Meleklerin Varlığının İspatı
Görülmemeleri dolayısıyla melekleri inkâr eden kimselere ne demeliyiz?
Şu görünen âlemde nice görünmez kuvvetler, kanunlar, ışınlar iç içe vazife görüyorlar. Melekler ise bunların hepsinden daha lâtif. Işınlardan çok daha kesif olan havayı bile göremeyen insanoğlunun, “görmediğime inanmam” diyerek melekleri inkâra sapması çok tuhaf.
Zevkle seyrettiğimiz bir ağaçta, yarı canlı dediğimiz bir hayat tecellisi var. Biz bu hayatı göremeyiz, ama ağacın her yaprağı ve her çiçeği bize o hayatı âdeta haykırırlar. Güneşin çekim kuvvetini de göremeyiz ama, dünyamızın güneş etrafındaki seyahatinde o kuvvetin varlığını seyreder gibi oluruz.
Gözümüz yeryüzünün taşında toprağında dolaşırken bunların arkasında bir çekim kuvvetinin var olduğunu da çok iyi biliriz. Ağaçtaki büyüme kanunu, güneşteki cazibe ve yerin çekim kuvveti. Rabbanî ordulardan sadece üç nefer gibi.
Her yanımız bu görünmeyen ordularla kuşatılmış. Her faaliyet onların varlığından haber veriyor. Bütün bunlara rağmen yine de bazı kimselerden çok garip sözler işitiriz; “görmediğim şeye inanmam” diye.
İnanmak kalbe ait bir keyfiyet. İnsan, inanmaya çeşitli yollarla gider. Görme, bunlardan sadece birisi. Yemeğin tadına dilimizle bakarız. Halbuki, gözümüz tatlar âlemini göremez. “Radyoya bak, ne haber var?” denildiğinde bu defa kulağımıza iş düşer. Sesler âlemine onunla bakarız. “Şu adama bak, ne kadar kibirli.” denildiğinde ise, onun tavırlarından aklımızla birtakım mânâlar çıkarır ve bir hükme varırız. Gerçeği bulmada görmeyi tek ölçü kabul edenler, diğer duyu organları yanında, akıl ve vicdanın vazifesini de göze yüklemiş olurlar.
Bilim adamlarına göre, insan gözü şu âlemde mevcut ışınların ancak yüzde üç buçuk kadarını görebiliyormuş. Demek ki insan, görmeyi tek ölçü kabul etse, şu görünen âlemin bile yüzde doksanından fazlasını inkâr edecektir.
Kâinat ve onda faaliyet gösteren çok değişik ışınların bir başka şeklini, bir küçük misâlini, insan bedeninde ve onda faaliyet gösteren his dünyasında görmek mümkün.
Parmağımızı meleklere inanmayan birisinin yüzüne doğru uzatalım ve “şu deri tabakası var ya” diyelim, “Onu yüzünden söküp at!”. Altındaki etleri de soy kafatasından. Bedenindeki bütün derileri aynı şekilde yüz. Akan kanlarını bir yana topla. Etlerini bir başka köşede biriktir. İç organlarını birer birer çıkarıp yan yana diz. Sonra bu et ve kemik, kan ve ilik yığınının karşısına geçerek sor kendi kendine:
“Hani aklım? Hafızam, sevgim, korkum nerede? O uçsuz bucaksız his dünyam nereye gitti?”
Sonra düşünceni bedeninden kâinata doğru yay ve inadı bir yana bırakarak şu hakikati kabul et: Bu maddî bedenimde bu kadar görünmez âlemler yaratan Allah, elbette şu koca kâinatta nice melekler, nice ruhanîler yaratmıştır.
“Hakikat katiyyen iktiza eder ve hikmet yakinen ister ki, zemin gibi, semavatın dahi sekeneleri bulunsun ve zişuur sekeneleri olsun ve o sekeneler o semavata münasib bulunsun. Şeriatın lisanında pek çok muhtelifül cins olan o sekenelere melâike ve ruhaniyat tesmiye edilir” Sözler
“Gözümün görmediğine inanmam.” sözü, tuhaf bir inadın ifadesi. İşitmediğim söze, ayak basmadığım beldeye, koklamadığım çiçeğe inanmam gibi çürük bir dava. Onlar kadar aşağı, onlar kadar tutarsız. Halbuki inanmak dendi mi, gayb akla gelir. Görülen ve işitilenler, “inanma”dan çok, “bilme” kelimesiyle ifade edilirler.
Bu insanlar, duyu organlarının o kadar tesirinde kalırlar ki, “canlılar” dendi mi, sadece kendilerini ve çevrelerindeki birtakım hayvanları anlar, bir başka hayat çeşidini kabule yanaşmazlar. Onlardan birisini iyice dinleyiniz, bütün söylediklerini şöylece özetleyebilirsiniz: “Yıldızlarda hayat olmaz! Çünkü ben atmosferin dışında yaşayamam.” Bu adam, melekleri de birer insan gibi tasavvur ediyor; onlara en, boy, ağırlık biçiyor, ağız, mide, akciğer takıyor; sonra da onları atmosferin dışına çıkarıp havasızlıktan öldürüyor ve böylece melekleri inkâra sapıyor. Halbuki bu biçare, kendi ruhunun, aklının, hafızasının da oksijenle çalışmadığını, onların da en, boy, ağırlık gibi ölçülere girmediklerini düşünebilseydi melekleri inkâr yoluna girer miydi?
Bereket versin, insanoğlu, o görünmeyen aklıyla, radyoaktif dalgalardan, lazer ışınlarına kadar öyle şeyler keşfetti ki, görünmeyenlerin görünenlerden kat kat fazla olduğu herkesçe kabul edildi de, bu adamlar da artık meydanda görünmez oldular.
Alaaddin Başar (Prof.Dr.)
Cevap: Meleklerin Varlığının İspatı
Hazret-i Ömer ve İbni Abbas ve Üsame bin Zeyd ve Hâris ve Aişe-i Sıddıka ve Ümmü Seleme, Katiyen sabittir ki, bunlar Katiyen haber veriyorlar ki, "Biz Hazret-i Cebrâil'i Dıhye suretinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında çok görüyoruz." Acaba hiç mümkün müdür ki, bu zatlar, görmeden, görüyoruz desinler?
Mektubat | On Dokuzuncu Mektup | Sayfa : 157
Cevap: Meleklerin Varlığının İspatı
Birisi: Cin ve melâikenin taifeleri, hayvan ve insanın taifeleri gibi, vücutları kati ve bizimle münasebettar olduğu, Yirmi Dokuzuncu Sözde, iki kere iki dört eder derecesinde bir katiyetle ispat etmişiz. Onların ispatını o Söze havale ederiz.
İkinci cihet: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın şerefiyle, eser-i mucizesi olarak, efrad-ı ümmeti onları görmek ve konuşmaktır.
İşte, başta Buharî ve İmam-ı Müslim, eimme-i hadis müttefikan haber veriyorlar ki: Bir defa melek, yani Hazret-i Cebrâil, beyaz libaslı bir insan suretinde gelmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Sahabeleri içinde otururken, yanına gitmiş, demiş: Yani, "İman, İslâm, ihsan nedir? Tarif et." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm tarif etmiş. Oradaki cemaat-i Sahabe hem ders almış, hem de o zâtı iyi görmüşler. O zat, misafir gibi görünürken, üstünde alâmet-i sefer eseri hiç yoktu. Kalktı, birden kayboldu. O vakit Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş ki: "Size ders vermek için Cebrâil böyle yaptı." 1
Hem haber-i sahih ile ve haber-i kati ile ve mânevî tevatür derecesinde, eimme-i hadis haber veriyorlar ki, Hazret-i Cebrâil'i çok defa, hüsn-ü cemal sahibi olan Dıhye suretinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında Sahabeler görüyorlardı. 2 Ezcümle, Hazret-i Ömer ve İbni Abbas ve Üsame bin Zeyd ve Hâris ve Aişe-i Sıddıka ve Ümmü Seleme, Katiyen sabittir ki, bunlar Katiyen haber veriyorlar ki, "Biz Hazret-i Cebrâil'i Dıhye suretinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında çok görüyoruz." Acaba hiç mümkün müdür ki, bu zatlar, görmeden, görüyoruz desinler?
1-Buharî, İmân: 37; Müslim, İmân: 1-7.
2-Buhârî, Fedâilü'l-Eshâb: 30; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 9:276-277; Ahmed İbni Hanbel, Fedâilü's-Sahâbe (tahkik: Vasiyyüllah), no. 1817, 1853, 1918; Müsned, 1:212; el-Askalânî, el-İsâbe, 1:598
Mektubat | On Dokuzuncu Mektup | Sayfa : 157
Cevap: Meleklerin Varlığının İspatı
Hem meselâ küre-i arz, küre-i arzın nevileri adedince başlar ve o nevilerin fertleri sayısınca diller ve o ferdlerin âzâ ve yaprak ve meyveleri miktarınca tesbihatlar yaptığı için, elbette o haşmetli ve şuursuz ubudiyet-i fıtriyeyi bilerek, şuurdârâne temsil edip dergâh-ı İlâhiyeye takdim etmek için, kırk bin başlı ve her başı kırk bin dil ile ve herbir dil ile kırk bin tesbihat yapan bir melek-i müekkeli bulunacak ki, ayn-ı hakikat olarak Muhbir-i Sadık haber vermiş.
Ve hilkat-i kâinatın en ehemmiyetli neticesi olan insanlarla münasebât-ı Rabbâniyeyi tebliğ ve izhar eden Cebrail Aleyhisselâm ve zîhayat âleminde en haşmetli ve en dehşetli olan diriltmek ve hayat vermek ve ölümle terhis etmekteki Hâlıka mahsus olan icraat-ı İlâhiyeyi, yalnız temsil edip ubudiyetkârâne nezaret eden İsrafil Aleyhisselâm ve Azrail Aleyhisselâm ve hayat dairesinde rahmetin en cemiyetli, en geniş, en zevkli olan rızıktaki ihsanat-ı Rahmâniyeye nezaretle beraber şuursuz şükürleri şuurla temsil eden Mikâil Aleyhisselâm gibi meleklerin pek acip mahiyette olarak bulunmaları ve vücutları ve ruhların bekaları, saltanat ve haşmet-i rububiyetin muktezasıdır.
Onların ve herbirinin mahsus taifelerinin vücutları, kâinatta güneş gibi görünen saltanat ve haşmetin vücudu derecesinde kat'îdir ve şüphesizdir. Melâikeye ait başka maddeler bunlara kıyas edilsin.
Evet, küre-i arzda dört yüz bin nevileri zîhayattan halk eden, hattâ en âdi ve müteaffin maddelerden zîruhları çoklukla yaratan ve her tarafı onlarla şenlendiren vemu'cizât-ı san'atına karşı, onlara dilleriyle "Mâşâallah, Bârekâllah, Sübhânallah" dediren ve ihsanat-ı rahmetine mukabil "Elhamdü lillâh, Ve'ş-şükrü lillâh, Allahu ekber" o hayvancıklara söylettiren bir Kadîr-i Zülcelâli ve'l-Cemal, elbette, bilâşek velâ şüphe, koca semavata münasip, isyansız ve daima ubudiyette olan sekeneleri ve ruhanîleri yaratmış, semavatı şenlendirmiş, boş bırakmamış ve hayvanatın taifelerinden pek çok ziyade ayrı ayrı nevileri meleklerden icad etmiş ki, bir kısmı küçücük olarak yağmur ve kar katrelerine binip san'at ve rahmet-i İlâhiyeyi kendi dilleriyle alkışlıyorlar; bir kısmı, birer seyyar yıldızlara binip feza-yı kâinatta seyahat içinde azamet ve izzet ve haşmet-i rububiyete karşı tekbir ve tehlil ile ubudiyetlerini âleme ilân ediyorlar.
Evet, zaman-ı âdem'den beri bütün semavi kitaplar ve dinler meleklerin vücutlarına ve ubudiyetlerine ittifakları ve bütün asırlarda meleklerle konuşmalar ve muhavereler, kesretli tevatürle insanlar içinde vuku bulduğunu nakil ve rivayetleri ise, görmediğimiz Amerika insanlarının vücutları gibi meleklerin vücutlarını ve bizimle alâkadar olduklarını kat'î ispat eder.
İşte, şimdi gel, İmân nuruyla bu küllî ikinci meyveye bak ve tat: Nasıl kâinatı baştan başa şenlendirip, güzelleştirip bir mescid-i ekbere ve büyük bir ibadethâneye çeviriyor! Ve fen ve felsefenin soğuk, hayatsız, zulmetli, dehşetli göstermelerine mukabil, hayatlı, şuurlu, ışıklı, ünsiyetli, tatlı bir kâinat göstererek bâki hayatın bir cilve-i lezzetini, ehl-i imana, derecesine göre dünyada dahi tattırır.
Kaynak:Asa-yı Musa | Birinci Kısım | 74