BedÜÜzamanin osmanli sevgİsİ
BEDÜÜZAMANIN OSMANLI SEVGİSİ
Kuran-ı Muciz'il Beyan'ın ahir zaman insanının şüpheci ve inkarcı idrakine göre telif
edilmiş esaslı bir tefsiri ve zamanın problemlerine çare olan Risale-i Nur'da Osmanlı Devleti'nden çok sitayişkar birşekilde bahsedilmekte ve Osmanlının bir İslam Devleti olduğuna sık sık vurgu yapılmaktadır.
Bediüzzaman, Osmanlı Devletin'den her söz edişinde mutlaka şanlı , yüce…vb. ulvi bir sıfatla birlikte anmıştır Osmanlıyı.Bundan anlıyoruz ki; Bediüzzaman hazretleri, Osmanlı'ya büyük bir muhabbet beslemektedir.
Bediüzzaman eserlerinin bir yerinde; “Sultan Selime biat etmişim, Onun ittihad-ı İslâm da ki fikrini kabul ettim. Zira O, şark vilayetlerini ikaz etti, onlarda biat ettiler. Şimdiki şarklılar, o zamandaki şarklılardır.” demektedir. Bediüzzaman hazretlerinin ittihad-ı İslam konusunda Yavuz Sultan Selim'e biat ettiğini söylemesi çok manidardır. Çünkü doğrudan Üstad-ı Hakiki olan Kur'an-ı Mucizül Beyana tabi olan Bediüzzaman, Üstad-ı Azam Hz. Muhammed (s.a.v.) den başka Hz.Ali, Abdülkadir Geylani, İmam-ı Rabbani, Hz. Mevlana …gibi çok az sayıdaki zata üstadım diye hitap etmiştir. Yavuz Selim ömrünü ittihad-ı İslam davasına adamıştı. Risale-i Nur'unda en önemli görevlerinden birisi de İttihad-ı İslamı tesis etmek.
Şuurlu ve mütedeyyin Osmanlı padişahlarının ittihada verdikleri önemi takdir eden Bediüzzaman; Yavuz Sultan Selimin,
“İhtilâf u tefrika endişesi,
Kuşe-i kabrimde dahi bîkarar eyler beni;
İttihadken savlet-i a'daya def'a çaremiz,
İttihad etmezse millet, dağidar eyler beni.”
Diye haykıran harikulâde beytini Risale i Nur külliyatına alarak, ittihadın teşekkülüne teşebbüs eden Osmanlı Sultanlarını sena etmiştir. Aziz milletimizi idare eden bu zamanın idarecilerine yukarıdaki satırlar ne güzel bir rehberdir.
Şanlı ecdadımızın kurduğu Cihan İmparatorluğunun Bediüzzaman'ın ifadeleri ile tarif ve tasviri, ecdadımız gibi haşmetli ve değerlidir;
“Eskidenberi î'la-yı kelimetullah ve beka-yı istiklaliyet-i İslam için, farz-ı kifaye-i cihadı deruhde ile kendini yekvücud olan âlem-i İslama fedaya vazifedar ve hilafete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslamiye…”
Peygamber Efendimizin; “İstanbul muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdar ne güzel hükümdar ve onun askerleri ne güzel askerlerdir.” Hadis-i şerifi, Risale-i Nur lisanında şu şekilde yer alır:
“Hem nakl-i sahih i kat'i ile; İstanbul'un İslam eliyle fetholunacağını ve Hazret-i Sultan Mehmed Fatih'in yüksek bir mertebe sahibi olduğunu haber vermiş. haber verdiği gibi zuhur etmiş.”
Bediüzzaman Hz. nin Fatih'den bahsederken Hazreti Sultan Mehmet Fatih tabirini kullanması O'nun sahip olduğu Osmanlı sevgisinin çok açık bir tezahürüdür.
Gelişmiş Batılı Devletler kendi unsurundan olmayan vatandaşlarını ikinci sınıf bir muameleye tabi tutarken, Anadolu'yu vatan kabul eden bu milletin içerisindeki sair unsurların gördükleri adalet ve eşitlik karşısındaki vaziyetlerini Bediüzzaman şöyle tasvir eder:
“Şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri muhaceretlere ve tebeddülata maruz olmakla beraber; merkez-i hükümet-i İslamiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvam-ı saireden pervane gibi çokları içine atılıp, tavattun atmişler.”
Zamanımızın gücü elinde tutan müstebit devletleri, tarihlerindeki engizisyonlarına yakışır biçimde mazlum ve masum milletleri fesada ve ateşe verirken; Bediüzzaman Hazretleri'nin îşârât-ül î'caz adlı eserinde ecdadımızın adalet nurunu, bîçare beşerin kara sahifesine nasıl haşmetle aksettirdiğini okuyalım:
“Meşhur İslam Seyyahı ve tarihçisi Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde diyor ki:
“İlk İstanbul Kadısı (hâkimi) olan Hızır Bey Çelebi'nin huzurunda, Haşmetli Padişah Fatih ile bir Rum mimarı arasında şöyle bir muhakeme cereyan eder: Büyük bir abidenin inşasında kullanılacak iki mermer sütunu Fatih, bir Rum mimarına teslim eder. Mimar da, Fatih'in arzusunun hilafına olarak, bu sütunları üçer arşın kestirip kısaltır. Fatih, cezaen, Rum mimarının elini kestirir. Rum mimarı da, Fatih aleyhine dava açar. Bunun üzerine mahkemeye celb edilen Büyük Padişah, başköşeye geçmek istemiş. Birdenbire, hâkimin şu ihtarı ile karşılaşmış:
Oturma Beyim! Hasmınla mürafaa-i Şer'i olacaksın; ayakta beraber dur.
Hızır Bey Çelebi; bu Koca Şanlı Padişah-ı maznuna haksız el kestirdiği için, kendisinin de kısasa tabi olduğunu ve elinin kesileceğini bildirir.
Fakat mimar kısası istemediği için, Büyük Fatih, günde on altun tazminata mahkûm olur ve hatta kısastan kurtulduğu için, bu tazminatı kendiliğinden yirmi altuna çıkarır.”
İşte bütün insanlık âlemine devirlerin, asırların akışı boyunca adalet dersini tazeleyen bu ve benzeri şanlı misaller, Osmanlı'da en haşmetli hükümdarla en aciz ferdlerin adalet mizanında nasıl denk olduklarını gösteriyor
Cevap: BedÜÜzamanin osmanli sevgİsİ
Bediüzzamanı görmediğimiz halde onun bir talebesi olabilir miyiz?
Asıl talebelik onun davasına hizmet etmektir. Bu şekilde bir talebelik için bizzat görme şartı yoktur. Nitekim Üstadımız talebenin tarifini yaparken, “Sözleri kendi malı gibi kabul ederek onun neşrini ve ilanını hayatının en mühim vazifesi telakki etmekten” söz eder; görüşme şartı aramaz.
Bu tarif kıyamete kadar bakirdir ve bu şartı taşıyanlar Nur talebesidirler.
Zaten kendisi bu manada Lahika Mektupları neşretmiş, özellikle ahir ömründe kendisini ziyarete gelenler için şu hatırlatmayı kapısına astırmıştır:
Üstadın ziyaretçilere dair bir mektubu: "Umum dostlarıma, hususan ziyaretçilere dair bir özrümü beyan etmeye mecbur oldum:
Ekser hayatım inzivada geçtiği gibi, otuz-kırk senedir tarassud ve taarruza maruz kaldığımdan, zaruretsiz sohbet etmekten çekinip tevahhuş ediyorum. Hem eskiden beri maddî ve manevî hediyeler bana ağır geliyordu. Hem şimdi ziyaretçiler, dostlar çoğalmış; hem manevî mukabele lâzım gelmiş. Şimdi maddî bir lokma hediye beni hasta ettiği gibi, manevî bir hediye olan ziyaret etmek, görüşmek, hususan başka yerlerden musafaha için zahmet edip gelmek ziyareti dahi, ehemmiyetli bir hediye-i maneviyedir. Ona mukabele edemiyorum. Hem de ucuz değil, manen pahalıdır. Ben kendimi o hürmete lâyık görmüyorum. Manen mukabele de edemiyorum. Onun için şimdilik aynen maddî hediye gibi bir ihsan olarak bana manevî hediye gibi olan sohbetten zaruret olmadan men'edildim. Bazı beni hasta eder. Maddî hediyenin tam mukabilini vermediğim vakit beni hasta ettiği gibi. Onun için hatırınız kırılmasın, gücenmeyiniz.
Risale-i Nur'u okumak, on defa benimle görüşmekten daha kârlıdır. Zâten benimle görüşmek; âhiret, iman, Kur'an hesabınadır. Dünya ile alâkamı kestiğim için, dünya hesabına görüşmek manasızdır. Âhiret, iman, Kur'an için ise; Risale-i Nur daha bana ihtiyaç bırakmamış. Hususan Tarihçe-i Hayat'taki mektublar... Hatta hizmetimdeki has kardeşlerimle de zaruret olmadan görüşemiyorum. Yalnız bazı Risale-i Nur'un fütuhatına ve neşriyatına ait bazı kimseler için görüşmek istesem, o zaman görüşmek caiz olabilir ve bana sıkıntı vermez.
Bu noktayı bilmeyen ziyarete gelenlere haber veriyorum ki; birkaç senedir ceridelerle ilân etmişim ki, benimle görüşmek isteyenleri hususan uzak yerden gelerek görüşmeden gidenleri, hususî dualarıma dâhil ediyorum. Her sabah da dua ediyorum. Onun için de gücenmesinler.”
Cevap: BedÜÜzamanin osmanli sevgİsİ
Bediüzzaman'ın seyyidlik hitapları!
Bediüzzaman hazretleri, mahkeme müdafaasında “Ben seyyid değilim” der. Üstadın resmi kimliğine baktığımızda Nurs’lu olduğu ve Doğu Bölgesinde dünyaya geldiği anlaşılmaktadır. Bu ifade düşünülürken mahkemedeki şartlar dikkate alınmalıdır. Zira Bediüzzamanın seyyidliğini kabul etmesi, onların nazarında siyasi manada yorumlanacak ve mahkumiyetine sebep olabilecektir. Halbuki Emirdağ Lahikası-I’in son kısma yakın bir mektubunda ise, “Ben kendimi seyyid bilemiyorum. Nesiller bilinmiyor. Ancak ben manevi ehl-i beytten sayılabilirim” der. Son Şahitlerde Salih Özcan’ın hatıralarında, Üstad neslinin hem anne ve hem de baba cihetiyle Hz. Hasan ve Hz. Hüseyine dayandığını bizzat ifade etmiştir.
Bediüzzaman Hazretlerinin varislerinden Seyyid Salih Özcan'ın naklettiğine göre, bir gün Üstad'la aralarında şu konuşma geçer:"
- Salih sen seyyidsin, değil mi?
- Evet! Üstadım.
- Peki Seyyid Salih, sence ben seyyid olabilir miyim?
- Muhakkak Üstadım, siz seyyidsiniz.
- Seyyid Salih, ben anne tarafından Hüseyni, baba tarafından ise Haseni’yim."
Bununla beraber şarkta seyyidlerin büyük bir yekün teşkil ettiği de bilinmektedir. Kendi şahsiyetini nazara vermeyen, şahsiyetini her zaman şahs-ı manevi içinde eriten ve büyük makamlar bile verilse ihlas sırrıyla bu makamlardan içtinap eden bir üstaddan aşikare eserlerinde seyyid olduğunu beyan etmesi beklenemez.
“Seyyid olanın seyyid değilim demesi günahtır” ifadesi kanaatımızca göre, seyyidliği kesin olarak tescil olunan kişiler hakkında olsa gerektir.
İkinci ve kısa bir cevap:
Dikkat edilirse Bediüzzaman Hazretleri, "ben ehl-i beytten değilim" demiyor. " ben seyyid değilim" diyor. çünkü, Ehl-i beyt'in farklı bir manası yoktur ve olduğu gibi peygamberimizin ( s.a.v ) soyu kast edilir. ama seyyid kelimesinin, hem " Ehl-i Beyt " ve hem de "bir yerin efendisi" anlamına gelen ve tevile açık yönü olan bir kavram olduğu malumdur. bu nedenle risalelerde geçen " ben seyyid değilim " ifadesi, şöylece tevil edilebilir: "ben bir yerin efendisi ve idarecisi değilim."
Cevap: BedÜÜzamanin osmanli sevgİsİ
Bediüzzaman Said Nursi Kimdir?
Bediüzzaman Said Nursi,yüzyılımızın yetiştirdiği önde gelen İslam mütefekkirlerinden biridir.1876 yılında Bitlis’in hizan kazasına bağlı İsparit nahiyesinin Nurs köyünde dünyaya gelmiş, 23 Mart 1960’ da Şanlıurfa’da hakkın rahmetine kavuşmuştur.
Keskin zekası,harikulade hafızası ve üstün kabiliyetleriyle çok küçük yaşlardan itibaren dikkatleri üzerine toplayan Said Nursi, normal şartlar altında yıllar süren klasik medrese eğitimini üç ay gibi kısa bir zamanda tamamlamıştır. Gençlik yıllarını alabildiğine hareketli bir tahsil hayatı ile değerlendirmiş;ilimdeki üstünlüğünü, devrinin ulemasıyla çeşitli zeminlerde yaptığı münazaralarla fiilen ispatlamıştır. Bu meziyetiyle ilim çevresinde kendisini kabul ettirerek “Bediüzzaman” yani, “çağın eşsiz güzelliği” lakabı ile anılmaya başlamıştır.
Said Nursi medrese eğitimiyle dini ilimlerde kazandığı ihtisası, çeşitli fenlerde yaptığı tetkiklerle tamamlamış; bu arada devrinin gazetelerini takip ederek ülkedeki ve dünyadaki gelişmelerle ilgilenmiştir. Diğer taraftan, doğup büyüdüğü Şark topraklarının sıkıntı ve problemlerini bizzat yaşayarak gören Said Nursi, en zaruri ihtiyacın eğitim olduğu kanaatine varmış; bunun için de şarkta din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversite kurulmasını temin için yardım istemek maksadıyla 1907’de İstanbul’a gelmiştir. İstanbul’da da ilim dünyasına kendisini kabul ettiren Bediüzzaman, çeşitli gazetelerde yazdığı makalelerle, o günlerde Osmanlıyı ve İstanbul’u çalkalayan hürriyet ve meşrutiyet tartışmalarına katılmış; meşrutiyete islam namına sahip çıkmıştır. 1909’da patlak veren 31 Mart Olayında yatıştırıcı bir rol oynamış; buna rağmen haksız ithamlarla Sıkıyönetim mahkemesine çıkarılmış, ancak beraat etmiştir. Bu hadiseden sonra İstanbul’dan ayrılarak şarka dönmüştür.
Birinci Dünya savaşının patlak verdiği günlerde Van’da bulunan Bediüzzaman, talebeleriyle birlikte gönüllü milis alayları teşkil ederek cepheye koşmuştur. Vatan müdafaasında çok büyük hizmeti geçmiş; savaşta birçok talebesi şehit olmuş; kendisi de Bitlis müdafaası sırasında yaralanarak esir düşmüştür. Yaklaşık üç yıl Rusya’da esaret hayatı yaşadıktan sonra Varşova, Viyana ve Sofya yoluyla İstanbul’a dönmüştür.
İstanbul’da devlet ricalinin ve ilim çevrelerinin büyük teveccühüyle karşılanmış; Darü’l Hikmeti’l islamiye azalığına tayin edilmiştir.Bu devrede, resmi vazifesinden aldığı maaşla kendi kitaplarını bastıran ve bunları parasız dağıtan Bediüzzaman, İstanbul’un işgali sırasında neşrettiği Hutuvat-ı Sitte adlı broşürle büyük hizmet etmiş ve işgal kuvvetlerinin planlarını bozmuştur. Keza, işgalcilerin baskısı altında verilen ve Anadolu’daki Kuva-i milliye hareketini “isyan” olarak vasıflandıran şeyhülislam fetvasına karşı, mukabil bir fetva vererek milli kurtuluş hareketinin meşruiyetini ilan etmiştir Bu hizmetleri Anadolu’da bizzat Mustafa Kemal tarafından ısrarla Ankara’ya davet edilmiştir.
Bu mükerrer davetler neticesinde 1922 sonlarında Ankara’ya gelmiş ve Mecliste resmi bir “Hoşamedi” merasimiyle karşılanmıştır. Ankara’da kaldığı günlerde, yeni kurulan devlete hakim olan kadronun dine bakış tarzının menfi olduğunu görünce, on maddelik bir beyanname hazırlayarak Meclis azalarına dağıtmıştır. Bu beyannamede yeni inkılabın mimarlarını İslam şeairine sahip çıkmaya çağırmış;akabinde Mustafa Kemal’ birkaç görüşmesi olmuştur. Kendisine şark umumi vaizliği, milletvekilliği ve diyanet azalığı teklif edilmiş; ancak Bediüzzaman bu teklifleri kabul etmeyerek Van’a dönmüştür.
O sıralarda çıkan Şeyh Said hadisesiyle hiçbir ilgisi olmadığı, hatta hadise öncesinde kendisinden destek isteyen Şeyh Said’i bu niyetinden vazgeçirmeye çalıştığı halde, Bediüzzaman, hadise sonrasında Van’da ikamet ettiği uzlethanesinden alınarak Burdur’a oradan da Isparta’nın Barla nahiyesine götürülmüştür. Burada “manevi cihad” hizmetini başlatmış,birbiri peşi sıra telif ettiği eserlerde iman esaslarını terennüm etmiştir. Bu eserler, imanının tehlikede hisseden halkın büyük teveccüh ve rağbetine mazhar olmuş; elden ele dolaşarak hızla yayılmıştır. O devrede elle yazılarak çoğaltılan eserlerin toplam tirajı 600.000 ‘i bulmuştur.Başlattığı hizmetin halka mal olması, devrin idarecilerini rahatsız ettiğinden 1935’te Eskişehir, 1943’te Denizlii 947’de Afyon 1952’de de İstanbul mahkemesine çıkarılmıştır. Bunlardan netice alınamamış, ancak Bediüzzaman yine rahat bırakılmamış; Kastamonu’da, Emirdağ’da, Isparta’da sıkı tarassut ve takip altında yaşamaya mecbur bırakılmıştır.
Ömrünün son günlerine kadar keyfi muamele ve eziyetlerden kurtulamayan Bediüzzaman, buna rağmen, iman hizmetini büyük bir kararlılıkla devam ettirmiş; o zor şartlar altında telif ettiği 6000 küsür sayfalık Risale-i Nur Külliyatını tamamlamaya ve yaymaya muvaffak olmuştur.Kur’an hakikatlerini ve i’cazını bu asrın idrakine uygun ve ikna edici bir üslupla izah eden ve vehbi olarak, ilhamen kaleme alınan bu eserler, onun çileli hayatının en güzel meyvesidir.
alıntı