İlim maluma tabidir. İlmin şeref ve ehemmiyeti, malumun şeref ve ehemmiyeti ile mütenasibtir.
Yüce Rabbimizin zatından, sıfatından, esma ve ef’âlinden, insanların dünya ve ahiret saadetinin esaslarından bahseden dînî ve ilahî ilimler, bütün ilimlerin reîsi ve şerîfidir. Bu ilimleri tahsil ve neşretmek ise çok mühim ve şerefli bir vazifedir. Çünkü kıyâm-ı dîn-i mübîn ve necât-ı müslimîn bu vazifenin hakkıyla îfasına bağlıdır. En zor şartlarda bile, ihmali doğru değildir. Nitekim Tevbe süresinde Mevlamız şöyle buyurur:
وما كان المؤمنون لينفروا كافة. فلولانفر من كل فرقة منهم طائفة ليتفقهوا في الدين ولينذروا قومهم اذا رجعوا إليهم لعلهم يحذرون “Müminlerin kâffesi birden seferber olacak değillerdir. Fakat her fırkadan bir taife toplansa da dinde tefekkuh etseler ve döndükleri zaman kavimlerini inzar eyleseler, gerek ki sakınırlar.”
Bu ayettle her fırkadan bir kısmının cihada gitmesi ve bir kısmının da tefakkuh ve inzar için kalması emrolunmuş, ilim ve huccet ile cidal, seyf ile cidalin asıl ve mebnası ve bisetten maksud-i aslî olan cihad-ı ekberi teşkil edeceği anlatılmıştır.
Bu ayetten önce geçen
(انفروا خفافاً وثقالاً….. الآية) ve (وقاتلوا المشركين كافة….)
ayetleri ile müslümanlara, Allah yolunda nefîr olup müşriklerle mukateleyi emreden Mevlamız, bu ayet ile müslümanların bir kısmının da muharebeye katılmayıp, en az onun kadar mühim olan “din ilimlerinde tefekkuh” uğrunda nefîr olmalarını ve dönüp kavimlerini inzar etmelerini istemiştir. Demek ki bu vazife, müslümanların ölüm-kalım mücadelesi verdiği dönemlerde bile ihmal edilemeyecek kadar mühim bir vazifedir.
Nitekim Peygamber Efendimiz (S.A.V), Mekke-i Mükerreme’de Dar-ı Erkâm’da başlattığı “Mekteb-i Muhammedi”yi ve tedrisat-ı diniyyeyi, Medine-i Münevvere’de Eshâb-ı Suffe ile devam ettirmiş, en zor şartlarda bile tatil etmemiştir. Sulh ve sükun zamanlarında ise bütün gayretini ulûm-u diniyyenin neşrine hasretmiştir. Yetiştirdiği sahâbîleri civar kabilelere ve şehirlere hoca olarak gönderip, insanlara yüce kitabımız Kur’an-ı Kerimi ve din-i celil-i İslamı öğretmeye çalışmıştır.
(خيركم من تعلم القرآن وعلمه)
“Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir.”
(ومن اوتي القرآن فرأى ان احدا أوتي خيرا منه فقد حقر ما عظم الله تعالى)
Kime Kur’an (okuma ve okutma nimeti) verilir de o, (bu nimet verilmeyen) başka birine verileni, kendisine verilenden daha hayırlı zanneder (ve ona imrenir)se, Allah’ın ta’zım ettiğini tahkir etmiş olur”buyurarak dini ilimlerin menşe-i olan Kur’an-ı Kerim’in ta’lim ve taallümünün, diğer pekçok hadis-i şerifle de dini ilimlerin tahsilinin ehemmiyetine işaret buyurmuştur.
İman ve hidayet nuru ile kalpleri ve zihinleri aydınlanan müslümanlar, hem dînî, hem de dünyevî ilemlerde büyük bir inkişaf gösterdiler. Ümmî bir cemiyet iken, kısa zamanda insanlığın ilim ve medeniyet muallimi haline geldiler. Her sahada yeni ilim dalları teşekkül etti. Bir kimsenin her mevzuda söz sahibi olması artık çok zordu. İlimler arasında tercih ve belli bir ilimde ihtisas zarureti hasıl oldu. Fetihlerle İslam’ın sınırları genişledikçe, yeni müslüman olan milletlerin eski bilgileri ve inançları, müslümanlara tesir etti. İslam hars ve medeniyeti zenginleşerek inkişaf etti.
Ancak zamanla müslümanlar arasında, dünya ilimlerine haddinden fazla rağbet ederek, dini ilimleri ihmal eden, hatta hidayetten nasipsiz Yunan filozoflarını ilimde muktedâ bih kabul edip, onların fikirlerine ve usullerine temayül eden kimseler oldu. Bu kimseler Peygamberlerin getirdiği hakikatları aklî delillerle izaha, izah edemediklerini de te’vil ve inkâra yöneldiler. Halk arasında “İslam âlimi” olarak şöhret bulan bu kimseler, kendileri yanıldıkları gibi müslümanları da yanıltmaya başladılar. İslam inancı ve dînî ilimler, felsefenin ve bid’at fikirlerin tehdîdi ile karşı karşıya kaldı.
Ehl-i sünnet alimleri, bu zararlı tesirlere karşı icabeden müdafaayı yaptılar. Bilhassa, İmam Gazâli hazretleri Hüccetü’l-İslam ünvanına layık şekilde, ilimleri tasnif ve tenkîd etti. Dînî-dünyevi, faydalı-zararlı, farz-ı ayn-farz-ı kifâye, lazım-elzem ve memnu’ olan ilimleri tespit etti. Bu hususta bilhassa “El-Münkıdü mine’d-Dalal” ve “İhya” isimli eserlerinde pek kıymetli izahlarda bulundu. Bu izahlarda, dînî ilimlerin yüceliğini, nübüvvet yolu ile gelen bilgilerin aklî ilimlerden üstün olduğunu, aklî usullerle dinin tenkid edilemeyeceğini ve filozofların tezatlar ve tehalüfler içinde olup, bilhassa ilâhiyatla alakalı mevzûlarda îtimâda layık olmadıklarını isbat etti. Dinin yerine geçmeye çalışan felsefenin belini –bir daha doğrulamayacak şekilde- kırdı. Böylece dini ilimlerin ihyasına büyük bir hizmette bulundu.
Peygamberimizin varisi olan mürşid-i kâmiller de, her devirde birinci vazife olarak dinin ihyasına, dînî ilimlerin neşr ve tervicine gayret etmişlerdir. Hace Ubeydullah Ahrar (K.S) hazretleri şöyle buyurur:
“Ben (sadece) meşihat ve irşat makamında olsaydım, alemde hiçbir şeyhe mürid bırakmaz (hepsini kendime bağlar)dım. Ancak ben âlem-i gaybdan (Allah tarafından) başka bir vazifeyle emrolundum ki, o da şeriatı tervic ve dini te’yid vazifesidir.”
Dinin ve dini ilimlerin ihyası hususunda İmam Rabbanî hazretlerinin mühim bir mevkii vardır. Çünkü o, bu hususta “ikinci binin müceddidi”dir. İlk bin yılın sonlarında İslam dini büyük bir inkırâz tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Dîni ilimlere rağbet iyice azaldı. Cehalet ve bid’atlar şuyu buldu. Dinde reform ve dinler arası telfik gayretleri devlet eliyle yürütülüyordu. İslam ve müslümanlar hor ve hakir, küfür ve küffâr hakim ve kâhirdi. Din ilmi ile meşgul olanlar bile, dünyaya rağbet ederek, adeta âlemin fesadı için uğraşıyorlardı. İnsanların kurtarıcısı olan âlimleri de kurtaracak birine ihtiyaç vardı. Tasavvuf erbabı ise büyük ölçüde vahdet-i vücût ve felsefe menşe’li fikirlere kapılmış, ciddî hatalara düşmüştü.
İmam Rabbanî hazretleri böyle bir devirde dini tecdid ve ihya vazîfesine başladı. Yetiştirdiği talebeler ve yazdığı mektuplarla, şeriatı ve ulum-u şer’iyyeyi tervic etmeye çalıştı. Bu hususta yazdığı mektuplardan bazı kısımları ehemmiyetine binaen arzetmeye çalışalım.
“Ulûm-ı şeriyye talebesinin sûfiyye üzerine takdim edilmesi, himmet nazarında cidden güzel oldu. Talebe-i ulumun takdiminde, şeriatın tervici vardır. Çünkü onlar şeriat-ı nebeviyenin hamilidirler. Millet-i Mustafaviyye, onlarla kâimdir. Kâinatın efdali olan peygamberler, insanları sadece şeriata davet etmişlerdir. Bu yüce zâtların bisetinden maksad, şeriatı tebliğ etmektir. Öyleyse hayırların en büyüğü, bilhassa şeâir-i İslamın yıkıldığı şu zamanda şeriatı tervîc ve onun hükümlerinden birini ihya için gayret göstermektir. Öyle ki Allah yolunda binler(ce şey)i infak, şeriatın meselelerinden bir meseleyi tervîce denk olmaz. Çünkü şeriatı tervîc etmek, peygamberlerin yolunu takip etmektir. O peygamberler ki, mahlukatın en şereflisi onlardır. İyiliklerin en mükemmeli onlara verilmiştir.”
Çok sevdiği ve birçok yerde tezkiye ettiği, vefat ettiği zaman arkasından Allah’a, “Ey Allah’ım! Bizi onun ecrinden mahrum etme ve onun arkasından bizi fitneye düşürme.”diye dua ettiği Molla Ahmed Berkî hazretlerine yazdığı bir mektupta, onun maneviyatta yüce makamlara ulaştığını müjdeledikten sonra şöyle buyurur:
“Senin bu devleti elde etmenin sebebi, cehaletin temekkün edip, bid’atların rüsuh bulduğu yerlerde, ulum-ı şer’iyyeyi ta’lim ve ahkam-ı fıkhiyyeyi neşretmen, evliyâullah’a muhabbet ve ihlas göstermendir. Allah bunları sana mahza fazlı ile vermiştir.
İşte, size gücünüz yettiği kadar ulum-u diniyyeyi talim ve ahkam-ı fıkhiyyeyi neşretmenizi tavsiye ederim. Çünkü bu, işin özü, yükselmenin sebebi ve kurtuluşun medârıdır.”
“Ahiret işlerine faydası olmayan ilimler de (insanı Hakk Tealâ’dan alıkoyan) dünyadan sayılır. Şayet, ilm-i nücüm, mantık, hendese, hesap gibi boş ilimleri tahsil etmek bir fayda sağlasa idi, felsefeciler ehl-i necattan olurlardı.
“İlm-i nücümu bilmek, namaz vakitlerini bilmek için lazımdır.”, şeklindeki sözlerin manası “namaz vakitlerini bilmek, ancak ilm-i nücumu bilmekle mümkündür”, demek değildir. İlm-i nücûmu bilmeyen nice insanlar vardır ki, namaz vakitlerini ilm-i nücum alimlerinden daha iyi bilirler.
Şüphesiz ki bu gibi ilimlerle meşgul olmak, zaruri olan şer’î ilimlerle meşgul olmaya mânîdir.”
“Muhakkak ki ilmin şerefi (o ilimle bilinen) malumun şerefi ile mütenasibdir. Malum ne kadar şerefli ise, onunla alâkalı ilim de o kadar şereflidir. Bu sebeple sûfiyenin kendisi ile imtiyaz sahibi olduğu batın ilmi, zahiri ulemanın nasibi olan ilm-i zâhirden daha şereflidir. Zahiri ilim de, hacâmet (kan aldırma) ve hiyaket (dokumacılık) ilimlerinden daha şereflidir.
Bu tefâvüt zahirî ilimlerin sınıfları arasında da cârîdir. Çünkü kelam ve fıkhın üstâzı, sarf ve nahiv ilminin üstâzından daha önde gelir. Sarf ve nahvin üstazı da felsefî ilimlerin üstazından önde gelir. Kaldı ki felsefe, muteber ilimlerden de sayılmaz. Çünkü onun meselelerinin çoğu boştur. Kütüb-i İslamiye’den alıp, üzerinde tasarruf ettikleri çok az mesele de, cehl-i mürekkebden halî değildir.”
Görülüyor ki Allah dostları, ahiret işlerine faydası olmayan ilimleri, dünya ilmi kabul etmişler ve ona göre değer vermişlerdir. Şüphesiz dünya ilimlerinin de kendine göre bir değeri vardır. Ancak ebedî olan ahiret hayatını kazanmaya vesîle olan dini ilimlerin yanında, fânî olan dünya hayatını kazandıran ilimlerin kıymeti yok gibidir. Hele hele, dünyevî-uhrevî hiçbir menfaat sağlamayan tezatlar ve tehâfütlerle dolu felsefî makâlâtın ilim kabul edilmesi; “biz hidayete ermiş kimseleriz, bizim peygambere ihtiyacımız yok”, diyen filozofların da “hukema” yani hikmet sahibi olarak tesmiye edilip ilimde mukteda bih kabul edilmesi tam bir şenâattir. Onları ve ilimlerini tasdik, peygamberleri tekzib demektir. Nitekim İmam Rabbâni hazretleri yazdığı mektuplarda bu hususlar üzerinde ehemmiyetle durmuştur. Bir mektupta şöyle buyurur:
“Şüphesiz ki filozofları ve ilimlerini tasdik etmek peygamberleri (aleyhimüssalavâtü ve’t-tehiyyat) ve onların ilimlerini tekzib etmektir.
İsteyen Enbiya’nın yolunu tutup, Allah’ın hizbinden ve ehl-i necâttan olsun. İsteyen de felsefeci olup, Şeytan’ın hizbinden olsun. Böylece rezîl-ü rüsvay olsun.”
Yıkılmaya ve unutulmaya yüz tutmuş din ve dini ilimler, İmam-ı Rabbani hazretlerinin yüce himmetleri ile yeniden canlandı. Bu gayretler yüzlerce yıl, milyonlarca insanın irşad ve hidayetine vesile oldu.
Ancak son yüzyıla gelindiğinde, bilhassa garbda, dünya ilimlerinde, keşifler ve icatlarda büyük inkişaflar oldu. Yeryüzünü hızlı nakil vasıtaları, gökyüzünü uçaklar doldurdu. İnsanlar fezaya yolculuk yapmaya, hatta fezayı keşfedip paylaşmaya başladılar. İnkişâf eden muhabere vasıtaları dünyayı bir köy haline getirirken, muharebe vasıtaları dünyayı kaç kez yok edebilecek güce ulaştı. Bütün bu inkişaflar insanlara huzur getirmemekle beraber, onların basiretlerini köreltti. İnsanoğlu Allah’ın verdiği akılla yaptığı işlere güvenip, Allah’ın mülkünde, O’na karşı diklenmeye başladı. Sanki ölümü ve ölümden sonraki hayatı ortadan kaldırmıştı. Aya çıkmakla sanki Allah’ın hüküm ve saltanatından kurtulmuş ebedî istiklâle kavuşmuştu. Müslümanlar arasında bile terakkî ve inkişaf dünyevi sahadaki terakki ile ölçülür oldu. “Eller aya, biz yaya” ifadesi müslümanlığından utanıp, ehl-i küfre imrenenlerin çok kullandığı bir tekerleme oldu. Dini ilimler itibardan düştü. Alimler gaflete düşüp, din ilimlerini dünya menfaatine alet ettiler. İlim müesseseleri tefessuh etti. Dini ilimler, dünyevi terakkiye mani görülüp, suçlu ilan edildiler. Bu ilimlerin düşmanı çoğalıp, müdafii azaldı.
Kısacası din ve dînî ilimler tarihin en büyük inkırazı ile karşı karşıya kalmıştı. Öyle ki İslam tarihi boyunca hiç böyle bir devir yaşanmamıştı. Garib başlayan İslam, tekrar en garib günlerine dönmüştü.
(بدء الإسلام غريبا وسيعود كما بدء غريبا فطوبى للغرباء)
“İslam garib başladı. Yine garipleşecektir. Garip (gününde ona sahip çıkan kimse)lere ne mutlu!”, hadis-i şerifinin manası tam olarak zuhur etmişti.
İşte böyle bir zamanda büyük müceddid Süleyman Hilmi Silistrevî (K.S) hazretleri, Mevlamızın insanlığa bir rahmet ve ihsanı olarak zuhur edip dini ihya etti. Varisi olduğu Yüce Peygamberimizin getirdiği kitabı ve dini, binbir emek ve meşakkatle insanlara anlatmaya ve bu hususta talebeler yetiştirmeye başladı. Gönlünden fışkıran muhabbetiyle besleyip yetiştirdiği talebelerine yapacakları vazifenin ehemmiyetini, şu ifadeleriyle anlatıyordu:
Evlatlarım! Buraya kadar getirdiğimiz emanet-i ilahiyye, şu andan itibaren sizlerin uhdesindedir. Allah-ü Teala dinini ihyaya hükmetti de, ilahî irade îcabı, bu yenileme vazifesi benim ve sizin omuzlarınıza indi. Bu, istemekle elde edilecek bir devlet değildir. Lakin zaman içinde belli kimselere min indillah tevdî edilir. Buraya ayrı ayrı yerlerden gelip toplanmanız dahi bir tesadüf değildir. Cenab-ı Hakk kısa zamanda bu ilmi sizlere öğretmek, hatta irşada bile isti’dât vermekle hepinizi bu emanet-i kübrâya memur etmiştir.
Evlatlarım! Sizler, Allah’ın memuru, Rasülullah’ın memuru, Kitabullah’ın memuru, Füyuzât-ı ilahiyyenin tevzii memurlarısınız. Yegane vazifeniz, batağa düşmüş ümmet-i Muhammed’in evladını bataklıktan kurtarmaktır. Gaye rıza-i ilahidir. المجاهدفي سبيل الله المشتاق الي جمال اللهBu sizin ünvanınızdır.
“Sizi tebrik ederim çocuklar. Akranlarınız şehvete esir olup, nefis ve heva peşinde başıboş dolaşırken, sizler Hazret-i Mevlânın zatının nuru ile alakadâr ve sıfatının eseri olan ilm-i Kur’an ile meşgul oluyorsunuz. Burada öğrendiklerinizle ümmet-i Muhammedin evladını bataklıktan kurtarmaya hazılanıyorsunuz. Bu ne yüce bir vazifedir. Yemin ederim çocuklar, sizler bu dünyanın en bahtiyar insanları ve hatemüs-saade bahçesinin fidanlarısınız. Hepiniz ümmet-i Muhammed’e yadigâr olsun.”
“Evlatlarım! Sizler ne büyük bir mükâfata nail olacaksınız, bir bilseniz! Yarın kıyamet gününde, bizler geçerken mahşer halkı gıpta ile Rasülüllah Efendimize sorarlar:
-Ya Rasülellah! Bunlar enbiya mıdır? Cevap:
-Hayır.
-Bunlar evliya mıdır? Cevap:
-Hayır.
-Bunlar şühedâ mıdır? Cevap:
-Hayır.
-Öyle ise kimdir bunlar? Rasülüllah Efendimiz:
- Bunlar âhir zamanda sönmek üzere olan din-i celil-i İslam’ı ümmet-i Muhammed’in evladına aşılayan mücâhidlerdir.”, buyururlar.” [14] Malumdur ki; hem din hem de dünyayı bir arada hakkıyla yürütmek mümkün değildir. Dünyası mamur olanın ahireti harap olur. Ahiretini mamur etmek isteyen ise, dünyayı gözden çıkarmalıdır. İlim tahsilinde de durum böyledir. Bâki olan ahiretin ilmini, fâni dünyanın ilmine tercih imanın iktizasıdır.
Dînî ilimlerin kâfi derecede tahsilinden sonra, dînî hizmetlere vasıta yapmak niyetiyle dünya ilimleri de tahsil edilebilir. Ancak “dinin ihyası” vazifesini yüklenecek talebelerin en büyük hedefi, dînî hizmetlere hazırlanmak olmalı, vakitlerini imkan nisbetinde dini ilimler ve hizmetlerle geçirmelidir. Talebeler dînî ilimlere teşvik edilmeli, işin ehemmiyet ve fazileti iyice anlatılmalıdır. Zeki ve muvaffak talebeler dünya derslerinden önce dînî derslere tevcih edilmelidir.