada, akılları âhirettedir. (Yeryüzünde) sekîne(9) ile yürürler, vesîle ile Allâh’a yaklaşırlar.”(10)
-
Cevap: Kİtap İle İsbati
allah razı olsun kardeşim
rabbim yolumuzda daim eylesin