-
Ütopya_2
Ütopya
Ütopya, aslında olmayan, tasarlanmış olan ideal toplum ve devlet şekli anlamı taşır. Ütopyalar, ideal düzen arayışlarının tasarlanmış tipik örnekleridir.
Ütopyalar üzerine görüşler iki biçimde ortaya çıkmıştır. Bir kısmı özendirici, istenen nitelikte, diğer bir kısmı ise korkutucu, ürkütücü ütopyalardır.
A)İstenen (Özendirici nitelikte ) Ütopyalar
Bu tür ütopyalar ideal bir toplum ve devlet tasarımlarıdır. Bu özellikteki ütopyaların en önemlileri şunlardır:
Platon’un Ütopyası : Platon Devlet adlı eserinde ideal devletin nasıl olacağını belirtmiştir. Bu devlette insanlar üç sınıfa bölünmüştür; Çalışanlar ( işçiler, çiftçiler, zanaatkarlar), bekçiler (askerler) ve yöneticiler. İşçi sınıfı çalışıp üretimde bulunarak devletin maddi ihtiyaçlarını karşılar. Bekçiler sınıfı toplum içinde güvenliği ve dışarıya karşı devletin varlığını savunur. Yöneticiler sınıfı ise devleti yönetir. Bu toplumda her sınıfın bir erdemi vardır .İşçi sınıfını erdemi kanaatkâr olmak, bekçi sınıfının erdemi cesaret, yöneticilerin erdemi ise bilgeliktir.
Platon’un açtığı bu ütopik devlet anlayışı yolu, gelecekte hem doğu hem de batı felsefelerinde temsilciler bulmuştur. Doğu felsefesinde böyle ütopik bir devlet anlayışını Fârâbî’ de görmekteyiz.
Fârâbî (870-950)’nin Ütopyası : Platon’dan etkilenen Fârâbî Medinet’ül Fâzıla (Erdemli Şehir) adlı esrinde böyle ütopik bir devlet tasarlamıştır. Ona göre, insanlar yardımlaşarak bir arada yaşamalıdır. Sağlıklı bir organizmada bütün organlar nasıl uyumlu bir şekilde çalışıyorsa, toplum da böyle olmalıdır. Kötü insanlar toplumdan çıkarılmalıdır. Erdemli şehirde gerçeklikler, doğruluklar, iyilik ve güzellikler birleşirler. Bunu sağlayan bu şehrin yöneticisidir. Yönetici, peygamber ile filozofun erdemlerini kendinde toplayan kişidir ve bu özeliklerini topluma yayarak devleti yönetir. Bireylerin de yöneticinin bilgilerine katılmasıyla mutlu bir şehir doğar.
Thomas Morus (1478-1535) ‘un Ütopyası : Roman tarzında yazdığı Ütopya Adası adlı eserinde ütopik bir devlet tasarımı ortaya koyar. Bu devlette özel mülkiyet yoktur ve yasaktır. Herkes devlet adına üretir. Para geçerli değildir. Üretilenlerden herkes ihtiyacı kadar alır. Bireyler günde altı saat çalışır, geri kalan zamanlarını sanat ve bilimle uğraşarak geçirirler. Yöneticiler, tıpkı Platon’un ideal devletinde olduğu gibi, çok sıkı bir eğitimle yetiştirilir.
Tommaso Campanella (1568-1639)’nın Ütopyası : Güneş Devleti adlı eserinde ütopik bir devlet yasarımı yaparken, o da Platon’un etkisi altında kalır. Güneş kentte her şey ortaktır. Aile yoktur. Eşlerin seçimi yönetimce yapılır. Kent bir rahip tarafından adilce yönetilir. Herkes dört saat çalışır. Geri kalan zamanda sanat, eğlence, okuma, beden ve ruhları eğitme gibi zevk veren işlere ayrılır. Yöneticinin yetkisi mutlaktır. Adları “Güç”, “Akıl”, “ Sevgi” anlamına gelen üç yardımcısı vardır.
Francis Bacon (1561-1626)’ ın Ütopyası : Yeni Atlantis adlı eserinde ütopik devletini tanıtır. “Ben Salen” adlı adada sağlam bir ahlâk anlayışı egemendir. Özel bir örgüt halkın bu yüksek bilgi ve kültürünü planlar ve yürütür. Buna göre “Yeni Atlantis” bir bilgi devleti olarak tasarlanmıştır.
B)Korkutucu Nitelikte Ütopyalar
Günümüzde de ütopyalar yazılmaktadır. Ancak, bunların ortak bir niteliği vardır, o da toplumları gelecekte bekleyen tehlikeleri göstermektir. Bu tehlike bir yandan makineleşen bir toplumda insanın duygu, düşünce ve değer sistemleri ile yok olup gitmesidir. Öte yandan, insan özgürlüklerinin, demokratik hakların kurulacak bir despotik devlet tarafından yok edilmesidir. Bu ütopyalar insanları bu türden tehlikeler için önceden uyarmaktadır.
Huxley (1894-1963)’in Ütopyası : Yeni Dünya adlı eseri bir bilim-kurgu özelliği taşır. “ Yeni Dünya” da teknoloji çok gelişmiştir. İnsanlar sunî yoldan üremektedir. Evlilik yoktur. İnsanlar çalışır ve eğlenirler. Hastalanma ve yaşlanma yoktur. Geçmiş tüm değerleriyle yok edildiği için , geçmişi düşünme ve özlem duyma yoktur.
Bu ütopya, doğal yaşamdan kopmayı dile getirme açısından geleceğe ilişkin bir korku ütopyasıdır.
G. Orwel (1903-1950)’ın Ütopyası : Orwel, ‘1984’ adlı eserinde despotizmin (zorbalık) egemen olduğu bir dünyayı tasvir eder. Bu ütopyaya göre, dünya eşit güce sahip üç bloka ayrılmıştır. Yönetenler tek egemen güçtür. İnsanlar yöneticilerin korkusu ile sinmiş, özgürlükler kaldırılmış, ahlâki ve insani duygular yok edilmiş, düşünme ve düşündüğünü söyleme yasaklanmış, yaşam tüm güzelliklerini yitirmiştir. Hiç kimse birbirine güvenememektedir. Çoğu kişiler casustur. En yakınlarını yönetime gammazlama bir ödev haline getirilmiştir. Bireylerin kişilikleri tamamen silinmiştir.
Orwel bu eserinde, gelecek üzerine korkularını dile getirmiştir. İnsanları, modern dünyayı etkileyebilecek sorunlar üzerinde düşünmeye yöneltmek istemiştir.
Akılcılıkla İslamı Bağdaştırmaya Çalışan İlk Türk Düşünürü: F A R A B İ
Farabi (Faraplı) diye anılan Ebu Nasr Muhammet (870-950), eski Grek felsefesini yorumlayan ve geliştiren bir filozof olarak tanınmaktadır. O İslam dinine felsefi bir nitellik kazandırmak, İslamiyetle Platon(Eflatun) ve Aristoteles felsefelerini bağdaştırmak istemişti. Bu nedenle İslam felsefesinin kurucusu sayılmış,aynı zamanda kendisine Aristoteles’ten sonra gelen ikinci öğretmen anlamında “hace-i sani” unvanı verilmiştir. Bunun dışında onun siyaset sosyolojisi ile ilgili olarak yazdığı Erdemli Şehir adlı eseri de ününü artırmıştır. Farabi, bu kitabında faziletli bir devletin ve onun başkanının nasıl olması,ne gibi nitelikler taşıması gerektiği üzerinde durmuştu. Nihayet onun bir bilim sınıflaması yapması ve bu arada müziği bir bilim dalı olarak ele alıp değerlendirmesi de belirtilmeye değer.(Ş. Turan, Türk Kültür Tarihi, s: 164)Farabi (872-950),İslam uygarlığında siyaset felsefesinin kurucusudur. Siyaset felsefesi ile ilgili temel düşüncelerini “Fusul al-Madani”, “ Medine-i Fadıla”(Erdemli Şehir) ve “ Kitab es-Siyaset” başlıklı eserlerinde ortaya koymuştu. Erdemli Şehir adlı yapıtında Eflatun’un ‘Cumhuriyet’inden yararlandığı anlaşılıyor. Doğu felsefesi ile eski Yunan felsefesini birleştirmeye, uzlaştırmaya çalıştı.
Siyasal alanda eski Yunan felsefesi,Arap düşüncesine 9. yy’da El-Kindi ile girmişti. Eflatun’un ve Aristo’nun eserlerinin Arapça çevirilerinden yararlanan El-Kindi, devlet yönetimi ile ilgili bir düzine risale yazmıştı. Bununla birlikte İslam uygarlığında siyaset felsefesinin kurucusu olarak Farabi bilinir. Farabi, devlet felsefesi ile ilgili temel düşüncelerini “Fusul al-Madani”, “Medine-i Fadıla” ve “ Kitab es-Siyaset” başlıklı eserlerinde ortaya koymuştur. Bue eserlerde,devleti Aristo gibi uzuvcu bir yaklaşımla ele almış ve nasıl insan vücudu belli organlardan oluşuyorsa,çeşitli düzeydeki toplumların da belli organlardan oluşan bir yapıya sahip olduklarını iler sürmüştür. Farabi bu konuda,Eflatun’un “Cumhuriyet”inden esinlendiği anlaşılan, beş tabakalı bir Erdemli Şehir ("Medine-i Fadıla”) tablosu çizmiştir. Bu siyasal birimin başında bir “filozof-hükümdar” bulunacak,eğer böyle biri yoksa devleti ya bir grup ya da kanun ve gelenekleri iyi bilen biri yönetecektir. Toplumun tabakaları birbirlerine sevgi ile bağlı olacaklar ve toplumun yönetimine “adalet” ilkesi egemen kılınacaktır. Farabi, devlet hayatı ile ilgili ilkeleri sayarken, ilk olarak “adalet”i belirtmekte ve “ adalet toplum mensuplarının paylaştıkları bütün iyi şeylerin başında gelir” demektedir. Burada “Prenslerin aynası” geleneğini oluşturan, doğu felsefesi ile eski Yunan siyasal düşüncesini birleştiren temel bir ilke ile karşı karşıyayız.
Farabi’nin düşüncesi,kendisinin ölümünden yüzyıllarca sonra bile etkisini sürdürmüş,Osmanlı uleması tarafından da okunan ve sık sık anılan eserlerden biri olmuştur. Bu etkileme zincirinin en önemli halkalarını, Sasani devlet ilkelerini de Emevi döneminden itibaren özümleyen Arap devletleriyle, Selçuklu devleti teşkil etmiştir. 17. yy’da Katip Çelebi, Keşf-ül-Fünun’(Fenlerin Keşfi)u yazarken Osmanlı medreseleri “ilm-i siyaset” alanında kitaplarla doluydu.
Thomas More ve Ütopya
Her şeyden önce Thomas More ’un yaşamından bahsetmek gerekirse kendisinden sonra gelecek pek çok toplum bilimciyi etkilemiş bu yazar Ütopya’nın isim babası olmasının yanında düşüncelerinden ölümü pahasına dönmemiş bir yazardır.
Gençliğinde dostlarının da etkisiyle hukuku seçer. Bu mesleği ve bilge kişiliği sayesinde kralın yanında bakan olarak çalışmaya başlar. Fakat bu durum bile onu düşüncelerinden vazgeçirememiştir. O Ütopyasında komünist bir düzenden bahsetmekten çekinmemiş ve herkesin eşit olduğu bir yaşantı hayal etmiştir.
Onun hayalini kurduğu ülke hakkında bilgi vermek gerekirse onun ülkesinde hiç kimse özel mülk kavramını bilmez. Herkesin evi aynı stildedir. Evlerde bir sokak bir de bahçe kapısı var ve kilit yoktur. Herkes istediği eve girebilir. Sahiplik duygusu olmasın diye 10 yılda bir ev değiştirilir. Evlerin böylesine düzenli olduğu bir adada kıyafetlerde oldukça düzenlidir. Hemen hemen herkes aynı şekilde giyinir.
Köylerde 40 kişinin çalıştığı çiftlikler bulunur ve bunlar yaşlı ve bilge olan biri kadın ve biri erkek iki kişi tarafından yönetilir. Çalışma süreleri de sadece 6 saattir. Bu durumu More günümüzde çalışan kesimin sadece kendisine değil zengin kesime de bakması gerektiğini,dolayısıyla bu durumun emekçilerin işlerini oldukça zorlaştırdığını söyleyerek açıklıyor ve Ütopya gibi eşitlikçi bir ülkede insanların 6 saat çalışmasının onlara yettiğini söylüyor.
Ütopya’da ki başka bir durum ise hayvanların Ütopya halkı tarafından öldürülmemesi. Ütopyada bu işi Ütopya halkı yerine köleler yapar. Bu durum Ütopyalıların böyle vahşi davranışlardan uzak kalmasını sağlamaktadır.
Ütopya’da savaş zaferleriyle de övünülmez. Sadece zorunlu hallerde savaşa girerler. Altın ve gümüş ise sadece savaş için tutulur.
Mutluluğu zevkte bulan bir ahlak ve çilecilikten uzak bir dinsel tutum söz konusudur. Kadınlar da rahip olabilir, rahipler onurlandırılır ama toplumda güç sahibi de değildirler.
Kitabın başlarında denizci ile esas kahraman arasında ilginç bir diyalog geçer denizci “Öldürmek (ölüm cezası) hırsızlığı cezalandırmak için çok ağır, hırsızlığı önlemek içinse çok hafif bir cezadır. Siz hırsızlık yapanlara ceza vermeye çalışacağınıza kimsenin çalmak zorunda kalmaması için çalışsanıza” der. Buna esas kahraman “fakat bazıları çalışmak yerine hırsızlığı seçiyor” deyince denizci de ona savaşlar yüzünden artık çalışamaz hale gelmiş insanlardan yada çalışmak isteyip de iş bulamayanlardan bahsediyor.Thomas More burada hırsızlığı savunmak yerine bu olgunun gerçek sebeplerini ortaya koymaya çalışıyor.
Thomas More kitabında sadece tam eşitlikle adaletin yerine gelebileceğini belirtiyor ve tam eşitliğinde Ütopya gibi bir düzenle sağlanabileceğini söylüyor. Her ne kadar kitabın sonunda Ütopya ile ilgili eleştirilerde bulunsa da bu daha çok kendini kilisenin gazabından korumak istemesinin bir sonucudur. Ayrıca More kitabında köle anlayışını da çok değişik bir biçimde ele almıştır. Onun yarattığı ülkedeki kölelik disiplin altına alınmış ve yararlı işlerle uğraşan kişilerden oluşuyor. Onun yarattığı ülkede köleler bir gün özgür olabilecek insanlardan oluşuyor.
Genel olarak bakıldığında Ütopya halkı oldukça mutlu ve zengindirler. Özel olarak hiçbir şeyleri olmamasına karşın oldukça zengindirler. Onun ülkesinde ne toplumun en yararlı kişileri olan işçiler zenginlere bakmak zorundadır ne de insanlar arasında fark gözetilir. Bütün bu gerçekler sonucunda Ütopya gibi bir ülke oluşmuştur yazarın kafasında. Thomas More un Ütopyası 1500lü yıllarda yazılmasına karşın bu gün bile anlattığı pek çok şey gerçekliğini korumaktadır. Bunun sebebi ise Thomas More’ un Ütopyasının evrensel gerçekliklere dayanmasıdır. Thomas More’un yaşantısındaki bir diğer önemli nokta ise kitabında eleştirdiği ölüm cezasına kendisinin kurban gitmesidir.
Sonuç olarak Thomas More' un Ütopyası pek çok kişiye ilham kaynağı olmuş ve döneminin sosyalisti (her ne kadar Ütopyadaki yumuşak tutumu liberalizme benzetenler olsa da) olarak olmasını istediği kamu düzenini Ütopyada çok iyi bir biçimde yansıtmıştır. Bu sebepten dolayı kitap güncelliğini bu güne kadar korumuştur.
İtalyan Giordano Bruno 1600 yılında Roma'da diri diri yakılırken Fransız Michel de Montaigne yaşamıyordu, öleli sekiz yıl olmuştu. Ama bir başka İtalyan, Tommaso Campanella, o sırada otuz iki yaşındaydı ve Bruno'nun diri diri yakılışını gördü. Oysa, onun da başına gelecekler vardı, diri diri yakılmayacaktı ama, İspanya egemenliğine karşı çıktığından ötürü ömrünün yirmi yedi yılını Napoli zindanlarında geçirecekti.
XVI. yüzyıldan XVII. yüzyıla geçiyor, XVIII. yüzyıla yöneliyoruz. Görüyorsunuz ki XII. yüzyılda öldüğü sanılan ortaçağ henüz gizli gizli yaşamakta, can çekişmektedir. Bu koca karanlık çağı öyle birkaç yüzyıl içinde temizleyivermek olacak iş değildi elbet.
Kendilerini mutlu kılacak devleti yeryüzünde bulamayan insanlar, onu masallarda tasarlıyorlar. İngiliz Thomas More'un Ütopya masal devletinden sonra, İtalyan papazı Tommaso Capanella'nın (1568-1639) Güneş Ülkesi masal devleti böylesine bir düşünce ürünüdür. Örnek, Platon'dan gelmiştir. Rönesans, yeni Platonlar yaratmaktadır. Aranılan, insan mutluluğudur. Tommaso Campanella da Platon'la Tomas More gibi, bu mutluluğun, düzenli bir devletle gerçekleşebileceği kanısındadır. Her üçüne göre de kişilerin mutluluğu için devlet gereklidir. Ancak bu devletin nasıl olması gerektiği yolunda birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Bununla beraber, kişiyi mutlu kılacak devletin toplumcu bir devlet olmasında birleşmektedirler.
Campanella'nın Güneş Ülkesi (Civitas Solis), Topraban adasındadır (Seylan). Ülke, yedi bölgeye ayrılmıştır ve her bölge bir yıldızın adını taşımaktadır. Tepedeki tapınağın içinde yedi şamdan yanıyor. Pythagoras'tan kalma sayı mistikliğinin Campanella'da da sürüp gittiği görülmektedir. Koyu dinci olan bu devletin başında büyük metafizikçi ya da sol adını taşıyan bir papaz vardır. Campanella, böylelikle, Mesih Monarşisi (Monarchia Messiae) adlı yapıtında savunduğu, bütün prenslerin papanın yönetimi altına girmeleri düşüncesini de gerçekleştirmektedir. Büyük metafizikçi işbaşına seçimle gelir, koltuğunu bilgeliğin gücüyle kazanmıştır. Daha açık bir deyişle, büyük metafizikçi, güneş ülkesinin en bilge kişisi olduğu için seçilir. Ömrünün sonuna kadar bu koltukta oturabilir. Ancak, kendisinden daha bilge bir kişi yetişirse büyük metafizikçiliği ona bırakmak zorundadır. Büyük metafizikçi ya da sol, memurlarını kendi seçer. Kesin ve karşı konulmaz yetkileri vardır. Kendisinden daha bilge bir kişi yetişmediği sürece bir çeşit diktatördür. Dinsel ve siyasal yönetim, tümüyle ona bırakılmıştır. Kendi seçtiği üç büyük bakan vardır. Pon (pouvoir, güç) adını taşıyan güç bakanıdır, askerlik ve savaş gibi güce dayanan bütün işleri o yönetir. Sin (sagesse, bilgelik) adını taşıyan bilgelik bakanıdır, dinsel ve eğitimsel bütün işleri o yönetir. Mor (amour, aşk) adını taşıyan aşk bakanıdır, sağlık işleriyle cinsel işleri o düzenler.,
Platon, özel mülkiyeti sadece yöneticiler için ve en iyi yönetmeyi sağlamak amacıyla yasaklıyordu. Thomas More, özel mülkiyeti eşitliği sağlamak ve kötülüklerin kökünü kurutmak amacıyla bütün vatandaşlara yasaklamıştır. Campanella bu konuda Thomas More'a katılmaktadır. Güneş ülkesinde de özel mülkiyet bütün vatandaşlar için kaldırılmıştır. Her şey devletindir. Güneş ülkeliler birlikte üretip birlikte tüketmektedirler. Thomas More'un yasakladığı lüks üretime Campanella izin vermektedir. Ona göre, kişilerin mutluluğu için lüks de gereklidir. Platon'un sekiz saat olarak yasalaştırdığı çalışma yükümü (mükellefiyet), Tomas More'da altı saat, Campanella'da dört saattir. Çalışma saatlerinin gittikçe azalmasının nedeni, planlı çalışmanın az emeği gerektirdiği düşüncesidir. Campanella'ya göre lüksü de içine alan bütün üretim için vatandaşların dört saatlik çalışmaları yetecektir. Böylelikle vatandaşlar eğlenmeye, güzel sanatlarla uğraşmaya, Tanrı'ya bağlanmaya daha çok vakit bulacaklar ve daha mutlu olacaklardır. Güneş ülkesinde tembellik suçtur ve cinsel birleşmeden yoksun bırakılmak cezasıyla cezalandırılmaktadır.
Platon, aileyi de özel mülkiyet gibi sadece yöneticiler için ve iyi yönetmeyi sağlamak amacıyla yasaklıyordu. Thomas More aileye dokunmamış, tersine, aileyi desteklemişti. Campanella bu alanda Platon'la birleşmektedir. Güneş ülkesinde aile yoktur, kadınlarla erkekler evlenmeden birbirleriyle birleşirler. Çocuklar, Platon'da olduğu gibi , toplumundur, ana babalarını tanımazlar. Devlet onları toplu olarak büyütür, eğitir ve iyi vatandaş yapar. Ancak, Thomas More özel mülkiyet yasağını Platon'a karşı nasıl bütün topluma yaymışsa, Tommaso Campanella'da aile kurmak yasağını Platon'a karşı bütün topluma yaymaktadır. Bir başka deyişle, Platon'da sınıflar vardır ve yasaklar bu sınıflar için ayrı ayrıdır; Thomas More'la Tommaso Campanella'da sınıflar yoktur, konulan yasaklar da bundan ötürü bütün toplum içindir. Güneş ülkesinde aile bulunmadığı halde cinsel birleşmeler pek o kadar kolay değildir, isteyen istediğiyle birleşemez. Kimin kiminle birleşeceğine memurlar karar verir. Bu yasa, aşk bakanının yürütmek zorunda bulunduğu başlıca görevlerden biridir. O kadar ki, aşk bakanı, sadece insanların yetkinliğiyle değil, hayvanların yetkinliğiyle de görevlidir. Bu açıdan üretim araçları olarak ele alınan insanlar ve hayvanlar, yetkin olmalıdırlar.
Aile konusunda Campanella'nın bir özelliğide, Thomas More'un özel mülkiyette bulduğu bütün kötülükleri ailede bulmasıdır. Thomas More bütün kötülüklerin (hırsızlık, kavga, öldürme, kıskançlık, yalan) kaynağını özel mülkiyetin varlığında bulmaktaydı. Tommaso Campenella da bütün bunların kaynağını ailenin varlığında bulmaktadır. Ona göre kötülüklerin tümü kadına ve çocuklara verilen değerden doğar. Bu değerler ortadan kalkarsa kötülükler çok azalacaktır. Bu noktada da More'la Campanella arasında bir ayrılık vardır. More, özel mülkiyetin kaldırılmasıyla kötülüklerin tümüyle ortadan kalkacağına inanıyordu. Campanella, ailenin kaldırılmasıyla kötülüklerin büsbütün ortadan kalkacağına inanmıyor, sadece azalacaklarını söylüyor. Bu düşüncesinin sonucu olarak da Güneş ülkesinde güçlü bir ceza hukuku ve ceza sistemi vardır.
Campanella'nın pratik etkileri, Platon'la More'a göre, çok geniş olmuştur. Öncelikle, pratik alanda hiçbir yankı uyandırmadıkları halde, Tommaso Campanella uzun bir süre gerçekleşmiştir. Kalabriya ayaklanması, Güneş ülkesinin gerçekleştirilmesi için yapılmıştır. Rinaldi adındaki bir sosyalist şefin yönetiminde yapılan ayaklanma, önceden haber alınıp bastırılmasaydı, Campanella'nın düşü, daha o yaşarken gerçekleşecekti. Bu ayaklanmaya otuz çektirmeyle Türkler de katılmışlardır.
Campanella'nın öldüğü yıl olan 1639'da, cizvit papazları, onun düşünü Paraguay'da gerçekleştirdiler. İspanya'nın olayı önemsememesinden yararlanan papazlar, Paraguay yerlilerini Güneş ülkesi örneğine uygun olarak örgütlediler. Toprak mülkiyeti, Tanrı'ya (Paraguay yerlilerinin dilinde Tupanbak) bırakılmıştı. Ülke otuz köye ayrılmıştı. Üretim, Tanrı için yapılmaktaydı, tüketimse bütün vatandaşlar içindir. Her köyde iki cizvit papazıyla bir yerli yardımcı, üretim ve tüketimi düzenliyordu. Ancak aileye dokunulmamış, aile cizvitlerce de, Thomas More'da olduğu gibi, desteklenmişti. Daha da ileri gidilerek, birtakım erdemsizlikler doğurduğundan ötürü bekarlık yasaklanmıştır. Evlenme zorunluğuna karşı, çocuklar toplumundu. Çocuk, memeden kesilinceye kadar ansında bırakılıyor, memeden kesilince toplumsal eğitime veriliyordu. Çocuklara, aileye bağlılık yerine topluma bağlılık duygusu aşılanıyordu. Çocuklar, koyu bir Katolik eğitimiyle yetiştiriliyorlardı. Esir avcılarından kaçan bütün yerliler Güneş ülkesine sığınıyorlardı. 1765 yılında ülkenin nüfusu yüz elli bine çıkmıştı. Paraguay Güneş ülkesi 1773 yılına kadar, yüz otuz yıl yaşadı. 1767 yılında, dinsel nedenler yüzünden, İspanyollar Paraguay'dan cizvit papazlarını kovdular. Yerliler, alıştıkları düzeni bir süre daha uyguladılarsa da sağdan soldan gelen baskılara dayanamıyarak dağılmak zorunda kaldılar. Tupanbak, topraklarını koruyamamıştı. Böylece, Tommaso Campanella'nın Katolik egemenliği ütopyası da tarihin derinliklerine karışmış oldu.
Gerek Platon, gerekse Campanella, kurmayı düşledikleri devleti, insanları mutlu etmek için tasarlamışlardır. Eğitim anlayışları bakımından insanları daha iyiye götürmeyi hedefleyen bu toplum düzenleri, yaklaşık olarak aynı tarzda düşünülmüştür. Campanella’nın yer yer Platon’un düşüncelerine katıldığını veya katılmadığını belirtmesi, onun geniş çapta Platon’dan etkilendiğini göstermektedir. Ancak bu etkilenme, onun Platon’la her konuda aynı düşüncede olduğu anlamında değildir.
Platon, toplumun insan organizmasına benzetilebileceğini, dolayısıyla da insanın beden ve ruha ait bölümlerinin, devlette de bulunabileceğini kabul etmektedir; oysa Campanella’da böyle bir benzetmeye rastlanmamaktadır.
Her iki düşünür de kurmayı planladıkları ortaklık esasına dayalı toplumun, tabiata uygun olduğunu söylemektedirler. Filozofların, devlet anlayışlarında kanuna yer vermemelerinin sebebi, devletin doğaya uygun olduğunu kabul ettiklerinden dolayı olabilir. Doğaya uygun olan devletin, doğal hukuk kurallarına göre idare edilmesi gereğini dikkate alarak, aklın kurallarına göre devletin yönetilebileceğini düşünmüş olmaları muhtemeldir. Böylece onlar, ideal devletin, tabiata uygun devlet olduğunu kabul etmektedirler. Fakat, özellikle Platon’un doğal hukuk kurallarına tam anlamıyla uyduğu söylenemez.
Platon, sınıflı bir toplum özleyişi ile toplumu üç sınıfa ayırmakta, Campanella’da ise ikili bir tasnif göze çarpmaktadır. Bununla birlikte, Campanella, Metafizikçi dediği baş yöneticinin yardımcılarından söz ederken, adeta Platon’un toplum sınıflandırmasını takip ediyor sanısı doğmaktadır. Şöyle ki Campanella’nın yardımcı yönetici dediği Akıl, Platon’un yöneticiler sınıfının düşünme özelliğine; Güç dediği yönetici, Platon’un askerlerine ve onlardaki cesarete; nihayet Sevgi de üreticilerin özelliği olan içgüdüye tekabül eder gibi görünmektedir. Campanella’nın farkı, bunları toplum sınıfı değil de yönetici bölümleri olarak kabul etmesidir. Ancak Platon, insan doğasını incelemekle işe başlayıp insanla devlet arasında bağ kurduğu halde, Campanella, insan tabiatı ile devlet arasında ilgi kurmamıştır.
Yönetim ve toplum anlayışı bakımından sosyalizmin ilk örneği gibi görünen Platon’un devlet anlayışı, Campanella’da daha ileri giderek bir komünizm şeklinde yansımaktadır. Esasen Platon için de komünizm terimini kullanabiliriz. Ancak onun komünizm anlayışı, yalnızca koruyucular, yani askerler ve yöneticiler için planlanmaktadır. Dolayısıyla da onun komünizmi, sınırlandırılmış bir komünizmdir. Çünkü Platon, üreticiler için mülkiyet hakkı tanıdığı gibi, yöneticilerin de her türlü kısıtlamalara uyması gereğinden söz etmektedir. Oysa Campanella, hiçbir sınıfa mülk edinme hakkı tanımamakta, diğer taraftan da yöneticilere, Platon’a göre daha fazla yetki tanımaktadır. Komünizmde de yetkiler, tek bir güçte toplandığı için, Campanella’nın görüşleri komünizme daha uygun görünmektedir.
Her ikisinin de kadın ortaklığından bahsetmek suretiyle kadınlık onurunu hiçe saydıkları anlaşılmaktadır. Düşündükleri evlilikler de aile kurmaya yönelik değil, sadece üstün bir nesil üretmeyi amaçlamaktadır. Bu onursuzluğu, kadınların erkeklerle birlikte eğitim görebilecekleri tarzındaki açıklamalarla yumuşatmak istemiş olabileceklerini gözden uzak tutmamak gerekmektedir. Ancak itiraf etmek gerekir ki, her iki düşünür de cinsel konulara oldukça geniş yer ayırmaktadırlar. Yine her iki düşünür de evlenmelerin rasgele değil, devlet eliyle düzenlenmesinde hemfikirler. Bununla, namus kavramına önem verdiklerini vurgulamak istemiş olabilirler. Ancak devletin kadınlar için tek eşli evlilikler yerine tekrar evlendirmelerde kadınların başka erkeklerle de evlenmelerine müsaade etmesi, çocuk yapma yaşından sonra cinsel birleşmede serbestiyet getirmesi, Campanella’nın çocuk doğuramayan kadınları orta malı olarak nitelemesi, kadınlık onurunu zedeleyici gibi görünmektedir.
Her iki filozof da dinî inançlardan söz etmekte ve devlette inanca önemli bir yer vermektedirler. Bununla birlikte her iki düşünürde de eğitim, her şeyin önünde yer almaktadır. Platon’da, üreticiler sınıfı için bir eğitimden söz edilmemekte, oysa üreticiler ve yöneticiler için her bakımdan mükemmel olan bir eğitim düşünülmektedir. Bu ise, Platon’un sınıflı toplumunda eğitim ve öğretimde bir fırsat eşitliği bulunmadığını göstermektedir. Dolayısıyla da Platon’un devlet anlayışı, eşitsizlik ilkesine dayalı görünmektedir. Oysa Campanella, köleler hariç, toplumun bütün kesimlerinin çocukluktan başlayıp devam eden bir eğitim sürecinden eşit bir şekilde yararlanmalarını benimsemektedir. Hatta o, çalışma saatlerinde bile bu eşitliğe uymakta, çalışma dışındaki zamanların da sanatsal faaliyetlerle geçirilmesi gereği üzerinde durmaktadır. Platon’un eğitim anlayışında oyuna yer verilmezken, Campanella, eğitimin zorluğunun oyunlarla aşılmasına işaret ederek, eğitimde pedagojik bir yaklaşıma yer vermektedir.
Platon, ideal devlette kölelerin yapabilecekleri bir iş olmadığı için, bu kuruma yer olmadığını belirtirken, Campanella, kentte kölelerin de olabileceğinden söz etmekte ve bunların ağır işler için kullanılabileceklerini kabul etmektedir. Ancak, bunların toplumda bir yeri ve değeri bulunmamaktadır.
Her iki düşünür de ideal bir devlet modeli düşündükleri halde, bu ideal, Platon’da, Aristokratik bir yönetim biçiminde gözükürken; Campanella’da ağırlıklı olarak monarşiye daha yakın bir biçimde görünmektedir. Çünkü her husustaki son karar, baş yöneticiye aittir.
Kaynaklar
1. Bertrand RUSSELL, History of Western Philosophy, s. 122 – 172.
2. Bazı İnternet Web sayfaları.
3. Ord. Prof. Dr. Ernst von ASTER, İlkçağ ve Ortaçağ Felsefe Tarihi, s. 144 – 197.
4. Alâeddin ŞENEL, Siyasal Düşünceler Tarihi, s. 140 – 162.
5. Doğan ÖZLEM, Günümüzde Felsefe Disiplinleri s. 167 – 200.