Nurcu keramete beşarete deger veririmi?
KERAMET, BEŞARET MESELESİ
Risâle-i Nur muarızları, bu risâlelerin tasavvufî noktaları üzerinde fazlaca duruyorlar. Dinî, itikadî, ilmî cihetlerden bir şey tutturamayınca bu cihetten taarruza geçerek mugalata ile zihinleri karıştırmak istiyorlar. Bu yolda söylenmiş bazı mutasavvifane kelimeleri, cümleleri ve teşbihleri ele alarak bir takım kelime oyunları yapmağa kalkışıyorlar. Keramet ve beşaret meselesini ortaya sürüyor, buna yükleniyorlar!.
Merhumun böyle bir iddiada bulunduğu yoktur. Fakat İslâm itikadına göre, mü’min kul keramet izhar edebilir. İslâm dininde keramet hak olduğunda bütün İslâm üleması müttefiktir. Marifet-i İlâhiyeye mazhar olan mü’min kuldan, bu istib’ad olunamaz. Binaenaleyh bu hususta taan ve müdahaleye kimsenin hakkı yoktur.
Keramet ve beşaretin ilmî, dinî mânalarını bilmeyenlerdir ki, bunları istihfaf ile karşılarlar. Bu meseleleri, öyle gazeteci gözüyle değil, ilmî ve dinî bir nazarla tetkik etmek, ona göre bir hüküm vermek icap eder.
Malûmdur ki keramet; beşaret, feraset meselesidir, “İttekû firasetel mü’mini feinnehü yenzuru binurillâh” hadis-i şerifi vardır ki meal-i şerifi şöyledir: “Mü’minin ferasetinden sakınınız. Çünki o, Allah’ın nuru ile bakar.”
Feraset, kamusa göre iki mânada kullanılır: Biri bu hadîsin zahirinin delâleti veçhiyle feraset, Allah tarafından velâyet derecesini ihraz eden kullarının kalblerine ilka eylediği ilimdir ki, bununla halkın bazı halleri feraset sahiplerine münkeşif olur. Keramet bu kabildendir.
İkinci mâna, delil ve tecrübelerle ahvali nâsa ıttıladır ki uzağı görüşle ifade olunabilir.
Kerametin hak olduğunda bütün Ehl-i Sünnet uleması müttefiktir.
Beşarete gelince, bazı tasavvuf ehlinin ferasetle, yâni Allah tarafından kalbe ilka edilen marifetle vuku bulan haberden ibadettir.
“İttekû firasetel mü’mini” Hadîsi Şerifinin zahirinden anlaşıldığı üzere keramet, İslâm dininde haktır. Bu marifet, ancak sahiplerinin şahısları hakkında delil olabilir. Başkaları hakkında delil olmaz. Çünki kelâm ulemasının izahları veçhiyle bu marifet bir delil-i şer’i mahiyetini haiz değildir.
Bu marifet, sahibinden başkaları için medâri hüküm olamıyacağına göre, marifet sahibinin ahvaline nazaran işitenler inanıp inanmamakta muhtardır.
Şunu da ilâve edelim ki bu gibi marifetlerin mutlaka doğruluğuna da hükmedilemez. Nitekim rüyayı sadıkanın doğruluğu nefsülemre muvafakati ile tezahür eder, yâni tahakkuku ile doğruluğu anlaşılır.
Meselenin dinî ve ilmî cephesi böyle olunca, Risâle-i Nur'un bazı tasavvufî noktalarını bu ilmî nazarla tetkik etmek icap eder. Bununla beraber merhumun tasavvuf hakkındaki nokta-i nazarı şöyledir:
«İmansız cennete girilmez. Fakat tasavvufsuz Cennete girenler pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz. Fakat meyvesiz yaşıyabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-ı imaniye ve İslâmiye ise gıdadır.»
İşte Risâle-i Nur budur. Bütün gaye, hakaik-i imaniyenin inkişafıdır. Risâle-i Nur müellifi, bu meseleyi mevzui bahs ettiği sırada İmam Rabbâninin (Mektubat)ından şu birkaç cümleyi nakleder:
«Hakaik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını binlerce ezvakve keramata tercih ederim... Bütün tarikatların nokta-i müntehası, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır. Velâyet-i Kübra, nübüvvet veraseti yoliyle, tasavvuf berzahına girmeden doğrudan doğruya hakikate yol açmaktır.” (İmam Rabbânî).
– Öyleyse diyor merhum, ben tahmin ederim ki eğer Şeyh Abdülkadir Geylânî, Şah Nakşibendî, İmam Rabbânî gibi zatlar bu zamanda bulunsaydılar, bütün hizmetlerini hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfederlerdi.”