Doç. Dr. Ali Murad Daryal
Allahu Teâlâ\'nın orucun şartlarını bir dakika veya daha azına bile müsaade etmeyecek kadar ciddî tutması, Müslümanların zaman mefhumunun değerini kavramaları, avârelikten kurtulmuş insanlar olarak hayatlarını zamana göre tanzim etmeleri, zamanı en iyi şekilde kıymetlendirmeleri, kısaca hayatlarını zamanla disipline eden insanlar olmalarını sağlamak içindir.
SUÇU İTİRAF
Oruçlu bir kimse hiç kimsenin bulunmadığı bir yerde orucunu sakatladığı veya bozduğu takdirde hata veya suçunun cezasını biliyorsa bunun cezasını kendisi, kendine verir. Kendisini, vicdânına karşı birtakım mâzeretlerle suçsuz göstermeye çalışmaz. Bu ise kişilerin hak, hukuk ve gerçekler uğruna kendi kendilerinin aleyhine de olsa karar verebilmeleri ve bunu kendi aleyhlerine tatbik edebilmeleri demektir.
Şâyet yaptığı suçun cezasını bilmiyorsa bir âlime giderek hiç kimsenin görmediği yerde yaptığı hata veya suçu itiraf eder ve cezasının ne olduğunu öğrenir. Bu cezayı da tereddütsüz, itirazsız kabûl edip yerine getirir. Suçunu azaltabilmek için birtakım mâzeretlere, birtakım bahanelere başvurmaz. Yâni Allah rızâsı için kendi kendisinin aleyhinde şehâdette bulunur. Burada şunu da belirtmek gerekir ki; Allah rızâsı için kendisinin aleyhinde şehâdet eden bir insanın, Allah\'dan korkmadan yalan yere başkasının hesabına yalancı şâhitlik etmesi ne derece mümkündür?
Kısacası, bu gerçeklerle oruç, kimsenin bulunmadığı bir yerde bir kabahat, bir suç işleyen Müslümana suçunun cezasını bildiği takdirde kendi aleyhinde hüküm verip bu hükmü de hiçbir müsamaha göstermeksizin, hiçbir aracı kabul etmeksizin kendi aleyhinde tatbik edebilme ve eğer suçunun cezasını bilmiyorsa hakime giderek hiçbir yalan-dolana başvurmadan suçunu bütün çıplaklığıyla itiraf edip cezasını itirazsız kabul edebilme ruh büyüklüğünü, ruh sağlamlığını verir.
Yalnız Müslümanların yaptıkları bu itirafları Hristiyanlıktaki suç itirafı ile karıştırmamak gerekir. Çünkü bir Hristiyan suçunu kendi din adamına itiraf ederken bunun affedileceğini bilir. Bu yüzden bu itiraf \'büyük bir ruh\' isteyen bir itiraf değildir. Zirâ danışıklı döğüştür. Buna karşılık Müslüman itirafını yaparken bu suçunun muhakkak sûrette cezalandırılacağını bilir. Bunu bile bile suçunu gizleyemez. Gönül rızasıyla suçunun cezasına razı olur ve adaletten şikayet etmeksizin suçunun cezasını çeker. Suçun cezasız kalmaması onların ruhlarında ve zihinlerinde hak mefhumunu kutsallaştırır. Hakkın itirafını da ibâdetleştirir. Artık toplumda hak gizlenmez ve çiğnenmez olur.
Oruç tutan bir kimsenin hatır, gönül veya maddî vaad karşılığı hiçbir şekilde orucunu bozamaması, oruç tutan üzerinde vaad edilen maddî menfaat ve çıkarlara meyletmeden, ortaya sürülen hatır gönüllere iltifat etmeden; hatta bunları aklına bile getirmeden uyulması gereken emirlere ve yasaklara, kanun ve nizamlara sonsuz bir itâat gerektiği fikrini telkin eder. Ve yine bu hal, herkesin kendi vazifesinden ancak kendisinin mes\'ul olacağını, kimsenin başkasının vazifesine gayr-i meşrû yolda müdahale etme hakkı bulunmadığını ifade eder. Ve bu arada her ne pahasına olursa olsun vazifenin her şeyden üstün olduğunu ve birtakım maddî menfaatlere meyletmeyerek vazifenin ifâ edilmesi gerektiğini gayet açıkça belirtir.
Oruç tutan bir kimsenin orucunu sakatlaması veya bozması sonucu lâzım gelecek olan kaza veya cezanın hastalık gibi haller hariç zengin-fakir, mevki sahibi-mevki sahibi olmayan... vs.\'ye göre ayrı ayrı değişik şekilde olmayıp yani adama göre olmayıp aksine bu hükümlerin hiçbir ayrılık gözetmeksizin eşit şekilde tatbik edilmesi, kısacası aralarında rütbe, mevki, para... vs.\'ye göre bir ayrım yapılmaması, yâni herkesin istisnasız eşit tutulması üzerinde ayrıca fazlasıyla durulması gereken bir husustur. Allahu Teâlâ\'nın sonsuz bir eşitlik fikri üzerinde durması insanlara karşı hareket ve davranışlarımızda bizlere yol göstermelidir.
İNSAN VARLIĞI
İnsanın madde âleminden ilk tanıdığı varlık kendi varlığıdır. Bu ilk tanıdığı kendi varlığını namazda reddeden insanın aynı saftaki başkalarını düşünmesi tabiî mümkün değildir. Kısacası, namazda Allahu Teâlâ\'nın karşısında insan, ne kendini ne de başkasını düşünebilir. Böylece farz namazlarında hareket birliği yâni maddî birlik içinde olan Müslümanlar aynı zamanda yöneldikleri varlık bakımından da bir istikamet birliği yâni mânevî birlik içindedirler.
Buna karşılık oruçta oruçlu insan kendi hail icabı, kendisi gibi oruçlu yani aç, susuz insanları düşünüp içinde onlara doğru bir akış, bir yakınlaşma hisseder.
Başka bir ifade ile, aynı varlığa inananlar, inançları icâbı kendilerini başkalarına nisbetle birbirlerine daha yakın hissederler. Aynı varlığa inanıp, aynı işi yapanlar namaz, oruç... vs. gibi kendilerini bir evvelkilere nisbetle birbirlerine daha yakınlaşmış bulurlar. Aynı varlığa inanıp aynı işi yapan ve aç susuz kalmak gibi aynı ızdırabı çeken insanlar ise, hem inandıkları Varlık, hem yaptıkları iş, hem de çektikleri sıkıntılar icâbı kendilerini birbirlerinden sayacak kadar birlik ve beraberlik içinde kaynaşırlar. Oruç bu üç hali kendisinde toplamak sûretiyle kendisine inananlar arasında örnek-birlik \"ideal birlik\" tesis eder. Nitekim asker arkadaşlığı, okul arkadaşlığı, hastane arkadaşlığı... vs. bu üç vasfı taşıdığından yâni inanç birliği, iş birliği, çile birliğini bir arada toplamış olduğundan halk arasında arkadaşlıkların en sağlamı, en kuvvetlisi olarak kabul edilir.
Orucun devamlı olarak senede bir ay tutulması da üzerinde düşünülmeğe değer. Zirâ ayda üçer gün tutularak bir sene zarfında yine aynı sayı fazlasıyla elde edilebilirdi.
Tecrübî psikolojideki, \"Bir insanın otuz-kırk gün arasında tabî olacağı eğitim neticesinde birtakım kötü alışkanlıklarını terkedip birtakım yeni alışkanlıklar kazanabileceği\" gerçeği orucun devamlı olarak otuz gün tutulması husûsundaki İlâhi emri açıklaması bakımından şâyân-ı dikkattir. Hattâ askerdeki yemin merasiminin askerliğe başlandıktan kırk gün sonra yapılması yine bu gerçeğin ifadesidir. Başka bir ifade ile, bir yaş ile yirmi yaş arası yâni alışkanlıkların en fazla kazanıldığı bir zamanda sivil hayatta büyüyerek bu hayata alışan kimselerin sivil hayatla taban tabana zıt olan askerlik hayatına ciddi bir eğitim neticesi kırk gün gibi bir zamanda alışabilmeleri, yani yeni alışkanlıklar edinebilmeleri bu psikolojik hakikatin bir ispatıdır. Kısacası kırk günlük sıkı, ciddî bir eğitim insanın edindiği yirmi senelik alışkanlıklarını tamamen terketmesine yetiyor demektir.
Nitekim sigara, içki... vs. gibi kötü alışkanlıklarını bırakanlar ekseriyetle bu ayın (yâni Ramazanın) sonunda bıraktıkları gibi namaz, ibâdet.. vs. gibi çeşitli iyi, güzel, hayırlı faaliyetlere de bu aydan itibaren başlarlar. Yani sırf Ramazan ayında ibâdet etmek için camiye gelirler fakat bu bir ay zarfında ibadetlere alışarak Ramazan\'dan sonra da bu yeni alışkanlıklarına devam edip giderler. Böylece hayatlarının istikameti bir ay gibi bir zamanda değişmiş olur.
SENEDE BİR AY
Bu gerekçelerle oruç, her sene bir ay olmak üzere bütün Müslümanları ömürleri boyunca devamlı olarak eğitime tabi tutmak sûretiyle onların birtakım kötü alışkanlıklarını terkederek yeniden iyi alışkanlıklar kazanmalarını ve böylece topluma daha faydalı olmalarını sağlıyor demektir.
Oruç ile askerlik arasındaki başka bir münâsebeti de belirtmekte fayda umuyorum. Şöyle ki: Oruç Müslümanları senede bir ay aç susuz bırakmak sûretiyle onların her çeşit mahrûmiyete alışmalarını temin etmektedir. Öğle yemeğini yarım saat geç yediği için başı dönüp gözü kararan insanlardan müteşekkil ordu ile günlerce her türlü yemek ve içmekten mahrum yaşamaya alışmış ve bu yaşayıştan da zerre kadar maddî mânevî zindeliğini kaybetmeyecek insanlardan kurulu orduların zafer ihtimalleri, bu mahrumiyetlere dayanma oranlarına göredir. Oruç, bu eğitimi sağlar.
Nitekim askere gittiğimiz zaman İslâmiyet\'i sivil hayatlarında yaşayan arkadaşlarımız askerliğin ağır şartlarına çok daha çabuk intibak ettiler. Manevra ve tatbikatlardaki mahrumiyetler, cüssece kendilerinden daha iri yarı olanları sarstığı halde onlarda en ufak bir tesir icra edemiyordu. Yağmur, soğuk, gece gündüz çalışma, açlık, susuzluk ve uykusuzluk bu arkadaşlara vız geliyordu. Sanki doğduklarından beri askerdiler. Garplı kumandanlara, \"Diğer millet askerlerinin teslim olmasını gerektiren şartlar, Türk askerinin hücûma geçmesi için en müsait olan şartlardır\" dedirten işte bu eğitimdir.
İFTAR BEKLEME
Uzaktan gelecek bir treni bekleyen iki ayrı kişi, uzaktan başka başka saatlerde başka başka yerlerden gelecek iki ayrı treni bekleyen iki ayrı kişiye nisbetle kendilerini birbirlerine daha yakın, hissederler. Böylece bu bekleyiş esnasında aralarında bir yakınlaşma, bir tanışma ve nihayet bir sohbet doğar. Beklemiş oldukları aynı şey daha önceleri birbirlerini tanımayan bu iki insanı birleştirmiştir, kaynaştırmıştır. Şâyet birbirleriyle tanışmayan bu iki kişi aynı trendeki aynı yolcuyu bekliyorlarsa bu tanışma bir dostluk halini alacaktır. Çünkü bir evvelkine nisbetle bu iki kişi arasında bir ikinci bağ kurulmuştur.
Bunun gibi bir sofra etrafında bütün bir ailenin iftarı beklemesi, yani teker teker bu insanların, aynı zamanda gelecek aynı şeyi beklemeleri, bu insanları birbirlerine daha ziyâde bağlayacaktır. Bu oruçlu kişiler yapmakla mükellef oldukları günlük vazifelerini hakkıyla yapmış olmanın verdiği neş\'e ve sevinç ile birbirlerine daha fazla yakınlaşacak, birbirleriyle daha fazla kaynaşacaklardır.
Bu iftar bekleme halı, daha ziyade aile fertleri arasındaki sevgi ve muhabbeti arttırma, yani ailenin daha sağlam temeller üzerine kurulmasını gerçekleştirme bakımından çok mühimdir. İslâmiyet\'in bütün ailenin beraberce iftar sofrasına oturmasını ve iftarı beklemesini istemesinin sebebi de bu olsa gerektir.
İftar bekleme aile fertleri arasında olduğu kadar birtakım davetler ile tanıdıkları, dostlar ve hatta tanıdık olmayanlar arasında da sevgi, muhabbet bağlarının kuvvetlenmesine yol açacaktır.
Biraz yukarıda orucun zamanla mukayyed olduğu ve mekânın tamamen yerini zaman\'a terkettiği belirtilmişti. Fakat hiçbir ibadette mekan zaman\'ın önüne geçmemiştir. Bu da ayrıca üzerinde durulması gereken bir husustur.
Akşam ezânı okunmadan yâni vakit girmeden büyük bir mâzeret olmaksızın bir dakika önce dahi orucun bozulması veya orucun başlama vaktinden bir dakika geç oruçla başlama hali kazâ veya cezayı gerektirmektedir. Günah işleyenlerin günahlarını affedip bu günahları sevaba çeviren Allahu Teâlâ\'nın orucun şartlarını bir dakika veya daha azına bile müsaade etmeyecek kadar ciddî tutması, Müslümanların zaman mefhumunun değerini kavramaları, avârelikten kurtulmuş insanlar olarak hayatlarını zamana göre tanzim etmelerini, zamanı en iyi şekilde kıymetlendirmelerini, kısaca hayatlarını zamanla disipline eden insanlar olmalarını sağlamak içindir. Ayrıca oruçlu iken yâni aç iken bilhassa uzun günlerde ikindiden sonra özellikle iftar sofrasında ezan vaktini beklerken, zaman, tok olduğumuz vakte nisbetle çok daha ağır geçer; âdetâ dakikalar geçmek bilmez. Bu da oruçlu üzerinde zamanın izâfi olduğu fikrini doğurur. Hiç olmazsa zamanın izâfi olduğunu hissettirir.
TERÂVİH
Terâvihin;
1- Oruçlu iken değil de orucun bozulduktan sonra kılınması,
2- Sayısının yirmi olması, fazla veya eksik olmaması,
3- Farz, vâcip olmadığı halde toplu olarak cemâat hâlinde kılınması, üzerinde durulması gereken üç mühim husustur.
1- Oruçlu iken değil de orucun bozulduktan sonra kılınması: Zira oruçlu iken de kılınması mümkün idi.
Biraz yukarıda orucun şeklen yani zahiri birlik yanında mânâda birlik sağladığı yani mânâ birliğini ön plânda tuttuğu, bu münâsebetle oruç tutan insanların faklı işlerde çalıştığı belirtilmişti. Yalnız orucun sağladığı birlik iftar vaktinin girmesi yani orucun bozulmasıyla sona erer. Orucun sağladığı mânevi birlik sona erince orucun temin edemediği maddî birliğin teminini, terâvih üzerine alır. Böylece Müslümanlar günlük mesai hayatlarında önce mânevî, sonra maddî birlik olmak üzere tam bir birlik ve beraberlik içinde olmuş olurlar. Başka bir ifade i!e, bu hal mânevî birliğin şartı olmakla beraber kâfi gelmeyeceğini maddî birliğin de şart olduğunu ve bunların ikisinin birbirini destekler mahiyette bir arada bulunduğu nisbette, istenilenin sağlanacağına işaret etmektedir.
Terâvihin orucun bozulduktan sonra yatsı vaktinde kılınmasını başka türlü de izah etmek belki mümkündür. Şöyle ki: Birbiriyle göz âşinalığı bulunan iki kişi gurbette karşılaştıkları takdirde uzun seneler birbirleriyle dostmuşçasına hemen konuşmaya başlarlar. Bu iki kişiyi gurbetin yalnızlığı birleştirmiştir. Bunun gibi, dışarıda şakır şakır yağmur yağarken evimizde kendimizi daha uhrevî, ev halkına daha yakın hissederiz.
Terâvih namazının yatsı vaktinde yâni gecenin karanlığında kılınması, Müslümanların günlük meşgâlelerden ve dünyevî hırslardan uzak, kendilerini Allahu Teâlâ\'ya ve din kardeşlerine daha yakın hissetmelerine sebep olur. Yâni gecenin karanlığı, sessizliği, garipliği bu insanların birbirlerine daha fazla sokulmalarına, birbirleriyle, daha fazla kaynaşmalarına vesile olur.
2- Rek\'at sayısının yirmi oluşu: Oruçlu iken kılınan farz namazlarının sayısı on rek\'attır. Terâvih namazı yirmidir, yâni iki katıdır. Bundan belki şu çıkabilir: Oruçlu iken kılınan namazlarda iki ibâdet; oruç ve namaz birleşmişlerdir. Bu münâsebetle oruçtu iken beraber kılman bu on rek\'at iki kat olarak düşünülünce oruçsuz olarak kılınan yirmi rek\'ata eşit olduğu çıkar. Bu sayılar arasındaki münasebetleri başka türlü değerlendirmek de mümkündür. Şöyle ki: Her gün kıldığımız farz ve vâcib namazların sayısı yirmidir. Bu yirmi sayısı, her gün beraber kıldığımız namazların sayısıdır. Ramazanda vitir namazı da cemâatle kılınır. Ramazanın ibâdet ayı olması hasebiyle yirmidört saatte toplu olarak kılınan namazların sayısı kadar bir daha cemâat halinde namaz kılınması emrolunmuştur. Bu yirmi sayısı üzerinde biraz daha durmak gerekir. Çünkü bir günde kılınan sünnetlerin sayısı da yirmidir. Yâni yirmidört saatte kılınan farzlar ve sünnetler İslâm için çok mübarek olan kırk sayısında birleşirler. Terâvih namazı sünnet olması hasebiyle sünnet olarak düşünülünce sünnetlerin sayısını, toplu olarak kılındığı için farz gibi düşünülünce de farzların sayısını kırk\'a iblâğ etmiş olur.
Ayrıca rek\'at olarak düşünülünce günde aitmiş rek\'at eder. Madem ki Ramazan senelik bir ibâdettir ve bütün senenin muhtevası kendinde toplanmıştır; öyle ise. sene ile ilgili bâzı işaretlerin bulunması gerekir. Bu münasebetle şöyle düşünmek belki mümkündür: Altmış rek\'at otuz günde binsekizyüz rek\'at eder. Bu sayı senenin oniki ayına bölünürse yüzelli rakkamı elde edilir. Bu yüzelli sayısı da ayın günleri olan otuza bölünürse beş rakamı elde edilir. Dikkat edilecek taraf, Ramazan\'daki namaz sayıları ile senenin her gününe âit bu beş rakamının çıkmış olmasıdır. Yâni Terâvihin sayısının eklenmiş olmasıyla bu beş rakamı elde edilmiştir. Başka şekilde bu sayıyı bulmak mümkün değildir.
Söylenmek istenileni sayılarla gösterirsek toplu olarak daha göz önünde olacaktır:
Farzlar, Vâcipler: 2 + 4 + 4 + 3 + 4 + 3 = 20
Sünnetler: 2 + 6 + 4 + 2 + 6 = 20
20 farzlar ve vacipler + 20 (sünnetler) = 40 + 20 (Teravih) = 60
60 Rekat x 30 (bir ay) = 1800 1800:12 (ay) = 150:30 = 5 Bu da beş vakit namaza denktir.
3- Farz, vacip olmadığı halde toplu olarak kılınması: Terâvih namazı sünnettir. Hiçbir sünnet toplu olarak kılınmadığı halde Terâvih namazının farzlar gibi toplu kılınması hakîkaten üzerinde en fazla düşünülmeye değer bir husustur. Farz olmayışı Müslümanları fazlaca mes\'ûliyet altına sokmamak için olsa gerektir. Toplu olarak kılınmasına gelince; bu hal, Allahu Teâlâ\'nın her ne pahasına olursa olsun Müslümanların birlik, beraberlik içinde olmalarını istemesinin en güzel bir ifadesidir. Başka bir ifade ile, sayıda hem sünnetle hem de farzla aynı eşit durumda olan Teravih, iki çeşit namazın (sünnet, farz) bütün husûsiyetlerini kendinde toplamak sûretiyle, Müslümanlara bir günlük ibâdetin zevk ve heyecanını tekrar yaşatır.
BAYRAM
Izdırap, sıkıntı, çile insanları birbirlerine yaklaştırdığı gibi, ortaklaşa büyük sevinçler, büyük saâdetler de aynı şekilde insanları birbirlerine yaklaştırır, kaynaştırır. Nitekim, İstanbul\'un düşman istilâsından kurtuluşunda tanışan tanışmayan herkesin birbirini tebrik edip birbiriyle kucaklaşması ve bu saâdeti paylaşmaları gibi.
Ramazanın bitmesi yâni orucun bitmesiyle bayram yaparız. Bir ay müddetle ortaklaşa aynı sıkıntıyı çeken, bu münasebetle birbirini seven, birbirine maddî-mânevî daha yakınlaşan Müslümanlar müştereken yaptıkları bayram ile de bu sefer aynı saadeti, aynı sevinci ortaklaşa paylaşırlar. Küsler varsa barışır, birbirine kırgın olanlar varsa anlaşırlar ve böylece birlik beraberlik, sevgi ve dostluklarını daha takviye etmiş, daha kuvvetlendirmiş olurlar. Allahu Teâla tarafından bayramdaki bu birlik ve beraberliğe o kadar önem verilmiştir ki, oruç tutmak sûretiyle dahi, bütünden ayrılarak bu birlik ve beraberliği bozmak yasak edilmiştir. Hattâ Bayram namazından sonra nafile ibâdet etmek için câmide kalıp Müslümanlardan kopmak, onların sevincine neşesine iştirak etmemek bile yasaklanmıştır.
Bayramın üç gün olması üzerinde de durulmaya değer. Otuz günlük vazife ve çalışmaya karşılık bayram üç gündür. Her on günlük çalışmaya bir gün düşer. Bu da Müslümanların dünyâya çalışma, iş yapma, iş başarma, vatan, memleket, milletlerine hizmet etmek için geldiklerinin güzel bir delilidir. Başka bir ifade ile, dünyaya rahat etmek için değil iş yapmak, çalışmak için geldiklerinin bir delilidir. Bayram, Ramazanın tamamlayıcısıdır. Yani Ramazan olmasa idi bayram olmayacaktı. Bu münasebetle bayramı da Ramazandan saymak gerekirse otuzüç sayısı elde edilir.
Burada bir konuya daha temas etmek gerekiyor: Bazı kimseler Müslümanların Ramazandan kurtuldukları için bayram yaptıklarını iddia ediyorlar. Hayır, Müslümanlar Ramazandan kurtuldukları için bayram yapmıyorlar. Onlar yapmakla mükellef oldukları vazifelerini yerine getirmiş olmanın verdiği sevinç ve neşe ile bayram yapıyorlar. Onlar bir tek Allah\'a itâat edebilmiş olmanın verdiği bahtiyarlıktan ötürü bayram yapıyorlar. Bu yüzden birbirlerinin bayramlarını tebrik ediyor, kutluyorlar.
Mevzu çok daha genişlemeye müsaittir. Meselâ sâhur, sadaka-i fıtır, bayram namazı... vs. gibi hususlar üzerinde durulmaya ve düşünülmeye değer. Kâinatta bir zerre (atom)\'daki elektron, nötron, protonda tesâdüfün yeri yokken Allahu Teâlâ tarafından gönderilen dinin esaslarının birçok hikmetlere mebni olmaması, akıl ve mantığın kabul edeceği bir husus değildir.
Yazıyı, daha yukarılarda söylenmesi icab ederken ehemmiyetine binaen sona bırakılmış olan Ramazanın yani orucun bir husûsiyeti ile bitirelim:
SONUÇ
Yazının baş taraflarında orucun mekân mefhumundan tamamen sıyrıldığı, bu itibarla orucun başkaları tarafından takib edilemediği, yani oruçlu ile oruçsuzun ayırd edilmesinin mümkün olmadığı belirtilmişti.
Böylece oruç, mekândan sıyrılmış olunca oruçlunun da ruhen ve zihnen mekândan kopmuş olması gerekir. Yani oruçlu orucunda mekânla ilgili âlemden tamamen kopmuştur. Kısacası insanlardan tamamen kopmuştur. İnsanlardan gelecek hiçbir maddî karşılık ve medih mukabili değil, sırf Allahu Teâlâ\'nın rızası yani sırf kendini O\'na beğendirmek için aç-susuz kalmaktadır. Böylece oruçlunun zihninde ve rûhunda ‘Beşerî sorumluluk’ yerini ‘İlâhî sorumluluğa’ terkeder. Bu halde oruçlunun rûhunda ve zihninde, yaptığı işlerinde kendini insanlara beğendirmek, kendini onlara karşı sorumlu bulmak yerine kendini sırf Allah\'a beğendirmek, kendini O\'na karşı mesul tutmak hissinin ve fikrinin doğmasına ve kuvvetlenmesine sebep olur. Artık oruçlu, insanları aradan atarak kendini Allah\'a beğendirmek için çırpınan insandır. Böyle olunca oruçlunun rûhunda çok fazla değer taşıyan \"Kendini ve yaptığını Allah\'a beğendirmek\", formülü yerleşir.
Bu münasebetle her türlü riya ve gösterişten uzak, amelini Allahu Teâlâ\'ya beğendirmeyi kendine gaye edinmiş insanın, âmirlerinin veya kendini beğendirmek istediklerinin yanında harıl harıl çalışır görünüp de kimsenin bulunmadığı zaman ve yerlerde akşama kadar sırtüstü yatması ne derece mümkündür?
Başka bir ifade ile; \"bu formül\"ün ruhunda yerleştiği bir insanın faaliyetlerinin, gerek dağın başında gözden ırak, gerek Hakkari, gerekse Ankara\'da hiçbir şekilde hiçbir fark göstermeyeceği muhakkaktır. Yani bütün ömrü boyunca hiçbir teftiş görmesi mevzuubahis olmayan, dünyanın en tenha yerinde çalışan bir insan ile dünyanın en kalabalık yerinde dâima göz önünde bulunan bir insanın çalışması arasında zerre kadar fark olmayacaktır. Çünkü Allahu Teâlâ her yerde hâzır ve nâzır\'dır.
\"Yaptığını Allah\'a beğendirme\" esasına gelince; bu esas da, sanatkârın, müşterinin gözünden kaçacak şekilde hîle veya lâubaliliğe iltifat etmeyecek kadar ciddî, nâmuslu olmalarını temin edecektir. Çünkü Allahu Teâlâ yapılan her gizli işi bilir ve görür. Özetlemek îcâb ederse: \"Kendini ve yaptığını Allah\'a beğendirme\" esası, Dünya\'nın neresinde olursa olsun, ne iş yaparsa yapsın herkesin kendini ve yaptığını Allah\'a beğendirmek için bütün gücüyle, bütün maharetiyle candan, gönülden çalışmalarını sağlayacaktır.
Bu münâsebetle millet olarak hepimiz \"kendimizi ve yaptığımızı Allah\'a beğendirmek\"\'esası etrafında toplanalım. Evet insan denilen engeli aşarak \"kendimizi ve yaptığımızı Allah\'a beğendirmek\" için çalışalım ve bunun için yaşayalım.
Bu yazı Yeni Ümit Dergisi internet sitesinden alınmıştır.