-
Mescid Gülleri
Mescid Gülleri
MESCİD GÜLLERİ ŞEHİD ZİYA VE SÜLEYMAN
http://img399.imageshack.us/img399/8...awf2sr3ua8.jpg
Loş bir karanlık… Yaşam, ölüm toprağı serpilmiş gibi sessizliğe gömülmüştü. Kabristanın ücra köşesinde bir silüet… Tefekkür denizinden hakikat mercanlarını toplama çabasında… Ölümün gerçek yüzünün tüm sıcaklığıyla insanı kucakladığı bir demde ‘ ölüm!’ nasihatine kulak vermekte… “Lezzetleri acılaştıran ölümü sıkça anınız!” nebevi tavsiyesine ittiba arzusuyla kabristan’a sıkça uğrardı. Ebedi hayata açılan bu kapı, mecazi hayatla berzah aleminin haşre yol verdiği bu nokta onun için önemliydi. Günahın kokuşmuşluğu, isyanın bataklığından onu çekip hidayetin leziz sofrasına taşıyan ölümün güzel yüzüydü. Ölüm, en büyük nasihattir, hakikati anlama kürsüsünde. O da, böylesi bir nasihatle imanın tadına gönül sunmuştu:
Sisli ve soğuk bir hava… İstanbul, hiçbir zaman ona böylesine itici gelmemişti. Sanki eşya, insan, bina ve taşıtlar… Her şey boğan bir el misali sıkıyordu, takatini. Kendini çabucak eve atıverdi. Köhnemiş bir çatı katında birkaç arkadaşıyla kalıyordu. Kazançları hayırdan yoksun, amelleri doğrudan uzak, davranışları nefsi dürtülerle şekillenmiş, yönelişleri fısk ve fücura olan birkaç arkadaş… Kendisi de yıllar önce evini, yurdunu böylesi bir çirkefe tercih etmişti…
Salih, evde değildi. Odalara baktı, hiçbirinde yoktu. Oysa bu saatte evde olmalıydı. Birden içine bir kurt düşüverdi. Acaba? Sorusu beyninde şimşek oluverdi. Hemen çatı katına koştu. Salih, cansız bedeniyle yerde yatıyordu… Adeta lal olmuştu. Ne yapacağını bilmez bir halde korkuyla merdivenlerden iniverdi:
— Ne oldu, Ziya? Seslenişini duymadı bile… İkinci seslenişle:
— Sa Sa Salih! Diyebildi. Bedeni onu zor taşıyor, beyni zonkluyordu. Ölüm gerçeği zihninde helezonik şekiller oluşturuyor… Her bir şekil hidayet doğrusundan geçerek diriliş koordinatlarını çiziyordu, yüreğinde. Henüz ne yapacağını bilmez, şaşkın bir haldeydi. Adımları onu otogara kadar taşımıştı:
— Bingöl, Bingöl’e bir iki! Diye çığırtan simsarın sesiyle irkildi. Sanki gizli bir el, rotasını belirliyordu. Memleket, sıla, şirin şehir, insanlık yurdu… İlk otobüse bilet aldı. Koltuğuna bir külçe misali yığılıverdi. Sesler, kalabalıklar, uzadıkça uzayan mesafe, dışarının hoş manzarası… Hiçbir şey umurunda değildi. Hücreleri tamamıyla “ölüm!” hakikatine kulak kesilmişti. Korkuyor, haşyetle ürperiyordu. Pişmanlık ateşi yüreğini kavuruyordu… Çocukluğunu gençliğe bıraktığı demde günah, isyan, başıboşluk pembe hayaller içinde ona kılavuz olmuştu. Zevklerin cazibesi, isteklerin şiddeti, sahte gülücüklerle sırtını sıvazlayan hırs; istikamete ileten fazilet, doğruluk ve erdemi görmesine perdeydi. Ömrün baharı kemalat meyvelerini devşirmeden hazan mevsimine taşımıştı onu gafletiyle. Hayat günah dikenleri içinde kış zemherilerini yaşatıyordu. Nefis, akla basiretle düşünmeyi öğreten hakikat gözünü köreltmiş; şeytani desiseler, kalbin sahibi için atmayı unutturmuştu. Dizginleyemediği nefis, Salih’in cansız bedeniyle yelkenleri koyvermiş… İman közü, zaaf küllerini silkerek gönlünde bir daha sönmezcesine tutuşmuştu. Çürüme, yok olma, toprağa karışma, hayatın yitimi ile özdeşleştirdiği ölüm onun için hidayet çağrısı, diriliş muştusu, ebed yurdunu yeşerten ve ruhu safvet kıyılarına taşıyan bir gemi oluvermişti… Bu duygular içinde evinin kapısında buluverdi, kendisini. Ana ve babasına hasretle sarıldı. Hal ve hatırı kısa kesti. Çünkü o artık Allah’ı her an hatırlama, anma, zikretme bilinciyle tövbe seansındaydı.
Nedamet gönülde tövbe ateşi olarak tutuşunca kalp, dilden imdat dilemiş. Cehaletini bilen dil ise imtihanın semeresi olan haşri, mizanı, ahireti kavrayış uğruna kitaplara, okumaya yönelir. Ziya için, “ İkra(oku!)” ayeti bir virddi, artık. Hidayet, sadakat, kulluk, marifet… adına ne bulduysa okudu.
…
Onu camide görenler, hayret ve hayranlıkla ‘ İman iklimi, Kuran bahçesi, namaz meyvesine hoş geldin!’ dercesine tebrik ediyordu. Bir ölümün vesilesi hidayetin aydınlığını benliğine salih amelle yaymış; günah ve isyan elbisesini İslam eşiğinden adım atar atmaz, bir daha giymemek üzere çıkarmış. İmanı şahsiyetine gönül hoşluğuyla libas yapmıştı. Kuran sofrasında takva azığıyla yılların manevi açlığını doyurmuş; iman, ibadet, muamelat, hüküm ayetlerini kalbine mihver yapmıştı. İslami bilinçten yoksun, gaflet demlerini nefse imkân vermeyecek şekilde zihninden silmiş; aklı, ruhu, yüreğini tövbe gözyaşıyla yıkamış ve arınmış bir halde istikamet tasında iman dairesine sunmuştu.
İman bir razılık, kabul ve teslimiyettir. İlahi razılığın etiketi olan iman, nefsi ve şeytani ilkaların reddiyle dil, akıl ve gönle kabul damgasını vurmuştu. Namaz Ziya için bir aşk, oruç bir tutku; İslam nuruyla nurlanma bir diriliş, öze dönüş hayat fırsatını yeniden elde etme olmuştu. Tövbe anından şahadet vaktine kadar ihlâs, salih amel, ihsan, vera dairesinden çıkmadı.
“Allah, iman edenlerin dostudur, onları (küfür,şirk,isyan, batıl,zulüm, günah) karanlıklar(ın) dan nur (iman, hidayet, hak, adalet, sevap)’a ulaştırır.” Ayetini iyice özümsemiş. Şeytani üflemelerin ve nefsi aldatmaların zifiri karanlığa boğduğu duygu, düşünce ve amel dünyasına “ ölüm!” nasihatiyle imandan bir parıltı düşer. Ziya, bu nur dolu iklime hasret, şevk, özlem ve coşkun bir ruh haliyle koşmuştu. Bu iman erinin hayat kareleri hidayet tutkunları için birer örneklik abidesidir:
Allah’ın rahmeti Ziya için bir nimet olmuş. ‘ Nimet şükür ister.’ Düsturu onun kalbinde icabet bulmuştu. “ Allah’ın evlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe inananlar imar ederler…” ayetiyle mescitlerin manevi imarına sevda ve aşkla yönelmiş; Kur’an goncaları misali Hz. Peygamber’in sünnetine ittibayı bayrak bilmiş bir toplulukta “ Sizden iyiliği emreden, kötülükten nehyeden, hayra çağıran bir topluluk(cemaat) bulunsun. İşte kurtuluşa erenler bunlardır.” İlahi buyruğuna cezbe bir cemaatte mescid gülü misali yeşermişti. O bir Kuran goncası, iman şulesiydi.
Hidayet şerbetini içeli bir hafta olmuştu. Namaz ve Kur’an tilaveti için Mescide gelmişti. Aman Allah’ım o da ne? Simasına güzellik katan sakalı yoktu. Hayretini aşikâr eden Arif: “ Ziya Abi, hayırdır sakalını kesmişsin?” diye sorar. “ Kardeşim, doğrudur. Lakin ben bu sakalı hidayet bulmadan bırakmıştım. Rabbimin bana lütfedince cahiliyemi hatırlatan her eşyamı, arkadaşımı terk ettim. İman eşiğinden adım atınca istedim ki üzerimde zaaflarımı kamçılayacak hiçbir iz olmasın. İmanla, abdestle beslenen bir sakal daha heybetli olur. İnşallah!” diye cevaplar, hikmetlice.
Ziya cahili adetler, günaha davet hareketlerden imanın tadına ermekle bir anda yüz çevirir. Çünkü Allah’a yönelişten uzaklaştıran her eşya, eylem, düşünce, istek puttu. İbrahim Peygamber gibi batan, sönen, sahte, butlan putlara “LA!” denilmeli… “Ben yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim” diyen bir lisan hemen “ Muhakkak ki benim namazım, orucum, hayatım, ölümüm Âlemlerin Rabbi Allah içindir” diyebilmelidir. Günah, hata, zaaf, alışkanlık alıştıra alıştıra terk edilmez. Nasıl ki aydınlık karanlığı giderir, ikisi aynı anda bulunmaz. Öylece iman bir yüreğe kök salınca batıl, fısk adına ne varsa gönül bahçesinden elini ayağını çekmeli; pılını pırtını toplamalıdır. İşte bu yiğit, bahadır insan, şahadet aşığı mücahid isyan bataklığının kokuşmuşluğundan birden kopmuş. İçki, kumar… gibi kötülükler bir tarafa masumane mazeretlerle meşrulaştırılan sigarayı dahi bir çırpıda bırakma iradesini sergilemişti. Günleri adeta yılların günah izlerini silercesine ibadetle geçiyor. Zamanının çoğu namaz ve İslami çalışmalara endekslenmiş, gündüzleri oruçla geceleri teheccüdle anlam kazanmıştı. O, sanki bir aşk pervanesiydi Maşuka… Dervişane tutulmuş bir meczubtu, Mevlasına… Kardeşleri ona DERVİŞ ismini bu tutkunun bir eseri olarak yakıştırmıştı.
Ramazan ayı, mümin yüreklere müjde olmuş. Rahmet şerha şerha kalpleri kuşatmıştı. Gündüz Allah için tutulan oruç, iftarda şükür ve bereket sofrasına dönüşürdü. Teravih bu mağfiret tablosunu albenili yapmıştı… Teravih sonrası Arif’le çıktı. Hadin yanlarına usulca gelip selam verdi. “ Ziya Abi, biraz dolaşalım mı?” isteği bir tebessümle kabul gördü. Hal hatır faslından sonra Hadin:
“ Ağabey! Beni mazur gör; ama hala senin dönüşüne hayret ediyorum. Sen ki cehaletin, isyanın gücüne güvenmenin, bileğini her yerde konuşturan kuvvetin içindeydin. Nasıl oldu da imana gönül verdi?”
Zifiri karanlığın ardındaki sabah vaktini unutanlar, ‘ Allah dileyince olmazların olacağından’ gafiller, ‘ hidayet ve dalalet Allah’a aittir’ hakikatini idrak edemeyenler Ali, Ömer, Hamza, Hüseyin ve Ziya’ların imana coşkuyla koşmasını anlayamaz. Düşündüren bir gülümsemeyle:
“ Canım Kardeşim, bunda hayret edilecek bir durum olmamalı… İrademi nefsin eline verdiğim bir noktada Rabbimin ihsanıyla ve dilemesiyle hidayet çeşmesinden içtim. Benim cahiliye ve günahla iç içeliğimin misali şudur: necaset, pislik dolu bir odada yaşayan ve o ana kadar hep o odada kalan elbette o kokuşmuşluğu zamanla kanıksar. Bir gün odasına bir pencere açılır. O da pencereye koşar. Bakar ki güllük gülistanlık bir yer… Güzel mi güzel, misk kokularıyla cezp ettiren bir manzara… Vakit kaybetmeden çirkef, tiksinti dolu odadan bu Cennet emsal mekâna geçer. Bu adamın haline şaşılır mı? Benim de İslam’a gönül verişim böylesi bir algılayışın semeresidir.”
…
Fıkıh, İslam’ı anlamanın özü; emir ve yasakları, hikmetle algılama gözüdür.
İmanın hayat projesini çizen tasarım, marifet binasının kapısıdır, fıkıh.
Allah’ı muhabbetullah tadıyla bilme; takva ve ihlâsı kalpte sıhhatle bulma yoludur, fıkıh.
Amel istikametinin yol haritası, kulluk vazifesinin kıymetini belirleyen mihenk taşı, Kur’an ayetleri ve Sünneti tedris etme kürsüsüdür.
Ziya, İslam fıkhını bu bilinçle önemsemiş, özümsemişti. Bu konuda kısa sürede bilgi hazinesi olmuştu. Arkadaşları artık ibadi ve ameli hususlardaki fıkhi açmazlarını ona götürüyor, soruyordu. O da ‘ İlim ve çözüm, sorumluluk ve dikkat ister’ ilkesiyle meseleleri doğru, sağlıklı ve itidal üzere değerlendirirdi.
Ölüm tefekkürü onun yürüyen ayağı, kabir endişesi haşyet ve takvayla çarpan kalbiydi. Abdest ve misvakı oldukça önemser, bedeni temizliği manevi paklığa götüren adım sayardı. Namazda ise ruhu, bedenini terk edip huşuyla yücelere secde miracıyla yükselirdi. Aşk dalgasının nazenin bir damlası, sevgi hamurunun Mevlevi mayası, “ene’l hak” halkasının meczub bir DERVİŞ’i olmuştu, Ziya Rahman’ın arzında.
…
Çilesiz sefa, zahmetsiz kazanç, emeksiz verim, katıksız mücadele olmazdı. Şahadet adayı Ziya, bu şuurla hareket ediyor; Allah’ın dini yürekleri fethetsin arzusuyla çabalıyor; gece gündüz, dur durak demeden koşuyordu iman hakikatleri uğruna. Dünya, ahiretin mezrasıydı. Ne ekerse onu biçeceğini iyice biliyordu. “ Onların nişanesi alınlarındaki secde izidir” parıltısının bir numunesiydi. O, hal ve kal diliyle Allah’ı hatırlatırdı, arkadaşlarına.
Güneşe hazımsız yarasalar, ışığa dayanıksız renk körleri, karanlıktan nemalananlar, zulumatı bencillikle kapkara yapanlar, günah çukurunda şeytani sırıtışla debelenen hakikat düşmanları “ Allah’ın nurunu söndürmek” aldanışlığı içinde müminlere eziyet ediyor, onların Allah(c.c) yolundaki çaba ve şevklerini kırmaya çalışıyordu. Zaten Hak- batıl kavgası bir sürektir. Hiç bitmedi ki, şimdi bitsin. Ziya da “ İçinizden sabreden ve yolumuzda cihad edenleri belirlemeden bırakılacağınızı mı sandınız?” İlahi emrine icabeten sabır ve mücadele çizgisinde azim ve kararlılıkla ilerliyordu. İslam’a intizar yürekleri hidayetle buluşturma vesilesi olmaktan daha büyük bir kazanç olamazdı. Ziya’nın İslami çalışması, istikamet ısrarı, camii tutkusu, tebliğ coşkusu, hayır yarışı Ebu Cehil zihniyetiyle davrananların gözünden kaçmadı. Ziya’yı sindirip korkutma sinsiliği, ona Yusufiye kapılarını açtı. Bedeni kuşatılmış, ten hapsi geçiciydi. Ziya, bu bilinçle zindanı iman aşkıyla aydınlattı; bir iman kürsüsü, Kuran medresesine çevirdi o daracık, nem kokulu mekânı… Yusufiye’de fazlaca kalmadı; iftiralar suç kapsamına alınmamıştı o an için. İzzetli duruş ve edepli kişiliği sevmeyen kitlenin elinde en öldürücü silah gibi duruyor, iftira… Hz. Musa, Hz. Meryem, Hz. İsa, Hz. Aişe annemiz… Bu kutlu insanlar da iftiraya uğramadılar mı? ‘Çamur at, tutmazsa izi kalsın’ çaresizliği küfür, şirk ehlinin resmini çiziyordu.
Bir müddet, ticaret yaptı: poşetçilik, amelelik, seyyar satıcılık… Başaramadı. Maddi açıdan dikiş bir türlü tutmuyordu. Ferasetli bir bakış ona vaktini davasına mesai yapmasını fısıldıyordu. İnsanlar fakr, zaruret, gaflet, cehalet akışına şuursuzca kapılmış; nefis akıl ve kalpleri gemlemişti. Manevi yoksunluk, maddi yoksunluğun kat be kat ötesindeydi. Manevi ticaretin daha elzem olduğu kanaatiyle şu karara varır, Ziya:
“ Yüce Allah(c.c), kıymetli vakti dünyalık için ayırmamı istemiyor. İnşallah bundan sonra vaktimi İslam davasına sa’y olarak geçireceğim. İman hakikatleri uğruna mesai yapacağım!”
…
Sonbahar tabiata hüzün örtüsünü örtmüş. Baharın yeşermişliği hazan mevsiminin sararmışlığı içinde özlenir olmuştu. Fıtrat yapraklarını günah hazanının nefis rüzgârına terk eden gaflet ehli, mümin erleri hedef seçmişti. Bölge halkının Müslüman kimliğine diş bileyen faşist bir yapılanma, sözde halkın özgürlüğü için kavga bayrağı açmış ırkçı bir zihniyet azgınlaşmıştı. Başı takkeli, elinde 99 tesbih olan kim varsa suçlu ve hedefti, bu iman düşmanlarına. Hemen her gün şehid haberleri müminlerin yüreğine bir kor, gözlerine yaş olarak düşüyordu. Şahadet, özlenen bir bekleyiş olmuştu; can ve malını Cennet bedel satan Muhammedilerde. Mazlum ve mahrumlar, despot ve diktatörlere hakkı haykırınca, zalim sultalara karşı kıyam kıvılcımını tutuşturunca tarihi derinliklerden hak cephesi, adanış yürüyüşü, kurban olma arzusu, özgürlük meşalesinin dinamiği, aktivitesi, hızı, enerjisi olarak şahadet mertebesi ses verir. Özlem, hasret, sabır, sebat, direnişle adalet güneşinin tuluuna muntazır olanlarda bu feda oluş duygusu bir tedbir, bir güç gösterisi, dövüş felsefesi olarak değil; İlahi bir aşk, mü’mince bir bekleyiş, takvayı tatmış bir gönül işi olarak çıkmıştır.
http://www.gencislam.com/forum/image.../wol_error.gifBu Resim Yeniden Boyutlandırılmıştır.Tıklayarak Orjinal Boyutta Görebilirsiniz.Orjinal Resim Boyutu 600x440Piksel ve 35KBayt' tır.http://img511.imageshack.us/img511/1...nbr9ih4yw3.jpg
Ziya, bazı kardeşleriyle camii avlusunda haince şehid edilen Aziz’in taziyesinde bulunmuştu. Allah yolunda ölümsüzlüğün nişanı şahadet, ibadet ikliminde Dervişane dönen Ziya’nın onulmaz tutkusu olmuştu. Artık namazı, duası, sohbeti şahadet isteğinin odağı olmuş. Yeşil kuşun kursağı bir vuslat arzusuydu.
İlimsiz cihad, fıkıhsız mücadele, takvasız amel meyvesiz ağaca benzer. Bu idrak, iman dersini medrese kürsüsünde tedris etme ihtiyacını ortaya çıkarmıştı. Ziya, bu ihtiyacı biliyordu. Bu sebeple Bingöl’ün Köklü Köyü’ndeki medreseye gider. Muhammedi bir atmosferin köyde oluştuğu ihbarı ihanet şebekesine çabucak ulaşır. Hakka diş bileyen materyalist çete, köye birkaç kez baskın yapar -Allah dilemeyince ateş bile yakmaz- sonuçsuz ve akim kalır, saldırılar. Nur korkusuyla şirk karanlığında beslenen fitne ateşi ortalığı fesatla tutuşturmak niyetinden vazgeçmedi.
25 Kasım 1993… Perşembeyi Cumaya bağlayan akşam… Köklü’ye karanlık erkenden çöker. Hazanın hüznü etrafa bir sis olup çöker. Medrese talebeleri misafirperver bir köylünün davetinde… Ziya ve Süleyman medresede kalırlar. Yarın mübarek gün… Camii cemaatine bir hazırlık için gitmemeyi tercih ederler. Karanlığın böğründe sinsi gölgeler, ağız dolusu salyalarla sessizce medreseye dadanırlar. Pencereden içeriye bakarlar. Ziya ve Süleyman Kur’an okumaktaydı. Ziya ve Süleyman’ın cesaretini bilen hainler hilelerini iyice düzüp medresenin etrafını sararlar. Gecenin zifiri karanlığı kurşun sesleriyle uyanır. Saldırıda kafasından aldığı kursun yarasıyla tekbirler ve Kur’an ayetlerini dilinden düşürmeyen Süleyman ve direnerek dört haini cehenneme yakıt olarak sunan Ziya ruhunu şehid olarak ALLAH’A teslim eder. İki yiğit can, takva portresi, imanı özümsemiş çelik yürekli genç, Hz. Muhammed sevdalısı iki hayat… Ebediliğe yeşil kuşun kursağında yürürler. Geride kalan müminlere müjde, kan içici zalimlere korkunç akıbeti anlatmak arzusuyla ölümsüzlüğe, Kevser havuzuna yürürler. Al kanları Çapakçur toprağını hidayet meyvelerini yeşertmek için sular… Gök ise adeta iki şehidin- Ziya ve Süleyman’ın- hüznünü paylaşır. Yağmur, rahmet olup iner toprağa. Kalp ehli ise bu iki şahadeti duygularına şu dizelerle beste yapar, Allah yoluna kurbanlık sırasını gözlerken:
Bingöl törek köyünde
Camii medresesinde
Süleyman ile Ziya
Şahadet müjdesinde
Nice yiğitler yatar
Toprağının bağrında
Süleyman ve Ziya
Bedirler yaşar orda
Mescid gülü Ziya ile
Kabristanında aşkla
Buluşmazsam ikisiyle
Neyleyeyim Bingöl seni
İbrahim DAĞILMA
Kuranehli.Net Yazarı
__________________
http://img2.blogcu.com/avatars/l/e/y...leylifer06.jpg
Bir ''VAR''dan gelen bunca varlık,Bir ''YOK''a nasıl sığar?(N.F.K)