Bediüzzaman Sempozyumu 1991
TAKDİM
Bediüzzaman Said Nursî, yüzyılımızın başından beri ülkenin ve dünyanın gündeminde bir yer işgal etmiş ve halen de etmekte olan müstesnâ bir şahsiyettir. Onun muâsırları olan ilim ve kalem ehlinin en meşhurları bugün tarihî bir muhtevâ içinde hatırlanırken, onun fikirleri ve eserleri, âdetâ yeni ortaya çıkmış gibi, ilk andaki tazeliğini korumaktadır. Aramızda doksan yıl ömür sürüp ayrıldıktan otuz sene sonra onu henüz keşfettiğimizi söylemek, herkes için değilse bile, bazı çevreler için mübâlâğa olmasa gerektir.
Bugün Ezher Üniversitesinin Tefsir Kürsüsü Başkanı Prof. Mahmud bin Şerif “Bediüzzaman’ın eserlerini tanımadan geçen kırk yılıma yanıyorum” derken, Hollandalı öğretim üyesi Dr. Landman ise Türk aydınlarının Risale-i Nur Külliyatını tanımayışı karşısında hayretten hayrete düştüğünü ifade ediyor. Bu arada çeşitli Batı ülkelerinde Bediüzzaman Said Nursî için enstitüler kuruluyor. Onun eserleri Amerika Birleşik Devletlerinden Pakistan’a, Nijerya’dan Sovyetler Birliğine kadar dünyanın dört bir yanında çeşitli dillerde yayınlanıyor ve hızla genişleyen okuyucu kitleleri kazanıyor. Hiçbir gün geçmiyor ki, dünya ülkelerinden birindeki bir yayın organında Risale-i Nur ve Müellifi Bediüzzaman Said Nursî hakkında yeni bir yazı çıkmış olmasın.
Türkiye, kendi malı olan Risale-i Nur’u tanımakta dünyanın gerisinde kaldığını yeni anlamaya başladı. Ancak bu geç anlayış, birtakım eksik veya hatâlı yorumları da zaman zaman beraberinde getirebiliyor. Bir yanda onu siyasî bir inkılâpçı olarak gören veya görmek isteyen dost ve düşmanlara, diğer yanda da onun ruhlarda ve gönüllerde meydana getirdiği inkılâbı pasiflik olarak telâkki edenlere baktığımızda, birbirine bu kadar zıt vasıfların bir insana nasıl yakıştırılabileceğine hayret etmemek elde değildir. Bu iki zıt kutup arasında daha bir seri yanlış ve eksik anlayışın yattığını tahmin etmek ise hiç zor olmayacaktır.
Bediüzzaman Said Nursî’nin bu kadar farklı şekilde anlaşılması, onun başka bir insanda rastlanamayacak kadar çok yönlü bir şahsiyete sahip olmasından ileri gelmektedir. Bazı mizaçlar bu yönlerden bir tanesini kendi mizâcına tâbi tutarak ön plâna çıkardığı ve diğer yönleri ihmal ettiği zaman, birbirinden bu kadar farklı şahsiyetler ortaya çıkabilmektedir. Onun şahsiyetindeki bu müstesnâ özelliğe, Tarihçe-i Hayat’ta şu sözlerle bir nebze temas edilmiştir:
“Bazan yüksek dağ başlarında, büyük kayalıklar arasında gezer, yalnız başına sessiz dolaşır. Bazan bağ ve bahçeleri, nebâtât ve hayvânâtı temâşâ ve tefekkür edip, sonra dönüp, şehre inip en büyük siyasî içtimâlarda, gayet beliğ ve mâkulâne hitâbeler, ahlâkî, edebî nutuklar irad edebilen cevval bir ruh hâletini taşırdı. Hürriyetten evvel ve sonra şarktaki hayatı ve İstanbul’daki feveranlı hayatı buna bir şâhittir.
“Bir yanda Şarkî Anadolu’da, aşiretler arasında seyahatle onlara ahlâkî ve îmânî dersler, öğütler verirken, diğer yanda Şam’da allâmelere siyaset-i İslâmiye noktasında en keskin ve isabetli görüş ve teşhislerle Müslümanların terakkî ve kemâlâtının esaslarını tesbit edip, üç yüz elli milyon [şimdi 1 milyardan fazla] Müslümanın saâdetinin fecr-i sâdıkını haber veriyordu. Hem, Meşrutiyet zamanında Meclis-i Meb’ûsâna hitâbesi ve gazetelerdeki makaleleriyle, Kur’ân’ın kudsî kanun-u esâsîsinin vaz ve tatbikinin millet-i İslâmiyeye iki cihan saâdetini kazandırıp hakikî kemâlât ve terakkiye medar olacağını haykırıyor ve bu efkârının Divan-ı Harb-i Örfîde de kahramanca müdafaasını yapıyordu. . . . Evet, Said Nursî, gayet câmi bir istidada mâlik bir zâttır. Cüz ile küllü, âfâkın en geniş dairesi ile enfüsî dairesini, meselâ zerre ile Samanyolunu beraberce dikkatle tetkik eder, onlardaki envâr-ı tevhidi görür, gösterir ve isbat eder. Bir yandan âlem-i İslâm ve insaniyete uzanan küllî hizmet-i îmâniye ile meşgul, bir yandan inzivâ hayatı geçirerek kalem-i Kudretin mektûbâtı olan fıtratın antika eserlerini, san’at-ı İlâhiyenin mucizelerini temâşâ ve tefekkür ile kitab-ı kâinatı mütâlâa eder ve böylece hergün bu müteaddit ulvî vazifeleri yaparak, mârifet-i İlâhiye ve huzurun nihâyetsiz ezvâk ve envârında terakki eder.”
Bediüzzaman’ın yanlış veya eksik anlaşılmasının bir diğer sebebi de, onun nev’i şahsına münhasır bir eserle ortaya çıkmasıdır. Benzeri olmayan bir eseri kendi tecrübeleri ve hissiyâtı içerisinde bir yere oturtmaya çalışanlar, onu anlamakta yetersiz kalmaya kendilerini mahkûm etmiş olurlar. Ne var ki, onun eserinin benzersizliği, gerçekte onu en kolay anlaşılır kılan ve gerçek değerini bir çırpıda ortaya çıkaran bir husustur. Onun eserlerini tanıdıktan sonra bir ömür boyu ellerinden düşürmeyen milyonlar bu hakikatin şâhitleridir. İslâmı ve îmânı tanımak için kütüphaneler dolusu eserleri büyük bir açlıkla okuduktan sonra Risale-i Nur’u tanıyan İngiliz ilim adamı Dr. Colin Turner’ın ilerideki sayfalarda da okuyacağınız şu kanaati ise, tek başına yeterli bir şâhit olarak aynı hakikati dile getirmektedir:
“Yıllar süren araştırma ve mukayeselerim sonunda şunu söyleyebilirim ki, kâinatı olduğu gibi gören, îman vâkıasını olduğu gibi aksettiren, Kur’ân’ı Peygamberimizin murad ettiği gibi tefsir eden, modern insana musallat olmuş son derece tehlikeli ve gerçek hastalıkları teşhis ederek çare sunan, kendi kendine yeterli ve şümullü yegâne İslâmî eser, Risale-i Nur’dur.”
Yine takip eden sayfalarında okuyacağınız gibi, İngiliz hanım yazar Mary Weld de Dr. Turner’ın kanaatini tasdik ediyor ve “İslâm dininin böylesine yanlış tanıtıldığı ve yanlış anlaşıldığı Batıya gerçekleri aktarabilmek için bundan daha uygun bir vasıta olamaz. İslâmı ve Kur’ân’ı Risale-i Nur vasıtasıyla tanıyan kimse, her ikisini de mutlaka sevecektir” diyor.
Bunlar ilk bakışta büyük iddiâlar gibi görünebilir. Fakat Risale-i Nur’un ilk telif edilmeye başladığı yıllardan itibaren onu tanıyan ilim ve fikir ehli, buna benzer sözlerle onu anlatagelmişlerdir. “Kendi kendine ölüp gider” düşüncesiyle kuş uçmaz, kervan geçmez Barla dağlarına sürülen Bediüzzaman orada eserlerini birer birer telif ettikçe, ona zekî ve anlayışlı bir muhâtap olarak talebe olan Hulûsi Yahyagil gibi âlim ve fâzıl bir zât, “Üstâdım, müsterih olunuz, bu Nurlar ayak altında kalamazlar. . . . O Hakîm-i Rahîm, size bu eseri yaptırtan o Nurları ayak altında bıraktırmaz” sözleriyle kalbindeki inancı dile getiriyor; bütün hayatı ilimle iç içe geçmiş Sabri Efendi gibi bir âlim de, Risale-i Nur’u tanıdıktan sonra geçen birtek gününe, geçmiş hayatının tamamının mukabil gelemeyeceğini ifade ediyordu-tıpkı bugün geçmiş kırk yılına yanan Ezher Üniversitesi profesörü gibi. Birbirinden bu kadar farklı çevrelere, zamanlara ve kıt’alara mensup insanların aynı kanaatte birleşmeleri ve aynı “büyük” iddiâyı ısrarla tekrarlayıp durmaları, Risale-i Nur Külliyatını baştan sona dikkatle incelemek için insaf ehlini tahrik edecek kâfi bir unsur olsa gerektir-hele bu eser kendi cemiyetimizden çıkmış ve “bizden biri” tarafından vücuda getirilmişse!
Öyleyse Bediüzzaman’ın eserlerini farklı kılan nedir?
Buna tek kelimeyle cevap verilebilir: Kur’ân.
Çünkü Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur’ân’a ve onu getiren Kâinat Efendisine yönelmiş, araya hiçbir perdenin girmesine meydan vermeksizin, onlardan aldığı ışığı aksettirmiştir. Dolayısıyla, insanları Risale-i Nur vasıtasıyla cezbeden ve bir pervane gibi kendisine çeken şeyin Kur’ân ve Resulullahın nûrundan başka birşey olmadığını açıkça ve rahatça söyleyebiliriz.
Resulullah Efendimiz (a.s.m.) elinde Kur’ân’la geldiği zaman, nereden gelip nereye gittiğini bilmeyen ve kendisini bütün sevdiklerinden ebediyen ayıracak bir yokluğa doğru adım adım yaklaşan insanlığa kâinatın ve insanlığın mânâsını öğretmiş, ona en büyük müjdeyi beraberinde getirmişti.
Bediüzzaman Said Nursî ise, elinde Risale-i Nur Külliyatı ile ortaya çıktığında, üzerine inkâr veya gaflet karanlığı çökmüş insanlığa, Âhirzaman Peygamberinin ne getirdiğini ve Kur’ân’ın niçin indirildiğini gösterdi. Ama ne kendisi girdi araya, ne de başkalarını soktu. Doğrudan Kur’ân’ı, doğrudan onu İndireni ve onu getireni gösterdi.
Bunu nasıl yaptığını anlatmak, bu dar sütunlara sığmaz. Bu, ancak Risale-i Nur Külliyatının baştan sona, satır satır ve tekrar tekrar okunmasıyla anlaşılabilecek birşeydir. Bununla beraber, herbiri kendi branşları açısından Risale-i Nur Külliyatını tetkik etmiş yerli ve yabancı çeşitli ilim adamlarını bir araya getiren ve basında geniş akisler uyandıran bir panel, Bediüzzaman Said Nursî ve eserlerinin ilmî ve ciddî bir şekilde ele alınıp anlaşılmasında, geç de olsa önemli bir adım teşkil etmiştir.
İlim ve kültür hayatımıza bugüne kadar verdiği müstesnâ hizmetleriyle tanınan İstanbul İlim ve Kültür Vakfı ile Yeni Nesil gazetesi tarafından 16 Mart 1991 günü İstanbul Hilton Oteli salonlarında tertip edilen bu panelde sunulan tebliğleri, takip eden sayfalarda bulacaksınız.
Yeni Asya Yayınları A.Ş.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1991
BEDİÜZZAMAN’IN CİHAD ANLAYIŞI, SİLAHLI MÜCADELE DEĞİLDİR
Vefatinin 30. Yilinda Bediüzzaman Said Nursî'nin Fikirleri
Ve İslâm Düşüncesindeki Yeri
16 Mart 1991, İstanbul
PROF. DR. ŞERİF MARDİN
Bildiğiniz üzere, Bediüzzaman Said Nursî’nin düşüncelerini, İslâmî düşünürler kesiminde en önde gelen fikir birikimlerinden biri sayıyorum. Öncelikle, Bediüzzaman’ın fikirleriyle birlikte gelen derin insan hürmetini görmemek mümkün değildir. Bazı kişilerin İslâma bağlılıklarını silâha sarılmakla gösterdikleri bir anda, özellikle bu niteliğin altını devamlı olarak çizmemiz yerinde olacaktır.
Ölüm korkusuna dayanarak yapılan İslâmî eylem bâtıldır. Yapanlar Allah önünde mes’uldür.
ABD’deki vizemin yenilenmemesi dolayısıyla bu sırada ülkede kalmak mecburiyetindeyim ve bundan dolayı toplantınıza çok istediğim halde katılamayacağım. Başarılı olacağından emin olduğum toplantınıza katılanlara sevgi ve saygılarımın ulaştırılmasını rica ederim.
Bediüzzaman’ın hayat hikâyesini, sosyolojiden ilham alan bir çerçeve içine yerleştirmeye çalıştığım günlerde, bir ara araştırmalarımı basmayı vaad etmiş bulunan Newyork Eyalet Üniversitesiyle anlaşma üzerinde konuşmamız gerekmişti. Eyalet Üniversitesi basımevini aradığımda kitabın ne gibi bir başlıkla neşredileceğini sormuşlardı. Konunun genişliğine işaret ederek, “Türkiye’de Din ve Sosyal Değişme” başlığını teklif ettim. Telefon hattının diğer ucundaki kişinin sanki yüz hatlarının değiştiğini görüyor gibiydim. “Başlığa Sufilikle ilgili bir şey ilâve edemez misiniz? Kitabın satış imkânlarını bu şekilde çoğaltabiliriz.”
Gerçekten birkaç yıldan beri ABD’de tasavvufa karşı geniş bir ilgi görülüyordu. Ciddî tavırların yanında bu ilgiyi körükleyen etkiler arasında bir “egzotizm”in, Doğunun rengârenk olarak kültürünü etkiliyordu. Çoğu zaman ilginin merkezi bu oluyordu. Aklıma birdenbire Bediüzzaman’ın yazılarından hatırladığım bir bölüm geldi: “Bir babanın oğluna nasihatları arasında, etrafında gördükleri arasında renkli balonların çekiciliğine aldanmamak.” Hemen teklifi reddettim.
Bu anıyı hem Bediüzzaman’ın düşüncelerini inceleyebileceğimiz, toparlayıcı, teksif edici bir nokta ve hem de Doğu-Batı ilişkileri bakımından önemli bulduğum için sunuyorum. Ayrıca sözlerimin tasavvufa karşı yönelmediğini, Bediüzzaman’ın da yazılarında derin tasavvufî kavramların izinin görüldüğünü belirtmek isterim. Anlatmak istediğim Bediüzzaman’ın dış görünüşle, “öz” arasındaki farka işaret eden sözleridir.
Bediüzzaman ciddî konular üzerine eğilen, ciddî bir insandır. Fakat bunun yanında sosyal değişimin beraberinde getirdiği sorunları derinlemesine, “balon”ların cazibesine kapılmadan ve sorunların özüne giderek inceleyen bir kişiydi. Bunu, üzerinde durduğu konuların çeşitliliğinde de görebiliriz. Toplum yapısı açısından bize anlattıklarını aslında iki seviye ya da eksende toplayabiliriz.
Said Nursî bir bakımdan toplum araştırmacılarının “mikro yapılar” başlığı altında inceledikleri hadiseler üzerinde durmuş, diğer taraftan da, daha geniş kapsamlı toplumsal süreçlerin etkilerini araştırmıştır. Özelliği, İslâmın her iki alanda ayrı işlevlerini, fonksiyonlarını anlaması olmuştur. Bu iki katlı yaklaşımı da Osmanlı İmparatorluğundan beri Türkiye’nin geçirdiği değişim açısından incelemiştir.
“Mikro yapılar” dediğim zaman aklıma gelen aile ilişkileri, mahalle içindeki insanların birbirleriyle olan bağları, topluluğu bürokratik bir makina olarak değil, fakat insan unsurunun önemli bir yeri olan bir toplumsal ilişkiler bütününü kastediyorum. Osmanlı kültürü, insanların ilişkilerini İslâmî bir çerçeve içine yerleştirmiş, insânî değerlerin ortaya çıkarılmasına yarayacak, kendine özgü kurumları yerleştirmiştir. Bediüzzaman’ın derin kaygılarının başında bu yapıların Osmanlı İmparatorluğunun Batılılaşması esnasında aldığı yaralar geliyordu. İlginç olan aile içindeki değişimin beraberinde getirdiği boşluk hissinin genellikle Türkiye’de düşünürlerce anlaşılması, fakat bunun İslâmî ögelerin zayıflamasına bağlanmamış olmasıydı.
Yaprak Dökümü Reşat Nuri Güntekin’in 1930’larda yazdığı ilginç edebî eser, sorunun anlaşıldığını gösterir. Fakat sorunun ne gibi bir boşluktan ileri geldiği yazarın ilgisini çekmemiştir.
Türkiye Cumhuriyetinin, toplumsal yapımızı pekiştirmek açısından önemli başarıları olduğunu inkâr etmek mümkün değildir. Fakat, Cumhuriyet “büyük” olarak niteleyebileceğimiz konular üzerinde durmuştur. Örneğin siyasî rejimin niteliği, milliyetçilik ilkesi, Türkiye’nin kalkınması gibi. Oysa insanları, insan yapan, yalnız büyük davalara katılmaları değildir. Çoğunluk için, “gündelik hayat” adını verebileceğimiz bir yaşam kesimi bu davalar kadar ciddî sorunlar yaratır. Ebeveynin çocuklarla ilişkisi, akrabalarla ilişkiler, kimlerin davranış modeli olarak seçileceği, dostluk bağlarının kurulmasına yardım edecek yerleşmiş âdetler, yardımlaşma ve dayanışmanın nasıl tertipleneceği. Cumhuriyet rejimi bu konuları ön plana almamıştır. Bundan dolayı gündelik ilişkileri çevreleyen İslâmî değerler, zımnen de olsa, günlük hayata hâkim olmuştur. Fakat en önemli sorun, yerleşmiş ilişkilerde değişen dünya ile değişme zaruretinin başgöstermiş olmasıdır. Yirminci yüzyıla girdiği andan itibaren okuryazar seviyesinin yükselmesi, daha çok kişinin topluluğa aktif olarak girmesi, girmeleriyle birlikte taleplerinin yükselmesi konuya bir kitle problemi olarak bakılmasını zorunlu kılmıştı.
Bediüzzaman’ın bize sunduğu hal çaresi, İslâmî inançların hem gündelik hayatla ilişkisi olduğunun anlaşılmasına ve hem de İslâmın bunu bir kitle problemi olarak çözülmesine elverişli olduğunun belirtilmesine bağlıdır. İslâmın değerleri, gündelik hayata bir düzenleme getirmekte, fakat aynı zamanda da insanları, modern geniş kitleleri birbirlerine bağlamayı sağlamaktadır. Bu bağ Bediüzzaman’ın namaz üzerindeki görüşlerinden birinde de ortaya çıkmaktadır. Said Nursî’ye göre namaz, yalnız insanların imanlarının ifadesi değil, aynı zamanda binlerce kişinin aynı yönelimi gerçekleştirmelerinin, bir birlik ve beraberliğin ifadesidir. İşte bu noktada Bediüzzaman toplum bilimcilerinin “mikro” olarak tavsif ettikleri kollektif birçok insanı bir birlik haline getiren yapılar hakkında önemli görüşlerle karşımıza çıkıyor.
Bediüzzaman’ın toplumla ilgili görüşlerinin bir kısmını gözlerimizin önüne böylece sermiş olabileceğimizi ümit ediyorum. Fakat bunun dışında İslâmî bir konumda Bediüzzaman’ın katkıları imanın niteliği ile de ilgilidir. Yüzyılımızda yapılması gereken çalışmalardan biri, Said Nursî’ye göre, şimdiye kadar İslâmın aslî mânâsında, “kendini teslim etme” şeklinde anlayanların, ilâveten İslâmı, “anlama”ları zenginliklerinden istifade etmeleridir. Bunu Bediüzzaman yazılarının bir çok yerinde ifade etmektedir. Bu görüş de zamanımız insanının dünyasını “izah”la anlamak isteyişinin bir ifadesidir. İslâmın özelliklerinden biri bu “izah”ın katı bir biçim almaması, her dindar insanın vereceği izahın, birçok yaklaşım arasında yaklaşımlardan biri olduğunu kabul etmesidir. Bu da müminler arasında konuşma, tartışma ve bir ortak görüşe varmak üzere “cehd” etmelerine bağlıdır. Birçok Batılının, bugünlerde “Cihad”ı silahlı bir mücadele olarak gördüğü bir ortamda, sanırım ki, Bediüzzaman’ın “cihad” anlayışını bu şekilde aktarmam yanlış olmayacaktır.
Bediüzzaman’ın bütün bu katkılarından, İslâmî ilimleri, gerçek bir insanî yükselme ilmi olarak gördüğü ve bize bu birikimi sunduğu sonucuna varıyorum. Beni baştan itibaren, Bediüzzaman’ın fikirlerini toplumsal ve insanî açıdan yeni, kendine has ve üzerinde mutlaka durulması gereken bir küme olarak takdim eden Cemil Meriç’in yanılmadığını, kendisine olan mânevî borcumu burada bir daha ifade etmek isterim.
____________________
Prof. Dr. Şerif MARDİN
1927'de İstanbul'da doğdu. 1948'de ABD'nin California eyaletindeki Stanford Üniversitesini bitirdi.
Siyasal Bilgiler Fakültesine asistan olarak girdi. Burada profesör oldu. Şimdi İdari Bilimler Fakültesinde dekan olduğu Boğaziçi Üniversitesine 1973'de geçti. Din ve İdeoloji, Jön Türkler, Japoncaya ve Türkçeye çevrilmiş eserleri ve yabancı dillerde yayınlanmış çok sayıda makalesi bulunmaktadır. Ebulula Mardin Hoca'nın yakın akrabasıdır. On yıldır mütefekkir Cemil Meriç'in tavsiyesi üzerine Bediüzzaman Said Nursî ve Nurculuk üzerinde sosyolojik çalışma ve araştırma yaparak bu eserini 1989 Aralık ayında Amerika'da yayınladı. Paris, Londra ve Amerika'da Said Nursî ve Nurculukla alâkalı konferanslar vermektedir. Londra'da yayınlanan Religious Organization and Religious Experience adlı dergide Bediüzzaman Said Nursî ve Bir Tavzifin Şekillenmesi başlıklı bir inceleme yazısı çıkmıştır.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1991
İNGİLTERE’NİN OSMANLI TÜRKİYESİ’NE YÖNELİK “PSİKOLOJİK SAVAŞI” VE SAİD NURSÎ, 1909-22
Vefatinin 30. Yilinda Bediüzzaman Said Nursî'nin Fikirleri
Ve İslâm Düşüncesindeki Yeri
16 Mart 1991, İstanbul
MİM KEMAL ÖKE 1
- I -
Uluslararası ilişkiler, özellikle Said Nursi’nin doğup yetiştiği dönemde Osmanlının “düvel-i muazzama” dediği Büyük Güçler arasında kıran kırana bir güç ve iktidar mücadelesine, sahne oluyor. Bu rekâbet sahnesindeki aktörlerinki bunların başında o dönemde Avrupa’nın sanayileşmiş ülkeleri olan İngiltere, Fransa ve Almanya geliyordu-dış politik amaçlarına ulaşmada başvurdukları yöntemlerden biri de, askerî ve iktisadî olanların dışında, “psikolojik savaş”tı.
Psikolojik savaş diyerek kasdımız, söz konusu devletlerin hedef ve çıkarlarının olduğu ülkede yürüttüğü propaganda ve eylemden örülü yoğun bir “beyin yıkama” terör faaliyetidir. Sivil halka veya sokaktaki adama yöneltilen bu harekâtta amaç; zihinleri bulandırarak, halkın kendi ülke idarecilerine karşı sadakatini kırmak, hattâ onları kendi yayılmacı veya işgâlci emelleri doğrultusunda birer eylemci hâline getirmektir.
Büyük Güçler arasında özellikle İngiltere’nin Osmanlı Devleti üzerinde bu harekâtı imparatorluğun son yüzyıl boyunca sistemli bir şekilde uyguladığı gözlemlenir. Osmanlı, bilindiği gibi XX. yüzyılda dahi hâlâ Rumelide bir kanadı bulunan bir yakın ve Ortadoğu devletidir. Ortadoğunun iktisadî, siyasî ve stratejik açıdan önemi Osmanlı Türkiyesinin uluslararası ilişkilerde emperyalist bir siyaset izleyen Birleşik Krallığın ilgi ve nüfûz sahası olmasına sebep olacaktır. XIX. yüzyılın üçüncü çeyreğine kadar Hind sömürgesine ulaşım yollarını denetim altında tutma pahasına Osmanlı Devletine, Çarlık Rusyasının yayılmacı tatbikatına karşı destek veren Londra, bu tarihten sonra uluslararası ilişkilerde Petersburg’a yakınlaşma uğruna “Hasta Adam” denilen Osmanlı İmparatorluğunun bölüşülmesine göz yumar bir hâle gelmiştir. Dahası, Ortadoğu, hâkimiyeti için ise yolun Osmanlı’nın yerine bu çokuluslu imparatorluğun bünyesinden kopan gayr-i müslim ve gayr-i Türk cemaatlerin, kendi himâyesinde devletçikler kurması olduğuna inanmıştır. İşte, bu politikadan hareketle Osmanlıya karşı ayrılıkçı hareketleri, II. Abdülhamid döneminde hem yetiştirmiş, hem de desteklemiştir.
Londra için amacına ulaştığını sandığı bir ortamda Jön Türkler’in 1908’de Meşrutiyeti geri getirmeleri, ya da Osmanlı’da parlamenterizmin yeniden devreye sokulması tatsız bir sürpriz olacaktı. Ya Osmanlı, bu hamle ile kendisini yenilerse? Azınlıkların ayrılıkçı emelleri Meşrutiyetin hürriyetci ortamında törpülenirse? Daha kötüsü, Türklerin bu tecrübesi başarılı olursa, kendi sömürgelerindeki Müslüman tebâ da aynı modeli ithâle kalkarsa, ne yaparlar; hakimiyetlerini nasıl muhafaza edebilirlerdi?
İşte, 1908 ile 1923 arası İngiltere’nin Osmanlı Türkiyesi üzerinde kesif bir psikolojik harekât uyguladıkları dönemdir. Bu dönemde Londra, bir çalışmamızda daha ayrıntılı bir şekilde vurguladığımız gibi azınlıklar üzerinde propaganda gayretlerinden, İttihat ve Terakki’yi devirmeye yönelik darbe teşebbüslerine ve ayrılıkçı isyanlarına kadar her türlü yıkıcı faaliyetin arkasında olacaktır.2
Bu tebliğde söz konusu bu emperyalist savaşa karşı “Bediüzzaman” Said Nursî’nin karşı gayretlerine temas edeceğiz.
- II -
Meşrutiyetin ilânından memnuniyetinin Selânik’te irticalen verdiği bir nutukta da altını çizen Said Nursî’nin bu tavrının ardında, siyasî düşünce olarak, istibdada karşı oluşu yatar. İstibdadı kategorik olarak ele alır, “tahakküm, muamele-i keyfiye, cebir” şeklinde nitelendirir. Said Nursî’ye göre, istibdat, “zulmün temelidir.” 3 Ama, Meşrutiyet, İslâmîdir: “Ruh-u meşrutiyet şeriattandır. Hayatı da ondandır. Fakat, ilcâ-yı zaruretle teferruat olabilir.”4 Burada teferruata girmiyoruz; ancak Mürsel’in de belirttiği gibi; hürriyet, adalet, şûra ile ferdin serbest iradesine ve millî hâkimiyet gibi temel esaslara dayanan meşrutiyet, ona göre, her türlü refah ve saadetin kaynağı olup, millî hâkimiyeti temin ve tesis vasıtasıdır.”5
Meşrutiyet’in ilânı, Güneydoğu Anadoluda da zihin karışıklığına sebep olabilirdi. İngiliz propagandası bölücü niteliği ile buraya sirâyet edebilirdi. İşte, bu ortamda Said Nursî Şarktaki aşiretlerin suallerine, cevap olarak şunları kaydeder:
Hürriyet ve meşrutiyeti takdir etmeyenleri tasvir ederken;
“Cehalet ağanın, inad efendinin, garaz beyin, intikam paşanın, taklid hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde insan milletinden menba-ı saadetimiz olan meşvereti inciten bir cem’iyettir” diyecektir.6
Yeni Hükûmetin hedefinin “uhuvvet-i imâniye sırrıyla üçyüz milyonu bir vücut eden ve nûrânî olan İslâmiyetin silsilesini takviye etmektir” şeklinde ortaya koyarak İttihad ve Terakki’nin “İttihâd-ı İslâm” siyasetine yöneleceğinin müjdesini veriyordu. Bu misyonu yürütecek Jön Türkler arasında İslamı yaşamayanların olduğuna dair aşairin kuşkusuna da katıldığını belirtiyordu. Ancak, “hamiyyet ayrı, iş ayrıdır” demekten de kendini alamıyordu. Aşiretlerin Jön Türklerin arasında masonların bulunduğuna dair beyanları üzerine Said Nursî, İttihad ve Terakki içinde derhal bir ayrıma dikkat çekmektedir:
“İstibdad, kendini ibka etmek için şu telkinatı vermiştir. Bazı laubalilik dahi, şu vehme kuvvet veriyor. Fakat emin olunuz ki, onların masonluğa girmeyen kısmının maksadları dine zarar değildir. Belki, milletin selametini te’min etmektir. Fakat, bazıları dine layık olmayan barid taassuba müfritane ilişiyorlar. Demek, hürriyete ve meşrutiyete hizmetleri sebkat eden veyahut kabul eyleyenleri Jön Türk tesmiye ediyorsunuz. İşte onların bir kısmı, İslamiyet fedaileridir. Bir kısmı da, selamet-i millet fedaileridir. Onların ukde-i hayatiyelerini teşkil eden, mason olmayan ekseri; ittihad ve terakkidir. Ve sizin şu aşairiniz kadar ulema ve meşayih, Jön Türkler meyanında mevcuttur. Vakıa onlarda bir takım edepsiz, çok sefih masonlar dahi bulunur; lâkin yüzde ondur. Yüzde doskanı sizin gibi mu’tekid müslimlerdir.”7
Bunu da şu vesile ile kaydetmek gerekir ki, Said Nursî’nin yukarıdaki ifadede “istibdat” diye nitelendirdiği evrensel, ya da emperyal istibdat, ya da İngiltere’dir. Burada, bundan önceki açıklamalarının ışığında Said Nursi’nin İngiliz propagandasının “Jön Türk-Mason-Siyonist işbirliği” teması ile ülkedeki bölücülük faaliyetlerine iltifat edilmemesi ikâzını yaptığını görüyoruz.8 Nitekim, ileride, harp yıllarında İngilizler, Siyonistleri bizzat destekleyen bir güç olarak bu propagandayı gerek Osmanlı’ya bağlı Arap Ortadoğusu’nda, gerek sömürgeleri Güney Asya’da işleyerek; cihad ilan etmiş Osmanlı’nın İslâm dünyasındaki manevi desteklerini kırmak isteyeceklerdir. Bu temanın 1916’da Türklere, İngiliz tahriki ve teşviki ile isyan eden Mekke Emiri Şerif Hüseyin’ce de bayrak edildiği hatırlanmalıdır. Hürriyeti gayr-i müslimlerin istismara kalkabilecekleri korkusu dile getirildiğinde ise asıl serbestliğin Müslümanları, “millet-i hâkime” haline getireceğini ya da başka bir deyişle Osmanlı Meşrutiyet rejiminde çoğunluk olan Müslüman ahalisinin sesini daha fazla duyurabileceği, kendi kaderine hâkim olabileceği ortamın sağlanabileceğini savunuyordu. Hattâ, böylece hürriyetin ülke aşırı boyutunun da Müslümanlara kazandıracaklarını şöyle ifâde ediyordu:
“Lâkin, yine biz ehl-i İslâm zararlı değiliz. Çünkü; içimizdeki Ermeniler üç milyon olmadığı gibi, gayr-i müslimler dahi on milyon yoktur. Halbuki bizim milletimiz ve ebedî kardeşlerimiz üçyüz milyondan ziyade iken, bunlar üç müthiş kayd-ı istibdad ile mukayyed olup, ecnebilerin istibdad-i manevilerinin taht-ı esaretlerinde ezilirler. İşte hürriyetimizin bir şubesi olan gayr-i müslimlerin hürriyeti, bizim umum milletimizin hürriyetinin rüşvetidir. Ve o müthiş istibdad-ı manevinin (haşiye) dafiidir. Ve o kayıtların anahtarıdır. Ve ecnebilerin, bizim düşümüze çöktürdükleri müdhiş istibdad-i manevinin rafi’idir. Evet, Osmanlıların hürriyeti; koca Asya tali’nin keşşafıdır. İslâmiyetin bahtının miftahıdır, İttihad-ı İslâm şu’runun temelidir.”9
- III -
31 Mart (1909) Olayı hareketli ortamında yatıştırıcı gayretleriyle dikkat çeken Said Nursî101910’da Van’a gider bir yıl sonra da Şam’a geçer. İngiltere’nin Osmanlının Arap eyaletlerinde yoğun Türk aleyhtarı bir propagandaya giriştiği dönemlerdir. İttihatçılar gibi ülkeyi İslâmî yapısından koparmaya ve “Türkleştirmeye” azimli Cengiz Han’vari putperest pozitivistlerin iktidara geldiği söylentileri, milliyetçilik ateşi zaten II. Abdülhamid’in saltanatı sırasında yakılmış yöre halkı arasında ciddî patlamalara yol açacak seviyeye ulaşmıştır. Bu ortamda Said Nursî, geniş bir ulema kitlesine Emevi Camiinde bir hutbe okur, onları aydınlatmaya çalışır.
Hutbesinde İslâm âleminin ilerlemesini tevkif eden “hastalıklara” temas eden Said Nursi, Araplara bu illetlerden birinin “Ehl-i imânı birbirine bağlayan nurani rabıtaları bilmemek olduğunu” hatırlatıyordu.11 Devamla, söz konusu dehşetli hastalıkların “Eczahane-i Kur’aniye”den aldığı dersle tedavi edileceğini vurguluyordu. Ona göre, Müslümanlar, “emellerini” kaybetmişlerdi. Oysa ki; “istikbâl yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak.. Ve hâkim, hakaik-ı Kur’âniye ve imâniye olacak” diyordu. Çünkü, Said Nursi, İslâmiyetin “hem manen hem maddeten terakki etmeye kabil ve mükemmel bir istidadı” olduğuna şehadet ediyordu.12 Aslında, hutbe Müslüman Arapları çalışmaya, barışçı hedeflere, refâh ve ilerlemeye, kısaca Meşrutiyetle zindeleşen Osmanlı geleceğine hizmete davetti. Avrupanın “zekâ tarlaları” dediği fikir adamları bile İslâm’in ilerideki muzafferiyetini görürken, Müslümanların bedbin olması nasıl izah edilebilirdi. Yeise düşmemek gerekiyordu:
“İnşâallah yine Araplar ye’si bırakıp İslâmiyet’in kahraman ordusu olan Türklerle hakiki bir tesanüd ve ittifak ile el ele verip Kur’an’ın bayrağını dünyanın her tarafından ilân edeceklerdir.”13
Demek ki, Said Nursî açıkça ifâde ediyor: “.. siyaset propagandası bazan yalana ziyade revac verdi” derken14 kastettiği İngiliz yıkıcı psikolojik harekâtı olsa gerektir.
Bakınız, şu beyan da aynı doğrultuda bir mesajdır:
“Ve Hilâfet-i Osmaniye ve Türk ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibariyle, o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kal’ası hükmünde Arab ve Türk hakiki iki kardeş, o kal’a-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar.”15
Said Nursi’ye göre Arapların “Meşrutiyet, Batı kurumlarının ithalidir, Osmanlının İslâmî bünyesini rencide edecektir” yaygarası, İngilizlerin emperyalist amaçlarına kapılmak demektir. Çünkü, yukarıda da kaydettiğimiz gibi, Said Nursi açısından, “Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı meşveret-i şer’iyyedir.”16 Bu şura sistemi, “İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacaktır.17 Buradaki anti-emperyalist düşüncesinin hangi istibdadı parçalamayı kastettiği herhalde anlaşılmıştır.
Garpın esaret zincirini Osmanlının boynuna dolamaya ahdettiği bir sırada Türk ve Arap’ın sırt sırta vermesi ile bu oyun bozulabilecektir. Korunması gereken de budur; İslam’ın da bu birlikteliği sağlayan yapısıdır:
“Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamiyle mezcolmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hâle gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye en kuvvetli ve metin ve Arştan gelmiş bir zincir-i nuranîdır. Kırılmaz ve kopmaz bir urvetü’l-vüskadır. Tahrib edilmez, mağlub olmaz bir kudsi kal’adır.”18
Şahiner’in kaleme aldığı biyografiden bu hutbenin amacına ulaştığını öğreniyoruz.19
- IV -
Meşrutiyetin ilk yılları, Osmanlı için Rumelide özellikle sıkıntılı bir dönemdir. Bir yandan Bulgar-Yunan-Sırp ayrılıkçılığı, öte yandan Slav ve Germen yayılmacılığı, Türkleri Anadoluya “pılı pırtılarıyla sepetlemek üzere faaliyettedir. İngiltere de bu çabalara göz yummakta, hattâ, uluslararası dengeleri fazla bozmadığı ölçüde, gizlice desteklemektedir. Biz, o günlerde Said Nursî’yi Padişah Sultan Reşad’ın tebasını teskin etme gezisinde görürüz. Onun aklı Şarkdadır. Yabancı kaynaklı bölücülüğe karşı Güneydoğu Anadolu’da müsbet ve dinî ilimlerin iç içe bulunduğu bir “Medresetüzzehra” ile karşı konulabileceğine padişahı inandırmıştır. Bu projesinin temelleri atılmaz. Birinci Cihan Harbi başlamış ve İngiliz propangandası aleniyete dökülmüştür.
Yıl 1915. Said Nursi, Ağustos ayında ise vatan müdafaası uğruna Doğu Anadolu’dadır. Bilindiği gibi, harple birlikte Ermeni ihtilâlci komiteleri Doğu’da isyanlar çıkararak, Rus işgalinin ileri karakolları hâline gelmişlerdir. Ve, biz burada Said Nursi’yi Bitlis’in savunmasında “hocadan çok milis kumandanı” hüviyetiyle görürüz. “Keçe Külahlılar” işgale karşı kahramanca dövüşürler; ancak, bu Doğu Anadolu’nun düşman istilasına maruz kalmasını engelleyemez. Yaralı Bediüzzaman, Rus esiri olarak Sibirya’ya sürgün edilir. İki yıl sonra firar ederek Türkiye’ye döner. Yurda kavuşunca Dar-ül Hikmetül İslâmiye azalığına getirilen Said Nursi’yi mütareke döneminde Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti üyeleri arasında da görüyorsak da, amacının, bu dönemdeki bazı Kürtçü cemiyetler gibi ayrılıkçılık olmadığı, bilâkis merkezî idarenin çökmesiyle düşman istilâsına karşı mahallî bazda direnişlerin yegâne kurtuluş yolu açmak olduğu ve bu yolda da yerel halk arasında eğitim faaliyetinin kilit rolü oynayacağı inancının bulunduğunu, yine kendi ifâdelerine dayanarak varsayabiliriz. Nitekim, “Kürdistan teşkil etmek değil, Osmanlı İmparatorluğunu ihyâ edelim” ifadesi kayıtlardadır.20
Bu tesbiti, bir başka ifadeyle de delillendirelim:
“Allahû Zülcelâl Hazretleri, Kur’an-ı Kerimde, ‘öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah’ı severler, Allah da onları sever’ diye buyurmuştur. Ben de bu beyânı İlahî karşısında düşündüm, bu kavmin bin yıldan beri âlem-i İslâmın bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine dört yüz elli milyon hakiki Müslümanın kardeş bedeline, bir kaç akılsız kavmiyetçi kimsenin peşinden gitmem.”21
- V -
Mütereke dönemi, uluslararası gelişmelerin ışığında değerlendirildiğinde, o yıllarda İngilizlerin insafsız bir tarzda Osmanlıyı parçalama siyasetine karşı sömürgeleri olan Güney Asya Müslümanları arasında “Hilâfet Hareketi” adı altında Türklere daha iyi barış şartları tanınması yolunda bir başkaldırının doruğuna ulaştığı gözlemlenmektedir.22 Bu, açık bir ifâde ile emperyalizme karşı bir tür İslâm dayanışmasıdır ki, Said Nursî bu ortama iki çalışma ile katkıda bulunmuştur. Gizlice yayınladığı Hutuvat-ı Sittede İngiliz işgalini çok şiddetli lisânla kınamakta, İslâm âlemine seslenmektedir:
Bakınız İngiliz’e nasıl çatıyor:
“En ziyade hile ve fitne kuvvetiyle ayakta duran azametli kuvvetin bizi ye’se düşürmüyor. Evvela, hile ve fitne, perde altında kaldıkça tesir eder. Zahire çıkmakla iflâs eder, kuvveti söner. Perde öyle yırtılmış ki, senin yalan, hile, fitne; hezeyana, maskaralığa inkilâp edip akim kalıyor. Bu defaki Anadoluya karşı........ gibi.
“Saniyen:
“O kof kuvvetin yüzde doksanı sana karşı i’tilâf kabul etmez. Muhasım bir cereyan, atalete mahkum ediyor. Fazla kalan kuvvetinle dert ve dermanda müşterek olan alem-i İslâmı susturacak, depretmeyecek derecede eskisi gibi istibdat altında tutmaya ihtimâl versen, şeytan iken eşeğin eşeği olursun!
“Hey! Ekpekü’l-küpeka!... Köpekten tekepküp etmiş köpek!
“Salisen:
“Madem ki öldürüyorsun.. Ölmek iki suretlidir.
“Birinci Suret:” Senin ayağına düşmek, teslim olmak suretinde ruhumuzu, vicdanımızı ellerimizle öldürmek; cesedi de güyâ ruhumuza kısasen sana telef ettirmektir.
“İkinci Suret:” Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla, ruh ve kalbimiz sağ kalır. Ceset de şehid olur. Akide-i faziletimiz tahkir edilmez, İslâmiyetin izzetiyle istihza edilmez.
“Elhâsıl:
“İslamiyet muhabbeti, senin husumetini istilzam eder. Cebrail, şeytan ile barışamaz.”23
Yukarıda dercettiğimiz satırların yazarı, Milli Mücadelenin başlaması ile Anadolu hareketine de sahiplenir. Bilindiği gibi 11 Nisan 1920 tarihinde Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi, Kuva-yı Milliyenin ve Kurtuluş Savaşının aleyhinde sayılacak beş fetva vermiştir.
Bu fetvaya karşı harekete geçen 76 müftü, 36 ilim adamı ve 11 mebus bu fetvayı tesirsiz hale getiren mukabil fetvalar verdiler.
Bu fetvaya Bediüzzaman da karşı çıkmıştır. Şöyle diyordu:
“İşgal altındaki bir memlekette İngilizlerin emri ve tazyiki altında bulunan bir idarenin ve meşihatın fetvası mualleldir, mesmu olamaz. Düşman istilasına karşı harekete geçenler asi değillerdir, fetva geri alınmalıdır.”24
1922’de Said Nursî Ankara’dadır. İstasyonda karşılanır. Hüsnükabûl görür. Meclis kürsüsünden Anadolu gazilerini tebrik eder, başarıları için dua eder. Kısa bir süre sonra milletvekillerine hitâben bir beyanname hazırlayarak, Milli Mücadelenin İslâmî boyutunu vurgular. Ankara’dan Van’a geçerken, hayatının emeli, Şark Üniversitesinin teşkili için tahsisat vaadini almıştır. Said Nursi’nin bundan sonraki hayatı, “Yeni Said” evresi tebliğimizin dışında olduğu için, burada anlatımızı noktalıyoruz.
- VI -
Toparlayacak olursak, Said Nursi, kendi deyimiyle “Eski Said” devresinde meşrutiyet ve hürriyetin İslâmın vazgeçilmez icaplarından olduğu inancıyla İttihat ve Terakki’nin 1908’de ülke yönetimine geçişini memnuniyetle karşılamıştı. Ümidi oydu ki, onun gibi ulemadan pek çok kişinin yerinde saydığını, hattâ ülkeyi, giderek artan Batı emperyalizmi karşısında yeterince koruyamadığını düşündüğü Sultan Hamid idaresinin iktidarı genç, vatanperver ve hürriyetçi bir yönetime teslimi ile, İslâmın zinde potansiyeli işlerlik kazanacak ve böylece Osmanlı çöküşüne reçete olarak sunulan İslâmcılık reçetesi “Hasta Adamı” tedavi ederek, ayağa kaldıracaktır. Bu inançtan hareketle, Said Nursi kendini bir yandan halkın aydınlatılmasına, öte yandan ise İngiliz aleyhte propagandasının tesirsiz hale getirilmesine adadı. Gerektiğini hissettiği anda bilfiil Kafkas Cephelerinde silahlı bir aksiyon adamı olarak dövüştü. Söz konusu “irşad+cihad” faaliyetlerini Güneydoğudaki aşiretler, Ortadoğu’da Urban arasında Kürtçü ayrılıkcılığın alevlendiği Mütareke gayyasında da azimle sürdürdü. Emperyalizmin oyunlarına, “böl ve yönet” taktiklerine karşı Anadolu’da millî kimliğin henüz yeterince köklenmediği dönemde İslâm’ın birleştiriciliği ve onun ötesinde de kitleleri düşmana karşı hareketlendirici yönünden medet umdu, ona sarıldı.
Bu zorlu dönemin iktidar partisi İttihatçılarla işbirliğinin, herhangi bir itirazî kayda maruz kalmadığını söylemek de doğru değildir. Kendisine “Neden meşruti hükûmete ve dinsiz olmayan Jön Türklere mümkün olduğu kadar hüsn-ü zan ediyorsun?” diye soranlara; “Mümkün olduğu derecede su’-i zan ettiğin için... Eğer öyle ise zaten iyi yoksa, ta öyle olsunlar, yol gösteriyorum” diyerek cevap verdi.“Kıymetlerini takdir ile beraber, siyasi yanlarındaki şiddete muarızım” şeklinde de bu desteğini vasıflandırdı.25 Çünkü, İslâmcılık cerayanını fikir bazından uygulamaya, gerek iç, gerek ise dış siyasette İttihad ve Terakki’nin tercüme edebileceğini sanıyor ve ümid ediyordu. Ayrıca, dış düşmanların yegâne müstakil İslâm devleti olan Osmanlıyı yıkmaya azmettikleri bir ortamda “Ben tokadımı Antranik ile beraber Said Halim’e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir” diyerek hassasiyetini dile getiriyordu.26
İttihad ve Terakki’nin yönettiği Osmanlı İngilizlerin de içinde olduğu İtilâf Devletlerince Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda yıkıldı. Milli Mücadele ise başarılı oldu ve Türkiye Cumhuriyetini kurdu. Son söz olarak şunu vurgulamak isterim; eğer onca İngiliz propangandasına (ya da psikolojik savaşına) rağmen Osmanlı’da Arap ayaklanması sadece Şerif Hüseyin ve ailesine münhasır kalmış; Milli Mücadele’de Güneydoğu aşiretleri Kuva-yı Milliye’yi desteklemiş ve aynı dönemde Günay Asya Müslümanlarının düşman İngiltere nezdindeki baskı ve isyan tehditleri Londra’nın Türk siyasetinde Ankara lehine bazı sonuçlar vermişse, bu sürece katkıda bulunan manevi mimarlar arasında herhalde Said Nursi’yi de anmak ilmî ve vicdanî bir değerlendirme olacaktır.
____________________
1 . Prof. Dr. Mim Kemal ÖKE
İstanbul'da doğdu. Şişli Terakki Lisesinden sonra, İstanbul Amerikan Robert Kolejini bitirdi. İngiltere'de Cambridge'te iktisat ve tarih dallarında yüksek tahsilini 1977 yılında ikmal etti. Sussex (MA), Cambridge (M. Phil) ve İstanbul Üniversitelerinde ihtisas yaptı. 1979'da Birleşmiş Milletler Güvenlik Kuruluna bağlı Filistin Dairesinde çalıştı. Yurt dışındaki dergilerde muhtelif makaleleri ve yakınçağ Osmanlı tarihine ait kitapları vardır. 1984'de doçent, 1985'de TRT Kurumunda Türk Siyasal Tarihi dallarında genel müdür danışmanı oldu. Bu arada TRT'ye çeşitli tarihî diziler hazırladı. 1990'da profesörlüğe yükseldi. Halen Boğaziçi Üniversitesi'nde öğretim görevini devam ettirmekte, günlük bir gazetede tarihi makaleler yazmakta, çeşitli kültürel vakıflarda yönetim kurulu üyesi olarak hizmet vermekte, görsel medya türünde televizyon programı yapım çalışmalarına, fikrî ve tarihî araştırmalarına devam etmektedir. 10'un üzerinde Türkçe ve İngilizce olarak yayınlanmış eseri ve çok sayıda ilmî makalesi mevcuttur.
2. Mim Kemal ÖKE, Kutsal Topraklarda Siyonistler ve Masonlar (İstanbul, 1990)
3. Safa Mürsel, Siyasi Düşünce Tarihi Işığında Bediüzzaman Said Nursi (İstanbul, 1989), s. 120-121.
4 .Aynı eser, s. 22
5. Aynı eser, s. 47
6. Münazarat (Yeni baskı: İstanbul, 1977), s. 10.
7 Aynı eser. s. 33-34
8. Bu konu, ayrıntılı olarak Kutsal Topraklarda.. adlı eserimizde incelenmiştir.
9. Münazarat, s. 20-21.
10. Bkz. Divan-ı Harb-i Örfi (Yeni Baskı: İstanbul, 1978)
11. Hutbe-i Şamiye (Yeni Baskı: İstanbul, t.y.), s. 16-17.
12. Aynı eser, s. 18.
13. A. e., s. 39
14. A. e., s. 43.
15. A. e., s. 47.
16. A. e., s. 52.
17. A. e., s. 53
18. A. e., s. 57.
19. Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi (İstanbul, 8. baskı: 1990), s. 153.
20. Şahiner, a. g. e., s. 228.
21. Aynı eser, s. 229.
22. Daha geniş bilgi için, bkz Hilafet Hareketleri (Ankara, 1991).
23. Sahiner, a. g. e., s. 231.
24. Aynı eser. s. 250.
25. Münazarat, s. 79.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1991
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’NİN MEDENİYET GÖRÜŞÜ
Prof. Dr. İbrahim Canan
Medeniyet nedir?
Medeniyet nedir? diye bir soru ile mevzumuza girecek olursak, herkesin ittifak ettiği bir tarif bulamayız. Bu kelime, dilimiz
deki hümanizma, kültür, laiklik, teknik kelimeleri gibi tarifinde ihtilaf edilen kelime, daha doğrusu mefhûm ve kavramlardan biridir. Bu, sâdece bizim dilimizde mi böyle? Hayır! Sosyoloji ile ilgilenenler nezdinde mâlum olduğu üzere, bütün dünyada, bir kısım kelimelerin izafî değerleri vardır 2.
Asıl konumuz Bediüzzaman’ın medeniyet görüşü olması hasebiyle meselenin ilmî münakaşasına girmeyeceğiz. Ancak, Bediüzzaman’ın kitaplarında sıkça geçen bu kelimeyi hakkıyla kavrayabilmemiz için o kelimenin dilimizdeki farklı kullanışlarını bilmemiz gerekecektir. Zira bu kelimenin Bediüzzaman tarafından, dilimizdeki farklı mânâlarında aynen kullanıldığını görmekteyiz.
Nitekim Bediüzzaman’ın talebelerince hazırlanan ansiklopedik bir lügatte medeniyet kelimesi şöyle açıklanmıştır: “Medeniyet: Adaletseverlik, insanca iyi ve ferah yaşayış, şehirlilik, yaşayışta içtimâî münasebetlerde, ilim ve fen ve san’atta tekâmül etmiş cemiyetlerin hâli, İslâmiyetin emirlerine göre usûli dâiresinde yaşayış”3.
Bu tarifte medeniyet kelimesinin 19. asır Batısında hâkim bir mânâsının eksikliğini belirtmek isteriz. Zira bir Batılının belirttiği üzere, o devirlerde Avrupalılar, medeniyet deyince, sâdece en mükemmel ve ezelî kabul ettikleri Batı Medeniyetini kabûl etmekteler ve kelimeyi büyük harfle Medeniyet şeklinde yazmaktalar4. Bediüzzaman’ın kelimeyi bu mânâda kullandığı da vâkidir. Şu cümlede olduğu gibi: “Fısk çamuru ile mülevves olan medeniyet (yâni Batı medeniyeti) insanları da o çamur ile telvîs ediyor. Ezcümle riyâya şan ve şeref nâmını vermiş, insanları da o pis ahlâka sevkediyor”5.
Günümüzde, medeniyet kelimesi, ilim, teknik kültür kelimeleriyle de iltibas edilir. Kelimenin bu mânâlarda da kullanıldığı görülür. Bu durumda medeniyetten anlaşılması gereken mefhumu yakalamada zorluk çıkarır. Çünkü bir kısım âlimler san’at, felsefe, din, hukuk gibi manevî değer ve sistemleri medeniyet olarak algılarken, diğer bazıları teknoloji, istihsâl vâsıtaları gibi maddî unsurları medeniyet olarak telakki etmişlerdir. Asıl mevzumuzu teşkil eden Bediüzzaman’da medeniyet anlayışının ortaya konmasında bunların bilinmesi faydalıdır. Çünkü risâlelerde, onların yazıldığı tarihî şartlara, yazıda verilmek istenen asıl mesaja, yazılmasına vesîle olan ilk muhataplara göre kelimenin bu mânâlardan birinde kullanıldığını görmek mümkündür.
Medeniyet öncelikle mânevî değerlerdir
Bütün bu ihtilaflara rağmen, Alman sosyolog Max Veber’den bu yana medeniyet deyince, umumiyetle benimsenen anlayış onun mânevî, ruhî, ahlâkî bir şe’niyet olduğudur. Bir başka deyişle medeniyet, hayata, eşyaya, hâdisâta bakış tarzıdır, ferdlerdeki telakkiler dünyasıdır. İnsanların inançlarından, kanaatlerinden, ahlâkî görüşlerinden teşekkül eden manevî prensipler ve düsturlardır. Bir sosyoloğun ifâdesiyle, “müşterek bir düşünce ve ortak bir hayatın tezâhürü”dür6. İlim, çalışma, teknik, endüstri gibi maddî tezâhürler, bu manevî temelin sonucudur. Karl Marks’ın tam tersine bir anlayış.
Bediüzzaman’a göre medeniyet, mârifet, san’at ve ticâret sâhaları üzerine kurulursa da7 temel esaslarını mânevî değerler, bir kısım telakkîler, nokta-i nazarlar teşkîl eder. Nitekim, bunu, İslâm medeniyeti ile Batı medeniyeti arasında sıkça yer verdiği mukayeselerde görmekteyiz.
İslâm medeniyeti ile Batı medeniyetinin mukayesesi
Bediüzzaman’ın medeniyet telakkisinin özünü İslâmla Batı arasında yaptığı bir mukayesede açık olarak görürüz. O, bu mukayeseyi, eserlerinde tekrar tekrar ele alır. Bazen uzun, bazen kısa olarak; bazan nesir, bâzen nazım üslûbuyla işler. Buna göre, beşer dehasından çıkan felsefefeye dayanan Batı medeniyeti ile, Vahy-i İlâhî’den gelen İslâm medeniyeti, temel prensiplerde barışmaz, te’lîf olmaz, ortak tarafları bulunmaz şekilde ayrı ve farklıdır.
Ona göre, “medeniyet çarkını işleten” beş temel prensip vardır:
1. Nokta-i istinad
2. Hedef
3. Düstûr-u hayat
4. Cemâatlerin râbıtası
5. Semerâtı (gâyesi, elde ettiği netîceler).
Batı medeniyetinin:
1. Nokta-i istinadı: Kuvvettir.
2. Hedefi: Menfaattır.
3. Düstur-u hayatı: Cidaldir (mücâdele).
4. Cemaatlerin râbıtası: Unsuriyet, menfî milliyettir.
5. Semerâtı: Hevesât-ı nefsiyeyi tatmin, hâcât-ı beşeriyeyi tezyîd ve teshîldir (kolaylaştırmak).
“Halbuki, kuvvetin şe’ni tecâvüzdür. Menfaatin şe’ni her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidalin şe’ni çarpışmaktır. Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan tecâvüzdür. İşte bu hikmettendir ki, beşeriyetin saadeti selbolmuştur.
Amma, hikmet-I Kur'âniye ise:
"Nokta-i istinadı, kuvvete bedel hakkı kabûl eder."Gâye’de menfaate bedel, fazîlet ve rıza-yı İlâhîyi kabul eder."Hayatta düstûr-u cidâl yerine, düstûr-u teâvünü esas tutar. “Cemaatlerin râbıtalarında unsuriyet milliyet yerine râbıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî kabul eder.
“Gâyâtı, hevesât-ı nefsâniyenin tecâvüzâtına sed çekip, ruhu maâliyâta teşvîk ve hissiyât-ı ulviyesini tatmîn eder ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevkedip, insan eder.
“Hakkın şe’ni ittifaktır.
“Faziletin şe’ni tesânüddür.
“Düstur-u teâvünün şe’ni birbirinin imdanına yetişmektir.
“Dinin şe’ni uhuvvettir, incizabtır.
“Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni saadet-i dâreyndir.”8
“Felsefe ile Kur’ân’ın şahsî hayata verdikleri ahlâkî terbiyeyi şöyle anlatır:
“Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasîs şeye ibâdet eden bir firavun-u zelîldir. Her menfaatli şeyi kendine rab tanır. Hem o dinsiz şâkird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihâyet lezzeti kabûl eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların,-bir menfaat-i hasîse için- ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem dinsiz şâkird, cebbâr bir mağrurdur. Fakat, kalbinde nokta-i istinâd bulunmadığı için zâtında gâyet acz ile âciz bir cabbâr-ı hodfuruştur. Hem o şâkird menfaatperest hodendiştir ki, gâye-i himmeti nefs ve batnın ve fercin hevesâtını tatmin ve menfaat-ı şahsiyesini bazı menfaat-ı kavmiye içinde arayan dessas bir hodgamdır.”
“Amma hikmet-i Kur’ân’ın halis tilmizi ise bir abddir. Fakat âzam-ı mahlukâta da ibâdete tenezzül etmez. Hem cennet gibi âzam-ı menfaat olan bir şeyi gâye-i ibâdet kabul etmez bir abd-i azîzdir. Hem hakiki tilmizi mütevazidir. Selîm halîmdir. Fakat Fâtır’ının gayrına daire-i izni hâricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zaiftir. Fakr ve zaafını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerîm’i ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnidir ve Seyyid’inin nihâyetsiz kudretine istinad ettiği için kavidir. Hem yalnız livechillâh, rıza-yı İlâhî için, fazîleti için amel eder çalışır.
“İşte iki hikmetin verdiği terbiye iki tilmizin muvazenesiyle anlaşılır.”9
Medeniyet ahlakî esaslara oturmazsa: İnsana saadet getirecek olan medeniyetin mutlaka ahlâk ve hüda esaslarına oturtulması gereğinde Bediüzzaman ısrar eder. “Kalb-i insaniden hürmet ve merhamet çıksa akıl ve zekâvet o insanları gâyet dehşetli ve gaddâr canavarlar hükmüne geçirir, daha siyâsetle idâre edilmez” der10.
Batı medeniyeti beşerî dehaya, İslâm medeniyeti Hüdâ'ya dayanır
Bediüzzaman, iki medeniyeti mukayese ederken, bunların menşelerini de ele alır ve menşeleri yönüyle değerlendirmede bulunarak, biri “deha”ya dayanırken diğerinin “hüdâ”ya dayandığını, insana ve cemiyete bu temellerin çok farklı şekillerde yansıdığını belirtir. Bu temel farkların hâsıl ettiği sonuçlardan biri, ikisinin birleşme ve barışmasının imkânsızlığıdır. Böylece, Osmanlı aydınlarının bir kısmında ortaya çıkan İslâm-Batı sentezi şeklindeki düşünceye karşı çıkmış olur.
Deha ve hüda arasında yaptığı mukayeseyi şematize edecek olursak şöyle bir tabloya ulaşırız:
DEHA:
Dimağda işlerKalbi karıştırırNefse ve cisme bakarNefsi tarla ederNefsânî istidadlar gelişirRuhu hizmetçi yaparİnsanı şeytanlaştırırSadece dünya hayatını tanırMaddeperest dünyaperverdirSağır tabiata tapar
Zemîn’e küfran perdesi çeker bu sebeple deha kör ve sağır
Zemîndeki nimetler: Sahipsiz ganimet
Verdiği his: Minnetsiz gasb ve sirkat.
HÜDA:
Ruhu aydınlatırİstidadı sümbüllerTabiatı ışıklandırırRuhî istidadlar gelişirNefsi ve cismi hizmetçi yapar
Himmetli insanı melekleştirir
Saadet-i dâreyn verir
Allah’ın şuurlu san’atını hikmetli kudretini görür
San’at kudret sâhibi Allah’a tapar
Şükrân nurunu serper, bu sebeple hüdâ semi basir (görür işitir).
İlâhî nimet
Şükrân ile, ölçü ile istifade.
Batı medeniyetindeki güzellikler ve kaynakları
Bediüzzaman’a göre, Batı medeniyeti her unsuruyla baştan sona kötü demek değildir. Bilakis onun mehasin-i kesîresi vardır, inkâr edilemez. Ancak bunların kaynağı:
Ne nasraniyet malı,
Ne Avrupa icadı,
Ne de şu asrın san’atı.
Bilakis, umumun malıdır:
Telahuk-u efkârdan (insanlığın tecrübe birikimi),
Semavî şeriatlerden,
Fıtrî ihtiyaçlardan,
Bilhassa İslâmiyetten, İslâmî inkılabtan neş’et etmiştir12.
Der ki: “Hıristiyanlığın malı olmayan medeniyeti ona maletmek ve İslâmiyetin düşmanı olan tedennîyi (geriliği) ona dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir13.
Avrupa medeniyetini toptan bir reddetme mevzubahis olmadığını, bu noktada yanlış anlaşılmaması gerektiğini Bediüzzaman zaman zaman belirtir. Bir uyarısı şöyle: “Yanlış anlaşılmasın Avrupa ikidir: Birisi İsevînin din-i hakîkîden ve İslâmiyetten aldığı feyz ile, hayat-ı içtimâîyeyi beşeriyeye nâfi san’atları ve adâlet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden Avrupa’ya hitabetmiyorum. Belki felsefe-i tabiiyyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehâsin zannederek beşerî sefâhete ve dalâlete sevkeden bozulmuş ikinci Avrupaya hitap ediyorum”14.
Başka tenkidler
Bediüzzaman, Batı medeniyetinin dayandığı bu menfî esaslar sebebiyle insanlığa:
İsraf,
Fakirlik,
Tembellik,
Bencillik, gibi, kötü huylar getirerek, % 80 gibi kahir ekseriyeti şekâvete attığını söyler:
“Medeniyet-i hâzıra-i garbiyye semâvî kânun-u esâsilere muhalif olarak hareket ettiği için, seyyiâtı (kötülükleri), hasenâtına (iyiliklerine), hataları, zararları, fâidelerine râcih geldi. Medeniyetteki maksûd-u hakîki olan istirahât-ı umûmiye ve saadet-i hayât-ı dünyeviye bozuldu. İktisad, kanaat yerine, israf ve sefâhet ve sa’y ve hizmet yerine; tenbellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, bîçâre beşeri hem gayet fakîr, hem gayet tenbel eyledi.
Bedevîlikte beşer, üç dört şeye muhtaçtı. Şimdiki Garb medeniyet-i zâlimesi suiistimâlât ve isrâfât ve hevesâtı tehyîc ve havâic-i gayr-ı zaruriyeyi, havâic-i zaruriye yaparak medenî insanı yirmi şeye muhtaç etti”15. Böylece helal kazanç masrafa kâfi gelmez beşeriyet hîle ve haram yollara düşer.
Medeniyetten istifa
Bediüzzaman 31 Mart hâdisesi sırasında, medenîlik iddiasında bulunan kimselerde müşâhede ettiği ahlâksızlıklar karşısında duyduğu nefret üzerine medeniyetten istifasını verir ve Vilâyât-ı Şarkiyye’nin dağlarını İstanbul’a, bedeviyetini medeniyete tercîh ettiğini söyler:
“Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecâvüzle-re ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalatalara ve diyânette laübalicesine hareketlere müsaid bir zemîn ise, herkes şâhid olsun ki, o saadet saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahalli ağrâza bedel Vilâyât-ı Şarkiyye’nin, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira, bu mimsiz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbest-i kelam ve hüsni niyyet ve selâmet-i kalb Şarkî Anadolunun dağlarında tam mânâsıyla hükümfermadır...
Medeniyetten istifam sizi düşündürecek. Evet böyle istibdad ve sefahet ve zilletle memzuc medeniyete bedeviyeti tercîh ediyorum. Bu medeniyet, eşhâsı fakir ve sefih ve ahlaksız eder. Fakat hakiki medeniyet-i nev-i insanın terakkî ve tekâmülüne ve mahiyet-i neviyyesinin kuvveden fiile çıkmasına hizmet ettiğinden bu nokta-i nazardan medeniyeti istemek insaniyeti istemektir”16.
Bediüzzaman’ı medeniyetten istifaya sevkeden hususlardan biri, medeniyet, hürriyet yaftaları altında ortaya çıkıp, kendi görüşlerinden başkasına hakk-ı hayat tanımayan tutumları ve davranışlarıdır. Bu durumu bir başka pasajda şöyle dile getirir: “Müteassıblara hücûm eden Avrupa’nın kâselisleri (çanak tutucuları) her biri, yüz mutaassıb kadar meslek-i sakîminde müteassıbtır. Bunlardan birisi Şekspir medhinde ettiği ifratı, şâyet bir hoca, o ifratı Şeyh Geylânî (k.s.) medhinde etseydi tekfîr olunacaktı. Heyhat! Bunların neresinde millete muhabbet ve millet için hamiyet?”17.
Batının sonu
Bediüzzaman, tabiata aykırı esaslar üzerine oturan bugünkü Batı medeniyetinin yıkılacağı, buna bedel Asya medeniyetinin galebe çalacağı hususunda kesin kanaat sâhibidir. Bu hususu, pek çok fırsatlarda eserlerinde dile getirir:
“Avrupanın medeniyeti, fazilet ve hüda üstüne te’sis edilmediğinden, belki heves ve heva, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden şimdiye kadar, medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe edip, ihtilalci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medâr bir delil hükmündedir ve az vakitte galebe edecektir”18.
Bir diğer pasaj şöyle: “Nasraniyet ya intifa (sönme) veya istifâ (bâtıl, beşerî ilâvelerden temizlenme) ile terk-i silâh edecektir. Zira bir kaç defa yırtıldı, Protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı tevhîde yaklaştı. Tekrar yırtılmaya hazırlanıyor. Ya intifa bulup sönecek veyahut doğrudan doğruya hakikî Hıristiyanlığın esâsına câmi olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında görecektir. Beşer dinsiz olamaz. İşte bu sırr-ı azîme Peygamberimiz aleyhisselatu vesselam işaret etmiştir ki: “Hz. İsa gelecek, ümmetimden olacak, aynı şeriatimle amel edecektir”.
Bir diğer pasaj, insanlığın menfaatine ters düşen bu medeniyetin yıkılışının insanlığın uyanışının bir sonucu olacağına dikkat çekerek: “Şu medeniyet-i habîse-ki biz ondan yalnız zarar gördük ve nazar-ı şeriatte merdud (reddedilmiş) ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden maslahat-ı beşer fetvasıyla mensuh ve “intibâh-ı beşerle mahkûm-u inkırâz”, sefih, mütemerrid, gaddâr, mânen vahşi....”19.
Batı medeniyetinin iyi yönleri
Bediüzzaman, Batı medeniyetinin dayandığı esasları, belirtildiği gibi tenkid ederken, toptan reddetmez. Onun alınması gereken iyi taraflarının bulunduğunu da belirtir. Ona göre, Batı medeniyetinin iyi tarafları da var:
“Ecnebiyeden terakkiyât-ı medeniyete yardım edecek noktaları:-fünûn ve sanayi gibi-maalmemnuniye alacağız” der20. Bir başka sözü şöyle:
“Ve bu zamanda ila-yı kelimetullah maddeten terakkiye mütevakkıftır. Medeniyet-i hakikiyeye girmekle ilâ-yı kelimetullah edebiliriz”21.
Ancak, Batıdan alacaklarımızda dikkatli bir seçim yapmalı, kültürümüzü tahrib edecek noktalar almamalıyız: “Bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyiliklerdir. Medeniyetin günahları, seyyieleri (kötülükleri) değil”22.
Bu noktada Batılılaşmada tâkip edilen yolu tenkîd eder: “Ahmaklar, o seyyiatları, o sefahatleri mehâsin zannedip, taklid edip malımızı harab ettiler ve dini rüşvet verip dünyayı da kazanamadılar”23.
Japon modeli
Bediüzzaman, Batı medeniyetinden istifadede, son zamanlarda bir kısım resmî ağızlardan dile getirilmeye başlanan Japon modelinin takip edilmesini çoktan söylemiştir: “Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lazımdır ki onlar, Avrupa’dan mehâsin-i medeniyeti almakla beraber, her kavmin mabihilbekası (bekasını sağlayacak vesîlesi) olan âdât-ı milliyeyi muhâfaza ettiler. Bizim âdat-ı milliyemiz, İslâmiyette neşvü nema bulduğu için iki cihetle sarılmak lâzımdır”24.
İslâm Batı medeniyetini niçin benimsemez?
Müslümanların, Batı medeniyetini benimsemekte soğuk ve çekingen davrandığını belirten Bediüzzaman, bunun dikkat edilmesi gereken mânidar bir durum olduğunu söyler. Ona göre, esası, İlâhî nur olan İslâmın iki temel vasfı vardır:
1- İstiğna,
2- İstiklaliyet.
Yani, İslâm medeniyeti, bir başka medeniyete muhtaç değildir. Eksik tarafı yoktur. O müstakil olmalıdır. Müslüman vasfını koruduğu müddetçe istiklalini de koruyacaktır.
Bu noktada der ki: Batı medeniyeti, biri Roma diğeri Yunan olmak üzere iki farklı dehaya sâhiptir:
Biri hayalâlud bir deha,
Diğeri maddeperest bir deha.
Bunca zamanın geçmesine, Hıristiyanlığın çalışmasına, medeniyetin çabalamasına rağmen bu iki ruh kaynaşmadı, su içerisinde yağ gibi ayrı kaldılar.
İkiz kardeş olan bu iki deha asırları, çağları kaplayan müşterek bir medeniyete rağmen birleşip kaynaşmazsa gökten inen hidayetle yerden çıkan beşerî deha nasıl karışır, meczolur, birleşir?
Bediüzzaman’a göre, “şeriat faziletli medeniyet kaynağıdır. İslâm âlemi, Eflatun’un Medîne-i Fazılası olmaya layıktır25. Hem Kur’ân, herkese veya en azından ekseriyete saadet getiren medeniyeti kabul edebilir. Halbuki Batı medeniyeti sadece % 10’a muzahraf bir saadet getirmiştir. Geri kalan büyük kitlenin % 80’i fakir ve muhtaçtır, % 10 ise, zengin fakir arası bir durum arzetmektedir”26.
Teknik
Medeniyet deyince hatıra gelen bir diğer kavram tekniktir. Medeniyetle teknik o kadar iç içe ve sıkı ilgi içindedir ki, birçok durumlarda teknikle medeniyet karıştırılır. Bu sebeple medeniyetten bahsederken tekniğe de yer vermemiz gerekecek. Nitekim, Bediüzzaman’da teknik meselesi müstesna bir yer işgal eder.
Ona göre teknik, medeniyetin istinad ettiği mârifet (ilim), san’at ve ticaretten ibâret üç esasın27 san’at kısmını temsîl eder.
Teknik, insanın aczine ve ihtiyacına binaen Allah’ın bir lütfudur.
Bediüzzaman’a göre, Kur’ân-ı Kerîm’de peygamberlerin mucizelerinden bahsedilmekle, Müslümanlar o mucizelerin benzerlerini ilim ve san’at (yâni teknik) yoluyla elde etmeye teşvik edilmiş olmaktadır. Çünkü peygamberler, her hususta örnek alınacak uyulacak kimselerdir. Şöyle der: “Kur’ân-ı mucizu’l Beyân’ın en parlak âyetleri olan mucizât-ı enbiya âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil, belki onlar, maâni-yi irşâdiyeyi tazammun ediyorlar. Evet mucizât-ı enbiyâyı zikretmesiyle fen ve san’ât-ı beşeriyenin nihâyet hududunu çiziyor. En ileri gâyâtına parmak basıyor. En nihâyet hedeflerini tâyin ediyor: Beşerin eline dest-i teşviki vurup o gâyeye sevk ediyor”28.
Bediüzzaman’a göre, peygamberlerin mazhar olduğu mucizeler, insanlığın fende ulaşacağı hedefleri gösterir. Peygamberler böylece, sâdece mânevî kemali değil, maddî kemâli de temsil ederler. Bir cümlesi şöyle: “Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi, maddî kemâlatı ve hârikaları dahi en evvel, mucize eli, nev-i beşere hediye etmiştir.”
Bu temel düşünceden hareket eden Bediüzzaman, elektrik, tren, tayyâre, telgraf, televizyon, artezyen kuyuları, ateşte yanmayan madde (amyant), ışınlama, tıbta ölülerin diriltilmesi, cin ve şeytanların teshîr ve istihdamına kadar pekçok hârikaya Kur’ân’ın âyetlerinden örnekler verir. İnsanların ilim ve san’at yoluyla bunları elde etmeye teşvik edildiklerini söyler29.
Tekniğin Tehlikesi:
Bediüzzaman, tekniğin elde edilmesinin gerekli olduğunu belirtmekle birlikte bunun hayırda kullanılması gereğine dikkat çeker. Aksi takdirde, teknikten zarar görüleceğini belirtir. Nûr Âleminin Bir Anahtarı adlı risalesi başta, muhtelif vesilelerle diğer eserlerinde buna yer verir. Bu husustaki düşüncesi şöyledir:
1. Medeniyet-i hâzıranın hârikaları Allah’ın, insanlara verdiği, bir nimeti, bir lütfudur.
2. Öyleyse insanlık bu nimete şükretmelidir.
3. Bu teknik hârikalara şükür, onların insanlığın hayrına kullanılmasıyla olur.
4. İnsanlar, heva ve hevesleri, sefâhet ve eğlenceleri için kullanmaktadırlar.
5. Ceza olarak her teknik bir musibet getirmiştir ve getirecektir.
Gazete ve radyo ile ilgili misal de verir.
Gazete ile ilgili olarak şöyle der: “Şu medeniyet-i sefîhe, küre-i arzı bir tek şehir hükmüne getirip, ahâlisi birbiri ile tanışmakla her sabah ve akşam gazetelerle günahları ve malâyaniyâtı birbirlerine nakledip öğretmektedirler.”
Açıklamanın devamında, bu durumun, insanı, yırtılması çok zor kalın bir gaflet perdesiyle sardığını belirtir30.
Yeryüzünü “tek bir menzil” (ev) hükmüne getirdiğini belirttiği radyo ile ilgili olarak da şöyle der: “Elbette ve elbette beşer, bu pek büyük nimete karşı bir umumî şükür olarak, o radyoları, herşeyden evvel kelimât-ı tayyibe olan başta Kur’ân-ı Hakîm ve hakikatları ve imanın ve güzel ahlakların dersleri ve beşerin lüzumlu ve zaruri menfaatlarına dâir kelimâtlar olmalı ki o nimete şükür olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse, beşere zararlı düşer.
Evet beşer, hakîkata muhtaç olduğu gibi bâzı keyifli hevesâta da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesât beşte birisi olmalı. Yoksa havanın sırr-ı hikmetine münâfi olur.
Hem beşerin tenbelliğine ve sefahet ve lüzumlu vazîfelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip, beşere büyük bir nimet iken büyük bir nikmet olur. Beşere lazım olan sa’ye (çalışmaya) şevki kırar”.
Bediüzzaman bu risaleyi te’lîfi sırasında radyonun onda biri nisbetinde hayırlı programlara yer verdiğini bunun bir hata-yı beşerî olduğunu belirtir ve bahsi şöyle noktalar:
“İnşaallâh beşer, bu hatasını tamir edecek ve bütün zemîn yüzünü bir meclîs-i münevver, bir menzil-i âli ve bir mekteb-i imânî hükmüne geçirmeye vesîle olan bu radyo nimetine bir şükür olarak beşerin hayat-ı ebedîsine sarf edilecek olan kelimât-ı tayyibe beşte dördü olacak.”31
Batı nasıl terakki etti?
Bediüzzaman, Batının terakkisinde rol oynayan sebepleri de tahlîl eder. Bu hususta, Batıda ileri sürülen bir kısım nazariyelerin bir özetlemesi32 mahiyetinde olan kısa bir bahiste bu meseleyi tahlîl eder.
Batının nasıl kalkındığı meselesine niçin temas edeceğini şöyle açıklar: “Şu zamanın medenî engizisyonu, müthiş bir desîse ile bazı zihinleri telkîh ile bir kısım nâmeşru evladını vücûda getirip, İslamiyete karşı kinini ve intikam hissini icra eder. Diyânetsizliğe veya laübaliliğe veya Hıristiyanlığa meylettirmeye veya İslâmiyetten şüphe ile soğutmaya bir kapı açar.
İşte desîse şudur:
“Ey Müslüman bak! Nerede bir Müslim varsa nisbeten fakir, gâfil, bedevîdir. Nerede Hıristiyan varsa bir derece medenî, uyanık ve servet sâhibidir. Demek.. ilâ âhir.
Ben de derim ki:
“Ey Müslüman biri maddî, biri mânevî Avrupa rüçhanının (üstünlüğünün) iki sebebinin şu netîce-i müthişiyle o netîcenin te’sîr-i muharribânesine (tahrîb edici te’sirine) karşı mevcudiyetimizin hâmisi olan İslamiyetten elini gevşetme dört el ile sarıl, yoksa mahvolursun.
“Evet, biz aşağıya iniyoruz, onlar yukarıya çıkıyor. Bunun iki sebebi vardır. Biri maddî, biri mânevîdir.
“Birinci (maddî) sebep: “Umum Hıristiyanın kilisesi ve mâden-i hayatı olan Avrupa’nın vaziyet-i fıtriyesi (fizikî, coğrafî yapısı) dır. Zira dardır, güzeldir, demir mâdenidir, girintili çıkıntılıdır, deniz ve enhârı (nehirleri) bağırsaklarıdır, bâriddir (soğuktur).
“Evet, Avrupa, küre-i zeminin hamse âşarı (1/15’i) iken nev-i beşerin bir rub’unu (1/4’ünü) letafet-i fıtriyesi ile kendine çekmiş. Hikmeten sâbittir ki, efrad-ı kesîrenin içtimâı ihtiyâcâtı intaç eder. Görenek gibi çok esbab ile tekessür eden hâcât, zeminin kuvve-i nâbitesine (yetiştirdiği ürüne) sıkışmaz.
“İşte bu noktadan, ihtiyâç, san’ata ve merak ilme ve sıkıntı vesâit-i sefâhete hocalık edip talime başlarlar.
“Evet fikr-i san’at, meyl-i ma’rifet kesretten çıkar. Avrupa’nın darlığı ve deniz ve enhârı olan vesâit-i tabiiyye-i münâkale (tabiî ulaşım vâsıtaları) içinde dolaşması sebebiyle teârüf ticâreti, teâvün iştirâk-ı mesâîyi intâç ettikleri gibi, temas dahi telâhuk-u efkârı rekâbet de müsâbâkâtı tevlîd ederler ve bütün sanayiin mâderi olan demir mâdeni kesret ile içinde bulunduğundan o demir, medeniyetlerine öyle bir silâh-ı kuvvet vermiştir ki, dünyanın bütün enkaz-ı medeniyetlerini gasb ve gârat (yağma) edip gâyet ağır bastı, mizân-ı zemînin muvâzenesini bozdu.
“Hem de herşeyi geç almak, geç bırakmak şânından olan bürûdet-i mu’tedilâne (mutedil soğukluk) sa’ylerine sebât ve metânet verip, medeniyetlerini idâme etmiştir. Hem de ilme istinâd ile devletlerinin teşekkülü, mütekabil kuvvetlerinin tesâdümü, gaddârâne istibdatlarının izâcâtı, engizisyonâne taassublarının aksülamel yapan tazyikatı mütevâzi unsunlarının rekâbetle müsâbakatı, Avrupalıların istidâtlarını inkişâf ettirip mezâya ve fikr-i milliyeti uyandırdı.
“İkinci sebep: “Nokta-i istinâddır. Evet her bir Hıristiyan başını kaldırıp, müteselsil ve mütedâhil maksadların birine el atsa, arkasına bakar ki, istinad edecek kuvve-i mânevîsine dâima imdat edip hayat verecek gâyet kavî bir nokta-i istinad görür. Hattâ, en ağır ve en büyük işlere karşı, mübârezeye kendinde kuvvet bulur. İşte o nokta-i istinad her taraftan ellerini uzatan dindaşlarının uruk-u hayatına kuvvet vermeye ve İslamların en can alacak damarlarını kesmeye her vakit âmade ve dessâs medenî engizisyon taassubuyle maddiyunun dinsizliği ile yoğrulmuş ve medeniyetlerinin galebesi ile mest-i gurur olmuş bir müsellâh kütlenin kışlası veya büyük bir kilisesi olan Avrupa’nın medeniyetidir.
“Görülmüyor mu ki, en hürriyet perver maskesini takan İngiliz elini uzatıp arıyor, nerede Hıristiyan bulsa hayat veriyor. İşte Habeş, Sudan, işte Tayyâr Artuşi, işte Lübnan, Huran, işte Mal Sur ve Arnavut, işte Kürd ve Ermeni, Türk ve Rum ila âhir..
“Elhasıl, onları canlandıran emeldir ve bizi öldüren ye’sdir. Meşhurdur ki, biri demiş: “Eğer bir nokta-i istinad bulsam, küre-i zemîni yerinden oynatırım.” Bu faraziyede acaib bir nokta vardır. Demek bu küçücük insan, nokta-i istinad bulsa, küre gibi büyük işleri çevirebilir.
Ey ehl-i İslam! İşte küre-i zemîn gibi ağır ve âlem-i İslamiyete çökmüş olan mesâib (musibetler) ve devâhiye karşı nokta-i istinadımız, muhabbet ile ittihadı; mârifet ile imtizâc-ı efkârı, uhuvvet ile teâvünü emreden nokta-i İslamiyettir”.33
Müslümanların geri kalışlarının sebepleri
Bediüzzaman’a göre, Müslümanlar, hicrî ilk üç asırda mümtaz ve başı diktir. Beşinci asra kadar, mazhar-ı kemâldir. 5-12’nci asır arası hissiyatın galebe çaldığı devredir, duraklama ve gerilemeyi temsîl eder. 12’den sonra münevver efkâr, muzlim (karanlık) hissiyâta galebe çaldı. 1400’den sonra zafer dönemidir.34
Beşinci asırdan sonra ortaya çıkan gerilemelerin sebeplerini değişik fırsatlarda ele alan Bediüzzaman, niçin gerilediklerini, nasıl ilerleyebileceklerini, her seferinde farklı açılardan tahlîl eder. Hutbe-i Şâmiye adlı eserinde, bu mesele daha sistematik, daha geniş olarak tahlîl edimiştir. Şöyle der:
“Ben bu zaman ve zemînde, beşerin hayat-ı içtimâiye medresesinde ders aldım ve bildim ki, ecnebiler, Avrupalılar, terakkide istikbâle uçmalarıyla beraber, bizi maddî cihette kurûn-u vusta’da durduran ve tevkîf eden altı tâne hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:
Birincisi: Ye’sin, ümidsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.
İkincisi: Sıdk’ın hayat-ı içtimâîye-i siyasîde ölmesi.
Üçüncüsü: Adâvete muhabbet.
Dördüncüsü: Ehl-i îmanı birbirine bağlayan nuranî bağları bilmemek.
Beşincisi: Çeşit çeşit sâri (bulaşıcı) hastalıklar gibi intişar eden istibdad.
Altıncısı: Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek.
Terakkinin çâresi
Bu altı dehşetli hastalığın ilacını da bir tıp fakültesi hükmünde hayat-ı içtimâiyemizde eczâhâne-i Kur’âniye’den ders aldığım altı kelime ile beyan ediyorum. Muâcelenin (tedâvinin) esasları onları biliyorum.
Birinci kelime: el-Emel, yani rahmet-i İlâhiyeye kuvvetli ümit beslemek.
İkinci kelime: Ye’sin atılması.
Üçüncü kelime: Sıdkın içimizde ihyası.
Dördüncü kelime: Muhabbete en layık şey muhabbettir.
Beşinci kelime: Bir adamın bir günahı bir kalmıyor, bazen büyür, sirâyet eder bin olur. “Zarar vermiyoruz fakat menfaat vermeye iktidarımız yok, onun için mâzuruz” demeyin.
Beşinci kelime ile, hamiyeti (milleti düşünmeyi) tavsiye eden Bediüzzaman, hamiyetin millete karşı duyulacak “muhabbet“, “hürmet” ve “merhamet” duygularıyla ortaya çıkacağını belirtir35. “Bir adamın, der, kıymeti, himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başiyle küçük bir millettir”36.
Altıncı kelime: Müslümanların hayat-ı içtimâiye-i İslamiyedeki saadetlerinin anahtarı meşveret-i şeriyyedir37.
Bediüzzaman geri kalışımızın sebebini, bir başka vesîle ile Osmanlılar seviyesinde ele alır ve iki sebebe bağlar:
1. İstibdad,
2. Mürşid-i umûmî olan üç büyük şûbenin ihtilafı: Ehl-i mekteb, ehl-i medrese, ehl-i tekke38.
Bir başka tahlîle göre ise, dört sebepten dolayı geri kalmışız:
1. İslâma uymamamız.
2. Bâzı müdâhinlerin (yaltak, yağcıların) keyfemâyeşâ sûitefsirinden.
3. Zâhirperest âlimlerin, câhilâne taassublarından,
4. Talihsizlikten: Bununla, Batının hevâya uygun gelen kötülüklerini tercîh etmemizi kasteder39.
Ümid
Yukarıda sayılan hususlarla ilgili olarak kaydedilen açıklamaları buraya aktarmak uzun kaçar. Bu sebeple, sâdece başlıklara işâret etmekle yetiniyoruz. Bunlardan ümîd meselesi hepsinden fazla bir ehemmiyet taşıdığı için, ümîdle ilgili açıklamalarından bazısına yer vermeyi gerekli buluyoruz.
Bediüzzaman’a göre, gerileme ve felaketlerde en büyük pay ye’sindir. Yılanı görünce kapıldığı korku sebebiyle uçup kaçabileceğini, buna muktedir olduğunu düşünemeyecek hale gelen kuş gibi, me’yus kişi de mefluç olmuş demektir. Bu sebeple ona göre “yeis, mani-i her kemâldir.” Kurtuluşumuz ye’si atıp, içimizde yeniden ümidi canlandırmaya bağlıdır. Bu sebeple o, en ufak karîneleri ümîdi artıracak istikamette yoruma tâbi tutar, zafer vâdeder, galebe vâdeder. Çok kesin ifâdelerle her fırsatta, Müslümanların istikbalde maddeten hâkim olacaklarını söyler: “Ümîdvâr olun, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ İslâmın sadâsı olacaktır” der40.
“Yakinim var ki, istikbal semâvâtı ve zemîn-i Asya bahem olur teslîm yed-i beyza-yı İslâma”41.
“Yüz bu kadar sene geri kaldığımız, mesâfe-i terakki’den inşaâllah mucize-i peygamberi ile şömendifer-i kanun-u şer’iyye-i esâsiyeye amelen ve burak-ı meşveret-i şeriyyeye fikren bineceğiz ve bu vahşetengiz sahra-yı kebîri bir zaman-ı kasîr’de (az zamanda) tekemmül-ü mebâdi cihetiyle tayyetmekle beraber milel-i mütemeddine ile omuz omuza müsâbaka edeceğiz. Zira onlar, kah öküz arabasına binmişler yola gitmişler biz birden bire şömendifer ve balon gibi mebâdiye bineceğiz geçeceğiz”42.
“İnşâallah istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle, medeniyetin mehasini galebe edecek, zemîn yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de te’mîn edecek”43.
Bediüzzaman’ın istikbal hususundaki ümîdi ve iyimserliği karşısında: “İfrat ediyorsun, hayali hakikat gösteriyorsun, bizi de techîl ile tahkîr ediyorsun, zaman ahir zamandır, gittikçe daha fenalaşacak” diyenlere verdiği cevaptan birkaç cümle:
“Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da yalnız bizim için tedenni dünyası olsun, öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım, şu tarafa dönüyorum. Müstakbeldeki insanlarla konuşacağım.
“Ey üçyüz seneden sonraki (yani 1400’lü yıllar) yüksek asrın arkasında gizlenmiş, sâkitâne Nur’un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafiyyi gaybî bizi temâşa eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yusuflar, Ahmedler ve sâireler! Sizlere hitabediyorum. Başlarınızı kaldırınız: “Sadakte!” deyiniz ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muâsırlarım varsın beni dinlemesinler. Tarih denen mâzi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin için konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim. Sizler cennet âsa bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen Nûr tohumları zemininizde çiçek açacaktır.
“İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız, mezar sizi bekliyor, çekiliniz! Ta ki hakikat-ı İslâmiyeyi hakkıyla kainât üzerinde temevvücsâz edecek (dalgalandıracak) olan nesl-i cedit gelsin!”44.
Lemeat adlı eserinin te’lifi tamamlandığı zaman, gökte hilal ile yıldız yan yana gelir. Bunu görünce şu tefeülde bulunur: “İ’layı kelimetullah’ın bayrağı olan hilalyıldız teâli edecek (yücelecek) eski şevketini bulacak”45.
“Avrupa ve Amerika İslâmiyetle hâmiledir, günün birinde bir İslamî devlet doğuracak, nasıl Osmanlılar Avrupa ile hâmile olup bir Avrupa devleti doğurdu”46.
Bediüzzaman'ın ümidine yakîn veren delilleri
Bediüzzaman, istikbalde Müslümanların eski şevketlerine tekrar kavuşacağı, maddî ve manevî terakkiyatta öne geçeceklerine dâir ümîdi hususunda, muhataplarını ikna etmek için bir kısım deliller de zikreder. Bu delilleri, maddî ve manevî cihette olmak üzere ayrı ayrı ele alır:
1. Manevî cihetteki terakki için özetle şunu söyler: “İslâmiyet haktır. İnsan fıtratına uygundur. Hıristiyanlar kendi dinlerinde taassub gösterdikçe geri kalmalarına bedel, Müslümanlar dinlerine sarıldıkça terakki etmişlerdir. Avrupalılar dinden uzaklaştıkça terakki ettiği halde Müslümanlar, dinlerinden gevşedikçe gerilemişler, felâketlere duçar olmuşlardır. Bu İslâmın hakkâniyetini gösterdiği gibi, İslâmdan bürhanla delille ayrılan tek kişi olmadığı halde ecnebilerden İslâma giren, her devirde olagelmiştir.
İslâm, diğer dinler gibi mü’min olmak için aklın hükmünü terketmeyi talebetmez. Aksine hep akla hitabeder, düşünün, akla vurun der, aklınız yok mu? der.
Öyle ise, geçmişin taassub ve taklidinden kurtulacak olan ve fen ve aklı esas alacak olan geleceğin insanlığı, bürhan ve akla yer veren İslâmı benimseyecektir. Şöyle der:
“Başka dinlerin, bazı efradları gibi, ruhbanları taklid için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için, akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde elbette bürhan-ı akliye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbît ettiren Kur’ân hükmedecek”47.
Bediüzzaman’a göre, sekiz mâni geçmişte İslâmın dünyaca benimsenmesini önlemiştir:
1. Ecnebîlerin cehli,
2. Ecnebîlerin vahşetleri,
3. Ecnebîlerin dinlerindeki taassubları,
4. Papazların, ruhânî reislerin tahakkümleri,
5. Halkın, onları körü körüne taklidi,
6. Bizdeki istibdad,
7. Bizdeki kötü ahlâk,
8. Bâzı fennî bilgilerin İslâma muhalif zannedilmesi.
Bütün bu mâniler zaman içinde zâil olacaktır.
2. Maddî cihetteki terakki: İslâmın maddeten de istikbalde hükmedeceğini kesin olarak ifâde eden Bediüzzaman bu hususta da ikna verici deliller kaydeder. Ona göre, âlem-i İslâmın şahs-ı mânevîsinin kalbinde gâyet kuvvetli ve kırılmaz beş kuvvet içtima ve imtizaç edip yerleşmiş:
“Birinci kuvvet: Hakikat-ı İslâmiyettir. Bu hakikat, bütün kemâlatın, fenlerin geçmişte görüldüğü gibi, bir dünya medeniyetinin temelidir. Üçyüz yetmiş milyon insanı bir tek ferd gibi birleştirebilmiştir.
“İkinci kuvvet: Şiddetli ihtiyaç ve fakrımız. Bütün terakkilerin, fenlerin üstadı, ihtiyaç ve fakr’dır.
“Üçüncü kuvvet: Hürriyet-i şer’iyye. Bu, yüksek idealler verir ve onların gerçekleşmesinde rekabet ve yarışa sevkeder. Bir başka ifâde ile insaniyete layık, en yüksek kemâlata olan meyl ve arzu ile cihazlanmış olmak demektir.
“Döndüncü kuvvet: Şefkatle cihazlanmış şehâmet-i imâniyedir. Yani tezellül etmemek, haksızlara, zâlimlere zillet göstermemek, mazlumları da zelil etmemek.
“Beşinci kuvvet: İzzet-i İslâmiyedir ki, ila-yı kelimetullah’ı ilan ediyor ve bu zamanda ilayı kelimetullâh maddeten terakkiye mütevakkıftır.”
Bediüzzaman’a göre, “zaman hatt-ı müstakîm üzere hareket etmiyor ki mebde ve müntehası birbirinden uzaklaşsın, belki küre-i arzın hareketi gibi bir dâire içinde dönüyor. Bâzen terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazen tedenni içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi nev-i beşerin dahi bir sabahı bir baharı olacak inşâallah. Hakikat-ı İslâmiyenin güneşi ile sulh-u umûmî dairesinde hakîki medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhîyeden bekleyebilirsiniz”48.
Hürriyet ve meşveret
Bediüzzaman’a göre, Müslümanlığın kurtuluşu hürriyet ve meşverete bağlıdır. Hemen bütün eserlerinde, yeri geldikçe bunu tekrar eder. Mesela şöyle der: “Asya’nın bahtını, İslâmiyetin taliini açacak yalnız meşrûtiyet ve hürriyettir. Fakat, şeriat-ı garranın terbiyesinde kalmak şartıyla49. Ayrıca, onun sefâhet, lezâiz-i nâmeşrûa, israfât, tecâvüzât, hevây-ı nefse ittibada serbestiyet ile tefsîr ve buna göre amel edilmemesi gerektiğini açıklar50.
Bediüzzaman, görüldüğü üzere, mutlak hürriyeti değil, İslâmî ölçüler dâhilindeki hürriyeti tavsiye etmektedir. Ona göre bu faydalı hürriyete beş kapıdan girilebilir.
Birinci kapı: İttihad-ı kulûb, yani îman ve gönül birliği.
İkinci kapı: Muhabbet-i millî.
Üçüncü kapı: Maarif.
Dördüncü kapı: Sa’y-ı insanî.
Beşinci kapı: Terk-i sefâhet51.
Bediüzzaman’a göre, Anadolu ve Rumeli diyarlarında büyük dehalar bu hürriyet-i şer’iyye sâyesinde yetişip insanlığa hizmet sunabilecektir. Şöyle der: “Bu şer’î hürriyet, âdilâne yaşasa, fikr-i beşerin ağır zincirlerini paralamakla ve istidad-ı terakkiye karşı sedleri hercü merc ederek o küçük daireyi, dünya kadar tevsî edebilir (genişletebilir). Hatta benim gibi bir köylü âdi adam, Süreyya kadar ulvî olan idâre-i umûmîyi nazara alacak âmal ve müyûlâtın filizlerini orada bağlayacak ve her bir fiil ve tavrının orada bir ihtizaz ile zî-medhal bulunacağından himmeti Süreyya kadar teâli, ahlakı o derece tekemmül ve efkârı memâlik-i Osmaniye kadar tevessü edeceğinden Eflatunları ve İbn-i Sînaları ve Bismarkları ve Dekartları ve Teftazânîleri inşâallah geri bırakacak”52.
Bediüzzaman’a göre, gerçek şûra’da büyük bir güç var, tıpkı üç elif yan yana gelse 111 kuvvetinde olduğu gibi, üç ihlaslı kimse bir maksad etrafında dayanışmaya girdi mi yüz kişi gücüne ulaşır. On adam da bin adam gücüne yetişir53.
Ya demokrasi? Bediüzzaman, hürriyet-i meşrûa’dan, meşrûtiyet-i meşrûa’dan bahseder, meşvereti, âlem-i İslâm ve hatta Asya’nın bahtını açacak olan anahtar ilan edecek derecede ona ehemmiyet verdiği halde demokrasi kelimesini hiç kullanmaz. 1950’de iktidara geçen Adnan Menderes ve ekibini kastederek “Demokratlar” kelimesini kullandığı halde54 eserlerinde bir kerecik olsun demokrasi kelimesine yer vermez.
Bunun sebebini, bu kelime altında İslâm memleketlerinde işlenen tahribât ve hilelerle izah etmek mümkün olduğu gibi, onun daha önce belirttiğimiz medeniyet anlayışı ile izah etmek de mümkün ve hatta bu daha makuldur. Şöyle ki: O İslâm medeniyetini istiğna ve istiklaliyet vasıflarıyla muttasıf ilan etmişti. Bunun manâsı şudur: İslâm medeniyeti, hiçbir müessesesinde Batıya muhtaç değildir. Her müessesesi kendi orijinalitesine sahiptir. İslâmî meşveret ve İslamî hürriyet ile Batının demokrasi ve hürriyet anlayışı ayrı şey değildir. Demokrasi, meşverete benzer noktalar taşısa da ayrıldığı yerler var. Öyleyse niye onun tâlibi olunmalı ki? Bediüzzaman Batılı mefhum ve kavramları ifâde eden hümanizm, kültür, teknik gibi başka tabirleri de eserlerinde hiç kullanmamıştır.
Sonuç:
Bediüzzaman bir aksiyon adamıdır. Sıradan bir hoca, bir Osmanlı âlimi değildir. Ömrü hep mücâdelelerle geçmiştir. Yazmış, nutuk vermiş, harbetmiş, sürgünlere yollanmış, mahkemelere çıkmış, kısacası ölüm ânına kadar uzanan bir mücadele hayatı yaşamıştır.Ne için mücâdele etti, neyin kavgasını verdi?
Bunu tek kelimede cevaplayabiliriz: Medeniyet!
Onun bütün kavgası, medeniyet kavgası idi. İnsaniyete sulh-u umumiyi, saâdet-i dâreyni kazandıracak medeniyetin kavgası. O biliyordu ki, yeryüzünde bütün Müslümanların meselesi birdi, hepsi aynı şeyden kaynaklanıyordu: Her tarafta çekilen ızdırapların, sancıların sebebi, manâsı bir idi: Kurtarılması gereken İslâm medeniyeti.
Ona göre, Batı medeniyeti, bir kısım menfî esaslar üzerine oturmuştur. Bu sebeple insanlığın % 90’ına dünya saadeti bile kazandırmıyor, bu medeniyet yıkıma girmiştir. Yarının dünyası mutlaka İslâm medeniyetini benimseyecektir.
Sâdece Müslümanların değil, bütün insanlığın kurtuluşu vahdaniyet inancına, fazilete, ahlâka dayanan İslâm medeniyetinin ihyasına bağlıdır.
Müslümanlar, tarih boyu İslâmı yaşadıkları müddetçe terakki ettiler, üstün oldular.
Bütün gerilikleri ve ızdırapları, İslâmın hayatlarından çıkmış olmasından ileri gelmektedir.
Medeniyetimizin yeniden ihyası gerekmektedir. Bunu yaparken Batının ilim teknik gibi faziletlerini almalıyız, fakat hayat tarzlarını, sefahetlerini, ahlâksızlıklarını almamalıyız. Şöyle seslenir:
“Ey, bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Aya! Avrupanın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra hangi akıl ile onların sefâhet ve batıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklîd edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip, kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Agâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe hamiyet davâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibanız, milliyetinize karşı bir istihfaftır. Ve millete bir istihzadır!”55.
Dinleyicilerden gelen sorulardan birkaçına verilen cevaplar:
Soru 1: Konuşmanızda Bediüzzaman’ın kavgasından bahsettiniz. Bediüzzaman kimle kavga (mücâdele) etmiştir? Bu kavga bildiğimiz kavga mıdır? Ya nasıl kavgadır? Kavga (mücâdele) demenizden gaye nedir?
Cevap: Bediüzzaman, hayatının her safhasını İslâm medeniyetinin ihyası için yaşamıştır. Bu gaye yerine göre nutuk vermesini, makale yazmasını, cepheye koşmasını, eser te’lif etmesini gerektirmiştir. Onun bu hizmetini engellemek isteyenler onu hapse atmıştır, sürgüne yollamıştır, jandarma nezaretinde yaşamaya sevketmiştir. O cephede savaşırken İşârâtu’l-İcaz’ı te’lif etmiştir. Diğer eserleri çoğunlukla sürgün ve hapisleri sırasında en ağır şartlar altında te’lif edilmiştir. Demek ki her an mücâdele ile geçen bir hayat yaşamıştır. Mücadele ettiği düşman küfürdür, onun temsilcisi, taraftarı, hizbidir. Bu kavga silâh gerektirmez. Tıpkı Resulullah’ın haber verdiği büyük cihad, evdeki kavga gibi.
İslâm için yapılan bu çalışmalara cihad deyin, mücâdele deyin, kavga deyin, gayret deyin, hangi kelime ile ifâde ederseniz edin aynı şeyi söylemiş olursunuz.
Ancak kavga ve mücâdele deyince sokağa dökülmek, dağa çıkmak, polisle, jandarmayla çatışmak, gösteri yürüyüşleri yapmak, isyan etmek, başkaldırmak anlarsanız, Bediüzzaman böyle bir kavga yapmamıştır, tavsiye de etmemiştir. O, “Medenîlere galebe ikna iledir, vahşilere olduğu gibi zorla, icbarla değildir” der. Öyleyse onun kavgası maddî bir kavga değil, manevî bir kavgadır, imanî meselelere insanların aklen mantıken ikna gayretidir.
Soru 2: Nursî’nin İslâmiyeti çağdaşlaştırma ve dinde reform çabaları ne ölçüde başarılı olabilmiştir?
Cevap: Soruda yanlışlık var. Çünkü Bediüzzaman, dinde reform ve çağdaşlaşma peşinde olmamıştır. Reform, Batı ile ilgili bir tabirdir. Dinin siyasî hayattan atılması, dine kilisenin ilave ettiği esasların dinden çıkarılması demektir. Batıda reform hareketleri hep dinden kurtulmayı hedefler. Reform deyince dini bertaraf etme hatıra gelir.
Halbuki İslâmda tecdid kelimesi vardır. Hz. Peygamber her asırda müceddid geleceğini haber vermiştir. Hicrî ikinci asırda Ömer İbn-u Abdülaziz’le müceddidler başlar. Tecdid yenilemek demektir. Bu, dini hayattan çıkarmayı değil, dine sonradan giren bid’atleri dinden temizlemeyi gaye edinir. Tecdid asla dönüştür, yenilenmedir.
İslâm âleminde târih boyunca dış tesirden uzak olarak mahallî, yerli bir ihtiyaçla ortaya çıkan tecdid hareketlerinin hepsi, Batıdaki reform hareketlerinin zıddına, asla dönmeyi, zayıflayan İslamî, dinî hayatın kuvvetlendirilmesini taleb etmiştir. Batıda ise reformcular, bizdeki müceddidlerin aksine dinin hayattan çıkarılmasını istemişlerdir. Nitekim, bizde dine dönüldükçe siyasî, iktisadî ve hattâ askerî yönden üstünlük, terakkî ve zafere ulaşılmış, onlar da reform yaptıkça, dini hayatlarından çıkardıkça terakki etmişlerdir.
Bu, İslâm ile Hıristiyanlık arasındaki mühim farklardan ileri gelir. Hıristiyanlık aklı, ilmi reddeder, akla ilme ters düşen peşin naslar (dogma) koyar. Kilise, bir tahakküm müessesesidir. İslâm akla yer verir, ilme teşvik eder, istibdadı reddeder. İslâmda en üstün insan bilen insandır, âlimdir. Fakirler de İslâm tarafından korunmuştur.
Şu halde Bediüzzaman’ın İslâmda yapmak istediği tecdid’i reform kelimesiyle ifâde etmek son derece mahzurlu olur. Çağdaşlaştırma tabiri de öyle. İslâm çağdaşlaşmaz. İslamî meseleler, îman esasları, günümüz insanının anlayacağı şekilde izah edilir. Bediüzzaman bunu yapmıştır. İlme, muhakeme-i akliyeye ehemmiyet veren günümüz insanlarının anlayacağı, ikna olacağı, reddedemeyeceği bir üslubla aklî, mantıkî, ilmî delillerle îman esaslarını Bediüzzaman izah etmiş, açıklamıştır. Eski âlimlerin: “Îmanla tasdik edilir, akılla yol bulunamaz” dedikleri âhirete îman, kadere îman, meleklere îman gibi en müşkil, en mücerred meseleleri aklî açıklamalara kavuşturmuş, “Anlayarak okuduktan sonra halâ reddetmeye, itiraz etmeye mecalin kalırsa gel parmaklarını gözüme sok!” mealinde meydan okumalarda bile bulunmuştur.
Şu halde Bediüzzaman’a müceddid gözüyle bakabiliriz, ona reformcu değil müceddid diyebiliriz. O, insanlarla Kur’ân ve sünnet arasına giren sefahati, israfı, cahilliği, Avrupa istilasını bertaraf etmeye çalışmıştır. Gayesinde büyük ölçüde muvaffak olmuştur. Türkiye’de ve hattâ dünyanın her tarafında onun eserlerinden istifade ederek gerçek İslâmı yaşıyorlar, gerçek İslâmın inkişaf etmesi, insanlara götürülmesi için çalışanlar hergün sayıca artmaktadır. İleriki on yıllarda gayesine tam olarak ulaşacağını söyleyebiliriz.
Soru 3: Said Nursî öğrencilerine başka kitaplar okutmamakla neyi amaçlamıştır?
Cevap: Bediüzzaman başka kitapları okumayın diye bir tavsiyede bulunmaz. Bu, onu yıpratmak için söylenen, uydurma iddialardan biridir. Ben de onun eserlerinden tefeyyüz eden birisiyim. Okuyarak profesör oldum. Konuşmam sırasında nice Batılı müelliflerin isimlerinden bahsettim. Onları okumasam söyleyemezdim. Telifatımda yerli yabancı pek çok kitaplara atıflar yapılmıştır. Bütün Risale-i Nur talebeleri öncelikle risaleleri okurlar, başka faydalı kitapları da okurlar. Ancak, elbette kitaplar arasında seçim yapacak, faydalı olmayanları, abur-cuburu okumayacaklardır. Resulullah: “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım” der.
Soru 4: Bediüzzaman’ın insanlık medeniyetinden bahsettiğini söylediniz. Bu İslâm medeniyetinden ayrı mıdır? (Bu soru şifâhi olarak soruldu. Soru sâhibi muhtemelen bir gazeteci idi.)
Cevap: Bediüzzaman’ın medeniyet görüşü elbette İslâmın dışında değildir. Bunu, Batılı mütefekkirlerle Bediüzzaman’ın arasındaki farkı belirtmek için söyledim. Bediüzzaman, normal olarak sâdece dünya Müslümanlarının menfaatlerini ön plana alan bir medeniyet teklif etmeli idi. Bu meselede muhatap olarak sâdece Müslümanları seçmeli idi. Bir başka ifade ile böyle bir üsluba yer vermiş olsa idi onu normal karşılardık. Halbuki o, bütün insanlığın dünyevî saadetinden söz etmiş, medeniyetlerin insanların tamamına en azından ekseriyetine saadet getirmesi gereğinden bahsetmiştir. Sulh-u umumî tâbirine sıkça yer vererek, insanlığın tamamını içine alacak bir sulhtan bahseder, bunu gerçekleştirecek esaslar üzerinde durur.
Halbuki Batılı müelliflerin, insanlığın geleceğinden, yarının medeniyetinden bahseden Hıristiyan menşeli mütefekkirlerin derdi insanlık değil, Batı medeniyetinin bütün dünyaya hâkimiyetidir. Batının hâkimiyetinden maksad, gittiği yere Batı müesseselerini aynen götürmek, Batıdaki maddî refahı, ilmi, teknolojiyi, medeniyetin mehasinini her tarafa ulaştırmak da değildir. Mesela Toynbee, Batı medeniyetine rakib, dolayısıyla bugün olmasa gelecekte galebeleri melhuz olan İslâm, Rus, Hind ve Uzak Doğu medeniyetlerine Batının nasıl galebe edebileceğinin, diğer cemiyetlerin, Batı medeniyeti içerisine proleterya statüsünde kalmaları şartıyla nasıl entegre edilebileceklerinin tahlilini değil, toptan bir milletin proleter sınıf (yani işçi sınıfı) olabileceğini belirtir. Mesela İslâm âlemi için, nebatî hayat yaşayan ruhsuz bir ceset misâli hayatta kalması, medeniyete orijinal bir katkıda bulunamama şartları çerçevesinde Batıya entegre edilmesinin gerektiğini belirtir. Tahliline devam eden Toynbee, ister dindar mutaassıb, isterse laik-Batıcı her iki münevver zümrenin de Batı için tehlike olabilecek medenî bir terakki ortaya koyamayacaklarını belirtir. Ona göre Batı için tehlike “İstanbul’un hamalları” ve Mısır’ın fellahları diye ifâdeye döktüğü halk tabakasından gelebilir. Toynbee bu teşhisten sonra çok usta bir üslubla bu tehlikeyi bertaraf etmenin iki yolunu da gösterir:
* İçkinin halk tabakasına yaygınlaştırılması,
* Irkçı düşüncelerin Müslüman milletlere sokulması.
Toynbee’ye göre, İslâm bu iki iblisi reddederek kendini korumuştur. Halbuki Batı, sırf içki ile nice ibtidaî kavimleri tarihten silmiştir.
Batılı tahlilciler: “İçki mübtelası olan insanlar, her çeşit hamiyet, şeref, aile duygularını kaybeder, zevkinden başka bir şey düşünmez hale gelir, aileler, milletler kendiliğinden söner” derler.
Yine Toynbee ırk dağılımının Batıda yamalı bohça şeklinde istikrar bulduğunu, Doğu milletlerinde ise, din esas alındığı, ırk ayrımı olmadığı için ırkî dağılımın yanar-döner bir kumaş manzarası arzettiğini, birbirlerini tâkip eden evlerde, coğrafî bakımdan birbirine karışmış olarak yaşadıklarını belirtir. Bunları ırka dayalı millî devletlere dönüştürmenin barbarlık metodlarıyla yani vahşet ve katliamlarla olacağını belirtir. (Daha fazla bilgi ve kaynaklar için Peygamberimizin Hadislerinde Medeniyet, Kültür ve Teknik adlı kitabımızın görülmesi gerekir. [Cihan Yayınevi/İstanbul 1984]).
Böylece mütefekkir ve âlimlerin önderliğinde, askerî ve siyasî baskılarla hareket eden Batı, İslâm âlemi ve bütün dünyaya ırkçılık ve içkiyi binbir dalavere ile sokarak, hâkimiyetlerine zemin hazırlamışlar ve halen devam etmektedirler. Bizim memleketimizde içkinin hangi muhitlerde ilahlaştırılıp kutsallaştırıldığına, yükselmek, terfi etmek, yeni imkânlar iktisab edebilmek için imtihan vasıtası kılındığına dikkat edilmelidir. Kimler içki yasağına veya kısıtlamasına karşı çıkıyor, çağdaşlığın gereği olarak müdafaasını yapıyor? İçki imalat ve pazarlanması Türkiye’de ne zaman resmîleştirilmiştir? Buraları araştırma, düşünme, bilme kişiye ciddî meselelerin anlaşılmasında anahtar olacaktır. Kısacası bunlar Batı’nın icbarıyla planıyla yürütülmektedir. Hal-i hazır idare samimiyetle istese de kaldırmaya gücü yetmez, Batı müsaade etmez.
Mevzumuza dönecek olursak, Batılı emsalleri gibi medeniyet meselelerine temas eden Bediüzzaman, onların hodgamlığına (egoizmine) düşmez, iğrenç, iblisane dalavereler teklif etmez; insanlığın tamamına saadet getirecek esaslar teklif eder. Yer yüzünde en kıymetli varlığın insan olduğu üzerinde durur. İnsan sevgisi, insana hürmet, insana değer verme meselelerine yer verir. “Ey Müslümanlar!” diye Müslümanlara hitabettiği gibi sık sık “Ey insan!” hitaplarına da yer verir.
Bediüzzaman’ın insanlığı kuşatacak bir medeniyeti sıkça mevzubahis etmesini, onun gelecek hakkındaki inancıyla izah edebiliriz. Ona göre, insanlık toptan İslâma girecektir, istikbal semavatı ve Asya kıtası İslâmın temiz, lekesiz eline teslim olacaktır. Resulullah’ın haber verdiği: “Hz. İsa’nın yer yüzüne inip Deccal’ı öldürmesi ve Mehdi’nin arkasında namaz kılması” hâdisesi Hıristiyanlık âleminin İslâma girme hadisesidir. O günler Bediüzzaman’a göre yakındır, kendisi de öyle bir istikbale zemin hazırlamaktadır. Şu halde o, misyonunu sâdece Türkiye Müslümanları veya İslâm âlemiyle sınırlı görmüyor. Bütün insanlığa şâmil biliyor. Söz gelimi bir Tabiat Risalesi veya Ayetü’l-Kübra risalesi sâdece Müslümana hitabetmez, sulh-u umumiye muhtaç insanlığa hitabeder, gelecek insanlık medeniyetinin temel taşlarından bir kaçını teşkil eder.
____________________
1 . Prof. Dr. İbrahim CANAN
Araştırmacı-yazar. 1940, Küçük Karapınar köyü/Konya doğumlu. İlk öğrenimini memleketinde tamamladı. Konya Erkek Lisesi (1958) mezunu. Kayseri (1962-64) ve Akşehir'de (1966-67) orta dereceli okullarda öğretmenlik yaptıktan sonra, Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi'nde
1972'de başladığı öğretim üyeliği görevini aynı üniversiteye bağlı olarak kurulan İlahiyat Fakültesi'nde sürdürdü. Makalelerini fakülte dergileri yanı sıra Diyanet, Hakses, İslam, İslam Medeniyeti, Zafer, Sur, İcmal, Kadın ve Aile, Altınoluk, Okul gibi dergilerde yayımladı. Resulullah'a Göre Okul ve Ailede Çocuk Terbiyesi adlı eseriyle 1979'da Türkiye Milli Kültür Vakfı Ödülü'nü aldı.
Eserleri: Tarihçi Açısından Din (Arnold Toynbee'den çeviri,
1978), Seminer ve Tez Rehberi (1979), Resulullah'a Göre Okul ve Ailede Çocuk Terbiyesi (1988), Atatürk Üniversitesi Lojmanları ve Taklitçiliğimizin Muhasebesi (1979), İslamda Çocuk Hakları (1980), İslamda Temel Eğitim Esasları (1980), Sulh Çizgisi (1980), Tebliğ Terbiye ve Siyasi Taktik Açısından Hicret (1981), Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye (1981), Yeni Usul-i Hadis (Zafer Ahmed el-Osmani'den çeviri, 1982), Kur'an ve Hadise Göre Fitne ve Anarşi (1981), Kur'an'da Çocuk (1984), Peygamberimizin Hadisleriyle Medeniyet Kültür ve Teknik (1984), Ahkâmu's-Siğâr (Üstruşeni'den çeviri, 1984), Peygamberimizin Okuma-Yazma Seferberliği ve Öğretim Siyaseti (1985), İslâm'da Zaman Tanzimi (1985, 88), İslamda Çevre Sağlığı Kütüb-i Sitte Muhtasarı Şerhi 1-5 (1988)
KAYNAKLAR
2. Kelime ile ilgili tahlîl için, Peygamberimizin Hadislerinde Medeniyet, Kültür ve Teknik (Cihan Yayınları, İstanbul 1984, s.25-28) adlı te’lifimiz ile, Cemil Meriç merhum’un Umrân’dan Uygarlığa (Ötüken Yayınevi, İstanbul 1977, s. 93-99, keza s. 349’da 16 numaralı dipnot) adlı eseri görülebilir.
3. Dinî İlmî Yeni Ansiklopedi (Hekimoğlu İsmail başkanlığında bir heyet tarafından hazırlanmıştır), Timaş Yayınevi, İstanbul, 1989, 2,771.
4. Toynbee, Arnold J.: La Religion Vue Par un Historien, Fransızcaya çeviren Marcelle Weill, Galimard, Paris, 1963, p. 152.
5. Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, Osman Yalçın Matbaası, İstanbul, 1958, s. 184. Burada, 1984’te müşahede ettiğimiz bir hadise, bizdeki farklı bir medeniyet anlayışını ortaya koyacak. Antalya’nın doğu garajında otobüsten inince, garajın hemen çıkışında kavşakta kırmızı ışığın yanında trafiğe nezaret eden polise bir adres sormak için yaklaştığımız sırada, kırmızı ışığa rağmen karşı tarafa geçen bir çift vardı. Bunlar biri kadın, diğeri erkek iki kişi idiler. Yaz mevsimi olması sebebiyle deniz kıyafetiyle dolaşıyorlardı. Yani üstlerinde giysi olarak sâdece mayo vardı. Polis onların trafik kaidesini kale almadıklarını görünce: “Bir de medenî olacaksınız, kırmızı ışığa bile riâyet etmiyorsunuz!” diye söylendi. Polis haklıydı, çünkü resmiyet nazarında medeniyet bu, medenî olmak da öyle hareket etmekti. İslâmî kıyâfet taşımak 163’ten başlamak üzere pek çok riskleri taşıyan bir gerilik alâmeti idi.
6. Malek Bennabi, Vocation de l’İslâm, Seuil, Paris, 1954, s.21.
7. Bediüzzaman, Muhakemat, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1977, s.53.
8. Sözler, s. 132-133.
9. A.e.s. 132.
10. Bediüzzaman, Şualar, Çeltüt Matbaası, İstanbul, 1959, s.379.
11. Sözler s. 714.
12. A.g.s. 714.
13. Bediüzzaman, Mektubat, s.489.
14. Mesnevi-i Nuriye, s. 141-142.
15. Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası II, Sinan Matbaası, İstanbul, 1959, s.98.
16. Bediüzzaman, Asâr-ı Bediiyye, s. 321 (bazı sâdeleştirmelerle).
17. Bediüzzaman, Sünühât, Gâye Matbaası, Ankara, 1976, s.57-60.
18. Bediüzzaman, Hutbe-i Şâmiye, Sinan Matbaası, İstanbul, 1958, s.33
19. Tarihçe-i Hayat (Bediüzzaman, Said Nursî Hayatı-Mesleki, Tercüme-i Hâli adıyla neşredilmiştir, bir heyetçe hazırlanmıştır), Sözler Yayınevi, İstanbul, 1976, s.116.
20. Hutbe-i Şâmiye, s.32.
21. A.e.s. 32.
22.....................?
23. A.e.s. 33.
24. Asar-ı Bediiyye, s. 350.
25. Divân-ı Harb-i Örfî, İstanbul 1328 (Bediüzzaman’ın 31 Mart Vak’ası üzerine teşkîl edilen Divân-ı Harb askerî mahkemesinde yaptığı müdafaa olup İki Mekteb-i Musîbetin Şehâdetnâmesi adını da taşır), s. 36, Tarihçe s. 74.
26. Tarihçe-i Hayat, s. 107-108.
27. Muhâkemat, s. 53.
28. Sözler, s. 254.
29. A.e.s. 252-267.
30. Yeni Ansiklopedi, 2,273.
31. Nur Âleminin Bir Anahtarı, Günyay Matbaası, İstanbul, 1957, s.18.
32. Batılı Nazariyelerin özetlemesi diyoruz. Çünkü, bizzat kendisi Mektubât’da (29. Mektup, Yedinci işâret) Eski Said döneminde, diğer mütefekkirler gibi Felsefe’nin düsturlarını esas alarak meselelere yaklaştığını itiraf eder.
33. Sünühât, s.57-60.
34. Muhâkemat s.30-31.
35. Sünühât, s.62.
36. Hutbe-i Şâmiye, s.56.
37. A.e.s. 16-17.
38. Badıllı, Abdulkadir, Bediüzzaman Said Nursî, Timaş, İstanbul, 1990, 1,171.
39. A.e. 1,171.
40. Tarihçe-i Hayat, s.118.
41. Sözler s. 694.
42. Badıllı, a.g.e. 1,168.
43. Hutbe-i Şâmiye s.33.
44. Tarihçe-i Hayat s.77-78.
45. Badıllı, a.g.e. 1,679.
46. Hutbe-i Şâmiye s.29.
47. A.e.s. 24.
48. A.e.s. 34-35.
49. Sözler s. 254.
50. Badıllı, a.g.e. 1,167.
51. A.e. 1,171.
52. Asar-ı Bediiyye s.532.
53. Hutbe-i Şâmiye s. 60.
54. Tarihçe-i Hayat, s. 547.
55. Mesnevi-i Nuriye, s.148.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1991
GÜNÜMÜZDE İSLÂM TEFEKKÜRÜNÜN TEMSİLCİSİ BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’NİN FEN VE TEKNİK MESELELERE
YAKLAŞIM TARZI
Adem Tatlı
Toplumlarda hakikat arayışları
İnsanlar yeryüzüne ilk gelişlerinden itibaren çevreleriyle yakından alâkalanmışlar, eşyanın tâbi olduğu kanunları anlamaya ve keşfetmeye çalışmışlardır. Bu gayretlerin hedefi maddî âlemin hâkimiyetini elde ederek, hem dünya ve hem de ebedî saadetin yollarını tesbittir.
Bunu yaparken ya tamamen aklın önderliğinde ve felsefenin ışığında gidilmiş veya akıl ikinci plâna itilerek, tahrifata uğramış semavi kitap ve suhufların prensipleriyle hareket edilmiş, ya da; akıl ve Semavi Kitab’ın imtizacıyla teşekkül eden cadde-i kübrada yürünmüştür.
Birinci grup; maddiyunlar, dehriyyunlar ve sofestâînler gibi felsefî ekolleri meyve vermiştir. Bu da, fertler arasında; kin, haset, husumet ve adavet
tohumlarını ekmiş, toplumların tabakaları arasında büyük uçurumların teşekkülüne sebep olmuş, insanlığa daha dünyada iken cehennem hayatı yaşatmıştır.
Akıl ve mantığın reddedildiği ikinci yol ise; toplumları taassup ve dalâlet vadilerine sürüklemiş, fertler arasında adaletsizlik ve tahakkümü meşru kılmıştır.
Cadde-i kübra olan üçüncü yolda ise, dünyada huzur ve refah, ebedî hayatta da saadet vâadedilmiş, bu sahada insanlık, Asr-ı Saadet gibi bir devir yaşamıştır.
Bu düşünce, kanaat ve inançlar etrafında bir araya gelen topluluklar, kendi görüşlerinin kabulünü temin için sık sık kuvvete başvurmaktan çekinmemişlerdir. Ama akıl ve mantığın hükmettiği günümüzde, bilhassa fen ve felsefî mes’eleleri kabul ettirmede kuvvetin yerini delil ve bürhan, iknâ ve izah almıştır.
Fen ve teknikteki ilerlemenin ideolojiye âlet edilmesi
Materyalist felsefe, fen ve teknik sahada kaydedilen ilerlemeyi kendi ideolojisinin esası olan; bir yaratıcının inkârı ve maddenin ezelî olduğu görüşüne büyük oranda âlet etmiştir.
Bu doktrin; canlı ve cansız varlıkların yaratılışını ve günümüze ulaşmasını kâinattaki bütün kanunların işleyiş tarzını, tamamen tesadüf ve tabiata vermiş, onun eseri olarak mütalaa etmiş, insanın da bir tesadüf ürünü olarak ortaya çıktığını ileri sürmüştür.
Asrın idrakine uygun izah tarzı
Bu pragmatik ve materyalist fikir akımları karşısında, İslâmiyetin de kendine has dünya görüşünü isbatiyeci, yani pozitif bir metodla takdim edilmesi gerekmiştir. Bir bakıma İslâmiyeti, asrın idrak seviyesine uygun yeni izah tarzlarıyla nazara verme zarureti hâsıl olmuştur.
İşte Bediüzzaman Said Nursî de bunu yapmıştır. O, İslâmın hiç bir meselesinin akla aykırı olmadığını, bilakis İslâmî her meselenin aklen isbat ve izahının mümkün olduğunu savunmuştur. Nitekim İslâmiyet ile Hıristiyanlığı karşılaştırırken, onların en büyük hatalarını, akla ve delile ehemmiyet vermeyip ruhbanları taklit etmelerinde görür:
“Nasarayı (Hıristiyanları) ve emsalini dalâlete atan, yalnız aklı azl (red) ve bürhanı (delili) tard ve ruhbanı taklid etmeleridir”.
Akıl ve delile dayanan İslâmiyet
O, insanın daima yenileşmeye arzulu bir yapıda “meyl-i teceddüd üzerinde”3 olduğunu belirtir ve İslâmiyetin de buna uygun bulunduğunu nazara verir:
“İslâmiyeti daima tecelli ve fikirlerin gelişmesi nisbetinde inkişâf ettiren şey onun hakikat üzerine teessüs etmesi, delile dayanması, akıl ile anlaşması, hakikat üzerinde bulunması ve ezelden ebede kadar birbirine bağlı olan hikmetin düsturlarına uygun bulunmasıdır”4.
Bediüzzaman, Müslümanların herşeyi akıl ve fikirle tarttığını belirtir:
“Biz Kur’an şakirtleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efratları gibi, ruhbanları taklit için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fennin hükmettiği istikbâlde, elbette bürhan-ı aklîye (aklî delillere) istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’an hükmedecek” 5.
O, gelecekte bütün kuvvetin ilimde olacağını anlamıştır:
“Elbette nev-i beşer âhir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir”6.
Ona göre, istikbâlde kuvvetin yerini hak, safsatanın yerini de alacak olan delildir:
“Fennin himmetiyle zaman-ı halde bilcümle, istikbâlde bitemamiha hükümferma kuvvete bedel hak, safsataya bedel bürhan, tab’a (tabiata) bedel akıl olacaktır”7.
Yine benzer bir ifadede, istikbâlde, silâh ve kılıncın yerine, hak ve hakkaniyetin manevi kılınçlarının geçeceğine işaret eder.
“Evet nasıl ki eski zamanda İslamiyetin terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını defetmek; silâh ile, kılınç ile olmuş. İstikbâlde silâh, kılınç yerine; hakiki medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin manevi kılınçları, düşmanları mağlup edip dağıtacak”8.
Bunun gerekçesini de şöyle belirtir:
“Medenilere galebe çalmak, ikna iledir, icbar ile değildir”9.
Fikirde orijinallik
Bediüzzaman, fikirlerindeki orijinallik ve takdim tarzıyla, skolastik düşünce bataklığına düşmediğini göstermiştir. Bu hususta şöyle der:
“Beni, skolastik düşünce bataklığı içine saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum”10.
İlimde ihtisaslaşmanın zaruretine inanan Bediüzzaman’ın bu görüşünü aksettiren şu cümleleri dikkat çekicidir:
“Bir şahıs çok fenlerde meleke sahibi ve mütehassıs olamaz... Umuma el atmak, umumu terk etmek demektir”11.
O, materyalizme ve dinsizliğe âlet edilen ilim ve tekniğin aslında her bir deliliyle vahdaniyeti ortaya koyduğunu belirtir. Mes’elenin İslâmî bir perspektifle verilememiş olmasının ızdırabını duyar.
İslâmiyet bütün ilimlerin pederidir
Ona göre terakki; fenlerin yol göstericisi, reisi ve pederi durumunda olan İslâmiyetin hakkıdır:
“İslâmiyet, fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin reisi ve pederidir”12.
Geri kalışın sebebini de yine İslâmiyetten uzaklaşmış olmada arar:
“Tarih şahittir ki, ehl-i İslâm, ne vakit dinine tam temessük etmiş ise (bağlanmış ise), o zamana nisbeten terakki etmiş. Ne vakit salabeti terk etmişse, tedenni etmiş (geri kalmış), Hıristiyanlık ise, bilâkistir”13,14.
Ümitsizlik yok
O, bütün hayatında asla ümitsizliğe kapılmamış, eserlerinde de ye’s ve ümitsizliğe şiddetle karşı çıkmıştır:
“Ve ye’s ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki: Dünya, herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır; fakat yalnız biçare ehl-i İslâm için tedenni dünyası oldu, diye pek yanlış bir hataya düşüyorsunuz”15.
Yine benzer bir değerlendirmeyi şöyle yapar:
“Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedenni (gerileme) dünyası olsun”16.
Bu zaman şeridi içinde devletlerin ve milletlerin bazan alçalıp bazan yükseldiğini, dolayısıyla istikbâlde insanlığa huzur ve barışı getirecek olan hakiki medeniyete İslâmiyetin namzet olduğunu belirtir.
“Bakınız zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor (başlangıç ve sonu giderek birbirinden uzaklaşmıyor) ki mebde’ (başlangıç) ve müntehası (sonu) birbirinden uzaklaşsın. Belki, kürre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir; bazan tedenni (çöküş) içinde kış ve fırtına mevsimi gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin (insanlığın) dahi bir sabahı, bir baharı olacak: İnşaallah...
Hakikat-ı İslâmiyenin güneşi ile sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi, rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz...”17.
Terakkinin sırrı
Bediüzzaman, ilerlemenin sırrını; fedakârlıkta, milletin menfaatini, kendi menfaatinden üstün tutmada görür. Ona göre Müslüman bir fert, bütün himmet ve gayretini, toplumun lehine sarfetmelidir. Çünkü böyle bir âlicenaplığın mükâfatı, sadece dünyada değil, ahirette de karşılıksız kalmayacaktır. Ama İslâmiyetin bu güzel hasletlerinin, bizden batılılara geçtiğini söyler, bizim ise onların kötü ahlâklarını aldığımızdan yakınır.
“Bunu da teessüf ve teellüm ile size beyan ediyorum ki; ecnebilerin bir kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar, onun bedeline çürük bir mal verdiler: Aynen öyle de; yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye (toplum hayatına) temas eden seciyelerimizin bir kısmını bizden aldılar, terakkilerine medar ettiler. Ve onun fiatı olarak bize verdikleri, sefihane ahlâk-ı seyyieleridir (kötü ahlâkları)...
Meselâ: Bizden aldıkları seciye-i milliye ile bir adam onlarda der; “Eğer ben ölsem, milletim sağ olsun. Çünkü milletimin içinde bir hayat-ı bâkıyem
var.” İşte bu kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyatlarında en metin esas budur; bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise, din-i haktan ve iman hakikatlarından çıkar. O bizim ehl-i imanın malıdır. Halbuki: Ecnebilerden içimize giren pis fena seciye itibariyle bir hodgâm (kendi keyfini düşünen) adam bizde diyor: ‘Ben susuzluktan ölsem, hiç yağmur bir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun.’
İşte bu ahmakane kelime dinsizlikten çıkıyor. Âhireti bilmemekten geliyor. Hariçten içimize girmiş zehirliyor”18.
Nasıl bir medeniyet?
O, medeniyetin insanlığa faydalı olan fen ve tekniğin alınmasını şiddetle savunur. Beşere zararlı olan sefahat ve kötülüklere de o nisbette karşıdır:
“Biliniz ki, bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaatı bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki; ahmaklar o seyyiatları; o sefahatları mehasin zannedip; taklit edip, malımızı harap ettiler. Ve dini rüşvet verip dünyayı da kazanamadılar”19.
Bediüzzaman, ilerlemede Japonların örnek alınmasını ister. Onların fen ve tekniğini almakla beraber, millî örf ve âdetlerine bağlı kaldıklarına dikkati çeker:
“Kesb-i medeniyette (medeniyeti almada) Japonlar’a iktida (uyma) bize lâzımdır ki; onlar Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti (medeniyetin güzelliklerini) almakla beraber, her kavmin mâye-i bekası (devamlarının esası) olan âdât-ı milliyelerini (milli âdetlerini) muhafaza ettiler”20.
Bediüzzaman Avrupa’nın medeniyet yarışında uzun zamanda aldığı bu mesafeyi bizim çok kısa zamanda kapacağımızdan ve hatta onları geçeceğimizden emindir:
“Ey hamiyetli ihvan-ı vatan (vatan kardeşi)... Yüz bu kadar sene geri kaldığımız mesafe-i terakkiden, inşaallah mucize-i Peygamberî (a.s.m.) ile şimendifer-i kanun-u şer’iyye-i esasiyeye (hakikata uygun kanun trenine) amelen ve burak-ı meşveret-i şer’iyyeye (İslâmiyete uygun istişarenin en süratli bineğine) fikren bineceğiz. Bu vahşet-engiz (korkulu) sahray-ı kebiri (büyük sahrayı) zaman-ı kasırada (kısa zamanda) tekemmül-ü mebâdi (gelişmenin başlangıcı) cihetiyle tayyetmekle (uzun mesafeyi az zamanda geçmek) beraber, milel-i mütemeddine (medeni milletler) ile omuz omuza müsabaka edeceğiz. Zira onlar kâh öküz arabasına binmişler, yola gitmişler... Biz birbirden bire şimendifer (tren) ve balon gibi mebâdiye (unsurlara) bineceğiz, geçeceğiz”21.
Bediüzzaman'ın ehemmiyet verdiği fennî meseleler
İşte böyle bir dünya görüşü ve ruh yapısına sahip, altıbin sayfayı aşkın bir külliyatın müellifi olan Bediüzzaman Said Nursî’nin, daha ziyade fen ve teknik mes’elelere İslâmî bir perspektifle yaklaşım tarzını, bazı iktibaslarla kısaca vermeye çalışacağız.
Bediüzzaman’ın eserlerine fennî bir nazarla bakıldığı zaman; diğer gezegenler ve dünyanın yaradılışı, maddenin ezeliyeti, esîr meselesi, biyolojik varlıkların ve bahusus insanın yaradılışı, mahiyeti, gayesi; maddenin ve atomların harekâtı gibi özellikle tabiatçılar ve maddecilerin tesadüf ve tabiatın yapıcılığına atfettiği hususlara ehemmiyet verdiği görülür. Biyolojik varlıkların, zannedildiği gibi, tabiatın ve tesadüflerin değil, İlim, İrade ve Kudret sahibi bir yaratıcının eseri olduğuna, İslâmî bir perspektifle sıkça temas eder. Biyolojinin en zor ve en karmaşık mes’elelerini, herkesin anlayacağı tarzda ve onların zihnini yormadan, aşina olunan misallerle takdim eder.
Muhatabın seviyesine uygun hitap
Bir gaye için kaleme alınan eserler, umumiyetle belli bir kesime ve yeterli bir kültür seviyesine sahip olanlara hitap eder. Halbuki Onun eserlerinden her yaşta ve her seviyedeki fertler istifade edebilmektedir. Bu hususiyet; konusuna hakimiyetin yanında, şahısların his âlemini ve ruh dünyasını çok iyi tahlil edebilmesinde ve eserlerin; Kur’an-ı Kerimin bir nevi tefsiri olmasında aranmalıdır. Meselâ, kâinatın Yaratıcısını ispatta kullandığı şu ifade, buna gayet güzel bir misal teşkil eder:
“Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz. Bir harf kâtipsiz olmaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur”22.
Elbette eserlerin tamamı bu seviyede değildir. Ancak Ona göre; herkes her meseleyi tam olarak anlamasa da, bütün bütün hissesiz de kalmayacaktır:
“Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder, fakat herkes her bir meselesini tam anlamaz. Hem iman hakikatlarının izahı olduğu için, hem ilim, hem marifet, hem ibadettir... ‘Birşey bütün elde edilmezse, bütün bütün elden kaçırılmaz’ kaidesiyle, ‘bu manevi bahçenin bütün meyvelerini koparamıyorum’ diye vazgeçmek kâr-ı akıl değildir. İsm-i Âzama ait meselelerin ihata edilemeyecek derecede genişleri olduğu gibi, akıl göremeyecek derecede inceleri de vardır”23 , 24.
Yaradılış
İslâmiyeti çağımız telâkkileri içinde ele alan Bediüzzaman Said Nursî, kâinattaki bütün varlıkların yaradılışını, İslâm Teolojisi ile müsbet ilimleri bir arada mezcederek vermede büyük bir muvaffakiyet göstermiştir.
Bugün, kâinatın yaradılışı ile alâkalı çeşitli teoriler ileri sürülmektedir. Bunların ortak noktası, kâinatın yaradılmış olmasıdır. Yani, yokluktan varlık âlemine çıkmış bulunmasıdır. Bediüzzaman’a göre bir varlığın vücut bulabilmesi için; ilim, irade ve kudrete gerek vardır. O bunu şöyle ifade eder:
“Vücud (varlık): Mümeyyize, muhassısa ve müreccihe olmak üzere, ilim, irade ve kudret sıfatlarını istilzam eder (gerektirir)”25.
İlim sıfatı; yaratılacak olan bir şeyin ilmen çeşitli ihtimaller içinde düşünülmesi keyfiyetidir. İrade sıfatı o çeşitli ihtimaller içinden en münasibini seçip ayırmayı, kudret ise, üzerinde karar verilen ve seçilen tarzın vücuda getirilmesini gerekli kılar.
Ona göre varlıkların yaradılışı, Allah’ın tasarrufu altında iki şekilde cereyan etmiştir:
“Kadir-i Zülcelâl’in iki tarzda icadı var. Biri ihtira, ibda’ iledir. Yâni hiçten, yoktan vücut veriyor ve ona lâzım her şeyi de hiçten icad edip eline veriyor. Diğeri inşa’ ile san’at iledir. Yâni kemal-i hikmetini ve çok esmasının (isimlerinin) cilvelerini göstermek gibi, çok dakik hikmetler için, kâinatın anasırındın (elementlerden) bir kısım mevcudatı inşa ediyor. Her emrine tâbi olan zerratları (atomları) ve maddeleri rezzakiyet kanunu ile onlara gönderir ve onlarda çalıştırır”26.
Yaradılışın birinci nev’inde yoktan vücut verme söz konusudur. Kâinatın ilk yaradılışı gibi. Bütün eşya yokluk âleminden varlık âlemine çıkarılmıştır. Hasıl olan bu hammaddeyi bir hikmete binaen Cenab-ı Hak, terkip ve tahlile tâbi tutmuş, zaman nehrinde akan mahlûkatı bu elementlerden inşa etmiş ve hayat sahnesinde yazmıştır ve yazmaktadır.
Arzın yaradılışı
Bediüzzaman, dünyanın yaradılışını, Kur’an’ın âyetlerine dayanarak izah eder. Bu açıklamalarla günümüz ilminin beyanları arasında da büyük bir paralelliğin olduğu görülür.
Bediüzzaman, başlangıçta güneş sistemi ile dünyanın, esir maddesinden yoğrulmuş hamur şeklinde olduklarını bildirir:
“...Manzume-i şemsiye (güneş sistemi) ile arz, dest-i kudretin madde-i esîriyeden yoğurmuş olduğu bir hamur şeklinde imiş”27.
Bir başka ifadesinde de Cenab-ı Hakkın bir cevherden buhar ve sıvı halde maddeleri halkettiğini, bunlardan da bütün yıldız ve gezegenleri yarattığını belirtir:
“Şeriatın nakliyatına nazaran Cenab-ı Hak bir cevhereyi, bir maddeyi yaratmıştır. Sonra o maddeye tecelli etmekle bir kısmını buhar, bir kısmını da mayi (sıvı) kılmıştır. Sonra o mayi kısmı da, tecellisiyle tekâsül edip (yoğunlaşıp) zebed (köpük) kesilmiştir. Sonra arz ve yedi küre-i arziyeyi o köpükten halketmiştir. Bu itibarla, her bir arz için hava-i nesîmîden bir sema hâsıl olmuştur. Sonra o madde-i buhariyeyi bastetmekle (yaymakla) yedi kat semavatı tesviye edip yıldızları içine zerketmiştir (ekmiştir). Ve o yıldızlar tohumuna müştemil olan semavat inikad etmiş (bağlanmış), vücuda gelmiştir”28.
O, Bakara Sûresinin yirmidokuzuncu âyetine dayanarak bu yaradılışı şöyle değerlendirir:
“Manzume-i şemsiyeyi teşkil eden küremiz, sair seyyareler, bidayette (başlangıçta) güneşle mümteziç (bitişik) olarak açılmamış hamur şeklinde iken, Kadir-i Kayyum, o hamuru açıp, o seyyareleri (gezegenleri) birer birer yerlerine yerleştirerek, güneşi orada bırakıp, zeminimizi buraya getirmiş”29.
Bediüzzaman, arzın zamanla katılaşıp sertleştiğini, bundan hasıl olan taşların da zamanla toprağı verdiğini belirtir:
“Asl-ı hilkat-ı arz şöyledir ki: Su gibi bir madde, emr-i İlâhî ile incimad eder (katılaşır), taş olur. Taş izn-i İlâhî ile toprak olur... Arz lâfzı toprak demektir. Demek o su çok yumuşaktır, üstünde durulmaz. Taş çok serttir, ondan istifade edilmez. Onun için Hakîm-i Rahim, toprağı taş üstüne serer, zevilhayata (canlılara) makarr eder” (29).
Altı günde yaradılış
Kur’an-ı Kerim’de Hud Sûresinin 7., Hadid Sûresinin 54., Furkan Sûresinin 59. âyetlerinde arz ve semanın altı günde yaratıldığına işaret edilmektedir.
Bediüzzaman Kur’an-ı Kerimdeki gün tâbirinin binle elli bin sene arasında değişebileceğini belirtir.
“...Belki bin ve elli bin sene gibi uzun zamandan ibaret olan eyyâm-ı Kur’aniyye (Kur’an günleri) ile insan dünyası ve hayvan âlemi altı günde yaşayacağına işaret eden hakikat-ı ulviyesine kanaat getirmek için, birer gün hükmünde olan her bir asırda, her bir senede, her bir günde Fâtır-ı Zülcelâlin halkettiği seyyal âlemleri, seyyar kâinatları, geçici dünyaları...”31.
Görüldüğü gibi Bediüzzaman, bazı varlıkların bir günde, bazılarının bir senede veya bir asırda yaradılışının tamamlandığını ve bu devrelerin Kur’an’da “gün” mevhumuyla bildirildiğini nazara veriyor.
Arz ve semadan hangisinin önce yaratılmış olduğuna da işaret eden Bediüzzaman, arzın yaratılıp kabuk bağlaması ve insan dışındaki canlıların yaşamasına elverişli hale gelmesinin semadan sonra olduğunu, Enbiya Sûresinin 30. âyetine istinaden ifade eder:
“İşte arzın hepsinden evvel tekâsi (yoğunlaşma) ve tasallûb (katılaşma) etmekle acele kabuk bağlayarak uzun zamandan beri menşe-i hayat olması itibariyle hilkat-i teşekkülü semavattan evveldir. Fakat arzın bastedilmesiyle (yayılmasıyla) nev-i beşerin (insanlığın) taayyüşüne (beslenmesine) elverişli bir vaziyete geldiği semavatın tesviye ve tanziminden sonra olduğu cihetle, hilkati (yaradılışı) semavattan sonra başlarsa da, mebde’de (başlangıçta) ikisi beraber imişler... O üç âyetin aralarında bulunan zahiri muhalefet, bu üç cihetle mutabakata (uygunluğa) inkılab eder”32.
Maddenin ezeliyetinin imkânsızlığı
Son 10 yıla gelinceye kadar, maddenin sonradan ortaya çıkmayıp ezeli olduğu düşüncesi pek çok felsefeci ve fenci arasında hakim kanaat idi. Bilhassa Marksizm taraftarları bu fikrin hararetli savunucuları arasındaydı.
Kâinatın ilk maddesinin büyük bir patlama ile ortaya çıktığını ileri süren Big Bang teorisinin büyük oranda hüsn-ü kabul görmesi, önceki kanaatı geniş şekilde yıktı.
Bediüzzaman, maddenin ezelî değil hâdis (sonradan) olduğunu mükerreren ifade ve izah eder:
“Evet kâinat hadistir. Çünkü görüyoruz. Her asırda, belki her senede, belki her mevsimde bir kâinat, bir âlem gider, biri gelir. Demek bir Kadir-i Zülcelâl var ki, bu kâinatı hiçten icat ederek her senede belki her mevsimde, belki her günde birisini icat eder, ehl-i şuura gösterir ve sonra onu alır, başkasını getirir. Birbiri arkasına takıp zincirleme bir surette zamanın şeridine asıyor... Elbette âlem içinde her vakit âlemleri halkedip değiştiren zât, mutlaka, şu âlemi dahi o halketmiştir...
Adem (yokluk) ve vücud, ikisi de müsavi olsa; bir tahsis edici, bir tercih edici, bir mucid lâzımdır. Çünkü, mümkinat birbirini icat edip, teselsül edemez. Yahut o onu, o da onu icat edip devir suretinde dahi olamaz”33.
Yoktan var edilemez mi?
Lavoisier tarafından ileri sürülen maddenin veya kütlenin konumu kanunu şöyle ifade edilir: “Var olan şey yok, yok olan da var edilemez.”
Bazıları bu kanun üzerinde demagoji yapmakla, mes’eleyi mutlak mânâda takdimle ideolojilerine âlet etmektedirler. Halbuki bu kanun belirli şartlarda ve kapalı sistemlerde ifadesini bulmaktadır:
“Kütlenin korunumu, çerçevesi tesbit edilmiş bir kapalı sisteme uygulanan ve maddenin dönüşümleri esnasındaki ağırlıkla ilgili münasebetleri gösteren bir kanundur”34.
Bediüzzaman bu kanunun umumileştirilmesine şiddetle karşı çıkar:
“Şu zamanda çok ileri giden feylesoflar (felsefeciler) diyorlar ki; ‘Hiçten, hiçbir şey icad edilmiyor ve hiç bir şey idam edilmiyor; yalnız bir terkip tahlildir ki, kâinat fabrikasını işlettiriyor...’
Bu bedbahtlar, âciz-i mutlak ve yalnız bir cüz-i ihtiyariden başka ellerinde olmayan; Fir’avunlaşmış kendi nefisleri, hiç bir şeyi idam ve yok edemediklerinden ve hiç bir zerreyi, bir maddeyi hiçten, yoktan icad edemediklerinden ve güvendikleri esbab (sebepler) ve tabiatın ellerinden hiçbir icad gelmediği cihetle, ahmaklıklarından diyorlar.
‘Yoktan var olmaz, var da yok olmaz’ deyip, bu bâtıl ve hata düsturu, Kadir-i Mutlaka teşmil etmek istiyorlar.
Evet, Kadir-i Mutlak’ın iki tarzda; hem ibda’, hem inşa’ suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek; en kolay, en suhuletli, belki daimî, umumî bir kanundur. Bir baharda üçyüz bin enva-ı zihayat (çeşitli hayat sahipleri) mahlûkatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini; hiçten var eden bir kudrete karşı, ‘yoğu var edemez’ diyen adam, yok olmalı...”35.
Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi, ibda’ suretiyle yoktan yaradılış, kâinatın ilk ortaya çıkışında vaki olduğu gibi, halen de devam etmektedir. Meselâ, bahar mevsiminde; toprak, su ve hava ve güneşteki elementlerin bir araya gelmesiyle inşa edilen ağaçtaki yaprak ve meyvelerin şekil, koku ve tatları gibi hususlar elementlerde mevcut değildir. Yoktan yaratılmaktadır. Aynı şekilde, insanın simasından sesine varıncaya kadar, sahip olduğu akıl, hafıza, hayal, endişe gibi, atom ve moleküllerde bulunmayan özelliklerden hepsi yoktan yaratılmanın meyveleridir. Kaldı ki bugün maddî âlemde de yokların ortaya çıktığı tesbit edilmiştir. Madde enerjiye dönerek maddî yapısında noksanlıklar husule gelebildiği gibi, her birinin kütlesi dünyamızınkinden defalarca büyük olan bazı yıldızların “kara delik” adı verilen ve mahiyeti meçhul yerlere giderek kaybolduğu bir vakıadır.
Tabiat nedir?
Bediüzzaman, kâinattaki varlıkların icat ve idarelerinin, günümüzde sıkça ileri sürüldüğü gibi, sebeplere, tesadüfe veya tabiata verilemeyeceğini ısrarla belirtir. Tabiatı da şöyle tarif eder:
“Tabiat ancak bir sanattır sani’ olamaz, bir nakıştır nakkaş olamaz, ahkâmdır Hakim olamaz, bir şeriat-ı fıtriyedir (fıtri bir kanundur) şâri’ (kanun koyucu) olamaz. Mahlûk bir perde-i izzettir, Hâlık olamaz, münfail bir fıtrattır (yaratılmış bir varlıktır) Fâtır (yaratıcı) bir fail olamaz; kanundur kudret değildir, kadir olamaz. Mistardır (âlet), mastar (menba’) olamaz... Maden her şeyin vücudu, pek çok cihazat ve âletlere muhtaçtır. O halde, o tabiatı icad eden, o sebebi halkeden bir Kadir-i Mutlak var”36.
Görüldüğü gibi o, tabiatı; Allah’ın koyduğu kanunların tamamı olarak ele alır. Tabiat, tabiat üstü bir ilim, irade ve kudrete sahip bir Yaratıcının san’at eseridir, nakşıdır.
“Eğer gayet intizamlı, mizanlı, san’atlı, hikmetli şu mevcudat; nihayetsiz Kadir, Hakîm bir zata verilmezse; belki tabiata isnat edilse, lâzım gelir ki; tabiat her bir parça toprakta Avrupa’nın umum matbaaları ve fabrikaları adedince makineleri, matbaaları bulundursun... Yâ, o parça toprak menşe ve tezgâh olduğu hadsiz çiçekler ve meyvelerin yetişmelerine ve teşkillerine medâr (sebep) olabilsin”37.
O, elementlerin canlı bünyesinde kendi kendine veya tesadüfen de görev yapmasının imkânsızlığını değişik misâllerde anlatılır.
“Evet, madem mevcudat var ve inkâr edilemez. Hem her mevcut san’atlı ve hikmetli vücuda geliyor. Hem madem kadim değil, yeniden oluyor... Bu mevcudu, meselâ bu hayvanı ya diyeceksin ki, esbâb-ı âlem onu icad ediyor; yani, esbabın (sebeplerin) içtimaından (toplanmasından) o mevcut vücut buluyor... Veyahut, o kendi kendine teşekkül ediyor... Veyahut, tabiat muktezası olarak, tabiatın te’siriyle vücuda geliyor... Veyahut, bir Kadir-i Zülcelal’ın kudretiyle icad ediliyor... Mâdem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur. Evvelki üç yol; muhal, battal, mümtenî gayr-i kabil oldukları kat’i isbat edilse; bizzarure ve bilbedahe dördüncü yol olan tarik-ı Vahdaniye şeksiz şüphesiz sabit olur”38.
İlk yolun imkânsızlığını belirten pek çok misâlden birisi:
“Eğer sen vücudundaki zerreleri Kadir-i Ezelînin kanunuyla hareket eden küçücük memurları veya bir ordusu veya kalem-i kaderin uçları, herbir zerre bir kalem ucu veya kalem-i kudretin noktaları, herbir zerre bir nokta olduğunu kabul etmezsen; o vakit senin gözünde çalışan herbir zerreye öyle bir göz lâzım ki, senin mecmu-u cesedinin her tarafını görmekle beraber, münasebettar olduğun bütün kâinatı dahi görecek bir gözü... Ve bütün senin mazi (geçmiş) ve müstakbel (gelecek) ve nesil ve aslın ve anasırın menbâlarını ve rızkının madenlerini bilecek, tanıyacak yüz dahî kadar bir akıl vermek lâzım geliyor. Senin gibi bu meselelerde zerre kadar aklı olmayanın bir zerresine bin Eflâtun kadar bir ilim ve şuur vermek, bin derece divanece bir hurafeliktir!..39.
O, Cenab-ı Hakkın asırları, seneleri, günleri ve hatta saatları bir model yaptığını, bütün mahlukatı bu zaman içinde san’atlı eserleriyle süslendirdiğini belirterek bütün bunların tesadüfle izah edilmeyeceğini nazara verir:
“Hem O Kadir-i Mutlak, herbir asrı, herbir seneyi, herbir günü bir model yaptığı gibi, ruy-i zemini (yeryüzü), herbir dağ ve sahrayı, bağ ve bostanı, herbir ağacı birer model yapmıştır. Vakit-bevakit, taze taze birer kâinatı zeminde kuruyor, birer yeni dünyayı icad ediyor. Birer âlemi alıp da diğer muntazam bir âlemi getiriyor... Her baharda, herbir ağaca sündüs misal taze bir çarşaf giydiriyor...
İşte şu işleri nihayetsiz hüsn-ü san’at ve kemal-i intizam ile yapan ve şu birbiri arkasında gelen ve zaman ipine takılan seyyar âlemleri, nihayet hikmet ve inayet ve kemal-i kudret ve san’at ile değiştiren Zât; elbette gayet Kadîr ve Hakîmdir. Nihayet derecede Basir ve Alimdir. Tesadüf O’nun işine karışamaz”40.
Atomların harekâtı
Bediüzzaman, atomlardaki harekâtın veya sükûnetin başıboş olmadığını, muhit bir ilim sahibinin kuvvet ve kudretine dayandığını nazara verir:
“Her zerrede; hem harekâtında, hem sükûnetinde, iki güneş gibi iki nur-u Tevhid (birlik nuru) parlıyor. Çünkü... Herbir zerre, eğer me’mur-u İlâhî olmazsa; ve onun izni ve tasarrufu ile hareket etmezse ve İlim ve Kudretiyle tahavvül (değiştirme) etmezse; o vakit herbir zerrenin nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, herşeyi görür bir gözü, herşeye bakar bir yüzü, herşeye geçer bir sözü bulunmak lâzım geliyor”41.
Bunun sebebini de şöyle açıklıyor:
“Havanın herbir zerresi, herbir zihayatın cismine, herbir çiçeğin meyvesine, herbir yaprağın binasına girip işleyebilir. Halbuki onların teşkilatları ayrı ayrı tarzdadır, başka başka nizamları var. Bir incir meyvesinin fabrikası faraza çuha makinası gibi olsa; bir nar meyvesinin fabrikası da şeker makinası gibi olacaktır ve hâkeza!.. Öyle ise: O hizmet eden zerreler, ya bir ilmi muhit sahibinin izin ve emriyle ve ilim ve iradesiyle işliyorlar veyahut kendisinde öyle bir muhit ilim ve kudret bulunmak lâzım geliyor...”42.
Ona göre; bir ilahı kabul etmeyen, atomlar adedince ilahları kabule mecbur olur. Çünkü herbir atomun yaptığı iş; ancak muhit bir ilim, irade ve kuvvetle mümkündür. Nitekim bu hususu şöyle ifade eder:
“Sırr-ı Vahdetle yalnız bir Vâhid-i Ehad’in eseri olabilen gayet muntazam bir masnu’u vâhidi, o hadsiz zerreye isnad etmek; zerre kadar şuuru olan bunun pek zahir bir muhal belki yüz muhal olduğunu derkeder”43.
“Eğer herşey Kadir-i Mutlak’a verilmezse, bir tek Allah’a mukabil, nihayetsiz, belki zerrât-ı kâinat adedince ilahları kabul etmek gibi, yüz derece muhal içindeki bir muhali mevcut kabul etmek gibi bir divanelik hezeyanına düşmek lâzımdır”44.
Cansız âlemden canlılık âlemine terakki
Bediüzzaman elementlerin; bitki, hayvan ve insan vücudunda görev almalarıyla, cansız âlemden canlılık mertebesine yükseldiklerini ve ahirete uygun hale geldiklerini kabul eder:
“...Zihayat cisimlerde zerrat harekâtının binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi, zerreleri nurlandırmaktır. Güya cism-i hayvanî ve insanî, hatta nebatî; terbiye dersini almak için gelenlere bir misafirhane, bir kışla, bir mektep hükmündedir ki; camid (cansız) zerreler ona girerler, nurlanırlar.
Adeta bir talim ve tâlimata mazhar olurlar, letafet peyda ederler. Birer vazifeyi görmekle âlem-i bekâya (ebedî âleme) ve bütün eczasıyla hayattar olan dar-ı âhirete zerrat olmak için liyakat kesbederler”45.
Kur'an-ı Kerim açısından tahavvülat
Bediüzzaman, atomların hareket ve hal değiştirmelerini İslâmiyet açısından şöyle değerlendirir:
“Kur’an-ı Hakim’in hikmeti nokta-i nazarında tahavvülat-ı zerratın pek çok gayeleri, hikmetleri ve vazifeleri vardır... Numune olarak birkaçına işaret ediyoruz.
“Birincisi: “Cenab-ı Vacibü’l Vücudun tecelliyat-ı îcadiyesini tecdit ve tazelendirmek için bir tek ruhu model gibi ederek, her sene mu’cizat-ı kudretinden taze birer ceset giydirmek... Birtek hakikatı başka başka suretlerde göstermek ve kâinatların ve âlemlerin ve mevcudatların, taife taife arkasından gelmelerine yer vermek ve zemin hazırlamak için Fatır-ı Zülcelâl kudretiyle, zerratı tahrik ve tavzif etmiştir (vazifelendirmiştir).
“İkincisi: “Mâlikü’l Mülk-ü Zülcelâl; şu dünyayı, bâhusus (özellikle) ruy-u zemin tarlasını bir mülk suretinde yaratmıştır... İşte şu zemin yüzündeki tarlasında, zerratı hikmetle tahrik ederek, intizam dairesinde tavzif edip, her asırda, her fasılda, her ayda, belki her günde, belki her saatta mu’cizat-ı kudretinden yeni yeni birer kâinat gösterir, yeryüzü avlusuna başka başka mahsulat verdirir...
“Üçüncüsü: “Nihayetsiz tecelliyat-ı Esma-i İlahiyyenin nakışlarını göstermekle, o esmânın (isimlerin) cilveleri ifade için mahdut bir zeminde hadsiz nukuş (nakışlar) göstermek, küçük bir sahifede nihayetsiz maânileri (manaları) ifade edecek olan hadsiz âyâtları (deliller) yazmak için Nakkaş-ı Ezelî zerratı, kemal-i hikmetle tahrik edip kemal-i intizamla tavzif etmiştir. Evet, geçen senenin mahsulâtıyla şu senenin mahsulâtının mahiyetleri bir hükmündedir. Fakat, maânileri başka başkadır...
“Dördüncüsü: “Hadsiz âlem-i misal gibi gayet geniş âlem-i melekût ve gayr-i mahdut sair uhrevî âlemlere birer mahsulât veya tezyinat veya levazımat gibi onlara münasip şeyleri yetiştirmek için şu dar mezraa-ı dünyada, zemin yüzünün tezgâhında ve tarlasında Hakîm-i Zülcelâl, zerratı tahrik edip; kâinatı, seyyale ve mevcudatı, seyyare ederek; şu küçük zeminde o pek büyük âlemlere pek çok mahsulat-ı mâneviyeyi yetiştiriyor...
“Beşincisi: “Nihayetsiz kemal-i İlâhiyeyi, hadsiz cevalât-ı cemaliyeyi ve gayetsiz tecelliyat-ı celâliyeyi ve gayr-i mütenâhî (sonsuz) tesbihat-ı Rabbâniyeyi şu dar ve mahdut zeminde ve mütenâhî (sonlu) ve az bir zamanda göstermek için zerratı kemâl-i hikmetle kudretiyle tahrik edip, kemâl-i intizamla tavzif ederek; mütenâhî bir zamanda, mahdut bir zeminde gayr-i mütenâhî tesbihat yaptırıyor...
“Daha bu beş numune gibi belki beşbin hikmetle tahrik olunan zerratın tahavvülâtını, o akılsız feylesoflar hikmetsiz zannetmişler ve hakikatte; biri enfüsî (kendi içinde) diğeri âfâki (dışarıda, hariçte) harekat-ı cezbekâranede zikir ve tesbih-i İlâhî ile Mevlevî gibi zikreden ve deverana kalkan o zerreleri, kendi kendine, sersem gibi dönüp oynuyorlar zu’metmişler (yanlış zan).
“İşte bundan anlaşılıyor ki; onların ilimleri ilim değil, cehildir. Hikmetleri hikmetsizliktir”46.
Görüldüğü gibi Bediüzzaman, atomların hem kendi içlerindeki ve hem de diğerleri arasındaki harekâtının gayesini beş temel esasta toplamakta ve bunları; her asırda ve hatta her saatta icadını tazelemek ve yeryüzü tarlasına mahsulat verdirmek, isimlerinin tecellilerini göstermek, uhrevî âlemlere münasip şeyleri yetiştirmek, onlara nihayetsiz zikir ve tesbih ettirmek için Cenab-ı Hakkın atomları hareket ettirdiğini kabul etmektedir.
Âlem-i şehadetten âlem-i gayba
Eşyayı yaratma kudretinin sadece Allah’tan olduğunun bilinmesini isteyen Bediüzzaman, varlıkların gayp âleminden gelerek hale uğrayıp tekrar o âleme gönderildiğini şöyle nazara verir:
“Şu mevcudat irade-i İlâhiye ile seyyaledir (akmaktadır). Şu kâinat emr-i Rabbanî ile seyyaredir (yer değiştirmektedir). Şu mahlûkat izn-i İlâhi ile zaman nehrinde mütemadiyen akıyor. Âlem-i gayptan gönderiliyor, âlem-i şehadette (bu dünyada) vücud-u haricî giydiriliyor. Sonra âlem-i gayba muntazam yağıyor, iniyor. Ve emr-i Rabbanî ile mütemadiyen istikbâlden gelip, hale uğrayarak teneffüs eder, maziye dökülür” (46).
Görüldüğü gibi Bediüzzaman, 18. asırdakilere göre istikbâlde olan ve şimdi hali teneffüs edenlerin, gelecek asrın mazi kıtasına, yani âlem-i gayba geçeceğini hatırlatıyor. İnsan da dahil bütün mahlûkatın, hem bu âleme getirilmelerinde ve hem de bu âlemden götürülmelerinde Cenab-ı Hakkın koyduğu ve idare ettiği kanunlara ister istemez tâbi olduğunu belirtiyor.
O, bütün geçmiş ve geleceğe hükmü geçmeyenin hayat ve ölüme de sahip çıkamayacağının bilinmesini ister:
“İşte hiç mümkün müdür ki, şu kâinatı, hey’et-i mecmuasıyla (bütünüyle) çevirmeye muktedir olmayan ve bütün zamanlara hükmü geçmeyen ve âlemleri hayata, mevte (ölüme) bir ferd gibi mazhar etmeye kudreti yetmeyen ve baharları bir çiçek gibi hayat verip, yeryüzüne takıp, sonra mevt ile ondan koparıp alamayan bir zât; mevt ve imateye (öldürmeye) sahip çıkabilsin... Evet, en cüz’i bir zihayatın (canlının) mevti dahi, hayatı gibi bütün hakaik-ı hayat ve enva-ı mevt elinde bulunan bir Zat-ı Zülcelâl’in kanunuyla, izniyle, emriyle, kuvvetiyle, ilmiyle olmak zaruridir”48.
Demek ki, Bediüzzaman, hayatın devamı için ilim, irade ve kudret ne kadar gerekli ise, ölüm için de aynı sıfatları bir o kadar lüzumlu görüyor. Zira, böyle bir nizam hükmetmemiş olsaydı; denizler balık, karalar da bitki ve hayvan cesedinden geçilmez, hayata mazhar olacakların ham maddeleri olan elementler bu işe koşturulamazdı.
Gaipten gelen acip kafile
Bediüzzaman baharda ağaçların ve çiçeklerin yeniden canlanmaları, insanlara ve hayvanlara rızık olmalarını şöyle anlatır:
“İşte bak: Gaipten acip bir kafile umum hayvanatın erzakını taşıyan, nebatat ve eşcar (ağaç) kafileleridir çıkıp geliyor. Merkepleri; ağaçlara, nebatlara, dağlara benzerler. Başlarında birer tabla-i erzak taşıyorlar. İşte bak: Bu tarafta bekleyen muhtelif hayvanatın erzaklarını getiriyorlar. Hem de bak: Bu kubbede o azim elektrik lâmbası güneş, onlara ışık verdiği gibi, bütün taamlarını öyle güzel pişiriyor; yalnız pişirilecek taamlar, bir dest-i gaybi (gizli bir el ile) tarafından birer ipe takılıp -ip ve ipe takılan taam ise, ağacın ince dalları ve leziz meyveleridir- ona karşı tutuluyor”49.
Bediüzzaman meyveli ağaçları bir makineye benzetir:
“...Yüzer tezgâhları, fabrikaları, incecik dallarında taşıyor gibi hayretnüma (hayret verici tarzda) yaprakları, çiçekleri, meyveleri dokuyor, süslendiriyor, pişiriyor, bizlere uzatıyor. Halbuki çam ve katran gibi muhteşem ağaçlar, kuru bir taşta tezgâhını atmış, çalışıp duruyorlar”50.
“İşte gözümüz önünde bir dirhem... bir afyon büzrü, bir dirhem gibi bir zerdali nüveti, bir kavun çekirdeği, nasıl çuhadan daha güzel dokunmuş yapraklar, patiskadan daha beyaz ve sarı çiçekler, şekerlemeden daha tatlı ve köftelerden ve konserve kutularından daha lâtif, daha leziz, daha şirin meyveleri Hazine-i Rahmetten getiriyorlar, bize takdim ediyorlar.” 51.
Bediüzzaman, elementlerden hayvanların icadını şöyle nazara verir:
“Hem de bak, bu demiri, toprağı, suyu, kömürü, bakırı, gümüşü, altını gaybî avucuna aldı, bir et parçası yaptı” 51.
Neticede bu teşekkül tarzlarına vahdaniyete birer delil gösterir:
“Her birisinde o gizli Zat’tan haber veren işler var. Âdeta her biri birer turra, birer sikke gibi, o gaybî zattan haber veriyorlar.” 51.
Bediüzzaman, kâinatı bahçe, arzı bir ağaç gibi mütalaa eder:
“Demek herbir meyve öyle bir mühr-ü vahdettir ki; onun ağacı olan arzın ve onun bahçesi olan kâinat kitabının kâtibini ve Sani’ini bildirir ve vahdetini gösterir” 52.
“Bir bahçede bir sarı çiçek, o bahçe nakkaşının bir mührü hükmündedir. O çiçek mührü kimin ise, bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler, o zatın kelimeleri hükmünde olduğuna ve o bahçe dahi onun yazısı olduğuna, açık bir surette delâlet ediyor” 53.
Dökülmeyen denizler
Bediüzzaman dünyanın dönüşü ve denizlerin durumuna şöyle işaret eder:
“Hayatdârâne mütemadiyen çalkalanan ve dağılmak ve dökülmek ve istila etmek fıtratında olan denizler, arzı kuşatıp, arz ile beraber gayet süratli bir surette bir senede yirmibeşbin senelik bir dairede koşturulduğu halde; ne dağılırlar, ne de dökülürler ve ne de komşularındaki toprağa hücum ederler.
Demek gayet kudretli ve azametli bir zâtın emriyle ve kuvvetiyle dururlar, gezerler, muhafaza olurlar” 54.
Genetik hususiyetler
Bediüzzaman, insanla kâinatın münasebetini ve canlıların genetik hususiyeti için şu ifadeyi kullanılır:
“...Kalem-i Kudret (Kudret kalemi), âlemin ki tab-ı kebirinde ne yazmış ise, icmalini, mahiyet-i insaniyede yazmıştır. Kalem-i kader, dağ gibi bir ağaçta ne yazmış ise, tırnak gibi meyvesinde dahi dercetmiştir” 55.
Yumurta ve spermlerin madde itibariyle birbirlerine benzemelerine rağmen, kader programı tâbir ettiği genetik yapılarına dikkati çeker:
“Hem madem ruh cisme hakim olduğu gibi; câmid (cansız) maddelerde dahi kaderin yazdığı evamir-i tekviniyye (yaradılışa ait kanun ve nizamlar), o maddelere hâkimdir. O maddeler kaderin manevi yapısına göre mevki ve nizam alabilirler. Meselâ: Yumurtaların envaında (çeşitlerinde) ve nutfelerin aksamında (kısımlarında) ve çekirdeklerin esnafında (sınıflarında) ve tohumların ecnasında (cinslerinde) kaderin ayrı ayrı yazdığı evamir-i tekviniyye cihetiyle ayrı ayrı makam ve nur sahibi oluyorlar. Ve o madde itibariyle mahiyetleri bir hükmünde olan o maddeler, hadsiz muhtelif mevcudata menşe oluyorlar” 56. İnsanın madde ve ruh yapısı itibariyle kâinatın küçük bir numunesi olduğunu, kâinatta gerek maddî ve gerekse manevî ne varsa insanda misali bulunduğunu belirtir:
“Nasıl ki insanın anasırları, kâinatın unsurlarından; ve kemikleri; taş ve kayalarından ve saçları nebat ve eşcarından ve bedeninde cereyan eden kan ve gözünden, kulağından, burnundan ve ağzından akan ayrı ayrı sular, arzın çeşmelerinden ve madenî sularından haber veriyorlar, delâlet edip onlara işaret ediyorlar. Aynen öyle de, insanın ruhu âlem-i ervahtan (ruhlar âleminden) ve hafızaları levh-i mahfuzdan ve kuvve-i hayaliyeleri, âlem-i misalden... Ve hakeza... Her bir cihazı bir âlemden haber veriyorlar ve onların vücutlarına kat’i şehadet ederler” 57.
Hayat nedir?
Bugün biyolojinin izahtan aciz kaldığı konulardan birisi, hayatın yani canlılığın tarifi ve mahiyetinin ne olduğudur. Bediüzzaman konuya değişik açılardan yaklaşır ve daha ziyade hayatın verilişindeki gayeye dikkati çeker. Cansız bir varlığın çevresiyle münasebetinin sadece bulunduğu mekân itibariyle olduğunu, ama ona hayat girince bütün kâinatla alâkadar hale geldiğini belirtir:
“Hayat, şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi... Hem en büyük neticesi, hem küçük bir mahlûku bir kâinat hükmüne getiren mu’cizekâr bir hakikatı, hem güya, kâinatın bir zîhayatta yerleşmesine vesile oluyor gibi; koca kâinatın bir nevi fihristesini o zîhayatta göstermekle beraber,o zîhayatı ekser mevcudatla münasebettar ve küçük bir kâinat hükmüne getiren en harika bir mu’cize-i kudrettir” 58.
Hayatın, bahusus insan hayatının gayesi ve şu muhteşem kâinatın vazifesinin ne olduğu sorusu, bütün insanlığı, Hz. Âdem’den beri meşgul edegelmiştir. Bediüzzaman, buna gayet kısa ve öz olarak şöyle cevap verir:
“Bu hayat, madem kâinatın en büyük neticesi ve azametli gayesi ve en kıymettar meyvesidir; elbette bu hayatın dahi kâinat kadar büyük bir gayesi, azametli bir neticesi bulunmak gerektir. Çünkü; ağacın neticesi meyve olduğu gibi meyvenin de çekirdeği vasıtasıyla neticesi, gelecek bir ağaçtır. Evet, bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi, bir meyvesi de, hayatı veren Zât-ı Hay ve Muhyiye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki; bu şükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise hayatın meyvesi olduğu gibi, kâinatın gayesidir” 59.
Görüldüğü gibi Bediüzzaman’a göre; hayatın birinci gayesi Cenab-ı Hakka karşı şükür ve hamd, diğeri de ebedî hayattır. Kâinat fabrikası da bunu temin için çalışmaktadır.
O, hayatı bir başka cihetten ele alıp, yeryüzündeki dengeye, kâinattaki biyolojik tasviyeye değişik bir nazarla yaklaşır, elementlerin devri daimine dikkati çeker:
“Hem hayat, bu kâinatın tezgâh-ı âzamında öyle bir istihale makinesidir ki, mütemadiyen her tarafta tasviye yapıyor; temizlendiriyor; terakki veriyor; nurlandırıyor... Ve zerrat kafilelerine, güya hayatın yuvası; o zerrelere vazife görmek, nurlandırmak, tâlimat yapmak için bir misafirhane, bir metep, bir kışladır. Âdeta Zat-ı Hay ve Muhyi, bu makine-i hayat vasıtasıyla; bu karanlıklı ve fâni ve süflî olan âlem-i dünyayı lâtifleştiriyor, ışıklandırıyor, bir nevi beka veriyor, bâki bir âleme gitmeye hazırlattırıyor...” 60.
Bediüzzaman, şuur ve his ile hayat arasında da şöyle bir münasebet kurar:
“Nasıl ki hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır... Ve şuur ve his dahi, hayattan süzülmüş, şuurun bir hülasasıdır... Ve ruh dahi, hayatın halis ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır” 61.
Başka gezegenlerde hayat var mıdır?
Bediüzzaman, diğer gezegen ve yıldızlarda hayatın varlığına da şöyle temas eder:
“Hayat olmazsa; vücud (varlık) vücud değildir... Hayat ruhun ziyasıdır. Şuur, hayatın nurudur. Mademki, hayat ve şuur bu kadar ehemmiyetlidirler... Madem, şu biçare perişan küremiz, sergerdan (şaşkın) zeminimiz, bu kadar hadd-ü hesaba gelmez zevil-hayat (hayat sahibi) ile, zevil-ervah (ruh sahibi) ile ve zevil-idrak ile dolmuştur. Elbette sâdık bir hads ile ve kat’i bir yakîn ile hükmolunur ki, şu kusur-u semâviye ve şu bürucu sâmiyenin (yüksek burçların) dahi kendilerine münasip zîhayat (hayat sahibi); zîşuur (şuur sahibi) sekeneleri vardır. Balık suda yaşadığı gibi, güneşin ateşinde dahi, o nuranî sekeneler bulunur. Nar, nuru yakmaz. Belki ateş ışığa medet verir: Madem Kudret-i Ezeliyye, bilmüşahede en âdi maddelerden, en kesif unsurlardan hadsiz zîhayat ve zîruhu halkeder ve gayet ehemmiyetle madde-i kesîfeyi hayat vasıtasıyla madde-i latifeye çeviriyor ve nur-u hayatı herşeyde kesretle serpiyor ve şuur ziyasıyla ekser şeyleri yaldızlıyor. Elbette O Kadir-i Hakim, bu kusursuz kudretiyle, bu noksansız hikmetiyle; nur gibi, esîr gibi ruha yakın ve münasip olan sair seyyalât-ı latife maddeleri ihmal edip hayatsız bırakmaz, câmid bırakmaz, şuursuz bırakmaz. Belki madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ esir maddesinden, hattâ mânâlardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zîhayat, zîşuuru kesretle halkeder ki; hayvanatın pek çok muhtelif ecnasları (cinsleri) gibi, pek çok muhtelif ruhanî mahlukları, o seyyalât-ı lâtife maddelerden halkeder. Onların bir kısmı melâike, bir kısmı da ruhanî ve cin ecnaslarıdır... Şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem semâvat burçlarıyla yıldızlarıyla zîşuur, zîhayat, zîruhlarla doludur” 62.
Bediüzzaman’a göre; kâinattaki bütün yıldız ve gezegenler hayattar mahluklarla şenlendirilmiştir. Cenab-ı Hak her mekâna uygun şuur, ruh ve hayat sahibi varlıkları yaratmıştır. Hattâ merkezinde sıcaklığı 15 milyon dereceye ulaşan güneşte bile, oraya münasip hayata mazhar varlıklar mevcuttur. O, gayet mantıkî bir kıyaslama ile, balığın suda, insanın karada yaşadığı gibi, havasız yıldızlarda da yaşanabileceğini tereddütsüz kabul eder. Şu kesif, katı ve cansız topraktan milyonlarca canlının yaratılmış olmasını ona delil gösterir.
Dünyada anaerobik (havasız) ortamda canlıların mevcudiyeti, bir gram toprakta 7 milyara yakın canlının barınabileceği hatırlanınca, Bediüzzaman’ın tesbitinin ne kadar yerinde olduğu anlaşılır.
Dünyanın öküz ve balık üzerinde durması
Geçmişte fen ve İslâm felsefesi arasında tartışmaya sebep olan konulardan birisi de; dünyanın balık ve öküz üzerinde durduğu meselesidir. Bediüzzaman bu konuda da her iki tarafı tatmin edecek şekilde izahatta bulunmuştur:
“Bu defaki sualinizde diyorsunuz ki: ‘Hocalar diyorlar: Arz, öküz ve balık üstünde duruyor. Halbuki arz, muallâkta bir yıldız gibi gezdiğini coğrafya görüyor. Ne öküz var ne de balık.’
Elcevap: İbn-i Abbas (r.a.) gibi zatlara isnat edilen sahih bir rivayet var ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâmdan sormuşlar: ‘Dünya ne üstündedir?’ Ferman etmiş: ‘Alessevri vel hut’ (öküz ve balık). Bir rivayette bir defa ‘Alessevr’ demiş, diğer defa da ’Alel hut’ demiştir” 63.
Bediüzzaman, burada meselenin yanlış anlaşılmasına cahillerin bazı benzetme ve temsilleri hakikat telakki etmesinin sebep olduğunu belirtir:
“Teşbih ve temsiller... İlmin elinden cehlin eline düştükçe, müruru zamanla (zamanın geçmesiyle) hakikat telakki edilir... İşte Sevr ve Hut namıyla iki büyük melek, bir teşbih-i lâtif-i kudsî (lâtif bir benzetme) ile ve manidar bir işaretle Sevr ve Hut namıyla tesmiye edilmişler (isimlendirilmişler). Kudsî ulvî lisan"ı Nübüvvetten umumun lisanına girdikçe, o teşbih hakikate inkılâb etmiş, âdeta gayet büyük bir öküz ve dehşetli bir balık suretini almışlar. 64
Bediüzzaman bu hadisin üç şekilde anlaşılabileceğini belirtir:
“Birinci vecih: “Cenab-ı Hak... Kürre-i arza dahi iki melek, nâzır ve hamele olarak tayin etmiştir. O meleklerin birinin ismi ‘Sevr’ ve diğerinin ismi ‘Hut’dur. Ve o namı vermesinin sırrı şudur ki: Arz iki kısımdır. Biri su; biri toprak. Su kısmını şenlendiren balıktır. Toprak kısmını şenlendiren, insanların medar-ı hayatı olan ziraat, öküz iledir ve öküzün omuzundadır...
“İkinci vecih: “Meselâ, nasıl ki denilse: ‘Bu devlet ve saltanat hangi şey üzerinde duruyor?’ Cevabında: ‘Alesseyfi vel kalem’ denilir. Yani ‘asker kılıncının şecaatine ve me’mur kaleminin dirayetine ve adâletine istinad eder.’ Öyle de: Kürre-i arz madem zîhayatın (canlının) meskenidir ve zîhayatın kumandanları da insandır ve insanın ehl-i sevâhil (sahil) kısmının kısm-ı âzamının (ekseriyetinin) medar-ı taayyüşleri (geçim vesilesi) balıktır ve ehl-i sevâhil olmayan kısmının kısm-ı âzamının medar-ı taayyüşleri, ziraatle, öküzün omuzundadır ve mühim bir medar-ı ticareti de balıktır. Elbette devlet, seyf ve kalem üstünde durduğu gibi, kürre-i arz da, öküz ve balık üstünde duruyor denilir. Zira ne vakit öküz çalışmazsa ve balık milyon yumurtayı birden doğurmazsa, o vakit insan yaşayamaz, hayat sükût eder...
“Üçüncü vecih: “Eski kozmoğrafya nazarında güneş gezer. Güneşin her otuz derecesini bir burç tâbir etmişler. O burçlardaki yıldızların aralarında birbirlerini raptedecek farazî hatlar çekilse, bir tek vaziyet hasıl olduğu vakit, bazı esed (arslan) suretini, bazı balık mânâsına hut suretini göstermişler. O münasebete binaen o burçlara o isimler verilmiş. Şu asrın kozmoğrafya nazarında ise, güneş gezmiyor... Güneş bedeline kürre-i arz geziyor... Kürre-i arz her ayda burûc-u semaviyenin (semavi burçların) birinin gölgesinde ve misâlindedir. Güya arzın medar-ı senevîsi bir âyine hükmünde olarak semavî burçlar, onda temessül ediyor...
“İşte bu vechile Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayet derin ve çok asır sonra anlaşılacak bir hakikate işareten bir defa ‘Alessevr’ demiş. Çünkü, kürre-i arz, o sualin zamanında Sevr Burcunun misâlinde idi. Bir ay sonra sorulmuş, ‘Alelhut’ demiş. Çünkü, o vakit kürre-i arz, Hut Burcunun gölgesinde imiş” 65.
On iki gezegen
Bugün henüz daha on bir gezegenin varlığı ileri sürülüyor. Halbuki Bediüzzaman Said Nursî yaklaşık elli sene önce on iki gezegenden bahsediyor ve ilmin hayalen ulaşamadığı yere, ispat parmağını basmakla İslâmiyetin ileri görüşlülüğünü ortaya koyuyor:
“Şu kâinat lambaları olan güneş, kâinat Sâniinin vücuduna ve vahdaniyetine güneş gibi parlak ve nuranî penceredir. Evet, manzume-i şemsiyye denilen küremizle beraber on iki seyyare: Cirmleri, küçüklük-büyüklük itibariyle pek çok muhtelif ve mevkileri, uzaklık-yakınlık noktasında pekçok mutefâvit ve sür’at-i hareketleri, çok mütenevvî olduğu halde kemâl-i intizam ve hikmet ile ve kemal-i mizan ile ve bir saniye kadar şaşırmayarak hareketleri ve deveranları ve güneş ile câzibe kanunu tâbir edilen bir kanun-u İlâhi ile bağlanmaları... Büyük bir mikyasta bir azamet-i kudret-i İlâhiyeyi ve Vahdâniyyet-i Rabbaniyeyi gösterir”66.
Esir maddesi
Bediüzzaman, esir maddesi gibi ilim sahasında mahiyeti tartışmalı konulara da oldukça geniş yer verir. Kâinatın boş olmadığını, “esir” adı verilen bir madde ile dolu bulunduğunu elektrik, ısı ve ışığın bununla nakledildiğini belirtir:
“Fennen ve hikmeten sabittir ki, bu haddi yok fezay-ı âlem, nihayetsiz bir boşluk değil, belki ‘esir’ dedikleri bir madde ile doludur... Ecram-ı elviyenin cazibe ve dafia gibi kanunlarının rabıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin nâşiri ve nâkili, o fezayı dolduran bir madde mevcuttur” 67.
O, esiri bir cihetle kâinattaki varlıkların yazıldığı latif bir mürekkeb, bir diğer açıdan da hububat tarlası olarak ele alır: “Sânî-i Zülcelâl’in... Lâtif bir mürekkebi kitabeti ve en nazenin hulle-i icâdâtı ve bir maye-i masnuatı ve mezraa-i hububatı olan esir maddesini...” 68.
“Esir maddesi yaratıldıktan sonra, Saniin ilk icatlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani, esiri halkettikten sonra, cevâhir-i feride (atom) kalbetmiştir” 69.
Bediüzzaman’a göre atomların aslı esir maddesidir.
O, esir maddesinin sıkça şekil değiştirdiğini kabul eder:
“Vücudun (varlığın) en zayıf mertebesi ve incelik derecesi en müteğayyir (değişen), mütehavvil (bir halde durmayan) tavrı ve en ziyade mekâna dağılmış olan hadsiz kesretli bir maddî madde olan esir...” 68
O, uzaydaki yıldızların esir maddesi içinde bulunduklarını ve hattâ bütün uzayın esir ile dolu olduğunu ifade eder.
“Kürre-i arzdan bin defa büyük milyonlar küreler, yıldızlar direksiz olarak havadan daha lâtif olan madde-i esiriyye içinde kısmen durdurulmuş, kısmen vazife için seyahat ettiriliyor.” 70
Bediüzzaman esir maddesinin su gibi diğer varlıkların aralarına nüfuz ettiğini ve hatta ayrı ayrı şekiller de bulunduğunu nazara verir:
“Madde-i esiriyye mevcudata nazaran akıcı bir su gibi mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir... Madde-i esiriyyenin, yine esir olarak kalmak şartıyla, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülatı ve ayrı ayrı nevileri vardır. Buhar ile su ve bunun teşekkülatları gibi” 71.
O, yedi kat semanın da bu esir maddesinden yapıldığını bildirir:
“Evet, nasıl ki, buhar, su, buz gibi havaî, mayi (akıcı), câmid (cansız) üç nevi eşya aynı maddeden oluyor. Öyle de; madde-i esiriyyeden dahi yedi nevi tabaka olmasını hiçbir mâni-i aklî olmadığı gibi, hiçbir itiraza medar olamaz... Kadîr-i Zülcelâl, esir maddesinden yedi kat semavatı halkedip tasviye ederek gayet dakiki ve acip bir nizam ile tanzim etmiş ve yıldızları içinde zer’edip ekmiştir” 67.
Bediüzzaman, esir maddesinin bir atomun üzerine esirle bir Kur’an yazabilecek kadar küçük olduğunu ifade eder:
“...Belki o maddenin zerreden (atom) çok derece daha küçük olan zerreleri...” 71.
Ger (eğer) kalem-i Kudretle bir cüz’i fert (atom) üstüne esirin cevahir-i ferdiyle yazılsa bir Kur’an...” 72.
Bediüzzaman’ın esir hakkındaki görüşleri şöyle özetlenebilir:
1. Esir, atom ve elementlerin tarlası ve aslıdır.
2. Esir maddesi, bir atom üzerine esir zerreleri ile bir Kur’an yazılabilecek kadar küçüktür.
3. Galaksileri teşkil eden yıldızlar, esir maddesi içinde yüzmektedir.
4. Çok lâtif ve akıcı olan esir, su gibi herşeyin arasına girmekte, hattâ atomun çekirdeği ile elektronları arasını dahi doldurmaktadır.
5. Esir, ziya, hararet, elektrik gibi kuvvetleri yayıp nakletmede görev almakta, çekme ve itme kanunlarının da rabıtası durumunda bulunmaktadır.
Acb-üz-Zeneb
İnsanın yeniden dirilişiyle alâkalı bir hadiste; “Acb-üz-zeneb” tâbir edilen kuyruk sokumundaki küçük bir kemiğin ikinci yaratılışta temel olacağı belirtilir. Bu hadisten çoğu zaman maddî bir kemik anlaşılmış ve medarı münakaşa olmuştur.
Bediüzzaman’ın konuya yaklaşımı ise, bugünün telakki tarzına uygundur ve acb-üz-zeneb’i atom seviyesinde mütalâa eder:
“Nüveler ve tohumlar hükmünde olan ve hadiste ‘acb-üz-zeneb’ tabir edilen eczâ-i esasiyye ve zerrat-ı asliyye, ikinci neş’e için kâfi bir esastır, temeldir. Sâni-i Hakîm, beden-i insanîyi onların üstünde bina eder” 73.
Bir başka eserinde de bu dirilişi; çekirdekten ağacın, tek hücreden yüksek yapılı canlıların yaratılmasına benzetir:
“...Nebatatın tohumları gibi ‘acb-üz-zeneb’ tâbir edilen bir kısım zerreler, insanın tohumu hükmünde olup, haşirde o zerreler üzerine beden-i insani neşv-ü nema ile teşekkül eder” 74.
Evrim
Canlı ve cansız varlıkların nasıl ortaya çıktığı ve günümüze kadar ne gibi değişiklikler geçirdiği hususundaki tartışmalar, son iki asırdır artan bir dozda devam ediyor. Bu hususta evrimcilerin öncülüğünü ettiği yaygın kanaat; yüksek yapılı canlıların, aşağı yapılılardan silsile halinde ve tesadüfen teşekkül ettiği tarzındadır.
Bediüzzaman, insanın embriyo safhasında geçirdiği merhalelere dikkati çeker. Vücuttaki hücrelerin büyük bir kısmının her sene değiştiğini hatırlatır ve bunların ancak kasdi bir ilim ve irade ile olabileceğini nazara verir.
“Evvelâ insanın vücuduna bak. Nasıl tavırdan tavıra, yani nutfeden alakaya, alakadan mudğaya, mudğadan et ve kemiğe, et ve kemikten insan suretine bir kast, bir irade ve bir ihtiyar altında mahsus kanunlarla, muayyen nizamlarla, muntazam hareketlerle intikal ettiğini ve kalıptan kalıba girip çıktığını gör. Sonra insanın bekasına dikkat et. İnsan, bu vücut libasını her sene değiştirir. Bu vücut değişmesi; bedendeki hüceyratın (hücrelerin) yıkılıp yapılmasıyla olur... Evet, fennî bir nazarla dikkat edilirse anlaşılır ki, o zerrenin hareketi körü körüne tesadüf eseri değildir. Çünkü o zerre, hangi mertebeye girerse, o mertebenin nizamına tâbi olur. Ve hangi bir tavra intikal etmiş ise, onun muayyen kanunu ile amel etmiştir” 75.
Bediüzzaman, herbir türün müstakilen ve en kâmil bir şekilde yaratıldığını kabul eder:
“Cenab-ı Hak, hususî eserlerine menşe’ ve kendisine lâyık kemalatına me’haz olmak üzere her ferde ve her nev’e has ve müstakil bir vücut vermiştir. Ezel cihetine sonsuz olarak yanıp giden hiçbir nev’i yoktur. Çünkü bütün enva’ (neviler), imkândan vücub dairesine çıkmamışlardır. Ve teselsülün de bâtıl olduğu meydandadır. Ve âlemde görünen şu tegayyür ve tebeddül ile bir kısım eşyanın hudusu, yani yeni vücuda geldiği de göz ile görünüyor. Bir kısmının da hudusu, zaruriyet-i akliye ile sabittir. Demek hiçbir şeyin ezeliyeti cihetine gidilemez.
“Ve keza ilm-ül hayvanat ve ilm-ül nebatta isbat edildiği gibi, enva’ın sayısı iki yüzbine baliğdir. Bu nevi’ler için bir âdem ve birer evvel-baba lâzımdır. Bu evvel-babaların ve âdemlerin daire-i vücubda olmayıp, ancak mümkünattan olduklarına nazaran, behemahal vasıtasız, kudret-i İlâhiyeden vücuda geldikleri zaruridir. Çünkü bu nevi’lerin teselsülü, yani sonsuza uzayıp gitmeleri bâtıl. Ve bazı nevi’lerin başka nevi’lerden husule gelmeleri tevehhümü de bâtıldır. Çünkü iki nevi’den doğan nev’, alelekser ya akîmdir veya nesli inkıtaa uğrar; tenasül ile bir silsilenin başı olamaz.
“Hülâsa: Beşeriyet ve sair hayvanatın teşkil ettikleri silsilelerin mebdei, en başta bir babada kesildiği gibi, en nihayeti de son bir oğulda kesilip bitmektedir” 76.
Ona göre farklı türlerin silsile halinde birbirinden hasıl olması söz konusu değildir. Her nevin bir babası vardır ve bu doğrudan yaratılmıştır. Bunun sonu da oğul bir ferttir. Bir başka nev’in (*) babası olamaz.
Bediüzzaman, sadece nev’lerin müstakil yaratıldığını kabul etmekle kalmıyor, herbir ferdin kendine has ve müstakil hususiyetlerine de dikkati çekiyor. İnsanlık vasfında bütün insanlar ortak olmakla beraber, herbir ferdin hem simasındaki ve hem de ruh âlemindeki farklılığı nazara veriyor: Bunun da tabiat veya tesadüfle izah edilemeyeceğine dikkati çekiyor.
------
(*) Buradaki “nev” kelimesi aslında bugünkü manada türün tam karşılığı da değildir. Kaldı ki “tür” tarifi üzerinde de botanikçilerle zoologlar arasında tam bir görüş birliği yoktur. Nev' kelimesini, belirli ve sabit genetik potansiyele veya bir gen havuzuna sahip populasyon olarak almak mümkün görünüyor.
____________________
Prof. Dr. Adem TATLI
1947 yılı Korkuteli doğumlu. Ankara Yüksek Öğretmen Okulu Hazırlık Lisesi (1966), Ankara Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü mezunu. Tokat İlköğretmen Okulunda iki yıl (1970-1971) öğretmenlik yaptıktan sonra, 1971'de Atatürk Üniversitesi Temel Bilimler Yüksek Okuluna asistan olarak girdi. Burada doktorasını verdi, doçentliğe yükselerek 1982'de Atatürk Üniversitesi Eğitim Fakültesine geçti.
1988'den beri Konya-Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesinde profesör ünvanıyla öğretim üyeliği görevini sürdürüyor. Makaleleri, 1987-1988 yılları arasında Zafer dergisinde; 1984-1988 yılları arasında Sur dergisinde; 1974-1980 yılları arasında Yeni Asya Gazetesinde ve 1986 yılında Tercüman Gazetesinde yayınlandı.
Eserleri:
Fosiller ve Evrim (Çeviri, 1984), Evrim Teorisi Hakkında Rapor Özeti (1985), Yaratılış, Evrim ve Halk Eğitimi (Çeviri, 1985), Yaratılış Modeli (Çeviri, 1985), Merak Ettiklerimiz (1988).
Ayrıca uzmanlık dalında yayınlanmış eserleri de vardır.
2. Nursî, Bediüzzaman Said, Muhâkemat, Sözler Yayınevi, s. 34, İstanbul 1977.
3. Nursî, Bediüzzaman Said, Sünuhat, Sözler Yayınevi. s. 18, İstanbul 1977.
4. Nursî, Bediüzzaman Said, Muhâkemat, s. 35.
5. Nursî, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, Sinan Matbaası, s. 77, İstanbul 1960.
6. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 275.
7. Nursî, Bediüzzaman Said, Muhâkemat, s. 32.
8. Nursî, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, s. 79.
9. Nursî, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, s. 57.
10. Nursî, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, s. 523.
11. Nursî, Bediüzzaman Said, Muhâkemat, s. 24.
12. Nursî, Bediüzzaman Said, Muhâkemat, s. 18.
13. Nursî, Bediüzzaman Said, Mektubat, s. 451.
14. Nursî, Bediüzzaman Said, Hutbe-i Şamiye, s. 19.
15. Nursî, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, s. 80.
16. Nursî, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, s. 71.
17. Nursî, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, s. 80.
18. Nursî, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, s. 84.
19. Nursî, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, s. 79.
20. Nursî, Bediüzzaman Said, Divan-ı Harb-i Örfi, Sözler Yayınevi, s. 62, İstanbul 1978.
21. Nursî, Bediüzzaman Said, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 59.
22. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 51.
23. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 321.
24. Nursî, Bediüzzaman Said, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 7.
25. Nursî, Bediüzzaman Said, İşârâtü’l-İcaz, s. 15.
26. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 182.
27. Nursî, Bediüzzaman Said, İşârâtü’l-İcaz, s. 215.
28. Nursî, Bediüzzaman Said, İşârâtü’l-İcaz, s. 216.
29. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 365.
30. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 261.
31. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 170.
32. Nursî, Bediüzzaman Said, İşârâtü’l-İcaz, s. 216.
33. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 727-728.
34. Kâha, Edip, Yoktan Var Edilemez mi? Merak Ettiklerimiz, Ed. Tatlı, A. 1985.
35. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 182-183.
36. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 178-322.
37. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 172.
38. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 167.
39. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 170.
40. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 204-205.
41. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 582.
42. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 582-583.
43. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 170.
44. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 309.
45. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 588.
46. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 584-586.
47. Nursî, Bediüzzaman Said, Mektubat, s. 220.
48. Nursî, Bediüzzaman Said, Mektubat, s. 221.
49. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 297.
50. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 294.
51. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 293.
52. Nursî, Bediüzzaman Said, Şualar, s. 174.
53. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 301.
54. Nursî, Bediüzzaman Said, Şualar, s. 112.
55. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 295.
56. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 590-591.
57. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 336.
58. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 310.
59. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 311-312.
60. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 310-311.
61. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 317.
62. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 536-538.
63. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 83.
64. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 84.
65. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 85-86.
66. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 714.
67. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 60-61.
68. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 323.
69. Nursî, Bediüzzaman Said, İşârâtü’l-İcaz, s. 215.
70. Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, s. 332.
71. Nursî Bediüzzaman Lem’alar, s. 323-324.
72. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 774.
73. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 555.
74. Nursî, Bediüzzaman Said, İşârâtü’l-İcaz, s. 62.
75. Nursî, Bediüzzaman Said, İşârâtü’l-İcaz, s. 61-62.
76. Nursî, Bediüzzaman Said, İşârâtü’l-İcaz, s. 98-99.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1991
"BEDİÜZZAMAN EKOLÜ İLİMLERİ BARIŞTIRDI"
URSULA SPULER
Sayın Bayanlar ve Baylar,
16 Mart l99l'de Bediüzzaman Said Nursi'nin vefat yıldönümü dolayısıyla düzenlenen panele şerefli davetinizden dolayı şükranlarımı arz ederim. Size ve panele katılanlara karşılık ve beraberlik fevkalade muvaffakiyetler dilerim. Asrımızın yüksek alimi Bediüzzaman Said Nursi, Türkiye sınırları dışında da meşhur olmuştur. "Üstad" payesi ile anılan bu zat, bugünün modern Müslümanlarına sadece eski geleneklere sahip çıkmanın yeterli olmadığını göstermiştir. Bediüzzaman, Kur'an-ı Kerimin tefsiri olan Risale-i Nur Külliyatında, içtihada büyük önem vermiş, ictihad yapabilecek alimlerin öncelikle bu vukifiyete sahip olmalarını gerekli görmüştür.
İslam, modern dünya görüşünü bütün yapısıyla teolojik olarak içine almalıdır. Bu sahada İslam'ın kendi yapısı ve mahiyeti bu kabiliyete sahiptir. Said Nursi bunu görmüş ve bunun temel esaslarını ortaya koymuştur. Bu onun en büyük başarısıdır. Ve kendisi bu konuda bariz modeller geliştirmiştir. Bediüzzaman Said Nursi ile ilgili olarak çok önemli bir konu da İslami eğitim konusunu ele almasıdır. Onun fikirlerine göre, fen ve din ilimlerinin en son ortaya çıkardığı sonuçların Kuran-ı Kerimin ortaya koyduğu ilimlerle mutabakat içinde temsil edebilmesi gerekmektedir. Ve bu eğitim programından hareket ederek, kendi ekolü olan Nur ekolü programına uygun olarak çok geniş bir yelpaze kapsayan neşriyatta bulunmuştur. Bu eğitim programı (Nur modeli) İslam dünyasının hiç bir yöresinde görülmeyen ilme ve ilim sanatına, dolayısıyla kritik ve tarafsız çalışmalara fevkalade müspet bir bakış açısı getirmiş, Risale-i Nur Külliyatının ve ondan ilham eserlerin çevreye takdim edilmesini sağlamıştır. Gerçek İslam'ı içine alan bu yeni tarz göstermiştir ki, mutlaka çok önemli bir mesele olarak İslam, kapitalizm, komünizm, ve sosyalizm çıkmazlarına karşı hakiki bir alternatiftir. Bu toplantınızın fevkalade ehemmiyetli olan Bediüzzaman Said Nursi'nin ve onun Risale-i Nur külliyatının eğitim modelinin ortaya konulmasında ve zamanımızın problemlerinin halledilmesinde büyük bir katkısı olmasını diliyorum. Toplantınızın başarılı geçmesi dileğiyle.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1991
YANLIŞ TANITILMAYA ÇALIŞILAN BİR DAHİ
Ahmet Akgündüz
1293 Rumi ve 1876 miladi yılında Bitlisin Hizan kazasının Nurs köyünde dünyaya gelen, 22 Mart 1960 tarihinde Urfa'da dar-ı bekaya intikal eden Bediüzzaman gibi 80 sene dolu bir bir hayat yaşamış bir dahi ve müceddid hakkında, bize verilen kısa bir zaman içerisinde doyurucu bir şeyler söylememizi bizden beklememelisiniz. Ancak “bir şey tamamiyle elde edilmese de, tamamiyle de terk edilmemeli” kaidesince, denizden bir katre mesabesinde bazı hakikatları burada ifade etek istiyorum. Söyleyeceklerimizi ana başlıklarıyla özetleyeceğiz:
Cumhuriyet nesli Bediüzzaman'ı yanlış tanıyor
Tarih bize gösteriyor ki, başta peygamberler ve onların gerçek mirasçıları olan din adamları olma üzere, insanlık alemi, büyük insanların kıymetlerini zamanında tam takdir edememişlerdir. Sonradan ise, bu takdir edememenin cezasını, hem muasırı olan insanlar ve hem de onların nesilleri çekmişlerdir. Hemen hemen bütün peygamberler, bu fikrimize müşahhas birer misal olarak verilebileceği gibi, İmam-ı Azam ve Ahmed bin Hanbel gibi İslam Alimleri de, bu acı hükmü teyid eden canlı misallerdendir. Tespitlerimize göre asrında tam anlaşılamayan şahsiyetlerin bu asrımızdaki en güzel misali de, tebliğimizin mevzuunu teşkil eden Bediüzzaman Said Nursi'dir. İslami ilimlerdeki dâhiyane vukufu, hususan iman hakikatleri mevzuundaki asrın anlayışına uygun ve harika izahları ve seksen yıllık istikametle hak üzerinde devam eden Allah, din ve millet-i İslamiyye uğrundaki gayret ve mücahedeleri bütün İslam aleminde duyulduğu ve takdir edildiği halde, hala kendi ülkesinde yanlış tanınan veya tanıtılmak istenen bir şahsiyet var; o da Bediüzzaman. Bu yüz karası hale, Türk ilim adamının ve münevver Türk araştırmacılarının çok kısa bir zamanda son vermeleri gerekmektedir; aksi takdirde tarih, gözünü kapayıp gündüzü kendisine gece yapanları çok kötü yargılayacaktır.
Cumhuriyet nesli, Bediüzzaman'ı yanlış tanımaktadır ve daha doğrusu, senelerdir devletin bütün imkânları ve bukalemun türünden aydınlar kullanılarak, Bediüzzaman Cumhuriyet nesline kötü tanıtılmaya çalışılmıştır. Onun mücadelesini tanımayan ve eserlerini okuyup talebelerini görmeyen, cahil veya aydın her Cumhuriyet nesli, Bediüzzaman, Said Nursi veya Risale-i Nur kelimelerini duyunca, yapılan telkinler sunucu, Kürtçü, bölücü, gerici ve devlet düşmanı bin insan ve eser hayaline bir nevi mecbur edilmiştir. İstihbarat teşkilatımızın bu zat ve eserleri ile alakalı raporlarını; silahlı kuvvetlerimize dağıtılan bölücü faaliyetlerle alakalı bilgilendirici eserlerin konuyla ilgili bölümlerini; 12 Eylül Hareketinden sonra YÖK eliyle bütün üniversitelerimize dağıtılan bölücü örgütler kitabının ilgili başlığını ve bunların tesirinde fikrini geliştirmiş ilim adamlarımızın sohbetlerini okur yahut mütalaa ederseniz, Bediüzzaman'ı asla sevemem. Halbuki nasıl senelerce, dünyaya adalet tevzi eden ecdadımızı bize barbar ve kızıl sultanlar diye takdim etmişler, öyle de, İslam düşmanları şahsiyetinden ve eserlerinden çok korktukları Bediüzzaman ve eserlerini de öyle yanlış ve kötü tanıtmışlardır. Ancak güneşin balçıkla sıvanamayacağı hakikatini unutmuşlardır. Ne acıdır ki, son 10 yıldan önceye kadar güvenlik kuvvetlerimiz de bu menfi propagandanın tesiri altında kalmıştır. Vatanı için hayatını ortaya koyan bu büyük dâhiyi, bir vatan haini gibi değerlendirmiştir.
Meseleyi uzatmamak için sadece bu menfi vasıflardan birisi üzerinde duracağım. Geriye kalanları da, sizin idraklerinize havale ediyorum. Ne zaman Bediüzzaman ve onun eserlerinden bahsetseniz, siz ister Türk olun, ister Arap olun ve isterse de Osmanlı Hanedanından olun, Kürtçü damgasını yersiniz. Halbuki dünyada Kürtçülük ve risale-i Nur kadar birbirine zıt iki kelime bulunmadığı gibi, Türkiye'deki bölücü Kürtçü hadiselere karşı, Risale-i Nurdan daha mükemmel bir panzehir asla bulunamaz. Mevzuyu isterseniz biraz açalım ve bazı müşahhas misaller verelim:
Birincisi:
Bir kısım araştırmacılar, Bediüzzaman'ın Cumhuriyetten önceki yıllarda Said-i Kürdi unvanını kullandığını da ileri sürerek, onun doğuda bir Kürt devleti kurmak gayesiyle 1918de tesis edilen Kürt Teali Cemiyetinin üyesi olduğunu ve bölücü faaliyetlerde bulunduğunu iddia ediyorlar. Bu iddialarını desteklemek üzere, aynı cemiyetle beraber çalıştığını ileri sürdükleri Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti kurucuları arasında Bediüzzaman'ın da bulunmasını, fevkalade bir demagoji ile serrişte ediyorlar 2. Bu iddiaların hiçbir esasa dayanmadığını yapılacak kısa bir inceleme hemen ortaya koyacaktır.
Evvela, Osmanlı Devleti kavim ve ırk esasına değil, din esasına dayanan bir devletti. Bu sebeple Müslüman olmak şartıyla millet farkı son 20-30 yıl bir tarafa bırakılırsa ehemmiyet arz etmediğinden, Doğudaki bazı bölgelere Kürdistan Eyaleti yahut Bilad-ı Ekrad denilmesi ve orada yetişmiş devlet veya ilim adamlarına da Kürdi lakabının verilmesi, o zatın tanınması için kullanılan resmi bir ifade tarzıydı. Said-i Kürdi lakabı bu mana ile kullanılmış ve ne zaman ki Cumhuriyet kurulur bu ifade yanlış anlaşılmaya başlanınca, bizzat Bediüzzaman bunu Said-i Nursi şeklinde değiştirmiştir. Bununla da yetinmeyip eski eserlerindeki Kürdistan veya Bilad-ı Ekrad ifadelerini dahi vilayat-ı şarkiyye şeklinde değiştirdiğini neşredilen eserleri ispat etmektedir.
Saniyen:
Kürt Teali Cemiyeti ile Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti arasında organik bir bağ yoktur ve maksatları da aynı değildir. Tarık Zafer Tunaya, bu cemiyetin kuruluşunu 1919da demişse de, neşrettiği belgenin tarih ve kaynağını kaydetmemiştir. Ancak belgeyi, öylesine işlemiştir ki, mütalaa edenler, Bediüzzaman'ı Kürt Teali Cemiyeti üyesi zannederler. Halbuki ikisi arasında hiçbir alaka yoktur. Bediüzzaman, İstanbul'a ilk defa geldiği 1907'lerden beri, şarkta bir darülfünun açılmasını müdafaa ettiği zaten bilinmektedir. Hata Sultan Reşad'dan bu gaye ile belli bir tahsisatta almıştır 3. Her ne kadar Kürt Neşr-i Maarif Cemiyetinin ne zaman, hangi gayelerle ve hangi kurucularla tesis edildiği de tam belli değilse de, belli olsa ve Bediüzzaman da bu cemiyetin kurucuları arasında bulunsa bile, bunda garipsenecek bir cihet yoktur 4. Zira Bediüzzaman, şarkta maarifin geliştirilmesi ve bir üniversite açılması için başından beri gayret göstermektedir. Bu cemiyet, Erzurum'u yahut Bayburt Kültü ve Eğitim Vakfı gibidir.
Salisen:
Kürt Teali Cemiyetinin reisi olan Seyyid Abdülkadir'den gelen teklife verdiği şu cevap ise meseleyi kökünden halletmektedir: “Allah-u Zülcelal Hazretleri Kuran-ı Kerimde Öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah'ı severler, Allah da onları sever buyurmuştur. Ben de bu beyan-ı İlahi karşısında düşündüm. Bu kavmin, bin yıldan beri Alem-i İslam'ın bayraktarlığını yapan Türk Milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine ve 450 milyon (o zaman ki İslam aleminin nüfusu) kardeş bedeline, birkaç akılsız kavmiyetçi (bir kısım Kürtçü) kimsenin peşinden gitmem.” 5
İkincisi:
Bediüzzaman ile alakalı yanlış tespit ve yorumlardan biri de, onun Şeyh Said ile karıştırılması veya en azından Şeyh Said isyanına destek vermiş olduğunun yayılmasıdır. Maalesef, gerçekle uzaktan yakından alakası olmayan bu tespit, güvenlik raporlarına yazıldığı gibi, vatanperver ilim adamlarının zihinlerine de yer etmiş durumdadır. Şeyh Said'in Bediüzzaman gibi bir dâhiyi yanına almak isteyişi doğrudur; ancak bu büyük alimin mezkûr teklif karşısında takındığı tavır, kasden yanlış aksettirilmiştir. Buyurun Şeyh Said'e olan cevabını beraber okuyalım: “Türk Milleti, asırlardan beri İslamiyet'in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve şehitler vermiştir. Böyle mir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız, onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşle çarpıştırmayınız. Bu şeran caiz değildir. Kılıç, harici düşmana karşı çekilir. Dahilde kılıç kullanılmaz. Bu zamanda yegâne kurtuluş çaremiz, Kuran ve iman hakikatlarıyla tenvir ve irşad etmektir. En büyük düşmanımız olan cehaleti izale etmektir, teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Zira akim kalır. Bir kaç cani yüzünden binlerce kadın ve erkekler telef olabilir” 6.
II- Bediüzzaman, büyük bir İslam alimi ve asrın müceddididir
Bediüzzaman'ın ilmi şahsiyeti de, İslam Aleminde ve Türkiye dışında bütün dünyada tam olarak takdir edildiği halde, Türkiye'de özellikle ilim adamları çevresinde yeterince tanınmamıştır. Bunda yapılan menfi propagandaların tesiri büyüktür. Bir zamanlar, İlahiyat öğretim üyelerinin Doç. yahut Prof. olabilmeleri için, Bediüzzaman ve onun 6.000 küsur sayfayı bulan Risale-i Nur adlı eserleri aleyhinde konferans yahut makale bulunması şartı arandığını, hadiseyi yaşayan hocalarımız anlatmaktadır. Eserlerinin bir çoğu, başta Arapça, İngilizce, Almanca ve Urduca gibi ona yakın lisana tercüme edilen ve hakkında Avrupa'da ve İslam aleminde doktora tezleri yapılan bir dahi hakkında, Türk ilim çevresinin bigane kalması elbette ki üzücüdür.
Bediüzzaman'ın kelamda müceddid, muasırları arasında mümtaz bir yeri olan müfessir, yüzlerce hadisi, senedleriyle birlikte nakledecek kadar muhaddis ve kısaca akranlarının fevkinde bir İslam alimi ve dahi olduğunda, dost ve düşmanları ittifak halindedirler. Gerçekten Bediüzzaman'ın, İslami ilimlerin temelini teşkil eden ve içlerinde "Mirkat" gibi İslam nazari hukukuna ait usul-i fıkıh metni; İslam felsefesi ve kelam hakkında Adududdin tarafından kaleme alınmış müstesna bir eser olan "Mevafık"; mantık ilminin özeti demek olan "Süllem" ve benzeri 90 çeşit kitabı hafızasına aldığı, bunları ayda bir evrad gibi tekrar ettiği ve Arap dilinin en mükemmel lügati olan "Kamus"u "Sin" harfine kadar kelimesi kelimesine ezberlediği, çok iyi bilinen ilmi cihetlerindendir. Bu kesbi gayrete bir de Allah'ın ihsanı demek olan muhakeme, zekâ ve vehbi diğer vasıflar eklenince, muasırları tarafından "Bediüzzaman" yani zamanının eşsiz bir allamesi ünvanıyla vasıflandırılmaması için hiç bir sebep kalmamıştır.
Bediüzzaman'ı diğer İslam alimlerinden en ayırıcı özelliği, asırlarca İslam alimleri arasında ihtilaf vesilesi olmuş ve bir türlü halledilememiş bir kısım itikadi meseleleri, asrımızın insanının anlayışına uygun olarak farklı bir metotla izah edebilmesidir. Buna ilim ve san'at asrı olan asrımızdaki bir kısım felsefi meseleleri de eklerseniz, Bediüzzaman gibi bir allameye ve Risale-i Nur gibi bir Kur'an tefsirine olan ihtiyacı daha iyi takdir edersiniz.
Burada bir tespitimi belirtmek istiyorum. Asrımızın mümtaz alim ve müfessirlerinden olan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın Hak Dini Kur'an Dili adlı eserini mütalaa ettim. O büyük allamenin, bütün ilmi vukufuna ve akli dirayetine rağmen, 21 meselede son sözü söyleyemediğini ve söylese dahi ancak İslami ilimler alanında belli bir mertebeye ulaşmış insanların ona muhatap olabileceğini gördüm. Bu meselelerin, ruhun mahiyeti ve ispatı, kader meselesi, haşrin ispatı, mi'racın cesedle mi ruhla mı gerçekleştiği meselesi, Allah'ın ispatı ve benzeri İtikada ait meseleler olduğunu sadece hatırlatmakla yetiniyorum.
Halbuki Bediüzzaman, ölümden sonra tekrar dirilmek demek olan haşir meselesini, İbn-i Sina gibi bir dâhinin “Haşir akli metotlarla anlaşılabilecek bir mesele değildir; nasıl nakledildiyse öyle iman ederiz" demesine rağmen, 10. Söz adını verdiği eserde öylesine izah ve ispat etmiştir ki, neticede “Bu eserimi idrak ve izanla iyi mütalaa et; eğer haşir meselesini iki kere iki dört eder derecesinde anlamazsan, gel iki parmağını gözüme sok." Hükmünü, okuyanın vicdanı tefessüh etmemek şartıyla, bir tahdis-i nimet olarak ilan etmektedir 7.
Eski kelamcıların ancak büyük alimleri muhatap alarak müstakil kitaplarda halletmeye çalıştığı; mesela Sa'deddin Teftezani'nin Telvihat başlığı altında 40 küsur sayfada izah edebildiği Kader ve Cüz'i irade meselesini, 5-10 sayfa içinde ve hem de herkesin anlayabildiği şekilde izah edebilmesi, zikredilmesi gereken mühim yönlerindendir 8. Hatta bir zamanlar Pakistan Maarif Nazırlığı yapan Ali Ekber Şah, kader meselesi ile alakalı bir meselesini, 40 sene dolaştığı İslam aleminde halledemediği halde, Bediüzzaman'la yaptığı 40 dakikalık sohbet neticesinde hallettiğini, Türkiye'den ayrıldıktan sonra uğradığı Mısır'da Cumhuriyet Gazetesinde bir makale halinde neşretmiştir.
Özellikle materyalizmin tek hedef haline getirdiği Allah'ı inkâr hareketleri karşısında, asrın idrakine uygun tarzda tevhid yani Allah'ın varlığı ve birliği hakkındaki Kur'an ayetlerini fevkalade bir şekilde tefsir etmesi ve vicdanı tefessüh etmişlerin dışında akıl ve idrak sahibi herkese Allah'ın varlığını ispat etmesi, yine zikredilmesi gereken misallerdendir. Kâinatın varlığını tabiata ve sebeplere veren zihniyeti Tabiat Risalesiyle altüst eden Bediüzzaman, 30. Söz ile felsefenin dinsiz kesimini susturmuş; 22.Söz ile de gerçek tevhid inancının esaslarını bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir. Geçenlerde elime geçen Allah maddesi ile alakalı bir ansiklopedi maddesinde, Bediüzzaman'ın fevkalade izahlarından habersiz gibi görünen bir ilim adamımızın, Allah maddesini hicri 5. asırdaki bir mü'mini muhatap kabul ederek kaleme almış olması ve bir üniversite gencinin de, bana göstererek, "Hocam, böyle bir ansiklopedide, Allah inancı asrımızın insanı da göz önüne alınarak yazılamaz mıydı?" diye sorması, Risale-i Nur gibi bir Kur'an tefsirinden istifade etmemekte direnen ilim adamlarımızın acı hallerini gözlerimin önünde canlandırmıştır. Yeni neslin bigane kalmamasını ümit ediyorum.
Siz, misal olarak zikrettiğimiz bu üç meseleye, mi'racın mahiyeti ve ispatını, arş-ı azam, kab-ı kavseyn gibi İslami ıstılahların gerçek ve ma'kul manalarını; Kur'an'ın mu'cize olduğunun ispatını; meleklerin ve ruh aleminin ispatını ve kısaca asrımızda gündeme gelen yahut itiraz edilen iman ve İslam hakikatlarına dair her türlü izahı da ekleyebilirsiniz. Ve bu denilenlerin ispatı için 6000 sayfayı bulan Risale-i Nur'u mütalaa edebilirsiniz.
III - Sosyal ve siyasi hayata ait İslam'ın yüce düsturlarını izah etmiştir
Bediüzzaman, sadece nazariyat insanı değil, aynı zamanda üç devir görmüş yani mutlakiyet, meşrutiyet ve cumhuriyeti yaşamış bir tatbikat adamıdır. Kendi şahsi ubudiyetini asla ihmal etmediği gibi, başta Osmanlı Devleti ve daha sonra da Türkiye olmak üzere bütün alem-i İslam'da ve hatta tüm dünyada meydana gelen siyasi ve sosyal hadiseleri de İslam'ın ulvi düsturlanna göre değerlendiren ve tespitini İslam'a göre yapan nadide bir dava adamıdır. Zaman, hep onu haklı çıkarmış ve aksi fikirde olanları utandırmıştır. Şimdi tespitlerinden bir iki misal verelim:
Birincisi:
Bediüzzaman, sadece Osmanlı devleti ve Türkiye'de değil, bütün alem-i İslam'da, İslam'a hizmet için müspet hareketi rnüdafaa eden nadide şahsiyetlerdendir. Ona göre, Türkiye dar-ı İslamdır ve İslam diyarı olan bir beldede, imana ve İslam'a hizmet, ancak müspet hareketle ve dahili emniyet ve asayişi asla zedelemeden, bilakis teyid etmekle mümkündür. Son mektubundaki şu ifadeler, gerçekten enteresandır. (Özetle şöyle diyor): "Bizim vazifemiz, müspet hareket etmektir. Menfi hareket değildir. Allah rızasını düşünerek sırf iman hizmetini yapmaktır. Allah'ın vazifesine karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müspet iman hizmeti içinde, her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.
Mesleğimizde kuvvet var, fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir. Kur'an'ın vaaz ettiği bir düstur ile , "Bir cani yüzünden, onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mesul olamaz". Bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak harici tecavüze karşı kullanılabilir. Manevi cihadın en büyük şartı da, vazife-i İlahiyyeye karışmamaktır ki, bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenab-ı Hakk'a aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mü'kellefiz. Harici tecavüzlere karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünki düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Dahildeki hareket, müspet bir şekilde manevi tahribata karşı manevi ihlas sırrı ile hareket etmektir 9. Bediüzzaman'ı pasiflikle suçlayanlar, netice itibariyle onu takdir etmek mecburiyetinde kalmışlardır. 28 sene hapishaneden hapishaneye sürüldüğü ve defalarca merkezden görevli hakimler tarafından haksız ithamlarla yargılandığı halde, bırakınız devlete karşı cephe almayı, kendisini asılsız iddialarla idam talebiyle yargılayan savcıya beddua dahi etmemiştir. Bilindiği gibi iki çeşit hareket vardır. Birincisi, rüzgârın hareketine benzer, gürültüsü-patırtısı çoktur, ancak müspet ve faydalı bir neticesi yoktur. İkincisi ise, güneşin hareketidir ve sessiz sadasız gelir ise de, meyveleri ve faydaları nihayetsizdir. İşte Bediüzzaman manevi bir güneş olan İslamiyet'i temsil ettiğinden ikinci tarz hareketi tercih etmiştir. Elini kelepçelemeye gelen güvenlik görevlisine dahi, kelepçede san'at var deyip ona iman dersi vermeye çalışmıştır. Neticeleri bugün ortadadır. Zira imanın karşısında küfrün beli kırılmıştır.
İkincisi:
Bediüzzaman, Müslüman fertler ve cemaatler arasında birlik ve beraberliği sağlamak için ihlas ve uhuvvet düsturları adı altında bütün cihanı birbirine bağlayacak İslam'ın ulvi düsturlarını fevkalade maharetle izah etmiştir. Ehl-i imanın çeşitli cemaatler halinde olmasını, bir ordudaki farklı bölük ve taburlara yahut bir çarşıdaki çeşitli mağazalara veyahut da Kur'an bahçesinde dikilmiş farklı güllere ve meyve ağaçlarına benzeten Bediüzzaman, bu kardeşlik halinin muhafaza si için hayatı boyunca gayret göstermiştir. 80 yıllık bir uzun ömür boyunca asla taviz vermediği bu düsturlardan bazılarını size de hatırlatmak istiyorum:
İkisi de Müslüman ve ikisi de hak yolda olan ve hatta veliyyullah olduğu bilinen iki ehl-i imanın nasıl birbirine düştüklerini izah için, şu hakikatı hatırlatmıştır: "Gaybı Allah'dan başka kimse bilmez" düsturunun sırrıyla, ehl-i velayet, gaybi olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler. En büyük bir veli dahi, hasmının hakiki halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini, Cennetle müjdelenen Aşere-i Mübeşşere denilen sahabenin arasındaki muharebe gösteriyor. Demek iki veli, iki ehl-i hakikat, birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler... Bu sırra binaen "... Öfkelerini yutanlar ve insanlardan sadır olan kusurları affedenler..,, mealindeki ayette mevcut olan uluvv-i cenab düsturuna ittiba etmek; avam-ı mümininin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek; ehl-i imanın haksız itirazlara karşı haklı, fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak ve din düşmanlarının iki hak grubun arasındaki husumetten istifade ederek, birinin silahıyla, itirazıyla ötekini cerhetmek ve ötekinin delilleriyle berikini çürütüp, ikisini de yere vurmak ve çürütmekten şiddetle kaçınmak icabetmektedir... Kısaca bu asırda ehl-i iman herkes kendini ma'zur biliyor ve ondan niza çıkıyor. Müslümanların niza'ından da ehl-i hak zarar ediyor ve ehl-i dalalet istifade ediyor." 10
Uhuvvet düsturları adı altında şunları tespit ediyor:
"Sen mesleğini ve fikirlerini hak bildiğin vakit, "Mesleğim haktır veya daha güzeldir" demeye hakkın var. Fakat "Yalnız hak ve güzel olan, benim mesleğimdir" demeye hakkın yoktur.
Her söylediğin hak olsun. Fakat, her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı. Fakat, her doğruyu demek doğru değildir." 11
IV- İstikbale ait tespit ve görüşlerini zaman ve hadiseler tasdik etmiştir
Bediüzzaman, sadece bir din alimi değil, aynı zamanda bir mütefekkir ve dâhidir. Doğrudan doğruya Kur'an'dan alarak Risale-i Nur adlı eserlerde muhtaçlara sunduğu hakikatler, sadece mazi ve hali değil, İstikbali aydınlatmıştır denilebilir. 20. asrın İslamiyet açısından meş'um olan suratı, onun ümidlerini ye'se çevirememiştir. En sıkıntılı günlerde dahi, herkes me'yus iken o ümidini arttırarak devam ettirmiştir. "Ümitvar olunuz! Şu istikbal inkılabatı içinde en yüksek gür sada, İslam'ın sadası olacaktır" diyerek haykırırken alem-i İslamla alakalı hep müjdeli haberler vermiştir. Devletin yaptığı hayati hatalarda ise, acı da olsa, en yüksek makam seviyesinde yetkilileri ikaz etmeyi de bir milli ve dini görev addetmiştir. İşte bu iki hale birer misal vererek tebliğimizi bitirelim:
Birincisi :
Amerikalı ilmi verilere dayanarak tesbidlerde bulunan mütefekkirler ve siyaset adamları dahi Rusya'nın yıkılışına ve komünizmin çöküşüne ihtimal vermezken, Bediüzzaman, komünizmin çökeceğini ve bunu dayanan Rusya'nın, yıkılacağını, 1910'da gittiği Tiflis'de Rus polislere söylemiştir: Tiflis'deki Şeyh San'an tepesine çıkıp çevreyi seyreden Bediüzzaman'a Rus polisi sorar:
"Niye böyle dikkat ediyorsun?"
Bediüzzaman: "Medresemin planını çiziyorum." (Hatta talebesi Mustafa Sungur'a sen medresemin temellerini atacaksın diye sonradan müjdelemiştir.)
Rus polisi: "Nerelisin?"
Bediüzzaman: "Bitlisliyim."
Rus polisi: "Bu Tiflis'dir?"
Bediüzzaman: "Bitlis, Tiflis birbirinin kardeşidir." (Gerçekten 1990 yılında kardeş şehir ilan edilmiştir.)
Rus polisi: "Ne demek?"
Bediüzzaman: "Asya'da birbiri arkasında üç nur inkişafa başlıyor. Sizde biribiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu istibdat perdesi yırtılacak, ben de gelip burada medresemi yapacağım." (Gerçekten Çarlığın yıkılışı birinci zulmet, komünizmin gelişi ikinci zulmet ve komünizmin çöküp Rusya'nın yıkılışı da üçüncü zulmetin inkişafıdır.)
Rus polisi: "Heyhat! Şaşarım senin ümidine!"
Bediüzzaman: Ben de şaşarım senin aklına! Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.
Rus polisi: "İslam parça parça olmuş."
Bediüzzaman: "Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslam'ın kabiliyetli bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadisinde çalışıyor (Bilindiği gibi kısa zamanda ve diplomatik yolla istiklaline kavuşmuş ve Pakistan doğmuştur). Mısır, İslam'ın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor (Bilindiği gibi o zaman işgal altında olan Mısır İngiliz istilasından diplomatik yolla kurtulmuştur.) Kafkas ve Türkistan, İslam'ın iki bahadır oğullarıdır. Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar... (Açıkça bunların istiklalinin az da olsa silah zoruyla olacağı belirtiliyor. Yahu şu asilzade evlad, diplomalarını aldıktan sonra, her biri bir kıt'anın başına geçecektir" 12. Gerçekten o günler gelmiştir ve yakında Rusya'da bir düzine Müslüman Türk Devleti doğacaktır . İkincisi:
Doğu ve Güneydoğu meselesinde devlet adamlarına, hem Cumhuriyetin başında Millet Meclisinde irad ettiği nutkunda ve hem de 1955de Başbakan Adnan Menderes ve Cumhurbaşkanı Celal Bayar'a gönderdiği mektupta, çarenin tarihde aranması gerektiğini ve asırlarca bu bölgeleri Osmanlı devletine bağlayan bağın İslam kardeşliği olduğunu, Türklerin İslam'ın kahraman bayraktarı olmaları sebebiyle diğer Müslüman milletler tarafından hürmet gördüğünü ısrarla belirtmiştir. Bir ifadesinde “Sultan Selime biat etmişim onun ittihad-ı İslam'daki fikrini kabul ettim. Zira o, şark vilayetlerini ikaz etti, onlar da ona biat ettiler. Şimdiki şarklılar, o zamandaki şarklılardır” 13 diyerek İdris-i Bitlisi tarafından bütün Doğunun kendi istek ve arzularıyla Osmanlı devletine itaat ettiğini ve bu itaat halinin tam 341 sene isyansız devam ettiğini ifadeye çalışmıştır. II. Meşrutiyet'ten sonra isyan eden bazı şarktaki aşiret reislerine de, Cemal Kutay'ın ifadesiyle asrımızın İdris-i Bitlisi'si olarak şu tarihi dersi vermiştir: "600 seneden beri tevhid bayrağını umum aleme karşı yücelten bizim şanlı Türk pederlerimize, kuvvet ve cesaretimizi hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve ma'rifetinden istifade edeceğiz ve asaletimizi de göstereceğiz. Elhasıl Türkler bizim aklımız, biz onların kuvvetiyiz; hep beraber bir iyi insan oluruz" 14. 28.4.1955 tarihli dilekçesiyle de, sanki bugün doğuda meydana gelen hadiseleri görürcesine, tedbir alınmazsa ileride devleti çok büyük tehlikelerin beklediğini ve bu tehlikeleri önlemenin tek çaresinin İslam kardeşliğine sarılıp asırlarca bu bölge insanlarını Osmanlı ordularında gönüllü bölükler haline getiren ve Osmanlı devletine itaati ibadet telakki ettiren ruhu ihya etmek olduğunu açıkça ihtar etmiştir 15.
Netice olarak, birbirine benzeyen ağaçları yekdiğerlerinden ayıran meyveleridir. Yirmi sekiz sene hapis hayatı yaşadıktan ve seksen sene dopdolu bir hayat yaşadıktan sonra bundan 30 sene evvel ebediyete intikal eden Bediüzzaman ağacının meyveleri ortadadır. Rahmetli Osman Yüksel'in tabiriyle "Şimdi Türkiye'de, her teşekkülün, vatanını seven herkesin, önünde hürmetle durması lazım gelen bir kuvvet vardır: Said Nursi ve talebeleri" 16.
____________________
Doç. Dr. Ahmet Akgündüz
1955 yılında Çüngüş kazasının Malkaya köyünde doğdu. İlkokulu adı geçen köyde bitiren Akgündüz, babası Cuma Akgündüz'den Osmanlıca öğrendi. Gaziantep Lisesine devam ederken Arapça'yı da öğrenen Akgündüz , 1982 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun oldu. Mezuniyetini müteakip Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesinin Kamu Hukuku Bölümü Hukuk Tarihi Anabilimdalı'na Araştırma Görevlisi olarak girdi ve aynı yıl yüksek lisansına başladı. 1983 Kasımında Prof. Dr. Halil Cinin nezaretinde doktorasına başlayan Akgündüz, “İslam Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi” adlı teziyle ilgili araştırmalarda bulunmak üzere 1985 yılının ilk yarısında kazandığı araştırma bursuyla Kuveyt'e gitti. 1986 Ağustosunda doktor unvanını aldı ve bunu müteakiben Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesine Hukuk Tarihi Yardımcı doçenti tayin edildi. 1984-1985 ve 1985-1986 ders yıllarında Dicle Hukuk'da ve 1986-1987 ders yılından beri de Selçuk Hukuk'da Türk Hukuk tarihi ve Genel Hukuk tarihi derslerini yürüten Akgündüz, Kasım 1986 döneminde Arapça'dan ve Nisan 1987 döneminde ise İngilizce'den doçentlik dil sınavlarını kazandı. 3 Kasım 1987 tarihinde doçent oldu ve aynı fakültenin ilgili bilim dalına doçent olarak tayin edildi. 1986-1988 tarihleri arasında Başbakanlık Osmanlı Arşivinde “Osmanlı Kanunnameleri” üzerinde araştırma yapan Akgündüz'ün 10'a yakın eseri ve çok sayıda telif ve tercüme ile ilgili ilmi makaleleri bulunmaktadır. Yazar, İngilizce, Arapça ve Farsça bilmektedir; evli ve iki çocuk babasıdır.
2 Tunaya, Tarık Zafer, Türkiye'de Siyasal Partiler, İstanbul 1986, c.11, sh. 186vd.
3 Şahiner, Necmeddin, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, İstanbul 1990, sh. 154vd.
4 Tunaya, II/214-215.
5 Şahiner, 228-229; Mülakat, sh. 38.
6 Şahiner, 268 vd.
7 Said Nursi, Sözler, Onuncu Söz.
8 Sözler, 26. Söz, Kader Risalesi.
9 Emirdağ Lahikası, II, sh. 213-214.
10 Kastamonu Lahikası, 144.
11 Uhuvvet Risalesi.
12 Tarihçe-i Hayat, sh. 72-73.
13 Tarihçe-i Hayat, 64-65.
14 Nutuk (Osmanlıca), sh. 20.
15 Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Na: 030-63-43-339-6.
16 Tarihçe-i Hayat, 618.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1991
BİR İMAN İNKILÂBI OLARAK RİSALE-İ NUR
Dr. Colin Turner
Biz Müslümanların Batıya neler sunabileceği, İngiltere'de doğup büyümüş birisi olarak bana sık sık sorulur. Buna cevap vermeden önce, kendim bir soru sormak isterim: Biz Allah'a inandığımız için mi Müslümanız, yoksa Müslüman olduğumuz için mi Allah'a inanıyoruz?
Bu soru, on yıl kadar önce, Rusya'nın Afganistan'ı işgalini protesto için Londra sokaklarında yapılan bir gösteri sırasında aklıma düştü. Ondan yıllarca önce resmen İslamiyet'e girmiştim ve bu, katıldığım ilk gösteri değildi. Afişler, pankartlar, bağırmalar, tezahürat- hepsi vardı. "Ruslar defolun", "Brejnev'e ölüm" ve "Yaşasın Afganistan Müslümanları" gibi sloganların arasında, kendi İslami sloganlarımızı da haykırıyorduk:
Allahu Ekber ve La ilahe İllâllah. Gösterinin sonuna doğru, kendisini İslam'a ilgi duyan birisi olarak tanıtan bir genç yanıma yaklaştı. “affedersiniz," dedi, "La İlahe illallah ne demek?" Hiç tereddüt etmeden cevap verdim: "Allah'tan başka ilah yoktur." "Tercüme etmenizi istemiyorum," dedi. "Bu sözün gerçekten ne manaya geldiğini soruyorum."
Kendisine cevap vermekte aciz kaldığımı fark edince, bunu uzun ve şaşkın bir sükût takip etti.
Hiç şüphesiz şöyle düşünüyorsunuz: "Bu ne biçim bir Müslüman ki, La ilahe illallah'ın manasını bilmiyor?" Cevap vereyim: "Tipik bir Müslüman."
O akşam cehaletim üzerinde uzun uzun düşündüm. Bu cehaletimi çoğunlukla paylaşmak hiçbir fayda vermiyordu. Tam tersine, sıkıntımı daha da arttırmıştı.
Öyleyse nasıl Müslüman oldum? Nasreddin Hocanın hikâyesini duymuşsunuzdur. Bir arkadaşı, bir gün kendisine uğradığında, Hocayı, koca bir sepet kırmızı biberin önünde otururken bulur. Bakar ki, gözleri kızarmış ve şişmiş, ağzından kanlar akıyor, gözü yaşlar içinde..Ama biberleri yemekten de bir türlü vazgeçmiyor. Sorar: "Niye kendine eziyet ediyorsun, Hoca?" Yeni bir biberi eline alıp ısıran hoca, "Çünkü," der, "sepetin içinde tatlı biber arıyorum."
Ben de aynı durumdaydım. Fazladan bir şey, hayatı yaşanmaya değer kılacak bir şey istiyordum. Hiçbir ideoloji veya alternatif hayat tarzı, bu ihtiyacı karşılayamıyordu. O ele avuca gelmez "bir şey" ise, her seferinde köşeyi dönünce beliriverecekmiş gibi görünüyor, fakat hiçbir zaman ortaya çıkmıyordu. Nihayet İngiltere'den ayrılarak Ortadoğu'ya doğru yola çıktım. Bu şuurlu bir tercih değildi; fakat tatlı kırmızı biberi orada buldum.
İslam, başka hiçbir şeye benzemez şekilde, bir mana ifade ediyordu. Devlet idaresi için kanunları vardı, ekonomik bir sistemi vardı, günlük hayatın her yönünü içine alan kaideleri vardı. Hukukta eşitlik getiriyordu, bütün ırklara birden hitap ediyordu, açıktı ve anlaşılması kolaydı. Ha, bir de Allah'ı vardı. O zamana kadar kendisine belli belirsiz inandığım tek bir Allah. Hepsi o kadar. "La ilahe illallah" dedim ve bu topluluğun bir parçası oldum. Hayatımda ilk defa bir mensubiyet hissini tadıyordum.
Mühtediler, yeni dinleri hakkında, az zamanda çok şey öğrenebilmek için pek heveslidirler. İhtidamı takip eden birkaç yıl içinde benim de kütüphanem süratle genişledi. O kadar çok öğrenilecek şey ve öğretmeye hazır o kadar çok kitap vardı ki! İslam tarihi üzerine İslam'ın ekonomik sistemi üzerine, İslam'da devlet mefhumu üzerine kitaplar, İslam hukukuna dair sayısız broşürler ve, hepsinin de ötesinde, İslam ve devrim üzerine yazılan, Müslümanların nasıl ayaklanarak İslami idareler kurmaları gerektiğini anlatan kitaplar.. 1979 başlarında İngiltere 'ye üniversitedeki derslerim için döndüğümde, İslam'ı Batıya tanıtmak için artık hazırdım!
"La ilahe illallah"ın manasını öğrenmek için, bu kitaplara başvurdum. Yine hayal kırıklığına uğradım. Bu kitaplar İslam'dan bahsediyordu, fakat Allah'tan bahsetmiyordu. Hayalinize hangi konu gelirse hepsi bu kitaplarda vardı; ama asıl mühim olan konu yoktu. Üniversite camindeki imama durumu anlattım. O da bir mazeret beyan ederek döndü, gitti. Derken, imamla konuşmamı duyan bir kardeş yanıma gelerek, "Bende La ilahe illallah tefsiri var," dedi. "İstersen beraber okuyabiliriz." Bu tefsirin en fazla on veya yirmi sayfa olabileceğini düşünüyordum. Meğer 5 bin sayfanın üzerindeymiş! Tahmin ettiğiniz gibi, bu eserler, üstad Bediüzzaman Said Nursi'nin Risale-i Nur Külliyatıydı.
Önceleri, Risale-i Nur'u tasavvuf sandım ve mühimsemedim. O kardeşim ise, bu hareketimin dar bir kafanın tepkisi olduğuna işaret etti. Eski kitaplarımın koltuk değnekliği olmadıkça, kendimi cahil ve kaybolmuş hissediyordum. Halbuki bu eserler tamamıyla yeni bir lisan ve yeni bir bakış demekti. Kardeşim rahatsızlığımı sezdi. "Merak etme," dedi. "Daha önce okuduğun kitapların da hepsinin yeri var. Onlar cilt gibidir. Fakat bu (Ayetü'l-Kübra'nın bir nüshasını işaret ederek) meyvenin kendisidir." Böylece okumaya başladık- bu defa Allah'ın adıyla. Derken her şey yavaş yavaş yerine oturmaya başladı.
Hepimiz cahil doğarız; kendimizi ve dünyayı tanıma arzusu ise içimizde vardır. "Ben kimim? Nereden geldim? Kendimi içinde bulduğum bu yer neresidir? Buradaki vazifem nedir? Beni varlık alemine çıkaran kim?" gibi soruları hepimiz kendimize göre cevaplandırırız, ya doğrudan gözlemle, ya da başkalarının ileri sürdüğü cevapları körü körüne benimsemek suretiyle. İnsanın hayatını nasıl yaşayacağı ve bu dünyada hangi kıstaslara göre hareket edeceği de, tamamıyla bu cevaplara bağlıdır. Ayetü'l-Kübra ise, rehber eşliğinde bir kâinat seyahatidir; onun yolcusu, işte bu sorulara cevap arar.
Ayetül-Kübra, Allah'a imanı peşin olarak varsaymaz; yaratılmıştan yola çıkarak Yaratıcıya varır. Ve ispat eder ki, bu sorulara samimî olarak cevap bulmak isteyen, mahlûkatı kendi görmek istediği veya hayal ettiği gibi değil de olduğu gibi gören kimse, kaçınılmaz bir surette "La ilahe illallah" neticesine gelecektir. Çünkü baktığında nizam ve ahenk, güzellik ve ölçü, adalet ve merhamet, rububiyet ve şefkat görecek ve bu sıfatların fanilik ve mahkûmiyet, acz ve mahlukiyet içinde bulunan yaratılmışlara ait olmadığını görür, bütün bu sıfatların mutlak ve mükemmel bir surette bir Vacibü'l-Vücudda mevcut olduğunu anlar. Böylece kâinatı, yazarını anlatan bir kitap olarak görür.
Tabiat Risalesinde Bediüzzaman "La ilahe illallah" tefsirini daha da açar. Bu eserinde sebepler konusunu ele alır ki, bu materyalizmin temel taşıdır ve modern ilim bunun üzerine kurulmuştur. Sebeplere inanmak, "Bu tabidir, tabiat yaptı, tesadüfen oldu" gibi ifadelerin ortaya çıkmasını netice vermiştir. Mantıki delillerle sebepler efsanesini berhava eden Bediüzzaman, bu inanca sarılanların kâinatı olduğu gibi değil, kendi görmek istedikleri gibi gördüklerini ortaya koyar.
Tabiat Risalesinde, Bediüzzaman, her seviyedeki bütün yaratıkların birbirleriyle mütedahil daireler gibi iç içe münasebetler içinde bulunduklarını ve birbirlerine bağımlı olduklarını gösterir. Yaratıklar varlık alemine sanki hiçten gelir gibi gelir; ve kısacık hayatları müddetince, her biri kendi hususi maksadı, gaye ve vazifesi ile, ilahi sıfatların ve Esma-i Hüsnanın sayısız cilvelerini aksettiren birer ayna gibi vazife görür. Kendi vücutları dışındaki faktörlere tam ve kesin bağımlılıkları, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde gösterir ki, onlar ellerinde bulunan şeyin sahibi değildir nerede kaldı, kendileri gibi, yahut kendilerinden daha büyük varlıkları mükemmel özelliklerle donatmak!
Materyalistler ise eşyayı farklı görür, yoksa farklı şeyler görmezler. Kâinattaki düzen ve ahengi inkâr edemezler; ancak bu düzen ve ahengin tesadüf sonucu ortaya çıktığına inanmamızı isterler. Bundan sonra inanmamızı istedikleri şey ise, sebepler arasındaki mekanik münasebetler ile kâinatın varlığını devam ettirdiği iddiasıdır ki, bunun ne manaya geldiğini materyalistlerin kendisi de bilmez. Onlara göre, kendileri yaratılmış, aciz, cahil, fani ve başıboş sebepler, hiç yoktan ortaya çıkan kanunlar aracılığıyla, etrafımızda görüp işittiğimiz o harikulade ahenk ve muvazene içindeki sanat eserlerini icad etmektedirler Bediüzzaman ise, tıpkı puthaneye giren İbrahim Aleyhisselam gibi, bu efsane ve hurafeleri parçalayıverir. Tekrar tekrar teyid eder: Her şey birbiriyle münasebet içinde olduğuna göre, çiçeğin tohumunu kim yaratmışsa çiçeği de o yaratacak. Birbirlerine bağımlı olduklarına göre, çiçeği kim yaratmışsa ağacı O yaratacak. Birbirleriyle iç içe münasebetler içinde yaratıldıklarına göre, ağacı kim yaratmışsa ormanı da O yaratacak, ilh. Böylece, tek bir zerreyi yaratabilmek için, bütün bir kâinatı yaratmak gerekir. Buna ise kör, aciz, fani, muhtaç, cahil ve gayesiz bir "sebebin" boyu yetişmez.
Gittikçe artan sayıda ilim adamı, geçmişin mekanik teorilerinin artık savunulamadığını fark etmektedir. Kâinattaki güzellik, ihtişam, düzen, ahenk, simetri ve maksatlar karşısında, sebeplere ve tesadüfe dayanarak varlıkları açıklama teşebbüsleri, gittikçe müdafaa edilemez hale düşmektedir. Bunlardan birçoğu, eski ilahlarının kaçınılmaz çöküşü karşısında histeri nöbetlerine kapılıyorlar. Tanınmış bir biyologun -biyoloji hala en katı manada mekanik ilim branşları arasındadır- şöyle söylediği biliniyor: "Gariptir, kâinatta güzellik ve ahengi keşfettikçe, onun manasızlığına daha çok inanıyorum." Zavallı, bilmiyor ki, eğer her şey manasızsa, kendi akıbeti de aynen öyle olacaktır. Yine bir biyolog olan başka bir meşhur -yoksa mahut mu diyeyim?- ilim adamı ise, yaratıkların var oluşunun, bilhassa "şekil" vak'asının kör, aciz ve cahil sebeplerin tesadüfî hareketlerine hiçbir şekilde izafe edilemeyeceğini söylüyor. Bu düşüncesinde yalnız olmamakla birlikte, bu ilim adamı, böyle bir inanışı açıkça beyan eden ilk tanınmış Batılı biyologdur. İşin daha da ilgi çekici tarafı, Batının ilim dünyasını Brejnev idaresindeki Rusya'ya benzetmesidir. Mekanik teori, güvenilir olmak ve meslekte kalabilmek için her ilim adamının, bilhassa biyologların boyun eğmek zorunda olduğu katı ve hakim-i mutlak Ortodoks doktrinidir. Böylece, kalabalık içinde bu teoriye sadakatlerini haykırmak, tenhada ise gerçek düşüncelerini fısıldamak suretiyle, korku içinde bir oyunu sürdürmek mecburiyetindedirler. Bu yazarın kitabı basıldığında, New Scientist dergisi bunu "yakılacak kitap" ilan etti. O günden bu yana kitabın yazarı aforoza uğramış durumdadır ve Batılı ilim dünyasının bir Selman Ruşdi'si haline gelmiştir.
Sebepler faraziyesinin işleyip işleyemeyeceğine dair ortaya atılan görüşlerin birbirinden bu kadar farklı şekilde ayrılması gösteriyor ki, tabiata veya tabiat kanunlarına yaratıcı bir güç isnad etmek, objektif bir ilmi araştırmanın kaçınılmaz neticesi olamaz. Bu olsa olsa şahsi bir kanaatten ibaret kalır. Bunun gibi, zahiri sebepleri yed-i kudretine bir perde yapan bir Kâinat Yaratıcısını inkâr etmek de muhakemenin değil, bir arzunun neticesidir. Kısacası, sebeplere yaratıcılık isnad etmek kaba ve aldatıcı bir oyundan ibarettir ki, insan bununla Yaratıcının mülkünü yaratılmışlara taksim eder- tâ ki kendi varlığı ve sahip oldukları üzerinde kendisi mutlak hakim olabilsin.
Maksadım Risale-i Nur'u özetlemek değil, Allah hakkındaki daha evvelki düşüncelerimin, Risale-i Nur'un tasvir ettiği portrelerden ne kadar uzak düştüğünü göstermekti. Bu eserleri okuduktan sonra, Lâ ilâhe illâllah derken, Allah hakkında söylenebilecek her şeyi söylemiş olduğumu düşünmeye başladım. Risale-i Nur sayesinde anladım ki, evvelki düşüncemde Allah, manzarayı tamamlamak için ve teselsülün imkânsızlığını önlemek üzere, yaratılış hadisesinin başına neredeyse rasgele yerleştirilmiş bilinmeyen bir faktördü. O bir ilk Sebep idi; İlk Muharrik idi; boşlukları dolduran bir tanrı idi. Adeta İngilizlerinki gibi bir "meşruti kral” idi. kendisine azami saygı gösterilmeli, fakat günlük hayata karışmasına da müsaade edilmemeliydi!
Ayet-i kerimeden ilham alan Risale-i Nur ise, Allah'ın isim ve sıfatlarının birer aynası olan varlıklarda Allah'ın varlık ve birliğini gösteren delillerin devamlı değişen yeni şekiller ve kompozisyonlarla her an gözlerimizin önüne serildiğini ve marifet, tasdik, teslim, muhabbet ve ubudiyeti netice verdiğini gösteriyordu. Böylece, Risale-i Nur, kelimenin hakiki manasıyla bir Müslüman olmanın açık bir vetire halinde gerçekleştiğini de ortaya koyuyordu: tefekkürden ilme, ilimden tasdike, tasdikten iman veya itikada, itikattan da teslime varış. Her yeni hareket, her yeni gün ise İlahi hakikatin yeni bir cephesini ortaya çıkardığına göre, bu vetire de devamlılık arz etmektedir. İslam'ın dış tezahürleri, yani ibadet şekilleri bir manada statiktir; halbuki iman, sözünü ettiğim bu vetireye bağlı olarak, artma veya eksilmeye maruzdur. İşte, dikkatimizin büyük kısmını teksif etmemiz gereken iman hakikati budur; İslam'ın hakikatleri ise bunu zaruri olarak takip edecektir.
Bu yüzdendir ki, “Risale-i Nur'u tanımadan önce Müslümandım, fakat mü'min değildim" diyebilirim. Çünkü o zaman iman diye kabul ettiğim şey, gerçekte inkâr etmenin imkânsızlığından başka bir şey değildi. Her ne kadar bana İslam'ı tanıtan Bediüzzaman değil idiyse de ki -bunu herkes yapabilirdi- o beni imanla tanıştırdı. Taklitle değil, tahkik yoluyla elde edilen bir iman.
Şimdi asıl sorumuza dönelim: Müslümanlar olarak Batıya sunabilecek neyimiz var? Cevap: Her şeyimiz ve hiçbir şeyimiz. İmanımız ve İslamiyetimiz varki bunlar her şeydir. Bir de İslamiyet'i anlayışımız ve yorumlayışımız var ki, çoğu zaman sıfıra sıfır, elde var sıfır.
Bana İslam'ı tanıtan kitaplardan da açıkça anlaşılabileceği gibi, Batıyı dikkate alarak yazılmış ne varsa, hemen hemen hepsi de masum bir kültür alışverişi seviyesinde kalmıştır. Asıl mesele olan iman ise, kaçınılmaz bir şekilde, ya bir dipnotu hacminde geçiştirilmiş veya tamamıyla ihmal edilmiştir.
Kur'an'da Allah lâfzı 2500'den fazla tekrar edilir; İslam kelimesi ise 10 defadan az. Halbuki modem İslam literatüründe bu nisbet tersine çevrilmiştir. Kur'an'da iman ve İslam kelimelerinin nisbeti, iman lehine olmak üzere 5:1'dir. 19. yüzyıl sonlarına kadar yazılan Arapça kitapların isimlerinde İslam kelimesi iman'ı 3:2'lik bir nisbetle geçiyordu. 1960'larda bu rakam 13:1 nisbetine sıçramıştır ve hiç şüphesiz bugün daha da yükseklerdedir. Bunun kaçınılmaz neticesi olarak da, Batının İslam'a yaklaşımı bir sistem ve bir alternatif "ideoloji" etrafında temerküz etmiş, bu da hemen hemen tamamıyla iman hakikatlerinden mahrum bir şekilde takdim edilmiştir.
Batıya yaklaşma tarzımızla çok az mesafe almış olmamızın bir diğer sebebi de, Batıyı yanlış anlamamızdır. Batı sadece jeopolitik bir varlık değil, aynı zamanda bir mecazdır da. Coğrafi olarak, Batı, Uluhiyete karşı kitle halinde bir isyanın görüldüğü yerdir. Çağdaş Batı medeniyeti, bildiğimiz kadarıyla, temelinde düzenli bir dini inanç bulunmayan ilk medeniyettir. Böylece Batı, dini inancın gurubunu, Uluhiyet güneşinin tutulmasını ifade eden bir mecaz olmaktadır. Şimdi ise bu güneş tutulması sadece jeopolitik Batıya münhasır kalmadığına göre, iman hakikatlerinin göz ardı edildiği her yere Batı diyebiliriz. Yani, Batı bir halet-i ruhiye, bir hastalık, bir sapma olarak görülmelidir. Bunun temel sebebi ise, Bediüzzaman Said Nursi'nin işaret ettiği gibi, ene'ye tapma hastalığıdır.
Rönesans'tan bu yana Batı insanı kendi kendisinin referans noktası ve kendi kâinatının merkezi haline gelmiş, biçare hayatının yegâne mikyası olmuştur. Esma-i İlahiyenin kisvesini çalarak ona bürünmüş ve bir ilah gibi çalım satmaya kalkmıştır. Fakat bu elbise ona uymamıştır ve uymaz da.
Kendi vazifesinin, Uluhiyet tecellilerini Yaratan adına ve Onun rızasına uygun şekilde müşahede etmekten ibaret olduğunu kabul etmek istemeyen Batı insanı, bu tecellileri kendi malı olarak ilan eder ve onları kendi hayli mülküne dahil etmek için bir ömür boyu çabalar. Ebediyeti fani dünyada arayışı, onu hemcinsleriyle şiddetli ve çoğu zaman caniyane bir rekabete sürükler. İnsanın sinirli, aciz ve bağımlı oluşu ve günün birinde kendisinin sandığı her şeyi terk ederek yoklukla yüz yüze geleceği gerçeği, onun sonsuz arzularını daha da şiddetlendirir. Karşı karşıya bulunduğu sınırlamalar ve eksikliklerin ona mutlak acz ve fakrini hatırlatması gerekirken, o kendi kendini hipnotize ederek bu gerçeklerden saklanmaya çabalar. Akıbetiyle ilgili her türlü düşünceden kaçan Batı insanı, Yaratıcısını tanımak ve sevmek ve kendisinin Onsuz hiçbir şey olmadığını ve hiçbir şeye sahip olamayacağını anlamak üzere fıtratına yerleştirilmiş olan kabiliyetini de böylece boğar. Laik ve hodperest Batı toplumu, insanı her seviyede körleştirmek ve sersemletmek üzere planlanmıştır. Benlik inancının kendinden bekleneni vermediği gerçeğini saklamak için; "sınırsız terakki, mutlak hürriyet ve kayıtsız mutluluk" şeklindeki laik teslis akidesinin yüzyıllar önce saf dışı edilmiş bulunan Hıristiyanlığın teslis akidesi kadar manasız kaldığını saklamak için; laik hümanizmin ilkeleri olan iktisadi ve ilmi ilerlemenin Batıyı bir maneviyat çöplüğüne çevirdiği ve nesilleri birbiri ardınca helak ettiği gerçeğini saklamak için.
Bununla beraber, uyanmaya başlayan ve bugüne kadar içinde yaşadıkları hayal dünyasının farkına varanlar da vardır. İşte bunlara "ene" hastalığı gösterilmelidir. Bu hastalıkla malül kimselere İslam'ın iktisat veya hukuk sisteminin en müsavatçı veya en adil sistem olduğunu anlatıp durmanın hiçbir faydası yoktur. Kanserden mustarip bir hastaya yeni bir ceket hediye ederek onu tedavi edemezsiniz. Onun muhtaç olduğu şey, doğru bir teşhis, radikal bir ameliyat ve onu takip edecek sürekli bir tedavidir. Risale-i Nur'da bunların hepsi vardır.
Hatırlayacağınız gibi, Risale-i Nur'u önceleri mistik bir eser diye reddetmiştim. Aynı zamanda başkalarının da bu eserleri böyle vasıflandırdığını işitmiştim. Gerçek ise bunun tam tersidir; çünkü Said Nursi'nin önümüze koyduğu berrak tercihte hiçbir esrarengizlik yoktur: ya iman, ya da inkâr; ya ebedi saadet, ya da ebedi felaket; ya kurtuluş, ya helak hem bu dünyada, hem de ahirette.
Risale-i Nur'un "inkılâpçı" olarak vasıflandırıldığını da işitmiştim. Gerçi buna iştirak ederim; fakat kelimenin siyasi manasıyla değil. Risale-i Nur'da böyle bir şeyin bahsi yoktur. Ama eminim ki, eğer Bediüzzaman bütün laik idarelerin şiddet yoluyla devrilmeleri gerektiğini savunmuş olsaydı, bütün Batı üniversitelerinde Risale-i Nur mecburi ders olarak okutulur ve Bediüzzaman Batı dünyasında her ev halkının tanıdığı bir isim haline gelirdi. Çünkü aşırılık, hele bir de dini duygularla renklendirilmişse, Batının zayıf noktasıdır. Batı basını için, uzak beldelerden birinde "Amerika'ya ölüm!" diye bağıran, ihtilal ve şeriat isteyen binlerce öfkeli Müslüman'dan daha güzel, daha sevimli ve daha nefis hangi manzara vardır? Batı, artık İslam'ı yanlış tanıtmak için zahmete girmek zorunda değildir. Bunu onlar adına biz yapıyoruz; onlara ise sadece filme çekip göstermek kalıyor.
Amerika'nın "Büyük şeytan" olarak bilindiği bir ülkede, on yıl kadar önce böyle bir gösteri seyretmiştim. Fakat dikkatimi çekti: Göstericilerin belki de yüzde 75'i Levis blucinleri giyiyordu; dağılan kalabalığın ardında kalan sigara izmaritleri ise ya Marlboro idi, ya da Winston. Bir el güya bizi Batı ile bağlayan bağları koparıyor; diğer el ise o bağları sıktıkça sıkıyor!
Yine de "Yeteri kadar konuştuk, artık hareket zamanıdır" deyip duruyoruz. Hatta bu sözü Risale-i Nur hakkında dahi işitmişimdir. "Hep sözden ibaret; hiç aksiyon yok" demişti birisi. Fakat henüz konuşmuş da değiliz. Sadece feryad-ü figan edip durduk, o kadar. Birbirimizle kardeş kardeşe, mü'min mü'mine, Müslüman Müslüman'a, Allah adına, Kur'an lisanıyla ve kâinat kitabının diliyle konuşmadığımız, sohbet etmediğimiz içindir ki, hareket ettiğimiz zaman yanlış şekilde, yetkisiz ve disiplinsiz bir tarzda ve hakiki bir ölçü veya referans noktasından mahrum bir halde hareket ediyoruz. Sonunda da hiçbir kalıcı netice ortaya çıkaramıyoruz Batı ise bunu çok iyi anlıyor.
Hayır, Bediüzzaman'ın müdafaa ettiği inkılâp Tahran, Kahire veya Cezayir sokaklarında çığırtkanlığı yapılan cinsten bir inkılâp değildir. Risale-i Nur'un inkılâbı zihinlerde, kalplerde, ruhlarda ve nefislerde inkılâptır. Bu bir İslam devrimi değil, iman inkılâbıdır. Bu da iki seviyede gerçekleşir. Müslümanları taklidi imandan tahkiki imana, inanmayanları ise ene'nin kulluğundan Allah'ın kulluğuna eriştirecek şekilde tanzim edilmiştir. Batıyı hâkimiyeti altında tutanların Risale-i Nur'dan dehşet almaları bu yüzdendir.
Netice olarak, yıllar süren araştırma ve mukayeselerim sonunda şunu söyleyebilirim ki, kâinatı olduğu gibi gören, iman vakıasını olduğu gibi aksettiren, Kur'an'ı Peygamberimizin murad ettiği gibi tefsir eden, modern insana musallat olmuş son derece tehlikeli ve gerçek hastalıkları teşhis ederek çare sunan, kendi kendine yeterli ve şümullü yegâne İslami eser, Risale-i Nur'dur. Kur'an'ın nuruyla kâinatı aydınlatan Risale-i Nur gibi bir eser görmezlikten gelinemez. Çünkü çağdaş insanı karşı karşıya bulunduğu felaketten kurtaracak olan yalnız İslamdır; İslam'ın geleceği ise, Risale-i Nur'a ve ona uyan ve ondan ilham alanlara bağlıdır.
____________________
1 Dr. Colin TURNER
1955 yılında İngiltere'nin Birmingham şehrinde dünyaya geldi. 1975 yılında İslam'la şereflendi. Yüksek tahsilini Durham üniversitesinde tamamladı. Arapça ve Farsça üzerine ihtisas yaptı.
Daha sonra, İran'da Safeviler döneminde siyasi ve dini hareketler konusunda doktora yaptı. Halen Manchester üniversitesinde dersler vermekte ve 17. asır İslam Felsefesi konusunda bir eser hazırlamaktadır.
On yıldan fazla bir süredir Risale-i Nur üzerinde çalışmaktadır. Dr. Turner evli ve üç çocuk babasıdır.
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1991
SAİD NURSİ İLE MANEVİ KARŞILAŞMAM
M. SALİM ABDULLAH
"Nurcular (Türk) Müslümanların(ın) "Jesuit"leridir. (Jesuiten: İsevilerin yüksek tahsilli, yüksek şeylere talip ve fevkalade ince bir his kabiliyetine sahiptirler.” “Almanya'da Bir Türk Getto'su” kitabından)
Nasıl ki, gecede deniz fenerleri gemilere doğru istikameti gösterirler; İslam tarihinde de böyle nice erkekler ve kadınlar yetişmiştir. Cenab-ı Hakkın sevgisiyle içleri dolmuş, fener gibi nurani şahsiyetler olmuşlar, insanlara fevkalade örnek hayatlarıyla ve kendileri tarafından en ince detayına kadar tatbik edilen yüksek ilmi vukufiyetleriyle "Allah yolunda numune-i imtisal" olmuşlardır.
Said Nursi Hazretleri de bunlardan birisidir. Kendisi birçok insan tarafından "Bediüzzaman", "Zamanın Harikası" olarak yâd edilmiştir.
Said Nursi yakın geçmişte, 1960 yılında vefat etmesine rağmen, kendisiyle karşılaşma imkânım hiçbir şekilde olmadı. Fakat onun talebeleriyle Almanya'da, İngiltere'de, Kıbrıs'ta ve Türkiye'de karşılaştım ve karşılaşıyorum.
Onların davranışlarından, dindarlıklarından, insaniyetlerinden, fevkalâde ilmi vukufiyetlerinden Cemiyetin bünyesine sağladıkları uyumdan her defasında üstadlarının müessir manadaki yaşayış tarzı ve onlardaki tecellisini (siluetini, görüntüsünü) okumaya çalıştım.
Benim için ancak bu yolla Said Nursi'nin nefesini hissetmek mümkün olmakta ve benim üzerimde sebebini izah edemediğim cazibeli bir tesir icra etmektedir. Bunu aşağıda açıklayacağım:
"Nur Talebeleri" ismine Almanya İslam arşivi Merkezi Enstitüsünü organize ederken rastladım.
Dünya İslam Kongresi tarafından 1971 yılında, Federal Almanya'daki Türk İslam gruplarıyla kontak kurmam ve beraber çalışma imkânlarını açıklamakla vazifelendirildim. Vaktiyle Saarbrücken şehrinde yaşamaktaydım. "Medrese-i Nuriye" de Köln'ün Roland (Strasse) caddesindeydi. Şu gün bile hala o ilk ziyaretimdeki çok sıcak kalbi ve samimî karşılanmayı bir türlü unutamam. Bu karşılanma Türk Müslümanlarının genellikle bir Alman Müslüman'a gösterdiği alışılmış meraktan mütevellid alakadan çok çok farklıydı. Bu kardeşliğin tahakkuku, her insanın mahiyetinde olan, kendini Cenab-ı Hakka teslimiyetin ifadesinden başka bir şey değildi? Öyle bir kardeşlik ki, "Nereden nereye?" sorularını yöneltmeyen, bütün dikkati alakayı o an ki karşılaşmaya temerküz eden ve bu şekilde sıcak bir şekilde karşılanma ve kabul sinyalini veren bir kardeşliktir. Zeki ve Nafi Şevkli bu sahada benim ilk refakatçilerimdi. O sıralarda Nafi Şevkli "Kalpten kalbe köprü" olan tercümanlık rolünü üstlenmişti.
Nafi Şevkli bundan sonraki yıllarda çeşitli kültürlere mensup insanlarla beraber çalışmanın beraberinde getirdiği sevinçlerime ortak olan ve tehlikelere karşı bir ikazcıydı. Nafi Almanya'yı terk ettiğinde Cenabı-ı Hakkın hayatımda bana ihsan ettiği çok değerli bir kardeşi kaybettim.
Takdir-i ilahi çok kimselerin düşmanlığını üzerime celbetmişti. O nispette de çok az fakat sadık, halis arkadaşlarım oldular. Böyle samimî arkadaşlarla geçen vakitlerimi hayatımın en kıymetli anları olarak değerlendiriyorum.
Bununla birlikte her şeyden önce Mehmet Nuri Güleç ve Mehmet Emin Birinci Beylerle tanışmam ve bana olan teveccühleri altınla ölçülmeyecek kıymettedir. Onlar Üstadlarının yaşayan canlı akisleri olarak her birisi kendine göre mozaik taşları gibi hayatımı zenginleştiren bir mozaiği tamamladılar.
Said Nursi'nin ruhu cemaatinin varlığında ve tesirinde yaşamaktadır. Ben Said Nursi'yi talebelerinin söz ve fiillerinden tanıma ve derinden takdir etmek imkânı buldum.
Almanya İslam İstişare Kurulu ve Almanya İslam Arşivi Merkezi Enstitüsünün kuruluş ve organizasyonu esnasında Hıristiyan bir arkadaşım bir defasında "Kanaatime göre Nur Cemaati sizin Muhafız Alayınız" gibi her zaman sadık, her zaman için şayan-ı itimat (emin), hiçbir şekilde tereddüde düşürülmeyen ve söylentilere kulak asmayan bir cemaat oldu" demişti.
Bu tespiti ile en nirengi noktayı yakalamıştı . Tarih gerçeği noktasından şunu da söylemekten geçemeyeceğim, bu "Muhafızlar Alayı" bir defasında 1982 /1983 yılında aynı memleketten diğer organizasyonlarla beraber hareket etme gereği olarak kısa bir tereddüt geçirdi. Buna rağmen Said Nursi'nin talebeleri benim en samimî arkadaşlarımdır, insan olarak onlar şayan-ı itimadımdılar ve her zaman da öyledirler.
Ben Said Nursi'nin hareketine mensup değilim. M.Emin Birinci Bey beni 1978 yılında Saarbrücken şehrinde ziyaret ettiği zaman, bana, beni kendilerine, bağlayan çok kıymetli bir hediyede bulundu. Veda ederken parmağındaki yüzüğünü çıkardı ve bana uzattı. Bu Peygamberimizin (a.s.m.) sevdiği akik taşlı gümüş bir yüzüktü. Dıştan gösterişli olmayan süsleri içe bakan bir yüzük. Göründüğünden çok çok kıymetli bir yüzük. O zamandan beri bu yüzüğü taşıyorum ve bugüne kadar da çıkarmadım. Bu yüzük her zaman arkadaşlarıma olan bağlılığı hatırlatıyor ve düşündürüyor. Ve aynı şekilde o samimiyette geri kalmamayı ikaz ediyor. 1979 yılında "Cemaat-i Nur"u Almanya'da şeni bir şekilde karalama kampanyası başlamıştı. Bunlara karşı cevap yazma vazifesini üzerime almakla bu vefakârlığın gereğini ilk defa göstermek durumunda kalmıştım.
Vaktiyle CIBEDO (Hıristiyan) - İslam Diyalog Döküman Merkezi) de bütün imkânları kullanarak kısmen İstanbul'da ve kısmen de Saarbrücken'de tarafımdan yazılan bu inceleme yazısının yayınlanmasına mani olmak için elinden geleni yaptı. Aynı zamanda bu eser Nurculuk hareketiyle ilgili bir temel eser oldu. Bu eserin CIBEDO tarafından yayınlanmamakta ısrar edilmesi üzerinde CIBEDO (Hıristiyan - İslam Doküman Merkezi)den ayrıldım. Bu aynı zamanda benim maddi kayıplara uğramama ve bana karşı bir düşmanlığın başlamasına sebep oldu ve bugün bile Hıristiyan İslam Diyaloguna menfi tesirler etmektedir. Bu menfi tesirlerin "Zentral Institut İslam Arşiv Deutschland" (Almanya İslam Arşiv Merkezi Enstitüsü) olduğu gibi İslam Rat'a (İslam Cemaatleri İstişare Kurulu) çok zararı oldu.
Bu düşmanlık Almanya'da İslami müspet (Objectiv) bir şekilde gösterme gayretlerini, düşmanlarımızın tesir imkânlarını kullanarak tesirsiz hale getirilmesine sebep olmuştur. Müslüman olmayanlarla diyalogla ilgili böyle kötü tecrübelerime rağmen, Said Nursi'nin fikirlerinden aldığım ilhamla diyalogun lüzumuna inanmaktayım. Müslüman ve Hıristiyanlar arasındaki diyalogun yanında bütün samimiyetimle varım. Şunu da ifade etmek isterim ki, kiliseler "ilgi" ve menfaat kurumlarıdır. Ve biz Müslümanları da “Asıl ve en ciddiye alınacak rakipleri” olarak görmektedirler. Böylece Kiliseler gerçek yüzünü (stratejik düşüncelerini) dışa vurmaktalar. Böyle bir tarz İslam'a tamamiyle zıttır.
Aynı zamanda bu Said Nursi'nin de görüşüdür. Nur Cemaati mensubu kardeşlerime daha önce tamamiyle iki keramete İnayet-i İlahiyeye) mazhar olma vesile oldular. Bu noktada kendilerine minnet borçluyum. Çok şiddetli iki defa yüzde yüz ölüm tehlikesiyle karşılaştığım iki suikasttan kurtuldum. Bunda haketmediğim halde, apaçık bir şekilde hakkımda İnayet-i İlahiyenin tezahürünü müşahede ettim.
Said Nursi, yüksek bir derecede Hz. Eyyub'un şahsiyetini hatırlatmaktadır. Çünkü o hayatını fevkalade alt edebilecek bütün sıkıntılı ve acı imtihanlarda Cenab-ı Hakka olan sevgi ve bağlılığından zerre kadar ayrılmamıştır. Said Nursi imanı uğrunda yedi defa mahkeme huzuruna çıkarıldı ve hayatının 20 seneden fazlasını sürgünde geçirdi. Burada hedef kendisini yıldırmak ve tamamen imha etmek idi. Ne mahkemeler ne de sürgünler onun etrafa neşrettiği nura mani olamadı. 1981 yılında Batı Alman Radyoevi, Hessen, Saar Eyalet Radyoevi ve Almanya'nın Sesi radyosundaki vazifeme son verildi. Buna sebep de bu radyo evlerinin görüşlerine göre "Aşırı dinci Süleymancıların sözcüsü" ve Dünya İslam Kongresi üyeliği öne sürüldü. Bütün bu kötü şartlara Said Nursi Hazretlerinin örnek hayatından aldığım derslerle, bu benim için fevkalade zor zamana karşı durabildim. Daha sonra öğrendim ki, bu "Süleymancılar Müdafaacısı" kendi iman kardeşlerim tarafından ortaya atılmıştı. Kendi kardeşlerim tarafından bana açılan kampanya benim diyalog ve açılmayla ilgili efkar-ı ammedeki politikamla ilgili idi. Ve beni bu şekilde "İslam'a ihanet"le suçlayıp devre dışı bırakmak istiyorlardı.
Söylediğim gibi: Cemaat-i Nur üyesi değilim. Said Nursi'nin talebelerinden de değilim. Benim için Said Nursi'nin örnek bir şahsiyet teşkil etmesinin her şeyden önce sebebi, onun hayatında yaşadığı devreleri (zorlukları) kısmen kendi hayatımda da geçirmiş olmamdır. Ve her şeyden önce onun talebeleri onun düsturlarını hayatlarında da gerçekleştirmeleri. Nurs'lu büyük Üstadın talebesi değilim, fakat onun talebelerinin arkadaşıyım ve Cenab-ı Hakk'tan da niyazım, bu samimî dostluğun ebediyete kadar böyle kıymettar kalmasıdır.
____________________
1 M. Salim ABDULLAH
1931 yılında Almanya'da doğdu. Gazeteci-yazar olarak çalışıyor .
Almanya'nın Sesi Radyosu redaktörü. Moslemische Revue dergisi ve İslam Haber Ajansı Müdürlüğünü yapıyor. Ayrıca Almanya'nın Soest şehrinde kurulu İslam arşivi Merkezinin müdürlüğünü yapıyor.
1988 yılından beri, Birleşmiş Milletler'de İslam Kongresi'nin temsilciliği ve merkezi Pakistan'ın Karaçi şehrinde bulunan Dünya İslam Kongresi'nin icra heyeti üyeliğini yapıyor.
Almanya İslam Konseyi Başkanı.
Yayınlanmış bazı eserleri:
1.Aramızdaki Müslümanlar (1974)
2.Hıristiyanlık ve İslam Diyalog İmkânları (1976)
3.Almanya'da arka avludaki İslam (1980)
5.İSLAM: Özetle Gelişmenin Yardımcısı (1982)
6.İslam 'a Göre Yaşayış (1982)
7.Dünya Süper Gücü: İSLAM (1983)
8.Prusya Kartalı Himayesindeki İslam (1984)
9."Ve Onlara Kral Söz Vermişti..." (1987)
10.Almanya'da Müslüman azınlığın Tarihçesi (1987)
11.Almanca Kur'an Meali giriş yazısı ve Hadis eki (1987)
Cevap: Bediüzzaman Sempozyumu 1991
BATI GÖZÜYLE RİSALE-İ NUR'UN EHEMMİYETİ
MARY WELD
Her ne kadar Batı dünyasında yaşayanların maddi ihtiyaçları karşılanmış ve çoğunluk refah içinde yaşıyorsa da, en temel ihtiyaçlar karşılanmamış durumdadır ve hatta daha da müzminleşmiştir.
Kendisinin ve içinde yaşadığı dünyanın manasını anlamak, insanın yaratılışı gereği ve en büyük ihtiyacıdır. İlerlemenin muharrik gücü olan bu ihtiyaç, bilhassa çağımızda kendisini açıkça ortaya çıkarmaktadır. Herhangi bir zamandan ziyade bu çağın insanı her şeyin nedenini, niçinini bilmek ve gayesini öğrenmek istiyor. Gerçekten de, kâinatın işleyiş tarzını ortaya çıkarmak için harcadığı gayretler, ilmin her dalında baş döndürücü ilerlemelerle karşılık bulmuştur. Bununla beraber, bu ilerlemelerin cereyan ettiği Batıdaki maddi gelişme, diğer sahalardaki gelişmelerle dengelenebilmiş değildir. Batı insanı her ne kadar maddi kâinatın sırlarını ortaya çıkarmakta muazzam başarılar elde etmiş olsa da, başarısı bunun ötesine geçememiştir. Maddeye daldıkça dalmış, ancak soruların en esaslı ve en mühimlerine tatmin edici cevap bulmakta az kalmıştır. "Kâinat niçin var? Varlıkların gayesi ne? Hayatın gayesi ne? İnsanın gayesi ne? İnsan nereden geliyor; ölümden sonra nereye gidecek?" şeklindeki sorular hala cevapsızdır. Böylece, her ne kadar Batı dünyasında yaşayanların maddi ihtiyaçları karşılanmış ve çoğunluk refah içinde yaşıyorsa da, en temel ihtiyaçlar karşılanmamış durumdadır ve hatta daha da müzminleşmiştir; çünkü ilim, kâinattaki hayret verici düzeni, birliği ve ahengi her gün daha da açıkça ortaya çıkarmakta ve gayesizlik her geçen gün daha da savunulmaz hale düşmektedir.
Bu temel sorulara tatmin edici cevap bulma hususundaki aczin kaynağı, semavi dinler yerine insan eliyle ""vücuda gelmiş felsefeden ilham alan Batı medeniyetinin kökünde yatmaktadır. İlim Batıda geliştiği için, dinden ayrı ve farklı görülmüştür. Hatta ilim ve dinin birbiriyle çatıştığı sanılmıştır. Bu yüzden, Batı medeniyeti, günümüze kadar tahrif edilmeden gelen yegâne semavi kitap olan Kur'an'ın karşısında vaziyet alagelmiştir. Bununla birlikte, günümüz Müslümanlarına en ziyade şevk ve cesaret vermesi gereken bir husus vardır ki, o da, ilimdeki gelişmelerin, Kur'an'ın kâinat ve içindekilerle ilgili beyanlarına ters düşmek bir yana dursun, bu beyanları tasdik etmesidir. Yani, Batının kendi malı olarak gördüğü ilim, Kur'an'daki vahiy neticesi olan bilgilerin doğruluğunu tasdik etmekte; Kur'an ise, ilim ile din arasında hiçbir çatışmanın bulunmadığını göstererek, modern insanın sorularına cevap getirmektedir.
Allah'ın insanlığa indirdiği son kitap olan Kur'an, bütün çağlardaki bütün insanlara birden hitap eder. Kur'an, her çağın her seviye ve mertebesindeki insanların her birine ve ihtiyaçlarına, bilhassa ve doğrudan doğruya hitap eder. Daha önce belirtildiği gibi, modern çağın belirgin özelliği, araştırma ruhudur. İnsanı varlıkların hikmet ve gayelerini keşfetmeye sevk eden bu ruh, maddi kâinatın sırlarını gün ışığına çıkarmakta onu bugün bile inanılmaz görünen bir seviyeye ulaştırmıştır. Her çağda, İslam dinini yenileyerek Kur'an'ın mesajını anlatmak ve Kur'an'ın bilhassa o çağa bakan yönlerini açıklamak üzere, Allah bir müceddid gönderir. Risale-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nursi, bu modern çağda böyle bir yenileyici ve müceddiddir; her şeyden önce varlıkların hikmet ve gayelerine dikkatleri çekmekte, Kur'an'ın çağdaş insana mesajını anlatmakta ve açıklamaktadır.
Risale-i Nur, Kur'an'ın hakiki bir tefsiridir; iman hakikatleriyle ilgili ayetlere, bilhassa ilim adına yöneltilen hücumlara karşı kaleme alınmış yorumlar getirir. Bunu da, modern insanın, "bilimsel düşünce" ile şekillenmiş anlayışına hitap ederek yapar. Bunun için de, Kur'an'ın irşadını Batı insanına aktarabilecek uygunlukta yegâne eserdir. Çünkü.. Kâinatı ve içindekileri incelerken bunu öyle bir tarzda yapar ki, bunları tek bir Yaratıcının mahlûkları, Onun varlık ve birlik delilleri olarak görmenin, bütün bu varlıkları açıklayabilecek yegâne mantıklı izah tarzı olduğunu ortaya koyar. Risale-i Nur açıkça gösterir ki, kâinatın mahiyeti, düzeni, ahengi, birliği ve cüzlerinin birbirine olan bağımlılığı, felsefenin ve materyalizmin ileri sürdüğü çeşitli görüşler için bütün ihtimalleri kapatmaktadır; tabiat ve tesadüf iddiaları bütünüyle akıl ve iman dışıdır. İster tabiat olsun, ister tabiat kanunları ve kuvvetleri olsun, isterse sebepler olsun hiçbir şeyin varlıkların yaratılmasına el karıştıramayacağını ve Allah'a şerik olamayacağını Risale-i Nur ispat eder. Tabiat kanunları olarak bilinen ve kâinata nizamını veren şeylerin maddi ve harici bir vücutları yoktur; bunlar sadece ilim dairesinde vardırlar; kanundurlar, kuvvet değildirler. Kâinattaki düzen İlahi iradenin neticesi, tabiat kanunları da bu iradenin tecellisidir.
Batı insanı, bir fikri kabul etmek için delil ister. Risale-i Nur da bütün bu meseleleri delillendirilmiş fikirler halinde sunar; bir görüş ileri sürer, sonra bunu mantıki delillerle ölçer, biçer ve sonunda delile dayanan bir neticeye ulaşır. Bir tevhid delilinden bir kısım olarak aşağıda nakledeceğimiz parça, bunun bir misalidir:
"Eğer bütün eşya birden o Kadir-i Ezeliye ve Alim-i Külli Şeye verilmezse, o vakit sinek gibi en küçük bir şeyin "vücudunu, dünyanın ekser nevilerinden hususi bir mizan ile toplamak lazım gelmekle beraber; o küçük sineğin "vücudunda çalışan zerreler, o sineğin sırr-ı hilkatini ve kemal-i san'atını bütün dekaikıyla bilmekle olabilir. Çünkü esbabçı tabiiye ile esbabı maddiye, bilbedahe ve umum ehl-i aklın ittifakıyla, hiçten icad edemez. Öyle ise, herhalde, onlar icad etse, elbette toplayacak. Madem toplayacak; hangi zihayat olursa olsun, ekser anasır ve envaından numuneler, içinde vardır. Adeta kâinatın bir hülasası, bir çekirdek hükmündedir. Elbette, o halde bir çekirdeği bütün bir ağaçtan, bir zihayatı bütün ruyi zeminden ince elekle eleyip ve en hassas bir mizan ile ölçüp toplattırmak lazım geliyor. Ve madem esbabı tabiiye cahildir, camiddir; bir ilmi yoktur ki bir plan, bir fihriste, bir model, bir program takdir etsin, ona göre manevi kalıba giren zerratı eritip döksün, ta dağılmasın, intizamını bozmasın. Halbuki her şeyin şekli, heyeti hadsiz tarzlarda olabildiği için, hadsiz had ve hesaba gelmez eşkâller, miktarlar içinde bir tek şekil ve miktarda, sel gibi akan anasırın zerreleri dağılmayarak, muntazaman, miktarsız, kalıpsız, birbiri üstünde kütle halinde durdurmak ve zihayata muntazam bir Vücut vermek, ne derece imkândan, ihtimalden, akıldan uzak olduğu görünüyor."2
Bu hakikatleri mantıklı ve muhakemeli görüşlerle ispat ettikten başka, Risale-i Nur kâinatı ilim gözüyle inceler ve okur. Fizik ilimlerinin bütünü ışığında baktığında, kâinatı tek bir Yaratıcının eseri ve Esma-i Hüsnasının aynası olarak gösterir. Her bir fennin, kâinatın işleyişinin bir yönünü tasvir ederek Yaratıcısını belli isimleriyle tanıttığını anlatır. Çünkü her bir fennin kaynağı, İlahi isimlerden birisidir; o fennin gelişmesi, o ismin tecellilerini anlamak manasına gelir. Böylece, dinle çatışmak bir yana dursun, fenler Allah'ı tanımak için birer vesile olur.
Bu açıdan bakıldığı zaman, felsefenin soğuk, karanlık ve manasız dünyası, yerini hikmet ve gaye ile aydınlanmış bir kâinata bırakır. Risale-i Nur kâinatı bir kitaba benzetir; gökler, yer ve mevsimler bu kitabın sayfaları, gece ve gündüz satırları, yeryüzündeki varlıklar kelimeleri, meyveler harfleri, çekirdekler de noktalarıdır. Bir sayfada birçok kitap, bir kelimede birçok sayfa, bir nokta içinde de bütün kitabın fihristi vardır. Bu geniş, iç içe münasebetler ve birliklerle dolu, kompleks ve mükemmel kitap öylesine yazılmıştır ki, her bir bölümü, hatta her bir harfi ve her bir noktası, onun tek Yaratıcısını bildirir. Bu kitap insana hitap eder; kendisini tanıtmak isteyen Müellifine, insanın bu kitabı ve bölümlerini okuyarak kâinat çapında bir ibadet, muhabbet ve şükürle karşılık vermesi için yazılmıştır. Onun içindir ki, bu kitabın gaye ve faydalarının çoğu insana bakar. İnsan ise, bu kitaptaki nizamı keşfedip varlıkların vazifelerini ve kâinatın işleyişini ilimler vasıtasıyla göstererek kâinat çapındaki bu kulluk vazifesine erişmiş olur.
Bu hakikati daha açmak için, Risale-i Nur kâinatı bir ağaca benzetir. Unsurlar bu ağacın dalları, bitkiler yaprakları, hayvanlar çiçekleridir. İnsan ise, Allah'ın bütün isimlerine bir ayna olarak yaratılmış çekirdek hükmündeki kalbiyle birlikte, bu ağacın meyvesidir.
Kâinat ağacının meyvesi olarak, insan, şümullü mahiyetiyle, İlahi isimlerin tamamına mazhar olabilecek bir kabiliyettedir. Onun bütün varlıklar üzerindeki üstünlüğü de burada yatar. Bu ağacın ve bu kitabın bölümlerini tanıtan fenler, bu suretle İlahi isimleri tanıtmış olurlar. İnsan da, kabiliyetleri inkişaf ettikçe, bu isimleri üzerinde aksettirir. Böylece, bütün varlıklara mükemmelliklerini veren şümullü ilahi fiilleri onların ardındaki isimleri keşfedip tanıdıkça, insan kâinatın gayesini anlar ve muhabbet ve ibadetine karşılık verir. İşte, bilgi ve terakki yoluyla erişilecek böyle bir ibadetten ibaret olan insanın nihai gayesi de bu suretle anlaşılır. Kâinattaki bu yüce gayeleri, maksatları ve hikmet eserlerini bu şekilde açıklayan, ibadet yoluyla erişilecek gerçek terakkiye işaret eden ve kendilerini manasızlıktan ve dalaletin çelişkilerinden kurtaran Risale-i Nur, Batı dünyasının insanları için hayati ehemmiyeti haiz değil midir?
Allah'ın varlık ve birliği gibi, diğer iman hakikatlerini de, Risale-i Nur, kâinattaki delillerini göstermek suretiyle ispat eder. Öldükten sonra diriliş, ahiret hayatı, peygamberlik, semavi kitaplar, melekler, kaza ve kader gibi iman rükünlerinde kesin delillere dayanan bir imanı elde etmenin yollarını gösterir. Bütün bunların akıl yoluyla anlaşılıp ispat edilebileceğini ortaya koyar. Risale-i Nur ve Müellifinin, bu zamanın müceddidi ünvanını kazanmasının bir sebebi de budur. Hıristiyanlığın tahrif edilmesi sebebiyle bu meselelerde akılla barışık bir imandan mahrum kalan ve böyle izahlara karşı susuzluk içinde bulunan Batı insanına Kur'an hakikatlerini aktarmaya Risale-i Nur'u layık kılan sebep de budur.
İnsanı, ölümden sonraki hayattan ve ebedi saadetten daha çok düşündüren bir mesele yoktur. Risale-i Nur Kur'an'ın İlhamıyla bu hakikati aklen ispat edecek bir yolu bulduğu için, bir misal olmak üzere, Bediüzzaman'ın bu metodunu bizzat nasıl tarif ettiğini aşağıya alıyoruz. Bu pasajda atıfta bulunulan eser, Haşir Risalesi olan Onuncu Sözdür:
"[Bu eserin büyük kısmını teşkil eden bölümlerden] her bir hakikat, üç şeyi birden ispat ediyor: Hem Vacibü'l-Vücudun "vücudunu, hem esma ve sıfatını, sonra haşri onlara bina edip ispat ediyor. En muannid münkirden, ta en halis bir mü'mine kadar, herkes her Hakikatten hissesini alabilir. Çünkü Hakikatlerde mevcudata, asara nazarı çeviriyor. Der ki: Bunlarda muntazam ef'al var. Muntazam fiil ise failsiz olmaz. Öyleyse bir faili var. İntizam ve mizan ile o fail iş gördüğü için, hakim ve adil olmak lazım gelir. Madem hakimdir, abes işleri yapmaz. Madem adaletle iş görüyor, hukukları zayi etmez. Öyle ise bir mecma-ı ekber, bir mahkem-i kübra olacak. İşte, Hakikatler bu tarzda ise girişmişler. Mücmel olduğu için, üç davayı birden ispat ediyorlar"3 .
İman rükünlerini tek tek izah ederken, bunların birbirleriyle münasebet halinde bulunduklarını ve her birinin aynı zamanda diğerlerine de delil teşkil ettiğini, Bediüzzaman Risale-i Nur'da göstermiştir. Böylece, etrafımızdaki dünyada cereyan eden hadiseleri ve İlahi fiilleri "okudukça" ve Allah'ın varlığını ve isimlerini tanıyıp onlara dair kesin bir iman elde ettikçe, gözlem, düşünce ve tefekkür yoluyla, öldükten sonra dirilişe ve ahiret hayatına da delile dayanan kesin bir iman elde etmek mümkün olur. Bu nurun ışığında bakıldığında kâinat öyle canlı ve manalı bir hal alır ki! Şimdi, Batı insanına, zaten gözlemek üzere eğitildiği kâinatı tıpkı Kur'an'ın gösterdiği şekilde okuduğu takdirde o kâinatın mana ve hikmetle canlanacağını, mantıklı bir imana vesile olacağını ve bu suretle kendisini yokluk ve ölüm zulümatıyla kararmış bir manasızlıktan kurtaracağını anlatmaktan daha güzel bir şekilde Kur'an'a inanmaya çağırmanın yolu var mıdır? Risale-i Nur'da baştan sonra Bediüzzaman kâinatın nasıl okunacağını anlatır. Kâinatı, Müellifinden manalı mesajlar taşıyan harfler olarak okumayı öğretir. Okuyucu, bu sürede, etrafındaki dünyadan sürekli olarak dersler çıkarır, sürekli olarak Yaratıcısına dair bilgisini arttırır ve iman esasları hakkındaki imanını ve kesin bilgisini takviye eder.
Haşir ve ahiret konularına devamla, Risale-i Nur, dünya ve ahiret, görünen ve görünmeyen alemleri bir arada inceleyerek, varlık alemine bir bütünlük içinde, mantıklı ve top yekûn şekilde bir bakış açısı sunar ve insan ile fiillerini bu tablo içine yerleştirir. Bu da Batı insanı için büyük ehemmiyet taşıyan bir noktadır.
Çünkü, kesret alemine, sebeplere ve tabiata bakan materyalist ve tabiatçı felsefenin tesiriyle, Batının bakışı bu dünyaya ve bu dünya hayatına teksif edilmiş ve Batı insanı maddede boğulmuştur. Hatta Hıristiyanlığa ve diğer dinlere yönelenler bile kendilerini bundan kurtaramazlar. Yaratılışı itibarıyla fanilikten elem duyan ve maddenin ötesinde ebediyet arayan insan için ise bu bakış açısının neticeleri pek ıstıraplıdır.
Risale-i Nur, dünyayı üç yüzlü olarak tasvir eder. Bir yüzü ilahi isimlere bakar; onların nakışlarını aksettiren bir aynadır. Fanilik, ayrılık ve yokluk bu yüzde yer bulamaz; burada sadece yenilenme vardır. İkinci yüz ahirete ve ebediyet alemlerine bakar; onlar için bir tarla ve Cennet için bir fidanlıktır. Bu yüz, ebedi mahsüller ve meyveler yetiştirir, ebediyete hizmet eder ve fani varlıkları ölümsüzleştirir. Bu yüzde de ölüm ve fanilik yoktur, sadece hayatın ve ebediyetin tecellileri vardır. Üçüncü yüze gelince, bu da fani varlıklara, yani, bize bakar. Bu yüz, aşağılık güdülerin peşinde koşanların sevgilisidir; uyanık ve şuurlu olanlar için ise bir ticaret ve imtihan yeridir. Herhangi bir sebeple ilk iki yüzü göremeyenlere dünya, ancak fanilik, ölüm ve ayrılık ifade eden bu ıstıraplı ve çirkin yüzünü gösterir.
Dünyanın ilk iki yüzüne, onun Yaratıcısı hesabına bakılır. Bu yüzler, tabiat ve sebeplerin perdesi arkasında veya ötesinde görünür. Üçüncü yüzde fanilik ve ölüm ifade eden devamlı değişiklik ve yenilenmeler, bu defa birçok manidar gayelere hizmet ederler. Bediüzzaman, varlıkların gelip geçişlerini şöyle açıklar:
"Şu mevcudat, irade-i İlahiye ile seyyaledir. Şu kâinat, emr-i Rabbani ile seyyaredir. Şu mahlûkat, izn-i İlahi ile, zaman nehrinde mütemadiyen akıyor; alem-i gaybdan gönderiliyor, alem-i şehadette "vücud-u zahiri giydiriliyor, sonra alem-i gayba muntazaman yağıyor, iniyor. Ve emr-i Rabbani ile, mütemadiyen istikbalden gelip hale uğrayarak teneffüs eder, maziye dökülür."4
Varlıklar yokluğa gitmez, görünen dünyadan görülmeyen aleme geçerler. Görünmeyen alemde ve Allah'ın ilminde onların bir varlığı vardır; İlahi ilim ve iradenin tecellisiyle bu görülen dünyada harici bir varlığa kavuşurlar ve burada kaydedildikten sonra İlahi ilim dairesine ve ahiret ve gayb alemlerine geçerler. Varlıkların bu şekilde mütemadiyen akıp gitmeleri ve gelip geçmeleri, baştan aşağı hikmetlerle, faydalarla, gaye ve maksatlarla doludur. Risale-i Nur, hikmeti her şeyi kuşatan yaratıcının bu dünyayı ilahi isimlerinin sayısız nakışlarını sınırlı bir sahada sergileyecek ve sonsuz manaları ifade eden sonsuz mühürleri bir küçücük sayfaya sığdıracak bir şekilde yaratıldığını anlatır. Allah bu dünyayı verimli bir tarla şeklinde yaratmış ve onu daima taze mahsul verecek bir şekilde öylesine hazırlamıştır ki, kudretinin sayısız mucizelerini her an eksin ve devşirsin ve sonsuz rahmet hazinelerinden sınırsız hediyeleri orada teşhir etsin. Varlıkların akışıyla, Allah bu küçücük dünyada, ahiretin sınırsız dünyalarına yaraşacak genişlikte mahsüller yetiştirir. Aynı şekilde, sınırsız İlahi kemalini, cemal ve celalinin sınırsız tecellilerini ve rububiyetinin sınırsız azametini sınırlı bir zamanda ve sınırlı bir sahada böylece sergiler.
Diğer yaratıklar gibi, insanın fiil ve hareketleri de ahiret alemlerine akar. Bediüzzaman, bu muazzam hakikati şöyle açıklamaktadır:
"Cennet-Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalının iki meyvesidir ve silsile-i kâinatın iki neticesidir ve şu seyl-i şuunatın iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudatın iki havuzudur ve lütuf ve kahrın iki tecelligahıdır ki, dest-i Kudret bir hareket-i cedide ile kâinatı çalkaladığı vakit, o iki havuz münasip maddelerle dolacaktır."5
Burada Risale-i Nur ile ilgili bir diğer önemli noktaya geliyoruz ki, o da, Risale-i Nur'un bu derin meseleleri herkesin kendi seviyesine göre anlayabileceği bir şekilde izah etmesidir. Risale-i Nur, mukayese ve temsil yoluyla, uzak ve geniş hakikatleri bir teleskop gibi yaklaştırır. Bütün meseleler uygun karşılaştırmalarla, misaller veya hikâyelerle tasvir edilir; böylelikle eserlerdeki mantık ve muhakeme kolaylıkla takip edilir ve varılan neticeler kolayca kavranır. Risale-i Nur'un üslûbu yumuşak ve tesirlidir; kusursuz delilleriyle kesin bir şekilde ikna eder. Muhtevası hakikat, Üslûbu hakikidir. İslam dininin böylesine yanlış tanıtıldığı ve yanlış anlaşıldığı Batıya gerçekleri aktarabilmek için bundan daha uygun bir vasıta olamaz. İslam'ı ve Kur'an'ı Risale-i Nur vasıtasıyla tanıyan kimse, her ikisini de mutlaka sevecektir.
Bütün bunlara ilave olarak, Risale-i Nur din ile felsefeyi, iman ile inançsızlığı, hidayet ile dalaleti, çeşitli muhtevalar içinde ve çeşitli seviyelerde karşılaştırır ve her seferinde de gösterir ki, doğruluk ve hakikat kadar hakiki menfaat, mutluluk ve terakki de sadece birincisindedir. Felsefe, hangi şekilde olursa olsun, insanın yaratılışında bulunan sorulara cevap veremez ve ona gerçek saadet sunamaz. Çünkü felsefe bakış açısını dünya ile sınırlamış ve maddede boğulmuş, dünyayı ve insanı da manasızlık ve gayesizliğe mahkûm etmiştir. Bu yüzdendir ki, felsefenin varlık alemini dayandırdığı tabiat ve sebepler gibi mefhumların çelişki ve çürüklüklerini ortaya çıkaran ve varlıkların yaratılışındaki hikmetleri ve yüce gayelere işaret ederek kâinat ve insanın yegâne mantıklı açıklamasının Tevhidde bulunduğunu gösteren bir eserin, Batı insanı için, hiç şüphesiz hayati ehemmiyeti vardır. Gerçekten de, ilim ilerledikçe ve insanlar Batı felsefesinin çelişkilerini fark ettikçe, ilim ve dini bir araya getiren ve Kuranın Tevhide dair mesajını layıkıyla açıklayan Risale-i Nurun ehemmiyeti de artacaktır.
____________________
Mary WELD
İngiltere'nin Yorkshire şehrinde doğan Şükran Vahide, Durham Üniversitesi Şarkiyat Araştırmaları Okulu Farsça-Türkçe bölümünü bitirdi. 1981'de Risale-i Nur tercümelerini okuduktan sonra İslamiyeti kabul etmişti.
Halen çalışma ve araştırmalarını Said Nursi, Nurculuk ve Risale-i Nur üzerinde devam ettirmektedir.
2. Lem'alar, s. 230.
3. Barla Lahikası, s.160.
4. Mektubat. s.220.
5. Sözler, s.499.