-
Mustafa Sungur
MUSTAFA SUNGUR
http://img194.imageshack.us/img194/5...fasungur01.jpg"Onu terennüm edebilmek"
"Büyük Üstadın hayat hatıraları, hizmet-i imaniye ve Kur'aniye safhaları, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyeye taalluk eden ahvali ve nihayet Esma-i İlahiyeye mazhariyet ve âyinedarlık noktasındaki ekmeliyeti o kadar berrak, ulvi ve yüksektir ki; bizim gibi, daha doğrusu benim gibi, en geride bir talebesinin haddi değil, onu terennüm edebileyim; o bâlâ kamete bir suret çizeyim. Bunu tevazu için söylemiyorum; ruhen, kalben, aklen yaşadığım ve idrak ettiğim hakikatler müvacehesinde söylüyorum. Hazret-i Said'in şahsî hayatiyle, şahs-ı mânevisindeki son asırlara, zamana ve mekâna uzanan mahiyet-i ulviyesini birbirine karıştırmamak, veyahıt beşerî ahvali arkasında tezahür eden hizmet-i imaniyesine ve o hizmetin ilâ yevmi'l-kıyame devam ile âlemde meydana getirdiği büyük neticelere de atf-ı nazar etmek lâzım geliyor. Mu'cizât-ı Ahmediye Risalesinin bir nüktesinde bu mânâ etraflıca ve temsillerle izah edilmiştir ki; Resul-i Ekrem Efendimizde bu hakikat bütün haşmetiyle carîdir. Ve onun yolundan giden ve din-i mübîn-i İslâma hizmeti gaye edinen her kümmelinde dahi, cüz'î, küllî bir nasib vardır bundan...
"Evet es-sebebü kelfâil sırrınca 1400 yıldan beri ümmetinin umum hasenatına daima hissedar Resul-i Ekrem Efendimiz, her gün devamla sonsuz terakkiyata mazhardır. İşte bu mazhariyet, Fahr-i Alem Efendimizin yolunda ve izinde gidenlerde de bulunur.
"Evet Hazret-i Said, Bediüzzaman, Said-i Meşhur, Said Nursî, muazzez Üstad; Müceddid-i Ekber, son asıraların tercüman-ı hakikatı, iman muallimi, fedakâr ve vefakâr Üstad, bir İslâm fedâisi vs. gibi ulvi mânalarla yâd edilen bu zât-ı âlişanın da bu noktadan, cidden ve hakikaten tebrike değer, bakmaya layık güzel bir hayatı, nurlu, müşfik bir yüzü, bir vech-i bedii vardır...
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Ben sizin kalbinizi itham etmiyorum, aklınızı itham ediyorum"
"Bir tek Said olarak iftihar edilmeye şayeste gerçek ümmet-i Muhammedliği vardır. O yüce Peygambere ümmet oluşundaki iftiharı ve ihlasındaki sadakatı hakîmliği ve mazhariyet-i Nuru ve makesliği ve hâkimliği ve kumandanlığı vardır. Fakat bu câmi mazhariyet; yirminci asrın getirdiği şartları daha evvelinden görerek, ilim ve fenin gerçeklerini de bizatihi eline alarak, akl-ı selimi, ism-i Hakîme ittibaı davasına esas yaparak, zamanın ve şarların ister istemez kendisine tevdi ettiği bir mazhariyetidir. Ve Müslümanlar için, çok çeşitli haletler içinde, en muvafıkını ve isabetlisini gören kumandanlıktır. Evet Said Nursi, o ilmî ve manevî üstünlüğü ve mürşidliği içinde, aynı zamanda bir kumandandır. Bize çok zaman şiddetli ikazlar içinde, ´Ben sizin kalbinizi itham etmiyorum, aklınızı itham ediyorum´demesi bu mazhariyeti ve azim muhakemesi noktasındadır.
"1950'de ve sonra Isparta'da hizmetinde bulunduğumuzda, arada sırada, yani bir kaç ayda bir (ona resmi geçit derdik) bir hadise münasebetiyle o aziz, fedekâr Üstad, bize, bir ders vermek istediğinde za'aflarımızı veya ne yoldan aldanabileceğimizi bilir, ona göre zihnimizi bir yere çevirip kusurlarımızı bize arattırır tarzında ihtarda bulunurdu. İşte böyle bir ders esnasında bize, ´Şimdi yalnız azami ihlas, azami sadakat, azami fedakarlık kafi değildir. Bu şeytan gibi adamların karşısında çok dikkatli olmak lâzımdır´diye ihtarda bulunmuştu.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Dünya İslâmı arıyor"
"Bütün bunlar, ders-i imaniye, neşr-i Nuriye ve hizmetteki düstur ve tavsiyeler, bu zamanda ve içinde bulunduğumuz şartlar müvacehesinde, muvaffakiyete götürücü hususlardır. Bu itibarla Said Nursi, hem bir allâme-i asır, hem bir mürşid-i ekmel, hem bir kahraman-ı İslâm, hem de bir kumandan-ı manevidir. Bir nebzecik ifademizle temas ettiğimiz bu gerçek için hem Hazret-i Said'in Nur Risalelerini, kendi yerinde ebedî üstâd olduğuna dair vasiyeti için diyebiliriz ki:
"Dünya islâmı arıyor. Bu günkü insanlık Nur-u Kur'ân'ı arıyor. Ve dünya Said Nursî'yi bekliyor. Ve Said Nursî'den yirminci ve yirmi birinci asrın ihtiyacını dinlemek ve çaresini de bilmek istiyor.
"Hülasa: Said Nursî'den, derdine devasını bekliyor.
"Hz. Üstad bu mânâyı defaatle şöyle hülasa ediyordu: ´Risale-i Nur, Kur'ân-ı Hakîmin bu asrın fehmine bir dersidir...
"Çok kısa hülasa ile nazara arzettiğimiz bu nokta, yani bugünkü nesiller, bu zamanın insanlığı, bütün dünya Said Nursî'yi arıyor dediğimiz hakikat; hakikat-ı Kur'âniye ve imaniyenin bu asırda tezahürü ve asrın idrakine İslâmiyeti sunan bir Kur'ân tefsiridir. Yani Risale-i Nuru arıyor demek istiyoruz.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Bu asır ilim ve fen asrıdır"
"Evet, bu nokta çok mühimdir. Kur'ân-ı Hakimin bu asrın fehmine bir dersi olan Risale-i Nur'a, bu mazhariyeti için bakıldığından; onu bu zamanda, her halükârda, bütün dünyaya neşretmek, yaymak, bir vazife olarak karşımıza çıkıyor. Ders, konferans, seminer, sohbet her ne olursa olsun, bu asırda Risale-i Nur'da tecelli eden hakikat-ı Kur'âniyeye sarılmak İslâmi bir vazife oluyor. Evet, bu hakikatın müteaddit vecihleri vardır. En mühim ve daimisi ise Nur'larda defaatle vasiyet ettiği üzere ´Size bâkî bir Üstad bırakıyorum´ dediği Risale-i Nur'larla iştigal etmek, okumak ve dersini devam ettirmektir. Çünkü, ´Siz hangi Risaleyi alsanız benimle görüşmekten on defa ziyade, hem istifade eder, hem hakiki olarak benimle görüşmüş olursunuz´ demektedir.
"Said Nursî Hazretlerinin Kur'ân'dan ders alışı ve Risale-i Nur'un Al-i Beyt-i Nebevi'nin bu asırda nuranî bir tezahürü oluşu gibi, kudsi yönleriyle beraber, en ehemmiyetli aklî, ilmî ve mantıkî bir veçhi de; akıl ve fennin hükmettiği bu asırda, bütün dinî mesele ve hakikatları, delai-i akliye ve mantıkiye ile ispat etmesidir. Mesnevî-i Nuriye'nin başında bu hususiyeti şöyle izah eder:"Kırk elli sene evvel Eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için hakikatü'l-hakaika karşı ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarikat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünkü; akıl, fikri hikmet-i felsefiye ile bir derece yaralı idi; tedavi lâzımdı. Sonra; hem kalben, hem aklen hakikate giden bazı büyük ehl-i hakikatin arkasında gitmek istedi. Baktı, onların herbirinin ayrı câzibedar bir hassası var. Hangisinin arkasından gideceğini tahayyürde kaldı. İmam-ı Rabbanî de ona gaybî bir tarzda ´Tevhid-i kıble et´ demiş, yani: 'Yalnız bir üstadın arkasından git.´ O çok yaralı Eski Said'in kalbine geldi ki: ´Üstad-ı hakiki Kur'ân'dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur´diye, yalnız o üstad-ı kudsînin irşadiyle hem kalbi, hem ruhu, gayet garip bir tarzda sülûke başladılar. Nesf-i emmaresi de şükûk ve şübehâtiyle onu mânevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti. Gözü kapalı olarak değil; belki İmâm-ı Gazali (r.a.) Mevlâna Celâleddin (r.a.) ve İmam-ı Rabbanî (r.a.) gibi, kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrâkın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda, gözü açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Kur'ân'ın dersiyle, irşadiyle hakikate bir yol bulmuş, girmiş.´
"Mektubat'ta da: ´Ehli hakikatın bir kısmı nasıl ki ism-i Veduda mazhardırlar. Ve azami bir mertebede o ismin cilveleriyle, mevcudatın pencereleri ile Vacibü'l-Vücuda bakıyorlar... Öyle de: Şu hiç-ender hiç olan kardeşinize yalnız hizmet-i Kur'ân'a istihdamı hengâmında ve o hazine-i bînihayenin dellalı olduğu bir vakitte, ism-i Rahim ve ism-i Hakîm mazhariyetine medar bir vaziyet verilmiş. Bütün Sözler, o mazhariyetin cilveleridir. İnşaallah, o Sözler, (Kime hikmet vermişse, ona hayr-ı kesir verilmiştir) ayetinin sırrına mazhardırlar´ diyerek Hakîm ve Rahim ism-i şeriflerinin Risale-i Nur ile münasebetini beyan etmektedir.´
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Risale-i Nur, Kur'ân-ı Kerimin bu asrın fehmine bir dersidir"
"Hal böyle iken muasırlarından çoğu maalesef onu anlayamamışlardır. Lakin şimdi anlamaya başladılar. Yalnız bu anlayış, şimdi bizim irade ve ümidimizin ve zannımızın çok daha fevkinde cihan-şümûl bir mahiyet ile ortaya çıkıyor. 1970'li yılların sonunda Amerika'da toplanan İslâm Talebeleri Kongresinde, asrımızda İslâmi kalkındırma ve insanlığa top yekün İslâmı anlatabilmek; Müslümanlığın küre-i arzda yegâne hak din olarak benimsenebilmesi için hangi metodu ele alalım tarzında, sorulu- cevaplı izahlı bir toplantı yaptılar. Bunlar arasında Mevdudî modeli, Seyyid Kutup modeli, Hasanü'l-Bennâ ve Bediüzzaman modeli gibi modeller görüşüldü.
"Bunlar arasında Türkiye'de, İslâmın yeniden hayatlanmasında büyük rolü olan Bediüzzaman modeli de görüşüldü. Evet, Hz. Üstadın tabiri ile ´Risale-i Nur, Kur'an-ı Kerîmin bu asrın fehmine bir dersidir´sözü hak olduğuna göre akl-ı selim sahibi asr-ı hazır ve gelen nesil, herhalde bundan uzak kalmayacak ve bu Nur'dan gözünü kapayamayacaktır. Mutlaka Hıristiyanlık âlemi, hurafattan sıyrılıp hak dine yönelecektir, İnşaallah.
"Sönsün diye üflenirken bilakis parlayan ve gittikçe yayılan ve âfakı kaplayan Nur...
"Kur'ân'ın nuru, imanın nuru ve Hazret-i Fahr-i Âlem Muhammed'in (a.s.m.) Nuru... Dünyanın nihayetine kadar haşmetiyle yanan, insanlığı zulmetten aydınlığa çıkaran Allah'ın Nuru... Ezeli ve ebedi bir Nur-u İlahî...
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Henüz Köy Enstitüsünden yeni mezun olmuştum"
"Biz o Nur'un, o İlâhî ve Kur'anî Nur'un, hayat-ı maneviye bahşeden feyiziyle tecellisine ilk önce 1946 yılında nail olduk. Henüz Kastamonu Gölkök Enstitüsünden yeni mezun olmuş, kendi köyümde muallimlik vazifesine almıştım. Gerçi okul sıralarında iken 1942 yılında,'Kastamonu'da bir hoca varmış, Cennet, Cehennemi görerek kitap yazıyormuş...' diye okul arkadaşlarıma söylediğimi hatırlıyorum.
"1944 senesinde mezuniyetten bir sene önce stajyer olarak Kastamonu'nun Oğul köyünde bir ay kalmıştım. Oranın muallimi Şevket Bey (merhum) 23 Nisan tatili için Kastamonu'ya gelirken yolda mütemadiyen Hz. Üstaddan, büyük bir hocadan bahsediyor, uğradığı zulümleri bana anlatıyordu. Demek Rahmet-i İlahiye bu suretle ruhumuzda ilk tohumlarını ekiyordu. Mezuniyetten sonra Eflânili muhterem Ahmet Fuat Efendi (emekli muallim) ve Safranbolu'da mukim esnaftan muhterem Mustafa Osman ve Hıfzı Bayram ve Kastamonuda ziyaret ettiğim Mehmet Fevzi Efendiler benim ilk ağabeylerim, Nur yolunda öncülerim, uzun yıllar ve daima da istifade ve istifaze ettiğim büyüklerim olarak Rahmanü'r-Rahim'in rahmetine nâiliyetime vesile oldular. Allah onlardan razı olsun.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Üstaddan gelen mektuplar"
"Haret-i Üstaddan ve Nur talebelerinden mektuplar, lahika olarak her tarafa neşroluyordu.
"Lahikalar, evvelâ, yeni yazı ile geldi. Sonra hatt-ı Kur'ânî kısa zamanda lillahilhamd öğrendikten sonra eskimez harfle gönderilmeye başlandı. Sonra biz Hazret-i Üstadı ziyaret edip de Afyon Hapsine girinceye kadar bu lahikalar devam etti. Mustafa Osman Ağabey gönderdiği. Onlara da Isparta'dan gelirmiş. Böylece bizi beslemeye, gıdamızı tam zamanında yetiştirmeye ihtimam gösterdiler.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"En büyük emelimiz Nur talebesi olabilmekti"
"Lahika mektupları, bize, Anadoluda kurulan ve etrafa Nurlu mahsüller dağıtan manevi bir fabrikanın varlığını bildiriyordu. Görseniz ne kadar seviniyorduk. Âlemimiz genişliyordu. Hiç itiraz konusu gelmeden Üstadımızdan ve talebelerinden gelenleri, yazılanları kabul ediyorduk. Sanki onları hep içiyor, içiyor, susluğumuzu gidermeye çalışıyorduk. O günlerde en büyük emelimiz Nur talebesi olabilmekti. Nur dairesine girebilmeyi, ebedi kurtuluşa giden bir gemiye binmek gibi, necat ve kurtuluş vesilesi telâkki ediyorduk. Ruhumuz öyle hissediyordu. Bu lahikalarda o muazzez Nur Üstad, ´Seni de Nur talebesi kabul ettim´ dese, ben de o camiaya dahil olsam, diye büyük iştiyak ve arzu, ruhumuzda çağlıyordu. Hz. Üstadın bahsi, teveccühü ve yâdı, bizim için rahmet-i İlahiyenin bir in'ikasıdır biliyorduk. Filvaki bütün bunlarda şüphe yoktu. Zaman ve hadiseler, bunu ispat etti. Ekilen Nur tohumları, kısa zamanda kesretli sümbüller verdi, çiçekler açtılar. Biz de Hasan Feyzi (r.a.) gibi,
"Bir zerrecik olsun bulayım der de ararken,
"Düştüm yine derya gibi bir Nur'a bugün ben' demek isteriz... Ama daima Cenab-ı Hakkın rahmetini dileyerek, yalvararak... Çünkü, bütün hayırlar, iyilikler daima O yüce Rahman ve Rahîmdendir.
"Validemin, çocukluğumda okuduğu Envarü'l-Âşıkîn gibi kitaplardan, son asırda gelecek ve dine büyük hizmet edecek ve Deccala karşı savaşacak, muzaffer olacak bir büyük hakikatın ve manânın hükmettiği bir zamanda yaşadığımızı ve Deccalizmin, komünizm gibi dinsizlik ceryanları olduğunu, bu Nur-u Kur'an'ın da ona mukabele eden bir hidayet rehberi olduğunu idrak ediyordum.
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Isparta'da Nur kahramanlarını görmek istiyorum"
"Birgün Safranbolu'da Köprülü Camiinin yanındaki odada, Mustafa Osman Ağabeyimizin Nur'lardan okuduğu, ´Risale-i Nur, sönmez ve söndürülemez. Bir âlem-i manâda İmam-ı Ali'nin (r.a.) ilminde sordum´cümlesini dinlerken ve aynı günlerde Hasan Feyzi'nin, ´Ey Risale-i Nur!´diye başlayan uzun mektubunu dinlerken, beklenilen zat-ı Nuranînin Hazret-i Üstad olduğu, içimde hep canlanıyordu. Aynı sene Emirdağ'da Hazret-i Üstadı ziyaretimi müteakip Isparta'ya gitmiştim. Hüsrev Ağabey ve diğer Nur kahramanlarını görmek istiyordum. Hüsrev Ağabeyin evinde Tahiri Ağabeyi de gördüm. Hüsrev ağabeyimiz, ´Kardeşim Sungur, 1400 seneden beri ehl-i imanın beklediği zat gelmiştir´ sözü , içimdeki manâyı teyid ediyordu. Hülasa 1946-1947 seneleri, benim Risale-i Nur'u görüp okumam, memleketi saran bir iman davasına aşina olmam ve ona talebeliği en büyük mertebe ve nailiyet telakki etmem, ezeli ve ebedi bir nura yönelmem ve nihayet 1947 Eylül'ünde Emirdağ'da Hazret-i Üstadı ziyaret etmem gibi mazhariyetlerim... Artık bundan sonraki görüp duyduklarımı ve anladıklarımı gayr-i insicam ile de olsa, arza bir nebze devam edeceğim
-
Cevap: Mustafa Sungur
"Türkiye'de Bediüzzaman namında bir Üstad var"
"1946'da Risale-i Nur'u yeni harf daktilo yazıları ile görüp okumamdan sonra, nahiyemiz halkına ilân ve ifadede bulunmaklığımız, bir hizmet, bir davet, bir neşir mânâsında idi... Ondaki büyük lezzet-i maneviyeyi hakkiyle yâd edemem. ´Türkiye'de Bediüzzaman namında bir Üstad var. Onun Risale-i Nuru var. Onları okumak veya yazmakta, büyük ecre nailiyet ve dine hizmet manası var´ gibi beyanlar, talebeler tarafından birbirini teşviken söylenir, ama, bunların gerçek ifadesini yaşayanlar bilir. Yazanlar ve okuyanlar bilir. Evet Risale-i Nur'a hizmet edenler, onu neşredenler, ona hizmetin hakkaniyetini, kalblerinin tâ derinliklerinde ve ruhlarında hissettiler. Emsalsiz fedakârlık gösterdiler.
"Fedakârlıkları anlamayanlar, bilmeyenler, yaşamayanlar, havsalayı şaşırtan bu fedakârlık ve kahramanlık örneklerinin temelinde, Nur şakirtlerinde dünyevi menfaatler ve şahsi garazlar aradılar. Başta Nur Üstad olarak, şakirlerin bu faaliyet ve hizmetleri, dünyevi garazların çok üstünde ulvi ve yüksek olduğunu bilmek istemediler, bilemediler. Ama şurası muhakkak ki; biz ücretimizi manevi yönden alıyorduk. Ruhen, kalben, sanki bir Nur âleminin içindeydik. Demek rahmet-i İlâhiye son asırların Hizmet-i Kur'aniyesinde öyle ulvi bir lezzet dercetmişti ki; her sıkıntıya mukabele ettiriyordu. Emirdağ'da birgün Zübeyir ve Ziya ile birlikte Dördüncü Şua olan Âyet-i Hasbiye risalesini okumuş ve büyük bir hazz-ı manevi almıştık. Sonra Üstadımız yanımıza geldi, tekrar okuttu ve;
"Ben zevk cihetini değil, meşakkat cihetini ihtiyar ettim. Fakat size müsade ediyorum. Çünkü şevkinize, gayretinize vesile oluyor." demişti. Sırası gelmişken bu hususta şunu da arz edeyim ki: Hz. Üstad bir gün neşeli ise, üç gün ıztıraplı ve hastalıklı idi. Bana kaç defa;
"Sungur! Bende on hastalık var. Birisi eğer sende olsa, yataktan kalkamazsın" demişti. Demek hastalıktaki ecr-i azimi düşünerek sabrediyordu. Biz bunu yakinen görüyorduk. Çok zaman da bizim için yaşıyor gibi idi. Hattâ bizim maddi yemekten doymamızdan, o da doyuyor gibi zevklenirdi. Çok aciptir, Hz. Üstad, bunu defaatle beyan ettiler. Bazen bir kısmını bize verirdi. Sanki bizim lezzetimizle lezzet alırdı. Nur neşriyatında, muhaberelerde bile Hz. Üstadımız, bizim ruhî arzu, iştiyak ve ümidimize iltifat gösterirdi. Sonra bendeniz anladım ki; gençlik namına, mektepliler namına, hizmet ve neşriyattaki şevkimiz; Hz. Üstadın son on yıllık yeni hizmet devresinin bir tezahürü idi. Ve külli bir ilânatın, yayılışın ifadesi idi.
"Kanaatim odur ki; gelen nesl-i atinin, bütün vatan sathında zuhura başlayan mübarek genç ruhların, istifade ve istifazasını hissediyordu. Bize herhalde onlar için iltifatta bulunuyordu.