Feragati
Bir dava sahibinin ve bilhassa ıslahatçının muvaffakiyet şartlarının en mühimmi feragattir. Zîra gözler ve gönüller bu mühim noktayı en ince bir hassasiyetle tetkik ve takibe meyyaldirler. Üstadın bütün hayatı ise, baştan başa feragatin şaheser misalleriyle dolup taşmaktadır.
Allame Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhumdan, feragate ait şöyle bir söz işitmiştim: "İslam, bugün öyle mücahidler ister ki, dünyasını değil, ahiretini dahi feda etmeye hazır olacak." Büyük adamdan sadır olan bu büyük sözü tamamen kavrayamadığım için, mutasavvıfların istiğrak hallerinde söyledikleri esrarlı sözlere benzeterek, herkese söylememiş ve olur olmaz yerlerde de açmamıştım. Vaktaki aynı sözü Bediüzzaman’ın ateşler saçan heyecanlı ifadelerinde de okuyunca, anladım ki, büyüklere göre feragatin ölçüsü de büyüyor.
Evet, İslam için bu kadar acıklı bir feragate katlanmaya razı olan mücahidleri, Erhamürrahimîn olan Allah-ı Zülkerîm Teala ve Tekaddes Hazretleri bırakır mı? O fedai kulunu lütuf ve kereminden, inayet ve merhametinden mahrum etmek şanına-haşa-yakışır mı?
İşte, Bediüzzaman, bu müstesna tecellînin en parlak misalidir. Bütün ömrü boyunca mücerred yaşadı. Dünyanın bütün meşrû lezzetlerinden tamamen mahrum kaldı. Bir yuva kurmak ve orada mesut bir aile hayatı geçirmek sevdasına düşmeye vakit ve fırsat bulamadı. Fakat, Cenab-ı Hak, kendisine öyle şeyler ihsan etti ki, fanî kalemlerle tarif olunamayacak kadar muazzam ve muhteşemdir.
Bugün, dünyada hangi bir aile reisi manen Bediüzzaman Hazretleri kadar mesuttur? Hangi bir baba, milyonlarla evlada sahip olmuştur? Hem de nasıl evlatlar!. Ve hangi bir üstad, bu kadar talebe yetiştirebilmiştir?
Bu kudsî ve rûhî rabıta-Biiznillahi Teala-dünyalar durdukça duracak ve nurdan bir sel halinde ebediyetlere kadar akıp gidecektir. Çünkü, bu İlahî dava, Kur’an-ı Kerîmin nur deryasında tebellür eden bir varlık olduğu gibi, Kuran’dan doğmuş ve Kuran’la beraber yaşayacaktır.
Şefkat ve Merhameti
Büyük Üstad, hak ve hakîkati ta çocukluğunda bulmuştu. Kalbinin feryadını ve rûhunun münacatını dinlemek için mağaralara kapandığı günlerde bile, ibadet ve taatten, tefekkür ve murakabelerden feyiz ve huzur almanın zevkine ermiş olan bir "Arif-i Billah" idi.
Lakin, karanlık gece dalgalarını andıran korkunç küfür ve ilhad kabusunun Müslüman dünyasını ve dolayısıyla memleketimizi kaplamak üzere olduğu o tehlikeli günlerde, yatağından fırlayan bir aslan gibi, yanardağları andıran bir kükreyişle cihad meydanına atıldı. Bütün rahat ve huzurunu bu mukaddes davaya feda etti. Ve işte bu hikmete mebnîdir ki, o günden beri, her sözü bir dilim lav, her fikri bir ateş parçası olmuş; düştüğü gönülleri yakıyor, hisleri, fikirleri alevlendiriyor.
Büyük Üstadın tam bir uzlet ve inzivadan sonra, tekrar irşad ve cemiyet hayatına atılması, aynen İmam-ı Gazalî’nin hayatında geçirmiş olduğu o mühim ve tarihî merhaleye benzemektedir. Demek ki, Cenab-ı Hak, büyük mürşitleri, böyle, bir müddet inzivada terbiye, tasfiye ve tezkiye ettikten sonra tenvir ve irşad vazifesiyle mükellef kılıyor. Ve bu sebepledir ki, bir ma-i mukattardan daha temiz ve berrak olan yüreklerinden kopup gelen nefesler, kalplere akseder etmez, bam başka tesirler icra ediyor.
Arz ettiğim gibi, İmam-ı Gazalî’nin bundan dokuz yüz sene evvel ahlak ve fazîlet sahasında yapmış olduğu fütuhatı, bu asırda, Bediüzzaman îman ve ihlas vadisinde başarmıştır.
Evet, Hazret-i Üstadı bu müthiş cihad meydanlarına sevk eden, hep bu eşsiz şefkat ve merhameti olmuştur. Ve bunu bizzat kendisinden dinleyelim:
"Bana, `Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim; karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor, içinde evladım yanıyor, îmanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!.. "
İstiğnası
Üstadın, hayatı boyunca cemiyetimizin her tabakasına vermekte olduğu binlerle istiğna örnekleri, dillere destan olmuş bir ulviyeti haizdir.
Masivadan tam manasıyla istiğna ederek, uzvî ve rûhî bütün varlığı ile Rabbü’i- Alemînin bitmez ve tükenmez hazînesine dayanmayı müddet-i hayatında bir îtiyad değil, adeta bir mezhep, meşrep ve meslek olarak kabul etmiştir. Ve bunda da, ne pahasına olursa olsun, sebat eylemekte hala devam etmektedir.
İşin orijinal tarafı, bu meslek, kendi şahsına münhasır kalmamış, talebelerine de kudsî bir mefkûre halinde intikal etmiştir. Nur deryasında yıkanmak şerefine mazhar olan bir Nur Talebesinin istiğnasına hayran olmamak kàbil değildir.
Bakınız, Üstad, Mektûbat ünvanını taşıyan şaheserin "İkinci Mektub"unda, bu mühim noktayı altı vecihle ne kadar asil bir îman ve irfan şuuru ile izah eder:
"Birincisi: Ehl-i dalalet, ehl-i ilmi, ilmi vasıta-i cerr etmekle itham ediyorlar. `İlmi ve dîni kendilerine medar-ı maîşet yapıyorlar’ deyip, insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Binaenaleyh, bunları fiilen tekzib lazımdır.
"İkincisi: Neşr-i hak için, enbiyaya ittiba etmekle mükellefiz. Kur’an-ı Hakîm’de, hakkı neşredenlerhttp://www.risaleinurenstitusu.org/t.../tari/b107.gif(Benim mükafatımı ancak Allah verir.· Benim mükafatımı ancak Allah verir.(Yûnus Sûresi: 72; Hud Suresi: 29, v.d.)
diyerek, insanlardan istiğna göstermişlerdir."
İşte, Risale-i Nur külliyatının mazhar olduğu İlahî fütuhat, hep bu enbiya mesleğinde sebat kahramanlığının şaheser misali ve harikulade neticesidir. Ve bu sayede Üstad, izzet-i ilmiyesini, cihan-kıymet bir elmas gibi muhafaza eylemiştir.
Artık herkesin, uğrunda esir olduğu maaş, rütbe, servet ve daha nice bin şahsî ve maddî menfaatlerle asla alakası olmayan bir insan, nasıl olur da gönüller fatihi olmaz? Îmanlı gönüller, nasıl onun feyiz ve nûru ile dolmaz?
İktisatçılığı
İktisat, bundan evvel bahsettiğimiz istiğnanın tefsir ve izahından başka birşey değildir. Zaten, iktisat sarayına girebilmek için, evvela istiğna denilen kapıdan girmek lazımdır. Bu sebeple, iktisatla istiğna, lazımla mülzem kàbilindendir.
Üstad gibi, istiğna husûsunda peygamberleri kendine örnek kabul eden bir mücahidin iktisatçılığı, kendiliğinden husûle gelecek kadar tabiî bir haslet halini alır. Ve artık ona, günde bir tas çorba, bir bardak su ve bir parça ekmek kafi gelebilir. Zîra bu büyük insan, büyük ve munsif Fransız şairi Lamartin’in dediği gibi, "Yemek için yaşamıyor, belki yaşamak için yiyor."
Üstadın meşrep ve mesleğini tamamen anladıktan sonra, artık onun yüksek iktisatçılığını böyle yemek içmek gibi basit şeylerle mukayese etmeyi çok görüyorum. Zîra, bu büyük insanın yüksek iktisatçılığını manevî sahalarda tatbik etmek ve maddî olmayan ölçülerle ölçmek lazım gelir.
Mesela, Üstad, bu yüksek iktisatçılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil, bilakis fikir, zihin, istidat, kàbiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi manevî ve mücerred kıymetlerin israf ve heder edilmemesi ile ölçen bir dahîdir. Ve bütün ömrü boyunca, bir karakter halinde takip ettiği bu titiz muhasebe ve murakabe usûlünü, bütün talebelerine de telkin etmiştir. Binaenaleyh, bir Nur Talebesine olur olmaz eseri okutturmak ve her sözü dinlettirmek kolay birşey değildir. Zîra, onun gönlünün mihrak noktasında yazılı olan şu "Dikkat!" kelimesi, en hassas bir kontrol vazifesi görmektedir.
İşte, Bediüzzaman, kudretli bir ıslahatçı ve harikalar harikası bir pedagog (mürebbî) olduğunu, yetiştirdiği ter temiz nesille fiilen ispat etmiş ve iktisat tarihine nurdan pırıltılarla yazılan bir atlas sahîfe daha ilave eden bir nadire-i fıtrattır.
Tevazu ve Mahviyetkarlığı
Nur Risalelerinin bu kadar harikulade bir şekilde cihana yayılmasında, bu iki hasletin çok faydası olmuş ve pek derin tesirleri görülmüştür. Çünkü, Üstad, sohbet ve teliflerinde, kendine bir "Kutbü’i-Arifìn" ve bir "Gavsü’i-Vasılîn" süsü vermediği için, gönüller ona pek çabuk ısınmış, onu tertemiz bir samimiyetle sevmiş ve derhal ulvî gàyesini benimsemiştir.
Mesela, ahlak ve fazîlete, hikmet ve ibrete ait olan birçok sohbet ve telkinlerini, doğrudan doğruya nefsine tevcih eder. Keskin ve ateşîn hitabelerinin ilk ve yegane muhatabı öz nefsidir. Oradan, merkezden muhîte yayılırcasına, bütün nur ve sürûra, saadet ve huzura müştak olan gönüllere yayılır.
Üstad, husûsi hayatında gàyet halîm selîm ve son derece mütevazidir. Bir ferdi değil, hiçbir zerreyi incitmemek için azamî fedakarlıklar gösterir. Sayısız zahmet ve meşakkatlere, ıztırap ve mahkumiyetlere katlanır-fakat îmanına, Kuran’ına dokunulmamak şartıyla. Artık, o zaman bakmışsınız ki, o sakin deniz, dalgaları semalara yükselen bir tûfan, sahillere heybet ve dehşet saçan bir umman kesilmiştir. Çünkü o, Kur’an-ı Kerîm’in sadık hizmetkarı ve îman hudutlarını bekleyen kahraman ve fedai bir neferidir. Kendisi bu hakîkati veciz bir cümle ile şu şekilde ifade eder:
"Bir nefer nöbette iken, başkumandan da gelse, silahını bırakmayacak. Ben de, Kuran’ın bir hizmetkarı ve bir neferiyim. Vazife başında iken karşıma kim çıkarsa çıksın; hak budur derim, başımı eğmem."
Vazife başında ve cihad meydanında iken, şu mısralar lisan-ı halidir:
Şahlanan bir ata benzer, kırarım kanlı gemi;
Sinsi düşmanlara, haşa, satamam benliğimi.
Benliğimden uzak olmaktır esaret, bence;
Böyle bir zillete düşmek, ne hazîn işkence!
Ebedî vuslatın aşkıyla geçer her anım,
Dest-i kudretle yapılmış kaledir îmanım.
Bu mukaddes emelimden ne kadar dilşadım;
Görmek ister beni Cennette şehîd ecdadım
Rûhum oldukça müebbet, ebedîdir ömrüm;
En büyük vuslata, Allah’a çıkan yoldur ölüm.
Kitaba girmezden evvel, Üstadı ilmî, fikrî, tasavvufî ve edebî cepheleri ile de mütalaa etmek isterdim. Fakat, çok derin ve pek şümûllü olan bu mevzûların birkaç sayfa ile hülâsa edilemeyeceğini katî bir sûrette idrak ettikten sonra, artık, adı geçen mevzûlara birkaç cümle ile temas etmeyi münasip gördüm. Rabbim imkanlar lütfederse, bu derin mevzûları Risale-i Nur külliyatı ve Nur Talebeleri ile birlikte, büyük ve müstakil bir eserle, tahlilî bir sûrette tetkik ve mütalaa etmeyi, bütün rûhumla arzu ediyorum. Bu hususta, büyük Üstadımızın ve azîz kardeşlerimin kıymetli dualarını niyaz eylerim.
Üstadın İlmî Cephesi
Merhum Ziya Paşa, şu
"Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz;
Şahsın, görünür rütbe-i aklı eserinde"
beyti ile, nesilden nesile bir düstur halinde intikal edecek olan çok büyük bir hakîkati ifade etmiştir.
Evet, Müslüman ırkımıza Risale-i Nur külliyatı gibi muazzam bir îman ve irfan kütüphanesini hediye eden, gönüller üzerinde mukaddes bir nur müessesesi kuran mümtaz ve müstesna zatın kudret-i ilmiyesi hakkında tafsilata girişmek, öğle vakti, güneşi tarif etmek kadar fuzûli bir iştir.
Yalnız yanık bir şairimizin, "Hüsn olur kim, seyrederken ihtiyar elden gider" dediği gibi; hayatının her lahzasında İlahî tecellîlere mazhar bulunan bu mübarek zatın ilim ve irfanından, ahlak ve kemalatından bahsetmek, insana bambaşka bir zevk ve İlahî bir haz veriyor. Bunun için, sözü uzatmaktan kendimi alamıyorum. Üstad, Risale-i Nur külliyatında dinî, içtimaî, ahlakî, edebî, hukukî, felsefi ve tasavvufi en mühim mevzûlara temas etmiş ve hepsinde de harikulade bir sûrette muvaffak olmuştur. İşin asıl hayret veren noktası, birçok ulemanın tehlikeli yollara saptıkları en çetin mevzûları, gàyet açık bir şekilde ve en katî bir sûrette hallettiği gibi, en girdaplı derinliklerden, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin tuttuğu nurlu yolu takip ederek, sahil-i selamete çıkmış ve eserlerini okuyanları da öylece çıkarmıştır. Bu sebeple, Risale-i Nur külliyatını azîz milletimizin her tabakasına kemal-i emniyet ve samîmiyetle takdim etmekle şeref duyuyoruz.
Nur Risaleleri, Kur’an-ı Kerîm’in nur deryasından alınan berrak katreler ve hidayet güneşinden süzülen billur huzmelerdir. Binaenaleyh, her Müslüman’a düşen en mukaddes vazife, îmanı kurtaracak olan bu nurlu eserlerin yayılmasına çalışmaktır. Zîra, tarihte pekçok defalar görülmüştür ki, bir eser nice fertlerin, ailelerin, cemiyetlerin ve sayısız insan kütlelerinin hidayet ve saadetine sebep olmuştur. Ah, ne bahtiyardır o insan ki, bir mümin kardeşinin îmanının kurtulmasına sebep olur!
Üstadın Fikrî Cephesi
Malûm ya, her mütefekkirin kendine mahsus bir tefekkür sistemi, fikrî hayatında, takip ettiği bir gàyesi ve bütün gönlü ile bağlandığı bir ideali vardır. Ve onun tefekkür sisteminden, gàye ve idealinden bahsetmek için, uzun mukaddemiler serdedilir. Fakat, Bediüzzaman’ın tefekkür sistemi, gàye ve ideali, uzun mukaddimelerle filan yorulmaksızın, bir cümle ile hülâsa edilebilir: "Bütün semavî kitapların ve bilumum peygamberlerin yegane davaları olan Hàlık-ı Kainatın ulûhiyet ve vahdaniyetini ilan; ve bu büyük davayı da ilmî, mantıkî ve felsefî delillerle ispat eylemektir.
"O halde Üstadın mantık, felsefe ve müspet ilimlerle de alakası var?"
Evet, mantık ve felsefe, Kuran’la barışıp, hak ve hakîkate hizmet ettikleri müddetçe, Üstad en büyük mantıkçı ve en kudretli bir feylesoftur. Mukaddes ve cihanşümûl davasını ispat vadisinde kullandığı en parlak delilleri ve en katî bürhanları, Kur’an-ı Kerîm’in Allah kelamı olduğunu her gün bir kat daha ispat ve ilan eden "müsbet ilim"dir.
Zaten, felsefe, aslında hikmet manasına geldikçe, Vacibü’i-Vücud Teala ve Tekaddes Hazretlerini, zat-ı Barîsine layık sıfatlarla ispata çalışan her eser, en büyük hikmet ve o eserin sahibi de en büyük hakîmdir.
İşte Üstad, böyle ilmî bir yolu, yani Kur’an-ı Kerîm’in nurlu yolunu takip ettiği için binlerle üniversitelinin îmanını kurtarmak şerefine mazhar olmuştur. Hazretin, bu hususta haiz olduğu ilmî, edebî ve felsefi daha pekçok meziyetleri vardır. Fakat, onları eserlerinden misaller getirerek, inşaallah, müstakil bir eserde arz etmek emelindeyim. Ve minallahittevfîk.
Tasavvuf Cephesi
Nakşibendî meşayihinden, her harekatını Peygamber-i Zîşan Efendimiz Hazretlerinin harekatına tatbik etmeye çalışan ve büyük bir alim olan bir zata sordum:
"Efendi Hazretleri, ulema ile mutasavvıfe arasındaki gerginliğin sebebi nedir?"
"Ulema, Resûl-i Ekrem Efendimizin ilmine, mutasavvıflar da ameline varis olmuşlar. İşte bu sebepten dolayıdır ki, Fahr-i Cihan Efendimizin hem ilmine ve hem ameline varis olan bir zata `Zülcenaheyn,’ yani `İki Kanatli deniliyor. Binaenaleyh, tarîkatten maksat, ruhsatlarla değil, azîmetlerle amel edip, ahlak-ı Peygamberî ile ahlaklaşarak, bütün manevî hastalıklardan temizlenip Cenab-ı Hakkın rızasında fanî olmaktır. İşte bu ulvî dereceyi kazanan kimseler, şüphesiz ki, ehl-i hakîkattirler. Yani, tarîkatten maksut ve matlup olan gàyeye ermişler demektir. Fakat, bu yüksek mertebeyi kazanmak, her adama müyesser olamayacağı için, büyüklerimiz, matlup olan hedefe kolaylıkla erebilmek için, muayyen kàideler vaz eylemişlerdir. Hulasa, tarîkat şeriat dairesinin içinde bir dairedir. Tarîkatten düşen şeriata düşer; fakat, maazallah, şeriattan düşen, ebedî hüsranda kalır."
Bu büyük zatın beyanatına göre; Bediüzzaman’ın açtığı nur yolu ile, hakîki ve şaibesiz tasavvuf arasında cevherî hiçbir ihtilaf yoktur. Her ikisi de rıza-i Barîye ve binnetice, Cennet-i alaya ve dîdar-ı Mevla’ya götüren yollardır.
Binaenaleyh, bu asil gàyeyi istihdaf eden herhangi mutasavvıf bir kardeşimizin Risale-i Nur külliyatını seve seve okumasına hiçbir mani kalmadığı gibi, bilakis, Risale-i Nur, tasavvuftaki murakabe dairesini Kur’an-ı Kerîm yolu ile genişleterek, ona bir de tefekkür vazifesini en mühim bir vird olarak ilave etmiştir.
Evet, insanın gözüne, gönlüne bam başka ufuklar açan bu tefekkür sebebiyle, sadece kalbinin murakabesi ile meşgul olan bir salik, kalbi ve bütün letaifi ile birlikte, zerrelerden kürelere kadar bütün kainatı azamet ve ihtişamı ile seyir ve temaşa, murakabe ve müşahede ederek, Cenab-ı Hakkın o alemlerde bin bir şekilde tecellî etmekte olan Esma-i Hüsnasını, sıfat-ı ulyasını kemal-i vecd ile görerek, artık sonsuz bir mabedde olduğunu aynelyakîn, ilmelyakîn ve hakkalyakîn derecesinde hisseder. Çünkü içine girdiği mabed, öyle ulu bir mabeddir ki, milyarlara sığmayan cemaatin hepsi, aşk ve şevk, huşû ve istiğraklar içinde Hàlıkını zikrediyor. Yanık, tatlı ve güzel lisanlan, şive, name, ahenk ve besteleri ile bir ağızdan http://www.risaleinurenstitusu.org/t.../tari/b108.gif diyorlar.
Risale-i Nur’un açtığı îman ve irfan ve Kur’an yolunu takip eden, işte böyle muazzam ve muhteşem bir mabede girer; ve herkes de, îman ve irfanı, feyiz ve ihlası nisbetinde feyizyab olur.
Edebî Cephesi
Eskiden beri, lafız ve mana, üslûp ve muhteva bakımından, edipler ve şairler, mütefekkirler ve alimler ikiye ayrılmışlardır. Bunlardan bazıları, sadece üslûp ve ifadeye, vezin ve kàfiyeye kıymet vererek, manayı ifadeye feda etmişlerdir. Ve bu hal de, kendini, en çok şürde gösterir. Diğer zümre ise, en çok mana ve muhtevaya ehemmiyet vererek, özü söze kurban etmemişlerdir.Üstad, o kıymetli ve bereketli ömrünü, kulaklarda kalacak olan sözlerin tanzîm ve tertibi ile değil, bilakis, kalblerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kudsî bir ideal halinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, îman şuurunun, ahlak ve fazîlet mefhumunun asırlara, nesillere telkini ile meşgul olan bir dahîdir. Artık, bu kadar ulvî bir gàyenin tahakkuku için candan ve cihandan geçen bir mücahid, pek tabiîdir ki, fanî şekillerle meşgul olamaz.
Bununla beraber, Üstad, zevk inceliği, gönül hassasiyeti, fikir derinliği ve hayal yüksekliği bakımından harikulade denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi haizdir. Ve bu sebeple, üslûp ve ifadesi, mevzua göre değişir. Mesela, ilmî ve felsefì mevzûlarda mantıkî ve riyazî delillerle aklı ikna ederken, gàyet veciz terkipler kullanır. Fakat, gönlü mest edip, rûhu yükselteceği anlarda, ifade o kadar berraklaşır ki, tarif edilemez. Mesela, semalardan, güneşlerden, yıldızlardan, mehtaplardan ve bilhassa bahar aleminden ve Cenab-ı Hakkın o alemlerde tecellî etmekte olan kudret ve azametini tasvir ederken, üslûp o kadar latîf bir şekil alır ki; artık her teşbih, en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır; ve her tasvir, harikalar harikası bir alemi canlandırır.
İşte, bu hikmete mebnîdir ki, bir Nur Talebesi, Risale-i Nur külliyatını mütalaası ile, üniversitenin herhangi bir fakültesine mensub da olsa, hissen, fikren, rûhen, vicdanen ve hayalen tam manasıyla tatmin edilmiş oluyor.
Nasıl tatmin edilmez ki? Risale-i Nur külliyatı, Kur’an-ı Kerîm’in cihanşümûl bahçesinden derilen bir gül demetidir. Binaenaleyh, onda o mübarek ve İlahî bahçenin nûru, havası, ziyası ve kokusu vardır.
Rûhun, bu ihtiyacını söyler akan sular,
Kur’an’a, her zaman, beşerin ihtiyacı var.
vanasyanur