İstikbalden Gelip, Maziye Dökülmek?
"Otuz Üçüncü Mektubun Yirmi Dördüncü Penceresinde beyan edildiği gibi, şu mevcudat, irade-i İlâhiye ile seyyâledir. Şu kâinat, emr-i Rabbânî ile seyyaredir. Şu mahlûkat, izn-i İlâhî ile, zaman nehrinde mütemadiyen akıyor, âlem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şehadette vücud-u zâhirî giydiriliyor, sonra âlem-i gayba muntazaman yağıyor, iniyor. Ve emr-i Rabbânî ile, mütemadiyen istikbalden gelip hâle uğrayarak teneffüs eder, maziye dökülür." (20. Mektup, 2. makam, 7. kelime)
Cevap: İstikbalden Gelip, Maziye Dökülmek?
Bu bölüm Üstad'ın dünya ile ahiret için söylediği şöyle bir analojiyi akla getiriyor. Yani dünyanın sürekli akan bir nehir, Cennet ve Cehennem alemleriyle ahiretin ise bir havuz olması. Haşir gerçeğinin çeşitli boyutlarıyla anlatıldığı 29. Söz'de şu ifadeler dikkat çekicidir:
"Evet, Cennet-Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalın iki meyvesidir ve şu silsile-i kâinatın iki neticesidir ve şu seyl-i şuûnâtın iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudâtın iki havzıdır ve lûtuf ve kahrın iki tecellîgâhıdır ki, dest-i kudret bir hareket-i şedîde ile kâinatı çalkaladığı vakit, o iki havuz münâsip maddelerle dolacaktır. (Sözler, s. 490)"
Bizim algılarımıza göre, zaman nehri tüm varlıkları/kainatı maziye denizine döküyor gibi gözükse de, aslında gerçek istikbal olan ahiret denizini, okyanusu beslemektedir.
Cevap: İstikbalden Gelip, Maziye Dökülmek?
Değerli Kardeşim, burada bu hakikati anlamamıza yardım edecek 22. sözde geçen şu paragraf ve şu misal aklıma geldi, şöyle ki:
Hem de bak ki, o gaybî zâtın saltanatına, birliğine, bütün bu şeyler, şehâdet ettiği gibi; öyle de, kafile kafile arkasından gelip geçen, o hakiki perde perde arkasından açılıp kapanan bu inkılâblar, bu tahavvülâtlar, o zâtın devamına, bekâsına şehâdet eder. Çünkü, zevâl bulan eşya ile beraber, esbabları dahi kayboluyor. Halbuki, onların arkasından, onlara isnad ettiğimiz şeyler tekrar oluyor. Demek o eserler onların değilmiş, belki zevâlsiz birinin eserleriymiş. Nasıl ki bir ırmağın kabarcıkları gidiyor; arkasından gelen kabarcıklar, gidenler gibi parladığından anlaşılıyor ki, onları parlattıran, dâimî ve yüksek bir ışık sahibidir. Öyle de, bu işlerin süratle değişmesi, arkalarından gelenlerin aynı renk alması gösteriyor ki, zevâlsiz, dâimî birtek zâtın cilveleridir, nakışlarıdır, aynalarıdır, sanatlarıdır.
Yukarıdaki ifadelere ve üstadımızın verdiği misale göre, devamlı akıp giden mevcudat bu akıp gitmeleri ve bir kararda durmamaları ile kendilerini yaratan, hayat veren, yaşatan ve zamanı gelince mevte mazhar ederek onları terhis eden bir Bâki-i Hakîki'yi, bir Alîm-i Hakîm'i gözlere ve akıllara gösteriyorlar. Bu yılki bahar mevsimi ve o mevsimde yaşayan bütün mevcudat hal dedirler. Geçen yılki bahar ve mevcudatı mazide, gelecek yılın baharı ve mevcudatı ise istikbaldedirler. Geçen yılın baharındaki mevcudat, Cenâb-ı Hak'kın ilm-i ilâhîsinden çıkıp, geçen yıl hal'i yaşamışlar ve bu yıl mazi olmuşlardır. İşte böylece mevcudatın birbiri peşi sıra gelecekten gelip, bugünü, ya da bu yılı yaşadıktan sonra vefat ederek bizim için gayb olan maziye geçmeleri kendilerine hayatı ve ölümü veren bir Bâkî-yi Sermedî'nin varlığını gösterir; diye anlıyorum.