Bir şair çevresinde gördüğü nesnelere bakarak içindeki duyguları tarife ve izaha çalışır, oradan okuyucusuna zengin örnekler sunar. Apartman dünyasına sıkışıp kalmadığımız şu zamanlarda, şairler o eski yeteneklerini kaybettiler. Oysa atalarımız sık sık gözlerini tabiata çevirirler ve toprak ile ilişkilerini asla koparmazlardı. Onlar, tabiat ile haşır neşir olmakla, insanın Yaratıcı karşısında kendini bilmesi, tevazu duygusunu önemsemesi, ölümlü oluşunu hatırlaması gibi ruhsal pek çok bakış açısını kazanmak yanında bedensel bir sağlık kapısını da açık tutuyorlardı. Böyle bir toplumun bireyi konumundaki şair de gözlerini tabiata çevirdiği vakit onun elbette ki şairane görüntülerini önemsiyor, çiçeklerin renklerinden kendisine hayaller devşirip, desenlerinden sevgilisine esvaplar biçiyordu. Şeyhülislam Yahya Efendi,
Lale vü gül takınır oldu güzeller şimdi hep
La'l u gevher kıymetin ezhâr erzân eyledi derken güzellerin lale ve gül takınıp süslendiklerini, bahar çiçeklerinin mücevhercilerdeki yakut ve incilerin değerini iyiden iyiye ucuzlattığını söylüyor ve çiçekleri mücevher ile ölçüyorsa bu ancak tabiata rafine bir bakışın eseri olabilir. Keza onunla aynı çağda Sâmî, Sîmden mükemmeldir gonca-i zanbak güya / Dîde-i nergise arz etmede meyl-i zerkâr buyuruyor. Renkleri benzeştiği için zambak goncasını gümüşten, nergis çiçeğini de altından üstün gören bir beyittir bu. Arkasında nergise dair bir efsane (Narsisos), altın ve gümüşe dair nakit bir güzellik de gizlidir üstelik. Öte yandan, insanın doğum esnasında da ölüm esnasında da ağlayışlar ve gözyaşları arasında kaldığını, XVI. yüzyılda Rehayî mahlaslı şairimiz bakın bir su çiçeğiyle ne kadar zarif ifade edebilmektedir.
Hemân ağlayı geldim âleme ağlayı gittim ben
San ol nilüferim kim suda bittim suda yittim ben
Öyle ya, insan doğunca da yıkanır, ölünce de... Yahut doğarken de ağlar, ölürken de (ölüm anında gözden bir damla yaş çıktığı bilinir)... Demek ki insan oğlu bir nilüfer çiçeği misali, suda bitiyor, suda yitiyor. Önemli olan, doğarken ağlayanın ölürken gülebilmesi... Yahut, kişioğlu doğunca gülenlerin, onun ölümünde gerçekten ağlamaları...
Nergis, zambak, nilüfer iyi de, eski şairlerin en ziyade ismini andıkları çiçek hiç şüphesiz güldür. Doğu medeniyeti biraz da gül medeniyetidir. Kainatın şanlı nebisini güle benzettikleri içindir ki İslam ümmeti gülde bir başkalık bulur. Hele onun bülbül ile olan efsaneleri, hikayeleri, masalları bambaşka bir zihin zenginliğinin ürünü olarak şiirlere yansır. Selimiye'nin sahibi olan Süleyman oğlu Selim bakınız bir beytinde ne diyor:
Biz bülbül-i muhrik-dem-i gülzâr-ı firâkız
Âteş kesilir geçse saba gülşenimizden
Pes doğrusu!.. Söylenir söz değil!.. Birazcık hayallerimizi zorlayarak yorumlamaya çalışalım: Bir bahçe düşünün; adı "ayrılık bahçesi" olsun. Bu bahçede kızıl güller mevcuttur; her biri alev alev yanmakta olan güller... Bahçenin bir bülbülü var; ufacık, avuç içine sığar bir bülbül. Lakin bu bülbülün mini minnacık yüreciğinde öyle muhteşem bir aşk var ki, tutuştuğu vakit ağzından feryad figan ile kıvılcımlar dışarılara sıçrıyor ve bahçedeki çiçekleri tutuşturuyor. Yani ki bahçenin çiçekleri yanmaya başlıyor, yandıkları için de kızıl alev rengine bürünüyorlar (Eğilmiş arza kanar, muttasıl kanar güller / Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller / Sular mı yandı, neden tunca benziyor mermer - Ahmet Haşim). Kızıl alevlerin kızıl güller olarak "ayrılık" denen bahçede her yeri kaplaması yetmiyor, o bahçeye yol uğratan serin ve selamet saba yeli, bir yandan rüzgar olarak giriyor amma bülbülün çığlık çığlığa nefesi onu da tutuşturuyor (ayrılık çeken bülbülün yüreğindeki ateşe o da yanıyor, yakılıyor) ve öte yandan alev tufanı olarak çıkıp gidiyor; Lut kavmini helak eden rüzgar gibi...
İmdi, azıcık düşünelim! Karşımızda küçücük bir bülbül ve muhteşemden muhteşem bir hayal var. Bir şiirin bunca derin olması, ancak yüzyıllar boyunca aynı hayallerin süzülüp imbikten geçirilmesiyle mümkün olabilir.
İSKENDER PALA / Zaman